Gönderen Konu: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?  (Okunma sayısı 33459 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
İsteyen "Usul-ü Kafi"ye baksın
« Yanıtla #30 : 28 Temmuz 2016, 18:38:36 »

İsteyen "Usul-ü Kafi"ye baksın

ÜÇ MUHAMMED kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu, kendine ait bir ölçüye göre, insanları peygamberlere inanmak bakımından üçe ayırıyor.

Ona göre, bu üç çeşit inançtan ikisi yanlış biri doğru imiş. İki yanlıştan birisi Peygamber’i aşırı yüceltme imiş.

İslamoğlu’nun, aşırı yüceltmeci olarak suçladığı kimseler, Hıristiyanlar falan değil Müslümanlar. Bu ağır suçlamaları önceki sahifelerde zaten okudunuz…
Meselenin doğrusuna gelelim.

İslam ehl-i sünnet inancına göre, yaratılanlar içinde en üstün olanlar peygamberlerdir. Peygamberlerin en üstünü de son peygamber Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz Hazretleri’dir.

Peygamberlerin, yaratılanların en üstünü olduklarına inanmak onları aşırı yüceltmek olmadığı gibi, Allah’ın son peygamberinin yaratılanların en üstünü olduğuna inanmak da onu aşırı yüceltmek olmaz.

Hıristiyanların yaptığı gibi, herhangi bir peygamber eğer ilah seviyesine çıkartılırsa, işte o zaman aşırı bir yüceltme olur ve bu inançta olanlar kâfir ve müşrik olurlar. Ehl-i sünnet inancına sahip Müslümanlar ise, tarih boyunca hiçbir zaman böyle bir yanlışa ve böyle bir sapıklığa düşmemişler ve kâfir ve müşrik olmamışlardır.

Gerçek böyle olduğu halde, Sayın İslamoğlu Müslümanlarda da aşırı yüceltme yanlışlığı olduğunu iddia etmekte ve maalesef Müslümanları böyle bir suçla suçlamaktadır. Onun bu suçlamaları önceki sahifelerde anlatıldı.

MADEM ÖYLE İŞTE BÖYLE…

Biz de kendisine, “Madem öyle, işte böyle!” deyip, aşırı yüceltme meselesini bir de biz ele alalım da, esas aşırı yüceltmecilerin kim ve kimler olduğunu okuyucular delilleriyle görmüş olsunlar…

İslamoğlu; Sünnî, âlim bir babanın evladıdır. Böyle olunca, kendisinin de Sünnî olduğu düşünülür. Nitekim kendisi de Sünnî ve Hanefî olduğunu söylemektedir. Fakat her ne kadar böyle söylese de yazılarına, kitap ve konuşmalarına bakıldığı zaman, İslamoğlu’nun bütün gayretinin Şiîliği sevdirmek ve ehl-i sünneti göz ardı etmek yönünde olduğu görülüyor. Ancak, onun bu halini fark edebilmek için Şiîliği de Sünnîliği de iyi bilmek icap eder.
Çünkü İslamoğlu Şiîliği sevdirmek işini gayet usturuplu yapmaktadır. Meselâ şîa ve Şiîlik kelimelerini kullanmaz. Şiîlik demez de meselâ ehl-i beyt mezhebi der, ehl-i beyt ekolu der, ehl-i beyt okulu der, ehl-i beyt imamları der. Yani böyle terkipler kullanır. Ezcümle “Ehl-i beyt imamlarına göre şöyledir” der…
Oysa İslamda ehl-i beyt mezhebi adıyla bir mezheb yoktur.

Tarih boyunca hiçbir Sünnî âlimden onun kullandığı bu ifadeler ne duyulmuş ne de görülmüştür. Bunlar ilk defa, kendisinin Sünnî/hanefî olduğunu söyleyen bu zattan duyuluyor…

Kendisine sorarsanız tabii ki bu yazdıklarımızı reddedecektir. Varsın etsin. Ama bizim ona söyleyeceğimiz şeyler var.
Şimdi, ona dönelim ve söyleyeceklerimizi söyleyelim.

SÖYLEYECEKLERİMİZ ŞUNLAR:

Sayın İslamoğlu!

Şunu yazmışlar, bunu yazmışlar, şöyle demişler, böyle demişler diyerek, Üç Muhammed kitabınızın başından sonuna kadar Kadı Iyaz, İmam Süyûtî ve diğer dev gibi İslam âlimlerini “Peygamberi aşırı yüceltmeci olmak” suçu ile suçlayıp duruyorsunuz. Bu suçlamanız sadece o âlimlerle de sınırlı kalmıyor, bu âlimlerin yazdıklarına itibar eden Sünnî Müslümanlar da suçlamanızdan nasiplerini alıyorlar.

Size göre, âlimiyle-avamıyla sünnî Müslümanlar, nasıl bir peygamber inancına sahip olacakları konusunda 1400 senedir hâlâ doğruyu bulamamışlar mıdır?
Peygamberi aşırı yüceltme konusunda hata ve yanlış içinde olanlar sadece sünnîler mi? Şiîler, pîr ü pâk, sütten çıkmış ak kaşık mıdır?

Bu konuda onları tenkit etmediğinize göre Şiîlerin peygamber inanış ve anlayışlarında hiç pürüz olmaması lâzım.

Meselâ “Muhammed ile İmam Ali, birbirlerine iki karganın birbirine benzediği gibi benziyorlardı. Onun için Cebrâil vahyi yanlışlıkla Muhammed’e getirdi” diyenler Şiî değil mi? Şiîlerin “Ğurâbiye” kısmı değil mi?

Bu inançta olan Şiîlerle ilgili niçin tek satır yazmıyor ve bir defa olsun şöyle demiyorsunuz:

“Siz aklınızı peynir ekmekle mi yediniz? Allah’ın meleği yanılır mı hiç? Sizin melek inancınız böyle mi?

Allah (c.c.) vahyini doğru olarak göndermekten âciz mi?

Vahiy 23 sene devam ettiğine göre, bu 23 sene boyunca Cebrâil Aleyhisselam’ın hep yanıldığını mı söylüyorsunuz?”

Şiîler hakkında bu ve buna benzer sorular neden hiç aklınıza gelmez hayret?
Eğer gelmediyse biz hatırlatıyoruz. Buyurun bu soruları bundan sonra sorun Şiîlere…

Şîlerin, İslamın şiârı/alâmeti olan ezanda bile değişiklik yaptığını bilmiyor musunuz?

Şiî ezanındaki “Eşhedü enne aliyyen veliyyullah” avazını hiç duymadınız mı?
Bunu bari sorgulamak da mı hiç gelmiyor hatırınıza? Şimdiye kadar gelmediyse hatırlatmış olalım, buyurun onlara gereken ikazınızı yapınız..

Erkek ve kadının, mut’a adıyla, şahitsiz-şuhutsuz, belirli bir bedel karşılığında, belirli bir süre karı koca hayatı yaşamalarına dinî bir kılıf uydurmalarına ne diyorsunuz?

Bu hususta bir şeyler söylemek istemez misiniz?

Allah bilir ya bu da hiç hatırınıza gelmemiştir. Öyleyse bunu da hatırlatmış olalım. Buyurun bu meseleyi de sorgulayıverin artık…

ŞİÎLERİN BUHÂRÎSİ: USÛL-Ü KÂFÎ…

Gelin isterseniz biraz da makalenin başlığında ismi geçen Usûl-ü Kâfî isimli kitaptan konuşalım.

Biliyorsunuz, esas ismi El-Usûl Mine’l-Kâfî olan bu kitab, ilim çevrelerinin dilinde Şiîlerin Sahih-i Buhârîsi olarak anılır ve tanınır. Sünnîler, Sahîh-î Buhârî’yi Kur’an-ı Kerim’den sonra nasıl en üstün kitap kabul ediyorlarsa, Şiîler de Usûl-ü Kâfî’yi aynı değerde görüyorlar.
Sözü şuraya getirmek istiyorum:

Hani ÜÇ MUHAMMED kitabınızın 96. sahifesinde habire tenkit ettiğiniz eski iki âlimin iki kitabından iktibas yapıyordunuz. Yaptığınız iktibas Peygamberimiz’in şu hadis-i şerifi idi:

“Allah varlığı yarattığında yaratıklar arasında Âdemoğlunu seçti. Âdemoğulları arasından Arab’ı seçti, Arab’dan Mudar’ı seçti, Mudar’dan Kureyş’i seçti, Kureyş’den Haşimoğullarını seçti, beni de Haşimoğulları arasından seçti; o halde ben hayırlı başlangıçtan çıkan hayırlı sonucum.” (Eş-Şifâ, 1/83; Hasâis-ı Kübrâ 1/38)
Asırlar boyunca gelen hadis otoritelerinin kabul ettiği bu hadis-i şerifi bir türlü içiniz almıyor ve bir çırpıda reddediyordunuz. Sahih mi değil mi diye hadis usûlüne göre bir ölçüye vurmaya bile lüzum görmeden şöyle diyorsunuz:

“Hazreti Peygamber’in…. engin tevazuuyla taban tabana zıt olan bu haber, onun ırkçılığı ve kabileciliği çağrıştıran her kokudan nefret eden anlayışına da aykırı değil mi?” (Sa: 96)

Tenkidinizi nihayet getire getire Hazreti Resûlüllah’a kadar getirip dayandırıyorsunuz.

Size göre, bu hadis-i şerifte anlatılan gerçeği kabul etmek bile aşırı peygamber anlayışı içinde yer alıyor. Alıyor ama peygamber olmayanları peygamberlerden bile daha üstün görmek, nedense size bir aşırılık olarak gelmiyor.

Bu da nereden çıktı diyeceğinizi biliyorum. Ben de sözü işte oraya getirmek istiyorum.

Kuleynî’nin kaleme aldığı, Şiîlerin Sahih-i Buhârîsi olan Usûl-ü Kâfi’ye hiç göz atmamış ve orada kimlerin aşırı derecede yüceltildiğini görmemiş olamazsınız. Hiç görmemiş gibi, ehl-i Müslümanları kitabınızın başından sonuna kadar aşırı peygamber imajına sahip olmakla suçlayıp duruyorsunuz. Öyleyse gelin beraberce bir de Usûl-u Kâfî’ye bakalım da, insanlar esas aşırılığın kimlerde olduğunu, Sünnîlerde ki yoksa Şiîlerde mi olduğunu görsünler.

Sayın İslamoğlu!

Kedinin, yetişemediği ciğere murdar dediği gibi, biz de Kadı Iyaz’ın, boyumuzun yetmeyeceği kadar yüksekte olan Eş-Şifâ’sını ve İmam Süyûtî’nin aynı yükseklikteki Hasâis-ı Kübrâ’sını tenkit etmeyi bırakalım da önce hayranı olduğumuz ve Ehl-i Beyt mektebi/mezhebi dediğimiz şîanın insanı dehşete düşüren aşırılıklarına bir göz atalım olmaz mı?

Lafı fazla uzatamayacağım. Usûl-ü Kâfi tercümesinden sadece bazı konu başlıklarını alacağım. Alacağım ki, okuyucular esas aşırı yüceltmecilerin kimler olduğunu görsün ve bu kadar açık gerçekler ortadayken, Mustafa İslamoğlu’nun Müslümanların zihinlerini nerelere çekmek istediğini ve nasıl yanıltma oyunlarına tevessül ettiğini görsünler, anlasınlar.

USÛL-Ü KÂFÎ TERCÜMESİ…

Önce, iktibas yapacağımız eseri, Usûl-ü Kâfi‘yi tanıyalım. Elimizdeki Usûl-ü Kâfi tercümesi, Dâru’l-Hikem yayınevi tarafından Vahdettin İnce’ye yaptırılmış. Bu Türkçe metni Prof. Dr. Hüseyin Hâtemî gözden geçirmiş. Kitabın 2008-İstanbul baskılı 2 ciltlik Türkçe tercümesinin üzerinde adres yok. Yalnız site adresi ve cep telefonu numarası var. İsteyenler bu tercümeye şu bilgilerle ulaşabilirler:

Dar’ül Hikem Tel: 0536 835 71 38 Darul-Hikem@hotmail.com
Bu tercümenin 1. cildinin 69. 70. ve 71. sahifelerinde, Mustafa İslamoğlu’nun mensup olduğunu söylediği Hanefî mezhebinin imamı, İmam-ı Âzam Ebû Hanife Hazretleri’ne lânet ediliyor. Ama Türkiye Müslümanları ehl-i sünnet olduğu için Ebû Hanife ismi çıkarılıp orası nokta nokta olarak geçiştirilmiş. Ne var ki, kitabın orjinalinde Ebû Hanife ismi de lânet ifadesi de durmaktadır ve bu kitap İran’da harıl harıl basılıp satılmaktadır.

***

Şimdi Usûl-ü Kâfi tercümesindeki bazı konu başlıklarına ve bu başlıklar altında yazılanlara bir göz atalım. Meseleyi madde madde ele alıyoruz:
Madde bir:

Usûl-ü Kâfî’de, “İmamlara itaatin farz oluşu” başlığı altında şu ifadeler yer alıyor:

“…Ebû Seleme şöyle rivâyet ediyor:

Ebû Abdullah (Cafer Sadık Aleyhisselam)’ın şöyle söylediğini duydum:
“Biz, Allah’ın itaatimizi farz kıldığı kimseleriz. İnsanların bizi tanımasından başka çareleri yoktur. İnsanlar bizi tanımamış olmakla mazur kabul edilmezler. Bizi tanıyan mü’mindir, bizi inkâr eden kâfirdir. Bizi bilmeyen ve inkâr etmeyen kimse, Allah’ın vacip kıldığı itaatimize dönünceye kadar sapıktır…” (Usûl-ü Kâfî Tercümesi, c: 1, Sahife: 319)

Burada ne diyor bu meşhur şiî kitabı?
Şunu diyor:

“Şiîlerin masum kabul ettiği 12 imamı, bütün müslümanların tanımaları vâcibtir. İnkâr edenler ise kâfirdir.” Bu kadarı yeter, fazla söze lüzum yok.

Sayın İslamoğlu!

Siz de kitabınızda şöyle diyorsunuz:

“En aşırı söylemlerle çıkan guruplar da dahil hiçbir müslümanın, Hz. Peygamber’in peygamberlik misyonunu yok sayması ya da inkar etmesi söz konusu olmamıştır. Bu düşünülemeyecek bir şeydir. Böyle bir şeyin olması durumunda, o kişi ya da kişilerin müslümanlıkla ilgileri tartışmalı hale gelecektir.” ( Üç Muhammed, sa: 152)

Peygamberimiz’in peygamberliğini inkâr edenlerin kâfir olacağında hiç şüphe olmadığı halde, siz “ o kişilerin müslümanlıkla ilgileri tartışmalı hale gelecektir.” diyebiliyorsunuz.

Ne tartışmalısı Sayın İslamoğlu? Basbayağı kâfir olurlar, kâfir…
Peygamberimiz’in peygamberliğini inkâr edenin kâfir olduğunda şüphe mi var ki böyle tartışmalı olsun!

Böyle inkârcıların kâfir olduğunu bilmeye/söylemeye ilminiz mi yetersiz, yoksa böylelerinin kâfir olduğunu söylemek içinizden mi gelmiyor?

İslama uygun bir peygamber inancına sahip olan Müslümanları aşırı yüceltmeci olmakla suçlayan siz, nasıl oluyor da bu kadar AŞIRI UMURSAMAZ ve vurdumduymaz olabiliyorsunuz?

Şimdi bir sizin bu sözünüze bakalım bir de Usûl-ü Kâfî’de geçen yukarıdaki sözlere bakalım ve soralım:

a- Kâfir olduklarında şüphe olmayan kimseler hakkında “…o kişilerin müslümanlıkla ilgileri tartışmalı hale gelecektir” demekle, peygamberlik makamını aşırı alçaltmış olmuyor musunuz?

b- Usûl-ü Kâfî, –Peygamberimiz’i değil- şiî imamları kabul etmeyenlerin kâfir olduğunu söylemekle, 12 imam aşırı yüceltilmiş olmuyor mı?
c- Size göre, Peygamberimiz’i inkâr edenlerin bile Müslümanlıkları tartışmalı oluyor. Usûl-ü Kâfî’ye göre ise, şîa imamlarını inkâr edenler bile tartışmasız olarak kâfir oluyorlar.

Kadı Iyaz ve Süyûtî’yi tenkit ettiğiniz sertlikte, Usûl-ü Kâfî ve onu kaleme alan Kuleynî’yi de tenkit ediyor musunuz?

Size göre, Peygamberimiz’i inkâr edenlerin Müslümanlıkları tartışmalı, bunu anladık. Usûl-ü Kâfî’ye göre ise Şiîlerin imamlarını inkâr edenlerin kâfirlikleri ise tartışmasız.

Sorular:
Bu iki hüküm karşısında sizin cevabınız nedir?
Şiî imamlar aşırı yüceltilmiş olmuyorlar mı?

Usûl-ü Kâfî’deki bu hükme inanan Şiiler hakkında sizin hükmünüz nedir?

***
Madde iki:

Usûl-ü Kâfî’de, “İmamlar, Allah Azze ve Cellenin arzındaki halifeleri ve onun giriş kapılarıdır” deniliyor.

Bu başlık altında şiî imamlar hakkında da şu ifadeler yer alıyor:
“…Eğer imamlar olmasaydı, Allah Azze ve Celle bilinmeyecekti.” (a.g.e. sa: 333)

Sayın İslamoğlu!

Biz, imamlar hakkındaki bu cümleyi aşırı yüceltmeci buluyor, imamların peygamberlerden üstün tutulduğunu görüyor ve ve şöyle düzeltiyoruz:
“…Eğer peygamberler olmasaydı, (Allah onları göndermesiydi) Allah Azze ve Celle bilinmeyecekti.”

a- Şiîlerin, imamları hakkındaki bu aşırı yüceltmeci inançlarına siz ne diyorsunuz?

b- Bizim yaptığımız düzeltmeye ne diyorsunuz? Onlarınki mi doğru bizim yaptığımız düzeltme mi?

c- Şiîlerin bu aşırı yüceltmeci tavrını tenkit etmeyi düşünüyor musunuz? Ne zaman?

***

Madde üç:
Usûl-ü Kâfî’de, “İmamlar Allah Azze ve Celle’nin nurudur” başlığı altında şu ifadeler yer alıyor:

“Ebû Halid el-Kabûlî şöyle anlatmış:

Ebû Cafer (Muhammed Bâkır Aleyhisselam)a “Allah’a ve resûlüne ve indirdiğimiz nura iman edin…” (Teğâbün, 8) âyetini sordum.
Buyurdu ki: “Ey Ebû Halid! Allah’ın nuru, kıyamete kadar Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)in soyundan gelen imamlardır. Allah’a yemin ederim ki , onlar Allah’ın indirdiği nurlardır. Allah’a yemin ederim ki, onlar Allah’ın göklerdeki ve yerdeki nurudurlar.” (a.g.e. sa: 336)

Sayın İslamoğlu!

Siz tasavvufçuları, “Peygamberimiz’i “bir “enerji bedene” dönüştüren, “Nur-u Muhammedî” felsefesine dayalı irfânî peygamber anlayışı”na sahip olmakla suçluyordunuz. Gördüğünüz gibi Şiîler daha baskın çıktı. Peygamberimiz şöyle dursun, şiî imamların, “Allah’ın indirdiği nurlar, Allah’ın göklerdeki ve yerdeki nuru” olduğuna inanıyorlar.

İşte aşırılık ortada. Sünnî Müslümanların, Allah’ın son Peygamberi’ni bir nur olarak kabul etmeleri mi aşırılıktır yoksa Şiîlerin şiî imamları nur kabul etmeleri mi?

Sizin, şimdiye kadar bu inançta oldukları için, Şiîler aleyhinde tek cümle yazdığınızı görmedik, tek söz söylediğinizi de duymadık. Niçin?

***

Madde dört:

Usûl-ü Kâfî’de, “İmamlar arzın rükünleridir” başlığı altında şu ifadeler yer alıyor:

“Emirül müminîn (Ali b. Ebû talib aleyhisselam) sık sık şöyle derdi:
“Ben ölümleri, musibetleri… bilirim.” (a.g.e. sa: 340)
“Benim yanımda olmayanlar da benim için gayb sayılmazlar.”
“Emirü’l-Mü’minîn (aleyhisselam) Allah’a açılan tek kapı idi? O Allah’a giden tek yoldu.”

(a.g.e. sa: 341)

Sayın İslamoğlu bu cümlelere ne diyorsunuz?
Hazreti Ali Efendimiz eğer Allah’a açılan tek kapı ise Peygamberimiz’in makamı nerede?

Bu sözler İslam inanç ve itikadı ile bağdaşıyor mu?

Bağdaşmıyorsa bunları de tenkit etmeyi düşünüyor musunuz?

***

Madde beş:
Usûl-ü Kâfî’de, “Allah Azze ve Celle’nin kitabında zikrettiği âyetler imamlardır” başlığı altında şu ifadeler yer alıyor:
“Emîrün mü’minîn (Ali) şöyle derdi: “Allah Azze ve Celle’nin benden daha büyük bir âyeti yoktur. Allah‘ın benden daha büyük haberi yoktur.” (a.g.e. sa: 358)

Sayın İslamoğlu!

Ne dersiniz, Hazreti Ali (r.a.) Allah’ın en büyük âyetinin kendisi olduğunu söylemiş midir, yoksa bu söz ona yapılan bir iftira mıdır?
Yine aynı soruyu soralım:

Hazreti Ali Efendimiz eğer böyle söylemişse, yani Hazreti Ali Efendimiz en büyük âyet ise Peygamberimiz’in durumu nedir?
Bu inancı taşıyan kimseler hakkında ne diyorsunuz? Böyle bir inanç İslama uyuyor mu?
Eğer yanlışsa bir ikaz düşünüyor musunuz?

***
Madde altı:

Bu maddede, Şiîlerin, şîa imamlarıyla alâkalı bir yazı başlığına yer vermeyi yeterli görüyoruz. O başlık şöyle:

“Allah Azze ve Celle’nin katından inen bütün kitaplar imamların yanındadır ve dillerinin farklı olmasına rağmen bu kitapları bilirler.” (a.g.e. sa: 399)
Evet, imamlar hakkında Şiîlerin inancı böyle. Fakat siz Bay Mustafa İslamoğlu’nun ise bu inanca karşı bir itirazınız bulunmuyor, “Dillerini bilmedikleri kitapları nasıl okuyup da bilecekler?” demiyorsunuz
Şiîlere böyle bir itirazda bulunmayan siz İslamoğlu, Peygamberimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifini tenkit etmekten ise hiç çekinmiyorsunuz:

“İsrâ (mirac) gecesinde semaya yükseltildiğimde, orada ilk gördüğüm şey, yazılı olan ismimdi: Muhammed Allah’ın resûlüdür, Ebûbekir Sıddık da halefim (halifem)dir.”

İslamoğlu, bu hadis-i şerifi tenkit etmekle kalmıyor, bu hadisi El-Hasâisu’l-Küsrâ isimli eserine alan İmam Süyûtî’yi de, “Bu hadise hiç itiraz etmemiş” diyerek tenkit ediyor.

Süyûtî hakkındaki bu tenkidini şöyle devam ettiriyor:
“Süyûtî, Hz. Peygamber’in okuma yazma bilmediğini üstelik âyetle delillendirerek israrla isbat eder. Fakat, semadaki yazıyı nasıl okuyabildiğini sorgulamaz.“ (a.g.e. sa: 81)

İslamoğlu’nun, Peygamberimiz hakkındaki kanaatını ve değerlendirmesini gördünüz değerli okuyucular.

Şiîlere, “İmamlar, dillerini bilmedikleri kitapları nasıl anlayacak?” demeyen aynı İslamoğlu, Peygamberimiz hakkında “Zaten okuma yazma bilmiyordu. Mirac gecesinde semadaki yazıyı nasıl okuyacak?” diyebiliyor.
Sorusuna cevap verelim:

Şiî imamlar, dillerini bilmedikleri kitapları nasıl anlıyor idilerse, Peygamberimiz de semadaki yazıları işte öyle okudu Sayın İslamoğlu!..

Değerli okuyucu!

Peygamberimiz’in semadaki yazıyı nasıl okuduğu meselesine, onun düşüncesiyle bakacak olursak, Peygamberlik vazifesini ifa ettiği 23 sene boyunca verdiği bilgilere de itiraz edilmesi icap eder.

Çünkü, Peygamberimiz hiçbir hocadan ders almadığına göre, “Onun verdiği bilgilere nasıl güveneceğiz? Çünkü hiçbir kimsenin önüne oturup ilim öğrenmedi. Tahsili falan da yok. Hatta okuma yazma bile bilmiyordu” denilebilir. İnkârın tavanı yok, tabii ki diyenler der. Ama elhamdülillah bizim dilimizden de böyle bir soru çıkmaz, kalbimizden de böyle bir soru geçmez.
Biz şöyle der ve şöyle inanırız:

O, Allah’ın resûlü idi. Ona Allah Celle Celâlühû, geçmiş ve gelecekle, dünya ve âhiretle ilgili bütün bilgileri vermişti. Onun verdiği kâinatla ilgili bilgiler yanında, okuma yazma bilip bilmemek çok küçük kalır…
Kaldı ki, Allah (c.c.) gökteki bir yazının ne olduğunu ona bildirmekten âciz de değildir…


Ali EREN | 05.06.2013 10:21 | www.haberkita.com



Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Resulüllah'ı aşırı alçatma pervasızlığı
« Yanıtla #31 : 28 Temmuz 2016, 18:39:28 »
Resulüllah'ı aşırı alçatma pervasızlığı

Eğer kitabımızı baştan beri okuduysanız, yukarıdan beri kendisinden bahsettiğimiz Bay İslamoğlu’nu tanıyorsunuz demektir.

Bu zat, İslamı müdafaa eder gözükerek İslama aykırı öyle şeyler söylüyor ki tarif edilesi değil. Üstelik bunu yaparken kılı bile kıpırdamıyor. Yani bu kadar da fütursuz…

Öyle ki, kendisi fikren İslamın aziz peygamberinin üstünlüğünü kabul etmeyenlerle aynı hizada durduğu halde, Müslümanları yanlışlardan kurtarmaya çalışır gözükerek, din kardeşlerimizi kâfirlerle aynı kefeye koyuyor. Evet, İslam, Müslüman ve Peygamber kelimelerinin taşıdığı ortak, geniş ve kurtarıcı mânâyı bir kefeye koyup, bu değerlere sahip olan herkesi toptan suçlayarak mânevî idama götürüyor.

Gördüğünüz gibi, ortada bendeniz tarafından o zata karşı ağır, İslâmî bir suçlama var. Bu ağır suç havada kalacak değil. Bu durumda, bu suçun iki muhatabı var. Biri, Bay İslamoğlu’nun Salih Doğan ismindeki üniversite talebesine “O zaten Arapça falan bilmez. Ona bazı şeyler öğretmişler, o da işte onu yazıyor” dediği Ali Eren, diğeri de tabii ki Bay Mustafa İslamoğlu’nun kendisi.

Ama suç samur kürk de olsa kimse üzerine almazmış. Bakalım bu suç varıp kimin üzerine konacak?

Ben İslamoğlu’na iftira ediyorsam, ona attığım bu ağır suçlama gelip benim başımın üzerine konar, yok iftira etmiyor da doğru söylüyorsam, o takdirde de bu suçlar gidip tabii ki doooğru İslamoğlu’nun başının üzerine yerleşecektir…
Yukarıda da söylediğim gibi suçlama şu: Müslümanları kâfirlerle bir ve ortak göstermek…

Evet, muhatabımız aynen öyle yapıyor. Ona göre, “Ümmet-i Muhammed eski inkârcı kavimler gibi melek bir peygamber istiyor.” Ama Hazreti Resûlüllah hayatta olmadığı için bu isteğini dile getiremiyor. Onun için, bu ümmet bu isteğini “Peygamberi melekleştirerek” kapatmaya çalışıyor.
Bu cümleleri okuyunca, zihninizde şu sorunun meydana geleceğini biliyorum:
“Bu söyledikleriniz sizin yorumunuz. İslamoğlu acaba ne demiş? Onu bilsek…”
Öyleyse buyurun…

İŞTE BU ÜMMET HAKKINDAKİ KANAAT VE SUÇLAMASI…

İşte İslamoğlu’nun Müslümanları kâfirlerle ayın seviyede gösterdiği sözlerin kelime kelime aynısı:

“Bugün, ümmet-i Muhammed, kendinden önceki Nuh, Ad, Semud ve Firavun toplumları gibi bir melek peygamber isteme imkânından mahrumdur. Fakat bu mahrumiyetin açığını, kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek kapatmaya çalışmakla, aslında Kur’an’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak olmaktadır.” (Üç Muhammed, s: 27)

Evet! Söyledikleri işte bu…

Neymiş, neymiş?..

Ümmeti Muhammed, “gâvurlukta çok ileri gittikleri için toptan helak olan eski kavimler gibi, bir melek peygamber isteme imkanından mahrum olduğu için,” bu eksiğini başka türlü yerine getiriyormuş. Onun için, “Kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek bu açığını kapatmaya” çalışıyormuş.
Peki böyle yapınca ne oluyormuş?
Kur’an’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak oluyormuş.
Ortak olunca ne olur? Ne olacak, onlar gibi kâfir ve inançsız bir toplum onlar.
Hatırlayalım. Ümmet-i Muhammedin, suçlarına ortak olduğunu söylediği toplumlar nasıl toplumlardı?

Hepsi azgın, inançsız, kâfir toplumlar...

Gördüğünüz gibi, Bay İslamoğlu hiçbir istisna yapmadan, yani “Bazı Müslümanlar” bile demeden, “ümmet-i Muhammed” diyerek yani bu ümmetin hpesini birden, Allah’ın gadabına uğrayan kafirlerin suçuna yani kâfirliğe, ortak olmuş gösteriyor.

Sakın aklınıza, “Yoksa geç

mişte ümmet-i Muhammed’den bu inançta olan kimseler vardı da İslamoğlu acaba onları mı kastediyor?” diye bir düşünce gelmesin. Çünkü adamcağız, yukarıda okuduğunuz gibi sözüne “Bugün…” diye başlayarak, günümüzdeki Müslümanları, yani seni, beni kastediyor, hepimizin böyle olduğunu söylüyor.
Peki, Müslümanlar içinde, “Ben insan olan bir peygambere iman etmem. Benim inanacağım peygamber melek olmalı” diyen tek kimse var mı? Bugün yoksa geçmişte olmuş mu?

Hayır!.. Bugün de yok, geçmişte de olmamış… Yok ve olmamış ama, unutmayalım ki iftiranın tavanı da yok. Olmayan şey, iftira etmek isteyen kimsenin zihninde, aniden var oluveriyor. İşte İslamoğlu’nun, ümmet-i Muhammed’e iftira etmesi, fütursuzca toptan karalaması aynen böyle…
İkinci bir tesbiti daha var ki o da ayrı bir felâket:

Doğrudan doğruya peygamberlik makamına hücum…

İKİ ZATI TANIYALIM…


Bu ikinci meseleye girmeden önce, iki zat hakkında kısa bir hatırlatma yapmam icap ediyor: Bu iki zat, Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi ile Musa Cârullah Bigiyef’tir…

Birincisi Osmanlının son şeyhulislamlarından…

Büyük ve değerli bir ehli sünnet âlimi ve siyâsî bir şahsiyet. 1869’da Tokat’ta doğdu, 1954’te Mısır’da vefat etti.

İkincisi kişi Musa Cârullah. O da Rusya doğumlu. 1875-1949 yılları arasında yani Mustafa Sabri Efendi ile aynı zamanda yaşadı. O da âlim. Ama reformist. İslamda reform isteyenlerden, aynı zamanda deformist…

Cârullah, uzun seyahatlerinde çok kimselerle tanışıp dost oldu. Bu dostlarından en meşhurunun mason Muhammed Abdüh olduğunu söylersek, Cârullah’ın ne derece bozuk bir itikada sahip olduğunu özetlemiş oluruz. Böyle bir kimse olan Cârullah, büyük bir ehl-i sünnet âlimi olan Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi’ye tabii ki ters düşecektir, nitekim düşmüştür de. Zaten Cârullah’ın bozuk fikirli olduğuna en kuvvetli delillerden biri de Mustafa Sabri Efendi gibi bir ehli sünnet âlimine ters düşmüş olmasıdır.

Evet, Musa Cârullah Mustaf Sabri Efendi gibi bir ehl-i sünnet âlime, bir Osmanlı Şeyhulislamı’na ters düşmüştür, ama komünizm gibi bir dinsizlik cereyanını –sadece Rusya’ya değil- bütün dünyanın başına bela eden Lenin’e ters düşmemiştir.

Ters düşmemek şöyle dursun, Rusya Baş Müftüsü Talat Tacettin’in söylediğine göre, Lenin’e destek olmuştur.

Bu bilgiyi veren Talat Tacettin de, onun bu bilgiyi aktardığı zat da hayattadır. İsteyenler te’yit edebilirler.
Esasa gelelim…

Müslümanlar olarak bizim inanç ve imanımız yani İslam inancı şöyledir:
Hazreti Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz, asla ümmetin bir ferdi gibi değildir. Ümmet şöyle dursun, o Hazret’in makamı bütün peygamberlerden de üstündür. Çünkü onun makamı, en yüksek makam olan Makam-ı Mahmud’dur…

Bu makamı ona veren de, İslamoğlu’nun “Aşırı yüceltmeci Peygamber anlayışına” sahip olmakla suçladığı Müslümanlar değil, bizzat Hazreti Allah celle celâlühûdür.

Bu ümmeti, “İndirgemeci bir peygamber anlayışına” sahip olmakla suçlayan Bay İslamoğlu, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resûlü hakkında, “Ümmetin bir ferdi gibidir” diyen Musa Cârullah’ın bu fecî tesbitini acaba nasıl övüyor?
“Hazreti Resûlüllah’ı sıradan bir insan seviyesine” indirmenin vebalini hiç düşünmüyor mu acaba?
Nasıl oluyor da, Musa Cârullah’ın, “Ümmmetin her ferdi de Peygamber gibidir” sözünden övgüyle bahsedebiliyor?
Enteresandır, uyanık yazar(!) birkaç sahife sonra bu söylediklerini unutup şöyle deyiveriyor:
“Kur’an, peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim eder.” (sahife: 40)
E şimdi, böyle söyleyen kimseye siz şöyle demez misiniz:

Kur’an, peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim ettiğine göre, Cârullah’ın peygamber inancı nasıl bir inanç ki, peygamberlik makamını sıfıra indirerek “Ümmetin her ferdi de peygamber gibidir” diyebiliyor?

İslamoğlu olarak siz, onun bu fecî tesbitini nasıl övebiliyorsunuz?

Bu durumda, “İndirgemeci bir peygamber anlayışına” sahip olanları suçlayan birisi olarak hem kendinizle hem de “Kur’an, peygamberleri insanlığın en iyileri olarak takdim eder” dediğiniz Kur’an-ı Kerim’le niçin ve nasıl ters düşüyorsunuz?

AŞIRI ALÇALTMA İŞTE BUDUR…

Değerli okuyucu!
Musa Cârullah’ın yaptığı gibi, Hazreti Peygamber’in diğer insanlar gibi olduğunu söylemek, açıktan açığa peygamberlik makamını küçültmek, yok saymak yani inkar etmektir. Başka bir ifadeyle, “Aşırı alçaltma” gayretinin ürünüdür.
Öyleyse şimdi yazımızın başlığını yerine koymanın tam yeri ve zamanıdır. Koyalım:
“Hazreti Resûlüllah’ın, ümmetin bir ferdi gibi olduğunu” söylemek, Hazreti Resûlüllah’ı aşırı alçaltma pervasızlığı’dır.

İslamoğlu’nun, “Sarsıcı bir yorum” diyerek övdüğü Musa Cârullah, “Hz. Peygamber kendisini ümmetin bir ferdi gibi takdim ediyor” dedikten sonra durmuyor ve bu ümmeti kandırma gayretlerine devam ederek şöyle diyor:
“Öyleyse ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir.” (Sa: 28)

Bu ne demek oluyor şimdi? Bu cümle, ümmetin her birini peygamber seviyesine çıkarmak değil mi?

Bu kişiler, bir de Müslümanları aşırı yüceltmeci peygamber inancı taşıyorlar diye suçluyorlardı!!!

Kendileri önce Hazreti Resûlüllah’ı sıradan bir insan seviyesine indiriyorlar, sıradan insanları da peygamber seviyesine çıkarıyorlar yani sıradan insanları aşırı yüceltiyorlar. Böylece, peygamberlik makamı buhar olup gidiyor.
Onların bu sözlerini ehl-i sünnet itikadına göre mihenge vuracak olursak ortaya çıkan sonuç şu olur:

İmânî felâket!!!...

Kendilerinin bu feci hallerine bakmadan bir de kalkmışlar ümmet-i Muhammed’i suçluyorlar. Halbuki, aşırı yüceltmeci diye suçladıkları müslümanlardan hiç kimse, Peygamberimiz’i yüceltip de –hâşâ- ilah seviyesine çıkartmıyor. Ama bu beyler, sıradan insanları aşırının aşırısı yüceltip, gördüğünüz gibi, peygamber seviyesine pekâlâ çıkarabiliyorlar…
İşin gerçeğini açıkça söyleyelim:

İslam inancına göre; bir peygamberi peygamberlik seviyesinden aşağıda görmek, (diğer insanlar gibi kabul etmek) onun peygamberliğini kabul etmemek olduğu gibi, peygamber olmayan birisini peygamber seviyesinde görmek de “peygamber olmayanı peygamber kabul etmek” demek olur ki, her iki inanç da küfürdür…

Herhangi bir peygamberin peygamberliğini kabul etmeyenler kâfir olduğu için, Peygamberimiz’e inanmayanlar da kâfirdir.

Nitekim peygamber olmayan birini o makamda görenler, meselâ yalancı peygamber Müseylimetül Kezzâb’ın peygamber olduğuna inananlar kâfir olmuşlardır.

PEYGAMBERİMİZ’İ NE KADAR ÖRNEK ALACAĞIZ?..

Bay İslamoğlu, kendisini Peygamberimiz’i Müslümanların gözünde küçük göstermeye adamış mı nedir, bakın ne yapıyor? Ahzab sûresinin 21. âyeti kerimesini ele alıyor.
Âyetin meâli şöyle: “Allah’ın Resûlünde sizin için pek güzel bir örnek vardır.”
İslamoğlu, burada da zihinleri bulandıracak bir açık kapı aramış ve –kendisine göre- bulmuş da.
İnsanın, her şeyi olduğu gibi kabul etmemesi gerektiğini, seçici olmak icap ettiğini yazdıktan sonra, Peygamberimiz’le ilgili bu âyeti misal vererek Kur’an’ın bile seçici davrandığını söylüyor.
Diyor ki:
“Kur’an, ‘Allah’ın elçisi sizin için örnektir’ demiyor; ‘Allah’ın elçisinde güzel örneklik var’ diyor.”

Yani, “Hazreti Resûlüllah’ın bütün hayatı baştan sona örnek değil. Onda sadece güzel bir örnek var. Seçici olun. Onun her halinin örnek olmadığını bilin” demek istiyor.

Demek istiyor da, biraz aşağıda yine unutkanlığı tutup, “Peygamberimiz’in ahlâkının Kur’an olduğunu” söylemek mecburiyetinde kalıyor.

Farkında olmadan bile olsa madem böyle söylüyor ya, biz de Bay İslamoğlu’na bir defa daha dönelim ve soracağımızı soralım:

Hazreti Resûlüllah’ın ahlâkının Kur’an olduğunu kendiniz söylüyorsunuz. Hayatı baştan sona Kur’an ahlâkı olan Peygamberimiz’in hayatını örnek almakta, Müslümanlar niçin seçici olsunlar? Onun, hayatında yaptıklarının hiç bir tarafını gözardı etmeden niçin olduğu gibi örnek almasınlar?

PEYGAMBERLERLE KÂFiRLER AYNI CÜMLEDE…

İslamoğlu’nun, hele bir de bazı peygamberlerle kâfirleri bir kefeye koyması, yani Hazreti Âdem, Hazreti Musa ve Hazreti Yunus Aleyhimüsselamı, Hazreti Nuh’un iman etmeyen oğluyla, Hazreti İbrahim’in putçu babasıyla ve Hazreti Lut’un imansız karısıyla aynı hükümde birleştirmesi yok mu, okuyunca insanın imanı titriyor… (Sa: 40)
***
Anlı-şanlı Kur’an tefsircisi bu büyük müfessir(!) âyetlerin ne söylediğinden habersiz mi yoksa bile bile lâtes mi?…

Misal olarak Âl-i İmran sûresinin 113. âyetine verdiği meâli görelim. Bu âyetin meâli şöyle:

“Kitap ehlinin hepsi bir değildir. Onların içinden Allah’ın emirlerini tutanlar vardır…. ” (Sa: 40)

İlim ehli olmayanlar bu meâli okuyunca, “Demek ki Hıristiyan ve Yahudilerden de iyi olanlar varmış” diye yanlış bir kanaata varabilirler. Onun için, bu âyetle kimlerin kastedildiği mutlaka ama mutlaka açıklanmalıydı. Çünkü bu âyet, Peygamberimiz zamanında Abdullah b. Selam radıyallâhü anh gibi ehl-i kitaptan olup da Müslüman olanlarla, Müslüman olmayan diğer ehl-i kitabın bir olmadığı bildiriliyor.
Müslüman olanla olmayan elbette bir değildir. Peygamberimiz’e inanmayan kitap ehlinin hepsi tamamı ise imansızlıkta birdir.
Bu âyet, ehl-i kitabtan olup da sonra Müslüman olanlardan bahsettiği halde, Mustafa İslamoğlu, bu âyeti aynen ilimden bî behre olanların anladığı gibi açıklamış ve bu yanlış üzerine satırlar döktürmüş. Ve şöyle yazmış:
“Kur’an… kitap ehlini top yekün değerlendirmeyerek der ki: “Kitap ehlinin hepsi bir değildir.” (3.113)”
Aradakı farkı bilmeyecek kadar cahil olduğuna ihtimal vermiyoruz ama, eğer bunu bilmeden yazdıysa cehâlet, bile bile yazdıysa o zaman da yüzde yüz felâkettir…

YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜ, HIRİSTİYANLAŞMA TEMAYÜLÜ…

Bay yazarın kendi uydurduğu iki tabir var:
Yahudileşme temayülü, Hıristiyanlaşma temayülü…
Yahudileşme temayülünü, Yahudileşme Temayülü isimli kitabında uzun uzun anlatıyor ve Müslümanları Yahudileşme temayülünde olmakla suçluyor. Ondan sonra da bastırıyor hükmü:
“Yahudileşme temayülü, Yahudi olmaktan daha tehlikelidir.”
Beterin beteri vardır derler ya… İslamoğlu da arka arkaya tehlikeliden tehlikelisini sıralıyor ve Hıristiyanlaşma temayülünün Yahudileşme temayülünden de vahim (tehlikeli) olduğunu söylüyor.
Onun mantığıyla sıralarsak şöyle:
İlk tehlike Yahudilik.
Ondan daha tehlikelisi, Yahudileşme temayülü.
Yahudileşme temayülünden daha tehlikelisi ise Hıristiyanlaşma temayülü.
Yalnız dikkatinizi çekerim. En büyük tehlike, Yahudi veya Hıristiyan olmak değil, Yahudileşme ve Hıristiyanlaşma temayülü içinde olmakmış.
Peki bu temayülde olanlar kimler? Hıristiyan ve Yahudiler mi?
Hayır efendim, hayır! Onların temayülü falan yok, onlar zaten doğrudan doğruya Hıristiyan veya Yahudi…

Peki öyleyse Hıristiyanlaşma veya Yahudileşme temayülünde olanlar kimler?
Şimdiye kadar anlamadınızsa çok safsınız demektir. Madem anlamadınız, söyleyeyim:

Tabii ki Müslümanlar…

Yahudilikten de, Hıristiyanlıktan da, Yahudileşme temayülünden de daha tehlikeli olan bu Hıristiyanlık tehlikesi nasıl bir şey? Bunu öğrenip bu tehlikeye düşmemek istersiniz değil mi?
Kim istemez? Tabii ki her Müslüman böyle bir tehlikeyi öğrenip ondan kaçmak ister.
Mustafa İslamoğlu, çok tehlikeli olan Hıristiyanlaşma temayülünün nasıl meydana geldiğini, nasıl tezahür ettiğini şöyle ifade ediyor:
“Peygamberi sevme ve yüceltme şeklinde tezahür etmektedir.” (Üç Muhammed, sahife: 43)

Öyleyse ey Müslümanlar!

Hıristiyanlaşma temayülüne yani kâfirlerden daha kötü duruma düşmemek için sakın ha peygamberinizi sevmeyin, onu yüceltmeyin!..

Bay İslamoğlu, bunu nasıl yapacağınızı da Musa Cârullah üzerinden size öğretiyor. “Peygamber ümmetin bir ferdi gibidir. Ümmetin her ferdi de Peygamber gibidir” demeliymişsiniz. Böyle söylerseniz çok büyük mertebeye erermişsiniz. Çünkü İslamoğlu, Musa Cârullah’tan naklen şöyle diyor:
“Bu varılabilecek en yüksek kemal mertebesidir.”

Demek ki, en büyük mertebeye kavuşmak için, -bu kafaya göre- peygamber sevgisinden uzak olmak şart…

Değerli okuyucu! Lütfen bu kitabı okumaya devam edin…


Ali EREN | 30.04.2013 10:18 | www.haberkita.com


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Üslub-ı beyan aynıyla insandır
« Yanıtla #32 : 28 Temmuz 2016, 18:40:09 »
Üslub-ı beyan aynıyla insandır

Güreşecek pehlivanları seyircilere tanıtan ve onları meydana çıkaran kimseye “Cazgır” veya “Meydan şeyhi” derler.

Biz de burada böyle birinden bahsedeceğiz; önce başkasının cazgırlığını yapıp sonra meydanı müsait gördüğü için kendisi pehlivanlığa soyunan birinden…
Bu şahıs kim? Meydana inmiş ama gerçekten pehlivan mı yoksa, “Tilki vadiyi boş bulunca valiliğini ilan edermiş” kabilinden biri mi? Bunları aşağıdaki satırlarda göreceğiz.

Bu kişi, “Meal-tefsir” adıyla basılan fakat meal de olmayan tefsir de olmayan “Kur’an Mesajı” isimli kitabı kaleme alan Muhammed Esed’i ve onun, bile bile yaptığı yanıltmaları görmek ve göstermek istemeyen kişidir.
Önceleri Muhammed Esed’in yanlışlarla dolu Kur’an Mesajı isimli eserini müdafaa ederken, sonra meydanı müsait görüp Hayat Kitabı Kur’an isimli eseriyle aynı şeyi kendisi yapan kişidir.
Bu kişi, Sevgili Peygamberimiz’i anarken asla Aleyhisselam demeyen, “Hazret” demekten köşe bucak kaçan Ali Şerîatî isimli şiî, daha doğrusu şiîlerin bile reddettiği yazarı öve öve bitiremeyen kişidir.

Sevgili Peygamberimiz hakkında hürmetsiz ifadeler kullanan bu iki kişiyi öne çıkaran bu zat, takdir edersiniz ki kendisi de haliyle Peygamberimiz’den bir “Hazret” kelimesini esirgeyecek ve yalın olarak Peygamberimiz’e sadece “Muhammed” diyecektir.

İşte bu kişi, “Üç Muhammed” kitabının yazarı Mustafa İslamoğlu’ndan başkası değildir.

Önceki sahifelerde, onun övgüyle bahsettiği Ali Şerîatî ve Muhammed Esed’den zaten bahsetmiştik. Şimdi de İslamoğlu’nun kendisinden bahsedeceğiz.
Hanefî mezhebinin hükümlerini, takiyye yaparcasına “Ben Hanefîyim” diye diye çiğneyen ve milleti yanıltmaya çalışan bu zat, bakalım “Ne ararsan derde devadan gayri” kabilinden yazdığı yazılarında ve kitaplarında ehl-i sünnete zıt neler yazmış neler söylemiş, görelim...

SENE 2000…

Kendisini, Akit Gazetesi’ndeki “Dağarcık” isimli köşesinde yazı yazarken, dağarcığında ne varsa ortaya döktüğü zamandan beri tanırım. O senelerdeki bir yazısında, (2/7/2000) İslâm âlimlerinin bin seneden fazla bir zamandan beri en mûteber 6 hadis kitabından biri oarak kabul ettiği Tirmizî’ye dil uzatıyor, buna mukabil, fotoğrafını gören küçük çocukların bile korkacağı Elbânî denilen merkumu da “Çağımızın hadis otoritesi” diye anıyordu. Bunun üzerine yazıları dikkatimi çekmişti, takip etmeye başladım.

Bir makalesinde, (25/9/2000) bir yazarın baştan sona doğru olan şu cümlelerine itiraz ediyordu:

“Hazret-i Kur’an’ı eline alan herkesin abdestli olması farzdır. Abdestsiz Kur’an ele alınamaz. Ancak dinî kitaplar için böyle bir mecburiyet yoktur. Dinî kitapların sadece içinde bulunan âyetlere elle dokunmak için abdestli olmak gerekir. Âyetten boş olan yerlere, yazılara abdestsiz dokunulabilir, okunabilir. Kur’anla dinî kitap arasında böyle bir ince fark vardır. Kur’an-ı Kerim’in âyetten boş olan kısımları da âyet hükmündedir. Bu yüzden dikişli kabına bile abdestsiz dokunulamaz. Abdestsiz kimseler bir mendil veya temiz bezle tutup bir yere koyarlar. Abdestsiz ele alamazlar.”

DOĞRUYA, YANLIŞ İTİRAZ…

İslamoğlu, her cümlesi doğru olan bu yazıya itiraz ediyordu. Halbuki, bunlar o yazarın uydurduğu şeyler değil, asırlardır İslam âlimlerinin yazageldikleri fıkhî hükümlerdi. İslamoğlu, asırlardır İslam âlimlerinin yazageldikleri bu fıkhî hükümleri bilmiyor değildi. Biliyordu ama kabul etmiyor, kabul etmemekle de kalmıyor bir de “Allah Allah! Öğrenmiş olduk” diyerek bu hükümlerle dalga geçiyordu.
İtiraz ettiği yazar, “Kur’an ezbere abdestsiz okunamaz” demiyor, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağını” yazıyordu. Çünkü, Kur’an’a dokunmadan, bakarak veya ezbere okumak câizdi ve buna kimsenin itirazı da yoktu. Ancak, İslamoğlu konuyu başka tarafa çekiyor ve meseleyi, “Kur’an abdestsiz okunamaz” denilmiş gibi ele alıyor itirazını da ona göre yapıyordu. Şöyle diyordu:

“Ben bu zamana kadar ne Kur’an’dan, ne Resûlüllah’dan, ne sahabeden ve ne de müctehid imamlardan, Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair “sahih” bir şey okumadım, duymadım.”

Değerli okuyucu!

İslamoğlu’nun son cümlesine dikkat eder misiniz lütfen. “Resûlüllah’dan, sahabeden ve müctehid imamlardan, Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair “sahih” bir şey duymadığını ve okumadığını” söylüyor.

Bu sözlerini okuyunca elimizde olmadan hayrete düşüyor, gülüyor ve şöyle demek demek mecburiyetinde kalıyorduk:

Allah Allah! Bu adam ne yazdığının da ne söylediğinin de farkında değil galiba.
Be adam! Duymaman normal değil mi? Onların zamanında yaşamadın ki duyasın.
Okumamış olmana gelince…
Okumadın değil okudun ama, okuduğunu kabul etmiyorsun ki!
Hangi fıkıh kitabına bakarsanız bakın, hepsi de İslamoğlu’nun iddiasının tersini yazıyor. Kitaplar meselenin doğrusunu yazıyor ama, okuyan kabul etmezse kitapların suçu ne!

Ama İslamoğlugiller telaş buyurmasınlar; onlar için fark etmez. Onlar Kur’an’ı istedikleri gibi mânâlandırabilirler. Zira bu hükümler zaten onları değil İslam fıkhını kabul edenleri bağlar.

İSLAMIN OĞLU OLMAK…

Ashabın büyüklerinden Selmân-ı Fârisî Hazretleri, babasının kim olduğunu soranlara “Ben İslamın oğluyum” dermiş. İşte gerçekten İslamın oğlu olanlar Selmân-ı Fârisîler ve onların yolunda olanlardır.

Zamanımızda bazıları da İslamın oğlu olduğunu söyleyebilir, hatta gerçek soyadlarını değiştirip bunu tescil ettirerek nüfus cüzdanlarına bile kendileri hakkında islamın oğlu olduklarını yazdırabilirler. Ama biz kendilerinin İslamın oğlu olduğunu söyleyen böylelerine, “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” demek isteriz.

O kimse meselâ Muhammed Esed gibi Müslüman olduğunu söyleyip, bu hüviyetle senelerce Müslümanların içinde kalarak, sözde İslâmî eserler verip bu yolla İslama darbe vuranları takdir edenlerden ise, tabii ki bu kimseden İslam fıkhını kabul etmesi beklenmez.

Resûlüllah’a ağır iftira ve hakaretlerde bulunan, şiî gözüktüğü halde Şiîlerin bile kabul etmediği, hele hele hiç mi hiç Sünnîliğe yakın olmayan Ali Şeriatî’leri övenlerin de İslam fıkhını kabulü beklenmez.

Ama kim ne derse desin, Kur’an karşısında uyumayıp sabaha kadar ayakta duran Osman Gazi’nin torunlarının ruhlarına, hatta iliklerine kadar Kur’an’a hürmet işlemiş bir kere. Osmanlı torunu olan bu millet, abdestsiz dokunmak şöyle dursun, abdestli olsa bile Kur’an’ı göbekten aşağı tutmaz.
Bazılarının ise halledecek başka meseleleri kalmamış gibi, kalkmış bu milleti Kur’an’a abdestsiz dokundurtmak, abdestsiz taşıtmak ve abdestsiz okutmak istiyorlar.
Bıraksınlar bu milletin yakasını. Eğer gayeleri Kur’an’ı abdestsiz taşıtmaksa, bunu Osmanlı düşmanı olan Şah İsmail torunlarına kolayca yaptırabilirler. Hatta abdest alırken, onlarla beraber ayaklarını yıkamak yerine çıplak ayaklarını ıslak elle meshedebilir ve bu halleriyle kendilerini abdestli sayabilirler.

BÜYÜK ÂLİM DEDİĞİN…

Gelelim Mustafa İslamoğlu’na ve onun, okuyucusunu yanıltmak için ne usullere baş vurduğunu ibretle görelim.

Önce ne yazdığına bakıp sonra değerlendirmemize geçeceğiz. 2000’de Akit Gazetesi’nde yazdığı şöyle:

“Bilgime güvenmeyip, “Namazda abdest farzdır” diyen sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım.”

Gördünüz mü büyük ve hassas âlimi. Tek mesele için ne kadar da kitap taramış:

400.000 hadis, bazıları 30 cildi bulan 1000’e yakın kitap, bütün mezheblerin 40’a yakın kaynakları…
Hani argo bir söz vardır: Biraz küçük at da civcivler de yesin derler. İslamoğlu atıyor biz de yiyoruz tabii.
Anlaşılan, İslamoğlu böyle büyük bir araştırma için ne kadar bir zamana ihtiyaç olduğunu düşünmemiş. Üstelik hem böyle bir araştırma yapmış, hem de abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmayı yasaklayan bir şey bulamamış(!).
Kitaplarda görüp okuduklarını yok sayarsan elbette bulamamış olursun.
Değerli okuyucu!
O, bu satırları yazdığı zaman kendisiyle aynı gazetede yazı yazıyorduk. Gazetede ona itiraz sadedinde yazdığım yazıda, “Demek ki bir mesele için bu kadar kaynağa bakacak kadar vakti varmış. Galiba bir günü 24 saat değil de 240 saat” demiştim.
Aynı günün sabahı hemen beni aradı ve telefonda, alınganlığını ortaya koyduktan sonra, “Bilgisayarda sadece 2 dakika alıyor” dedi. Dedi ama dediği doğru değildi. Çünkü, söylediği o 2 dakikayı gerçekten harcamış olsaydı, abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmanın yasak olduğunu bir değil birçok kaynakta görür ve okurdu.

Tabii ki okuduğunu kabul edecek idiyse…

Ancak ne var ki, taradım dediği kitapların hepsi o senelerde CD ve internete aktarılmış olmadığı için o kadar kitabı taraması da imkansızdı. İmkansızdı ama ne yapsın ki okuyucularının gözünde büyük âlim görünmek uğruna, tek bir mesele için bu kadar kitabı taramış görünmek icap ediyordu. O da onu yapıyordu işte.

Değerli okuyucu!

İslamoğlu’nun yukarıdaki sözündeki altı çizili yere takılmaya lüzum yok. “Kur’an okurken” diye yazacağı yerde yanlışlıkla “Namazda” diye yazmış. Bir sonraki yazısında zaten bunun için özür dilemişti.
Fakat esas özrü, bile bile verdiği yanlış bilgilerden dolayı dilemeliydi. Hatta insanlardan özür dilerken Allah’dan da af dilemeliydi.

GELELİM ESAS MESELEYE…

Şimdi geldik işin hem en mühim hem ibretlik hem de gülünç tarafına. Bundan sonrasına lütfen iki kat dikkat…
İslamoğlu, “Kur’an’a abdestsiz dokunulup dokunulmayacağını öğrenmek için” hani 400.000 hadis, bazıları 30 cildi bulan 1000’e yakın kitap, bütün mezheblerin 40’a yakın kaynağını taradığını söylüyordu ya. Taradığı kitaplardan birisi de İmam Süyûtî’nin El-İtkân isimli eseriymiş.
Bu eserdeki, “Kur’an okumanın âdâbı” başlığını taşıyan yerden birkaç satırı tercüme etmiş, bana orayı delil getiriyor.

Orada ne varmış? “Peygamberimiz’in abdestsiz olarak Kur’an okuduğu” yazılıymış. Aklınca bunu yazısında delil olarak ortaya koyuyordu.
İslamoğlu’nun dürüstlüğüne bakınız ki, resmen demogoji yapıyordu. Çünkü, tartıştığımız mesele “Kur’an’ın abdestsiz olarak ezbere okunup okunamayacağı” değil, “Kur’an’a abdestsiz olarak dokunulup dokunulamayacağı” idi.

Peygamberimiz’in abdestsiz olarak Kur’an okuduğunu delil getirmesi şu cihetten geçersizdi:
Peygamberimiz zaten eline Kur’an alarak değil ezbere okuyordu. Hatta sadece Peygamberimiz değil o zaman bütün ashab ezbere okuyordu. Çünkü o zaman Kur’an henüz kitap haline getirilmemişti.
Söyler misin Sayın İslamoğlu, yanlış mı bu yazdıklarım?

Değerli okuyucu!

Bu kadarcık bilgiye bile sahip olmayan kişi, fıkhî bir meselede hüküm vermeye kalkışırsa buna ya acınır ya gülünür.

GÜLÜNÇ MÜ GÜLÜNÇ…

Ama biz esas gülünecek noktaya daha yeni geldik…
İslamoğlu, yukarıda ismi geçen İmam Süyûtî Hazretleri’ni “Bu konularda en katı davrandığını bildiğimiz” diyerek övüyor, överken de sırtını kuvvetli bir duvara dayadığını sanıyordu. Ama bilmiyordu ki her âlim gibi bu zat da kendisinin söylediğinin tam tersini söylüyor yani İslamoğlu’nu yalanlıyordu.
İyi de, bunu İslamoğlu bilmiyor muydu?
Evet bilmiyordu. Ve hatta taramadığı halde, “Ben bu mesele için şu kadar bin eser taradım” derken doğru söylemiyordu. Söylediği kadar çok eser taramadığı gibi, İmam Süyûtî’nın kaynak olarak gösterdiği El-İtkan isimli eserini de taramamıştı. Tarasaydı, bizim karşımızda bu kadar mahcup olmazdı. Ama öyle bir mahcup oldu ki demeyin gitsin…

El-İtkân isimli eseri yanılarak da olsa delil gösterdi ya, “Madem o İmam Süyûtî’nin El-İtkan’ını kaynak gösteriyor, öyleyse biz de aynı kitabı kaynak olarak alalım” deyip kitaba baktık.

Bir de ne görelim! El-İtkan onu yalanlarcasına şöyle yazmıyor mu:
“Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının haram olduğudur. O abdestsiz olan, ister küçük abdest (namaz abdesti) almamış olsun, isterse büyük abdest (yani gusül abdesti). Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, ‘Kur’an’a ancak temiz olanlar dokunabilir’ buyurulmaktadır. Sünen-i Tirmizî ve diğerlerinde geçen bir hadis şöyledir: Kur’an’a ancak abdestli olanlar dokunabilir.” (El-İtkan, cild: 2 sahife:1188, Dâr-ı İbni Kesir, Beyrut)

Aynı sahifedeki dipnot ise şöyle:
“Aynı hadis, Dârimî’nin Talak bahsinde “Nikâhtan önce boşama olmaz” babında 2183 numarayla, Dare Kutnî’de ise Tahâret bahsinde “Abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının yasak olması” babında yer almaktadır.”
Hani İslamoğlu, “Sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi taradım, böyle bir şey bulamadım” diyordu? Demek ki taramamış.
Demek ki “Kur’an’a abdestsiz dokunmanın câiz olmadığı” konusunda Tirmizî’de de Dârimî’de de, Dâre Kutnî’de de sahih hadis varmış. Üstelik bunu, İslamoğlu’nun kabul ettiği İmam Süyûtî söylüyor.
Öyleyse İslamoğlu’nun “Sahih bir hadis var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi taradım, böyle bir şey bulamadım” demesi doğru değil. Tekrar edelim: Tarasaydı görürdü, taramamış.
Demek ki “Bir imam, bir âlim var mıdır diye taradım, böyle bir şey bulamadım” demesi de doğru değil. Baksaydı, İmam Süyûtî’nin kendisinin söylediğinin tersini söyleyen âlimlerden bir âlim olduğunu görürdü. Öyleyse baktım dediği halde bakmamış.

Demek ki “Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı taradım, böyle bir şey bulamadım” sözü de doğru değil. Tarasaydı, kendi delil getirdiği El-İtkân isimli kitapta, iddiasının tersinin yazılı olduğunu görürdü.
El-İtkan, Madve Yayınları tarafından “Kur’an İlimleri Ansiklopedisi” ismiyle tercüme edilmiştir. Aynı mesele, bu tercümenin 2. cild 444. sahifesinde de görülebilir.

Lütfen bir defa daha hatırlayalım. İslamoğlu ne diyordu? Bir ömre sığmayacak kadar kitap taradığı halde “Kur’an’a dokunmak için abdestli olmanın şart olduğunu” yazan bir esere rastlamadığını söylüyor, bu sözüne El-İtkan isimli kitabı da delil getiriyordu.

Az yukarıda okuduğunuz gibi, El-İtkan ise onun söylediğinin aksine ne diyordu? “Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının haram olduğudur.”

Eeee… Şimdi siz siz olun da nasıl gülmeyecekseniz gülmeyin bakalım…
Hazreti Allah insanı kendi sözüyle işte böyle mahcup eder, böyle gülünç duruma düşürür…

ZORAKİ DİRETME…

İslamoğlu, “Bu konuda, (Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağı konusunda) çok yaygın bir yanlış anlamaya alet edilen bir âyet var” diyor ve o âyetin meâlini veriyor:
“Ona, temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (Vâkıa sûresi, âyet: 79)
Esas yanlışa düşen kendisidir ama diyelim ki onun söylediği doğru. Bu durumda o yaygın yanlışa kendisinin delil olarak sunduğu ve güvenilir gördüğü El-İtkan’da düşmüş oluyor. O zaman ne olacak?
İslamoğlu, kendi vaziyetini unutup, bir de kendisinin ileri sürdüğü yanlış hükmü kabul etmeyenleri cahillikle suçlamaz mı? Bakın, Vâkıa sûresi, âyet 79 hakkında nasıl üst perdeden konuşuyor:

“Birazcık Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasibi olan kimsenin bu âyetteki “O” zamirinin bir önceki âyetteki “gizli kitab”a gittiğini bilir.”
Biz de kendisine şöyle diyoruz:

Sıdka-kizbe / doğruya-yalana birazcık dikkat eden kimse ve kendisinde birazcık ilim haysiyeti olan kimse de böyle söz söylemez. Çünkü bu söz, 14 asırlık İslam kültürüne de bu kültürün mimarları olan derya gibi sayısız İslam âlimlerine de hakarettir. Çünkü asırlardır bu ümmet , “Kur’an’a abdestsiz olarak el sürülemez” hükmünü kitaplarına derceden ilimde rüsuh bulmuş bu âlimlerin eserleriyle amel etmektedirler.
Bu İslam âlimlerinin; Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasipleri yok da sadece İslamoğlu’nun mu var!
14 asırlık İslam kültürü onların eseridir. Onların söylediklerini inkâr, topyekün İslam kültürünü inkârdır.
İslamoğlu, kendisi gerçekleri inkar edebilir. Peki İslam âlemindeki kütüphaneler dolusu kitaplardaki “Kur’an’a abdestsiz olarak el sürülemez” kaydını nasıl silecek, nasıl yok edecek?

VAR DA, GÖRENE…

Gerçekleri basbayağı gizleyerek kitaplarda böyle bir kaydın olmadığını söylüyor ve nasıl yapabiliyorsa, böyle bir kayıt yok diyor/diyebiliyor.

Yok değil var da, görene… Ama köre ne!
İslamoğlu gözünü yumup görmemekte ne kadar israr ederse etsin, bütün tefsirler, bütün fıkıh kitapları, bütün İslâmî eserler onun söylediğinin tersini sadece söylemiyor adeta haykırıyor.

Öyleyse bu durumda ortaya bir gerçek çıkıyor:
Bir tarafta 14 asırlık ehl-i sünnet İslam ulemâsı, diğer tarafta Mustafa İslamoğlu…

O zaman bu manzaranın mânâsı ne olur değerli okuyucular?..
Bir mesele daha…
Değerli okuyucu!
Müslümanlıkta, söz ve yazı üslûbu mühimdir. Onun için, Üslûb-ı beyan aynıyla insandır denilmiş. Yani, insanın konuşma ve yazı üslûbu, kendisini tarif eder.
Kendisi düzgün olanın üslûbu bozuk olmaz. O bakımdan, insanlar haklı olarak üslûba dikkat ederler. Bu cümleden olarak biz de muhatabımız olan İslamoğlu’nun üslûbuna bir göz atalım.
İşte yazısından bir cümle:
“Ey Hanefîler! Ebû Hanife’ye göre siz Hanefî falan değilsiniz, sizin mezhebiniz falan yok. Mezhepçilik yapan şarlatanlar sizi dolmuşa bindiriyor.”
Gördünüz mü üslûbu? Altı çizili kelimelere dikkat eder misiniz lütfen?
Az-çok kitaplarla meşgul olan bir kimseye, “Şarlatan” ve “Dolmuşa bindiriyorlar” gibi sözler yakışır?

Hem bu sözleri sarfetmekten kaçınmıyor hem de gördüğünüz gibi Müslümanları suçluyor.

Hanefi bir Müslüman, hocalarından ve kitaplardan öğrenebildiği kadar Hanefîliği öğrenip ona göre ibâdet yapmaya çalışsın, İslamoğlu da kalksın, “siz Hanefî falan değilsiniz” desin.
Hangi hak ve hangi salâhiyetle?

Hem mezhepçilik dediği de nedir? Şu anda yeryüzünde İslamoğlu ve şiî gönüldaşlarının (bütün şiîler değil) dışında mezhepçilik yapan mı var?
Mezhebcilik yapanlar Hanefiler mi yoksa Şah İsmail’in torunları olan Şiîler mi?
Hangi sünnî Müslüman, “Benim mezhebimden olmazsan kurtulamazsın” diyor. Aksine, kendisinin Hanefî olduğunu söyleyen müslümanların yanlış yolda olduğunu söyleyen İslamoğlu’nun kendisi değil mi?
Yazıdaki şu üslûba bakın:
“Üçbeş yetkin âlime tahammül edemeyen tulumbacı takımının gözü aydın.”
Tulumbacı takımı dediği tabii ki Müslümanlardır, onu anladık da acaba “Üçbeş yetkin âlim” dediği kimler ola ki? Bu yetkin üçbeş âlimden birisi zât-i devletleri olmasın?

Bu ne tevazu(!) böyle…

İslamoğlu’nun başka bir cümlesi:
“Biraz da insanımız uyanık olsun; bitli baklanın kör alıcısı olmasın.”
Üslup ortada. Diğer cümleleri gibi bu sözün muhatabı da yine müslümanlar.
Son bir sözünü aktaralım:
“Dinini donundan birazcık fazla ciddiye alan…”
Eh.. En son din kelimesini don kelimesiyle yan yana getirerek kendi üslubunu kendisi anlatmış oldu.
Diğer tariflerimizi ileriki sahifelerde yaparız inşâAllah…
Bu makaleyi, o meşhur cümleyi tekrar ederek bitirelim:
Üslûb-ı beyan aynıyla insandır.


Ali EREN | 04 Mart 2013 Cuma | www.haberkita.com


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Kaderi inkâr Et İmanı Boz, Sarığı İnkâr Et Şekli Boz
« Yanıtla #33 : 28 Temmuz 2016, 18:40:56 »
Kaderi inkâr Et İmanı Boz, Sarığı İnkâr Et Şekli Boz!

Bu gazetenin okuyucuları, imanın şartlarının 6 değil 5 olduğunu söyleyen Mustafa İslamoğlu’nu iyi bilirler. Ona göre, kadere iman Müslümanlar tarafından imanın şartları içine sonradan sokuşturulmuş. Sanki Müslümanlar işi-gücü bırakıp, İslam inancına fazladan şeyler sokuşturmakla uğraşmışlar. 

Kadere iman ile alâkalı hadisler de külliyyen uydurma imiş.

İslamoğlu, takke ve sarık hakkında da şöyle diyor:

“Çok örnek gördüm de bi tanesini size söyleyim. Bi genç, “Takkem olmadığında namaz kılmıyorum” dediği anda ben bid’atın ne bela olduğunu bi kez daha anladım. Evet, takkeyi dinin öyle bir parçası zannettirmişler buna ki… Takke dinin parçası…

Takkenin dinle, dindarlıkla, İslam’la hiçbir alâkası yok.

Sarığın da yok. Sarık konusunda sahih bir hadisin olmadığını zaten âlimler, işin uzmanları, muhaddisler (hadis âlimleri) söylemişler.”

Değerli okuyucu! Yeryüzünde, aklı başında olup da takkesi olmadığı için namaz kılmayan ve “Takke dinin bir parçasıdır” diyen bir kimse yoktur.

Ama İslamoğlu var diyecek ki o vesileyle takke ve sarık üzerinden ehl-i sünnete hücum edebilsin…

“Sarık konusunda sahih bir hadisin olmadığını zaten âlimler, işin uzmanları, muhaddisler (hadis âlimleri) söylemişler” diyerek de muhaddislere iftira ediyor. 

Şimdi önce, “Sarığın dindarlıkla, İslam’la hiçbir alâkası yok” diyen İslamoğlu’nun, İslam’la alâkası olmayan(!) sarıklı fotoğrafını görelim, arkasından da sarık ve takkeyle alâkalı hadis-i şerifleri.


 

İşte hadis-i şerifler:

1- Ebû Kebşe el-Enmârî anlatıyor:

“Resûlüllah’ın (aleyhissalâtü vesselâm) ashabının takkeleri geniş idi.” (Tirmizî / Libas)

2- Muhammed b. Rükâne babasından rivâyet ediyor:

“Bizimle müşrikler arasındaki fark, takkeler üzerindeki sarıklardır.” (Ebû Dâvud / Libas, Tirmizî / Libas)

3- Müslim, Sahih’inde Amr b. Hurays’den naklediyor:

“Allah Resûlü’nü minberde, başında siyah bir sarık varken gördüm. Sarığın ucunu iki omuzu arasına sarkıtmıştı.” (Müslim / Hac, Ebû Dâvud / Libas. Nesâî / Zînet)

İbni Ömer (r.a.) Resûlüllah’ın sarığın ucunu hep sarkıttığını söylüyor.

4- Müslim, Sahih’inde Câbir b. Abdillah’dan naklediyor:

“Allah Resûlü, (fetih günü) Mekke’ye başında siyah bir sarık olduğu halde girdi.”

5- Abdurrahman b. Avf radıyallâhü anhten:

“Resûlüllah (s.a.v.) bana bir sarık sardı. Onu önümden ve arkamdan birkaç parmak sarkıttı.” (Ebû Dâvud)

6- “Resûlüllah (s.a.v.) başında siyah bir sarık olduğu halde halka hutbe okudu.” (Müslim / Hac)

7- Ebül Müleyh babasından rivâyet ediyor. Resûlüllah aleyhissalâtü vesselâm şöyle buyurdu:

“Sarık sarın ki hilminiz (huy yumuşaklığınız) artsın.” (Câmiüs Sağîr)

8- “Bedir ve Huneyn harplerinde Müslümanlar’a sarıklı melekler yardım etti. Sarık, müminle, kâfiri ayırt edici bir alâmettir.” (Deylemî)

9- “Takke üzerine sarık sarmak, müşriklerle aramızdaki farktır. Sarığın her dolaması için bir nur ihsan olunur.” (İmam Mâverdî)

10- “Resûlüllah, sarığın altına da sarık sarmadan da takke giyerdi” (İbni Asâkir)

11- “Resûlüllah, sarık sardığında, ucunu iki küreği arasına [iki karış kadar] uzatırdı.” (Müslim’den, İmam Kastalânî / Mevahib-i Ledünniyye)

12- Hadis-i şerif: “Sarıkla kılınan iki rekat namaz, sarıksız kılınan 70 rekat namazdan daha efdaldir.” (Ebû Nuaym)


Ali EREN | 04.03.2015 04:00 | http://www.gazetevahdet.com/kaderi-inkar-et-imani-boz-sarigi-inkar-et-sekli-boz-1177yy.htm


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Peygamberimiz'in (s.a.v.) izine sahip çıkmak
« Yanıtla #34 : 28 Temmuz 2016, 18:41:33 »
Peygamberimiz'in (s.a.v.) izine sahip çıkmak

Bundan önceki sahifelerde, yazar Mustafa İslamoğlu’nun müslümanları yanlış peygamber inancına sahip olmakla suçladığından bahsetmiştik.


İslamoğlu, Müslümanların Peygamberimiz hakkındaki inancının şöyle olduğunu ileri sürüyor:
“Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan…. ve hayata müdahil olmayan bir peygamber.” (ÜÇ MUHAMMED, s. 9)
Müslümanların peygamber inancı tabii ki böyle değil. Yaşayışıyla bize en güzel örnek olan Peygamberimiz, onun söylediğinin aksine sünnetiyle bütün hayatımıza müdahildir. Tersini iddia etmek Müslümanlara açık bir iftira olur. Çünkü 14 asır boyunca müslümanlar içinde onun anlattığı gibi bir peygamber inancına sahip olan bir grup hiç olmadığı gibi şimdi de yok. Her ne kadar yoksa da, Sayın yazar Müslümanları böyle bir inançla suçlayıp, o suç üzerinden bir şeyler söyleyebilmek için ille de var diyor.

Belki böyle bir inanç sahibi hiç yok da değil. Var olmaya var da o kimse yoksa yazarın kendisi mi?

Kendisi böyle bir inanca sahip de, aksine “iz bırakmayan” bir peygamber inancına sahip insanlar olarak Müslümanları mı suçluyor?

Madem o bunda israr ediyor, öyleyse biz de meseleyi şu istekle ele alalım:
Bu zat eğer kendisi mûcize diye bir şey kabul ediyorsa çıksın söylesin. Hatta Peygamberimiz’in bütün mûcizelerini inkâr edip etmediğini değil, söyleyebilirse mûcizelerden bir tanesini kabul ediyorsa onu söylesin.
Neyse ki gerçeği biz söyleyelim: Sayın yazara göre Peygamberimiz’in hiçbir mûcizesi olmadığı gibi, Peygamberimiz’in her biri bir mûcize olan taş üzerinde ayak izleri falan da yok…

Oysa gerçekler hiç de onun iddia ettiği gibi değil. Çünkü biz, Müslümanlar olarak sevgili Peygamberimiz’in “iz bırakmayan” değil, mânen iz/bir şeriat bıraktığı gibi maddeten de “Taşların üzerine ayağının izi çıkan bir peygamber” olduğuna inanıyoruz. İnanmayan ve Peygamberimiz’e ait böyle ayak izleri olmadığını söyleyen bay yazarın kendisi değilse buyursun söylesin. Hem kendisi Peygamberimiz’in ayak izinin varlğına bile inanmıyor hem de Müslümanları “Yeryüzünde değil gökyüzünde yaşayan, dolayısıyla iz bırakmayan…. ve hayata müdahil olmayan bir peygamber” inancına sahip olmakla suçluyorsa çelişki içindedir. Müslümanları suçlamak için, kendi yanlış inancını onlara yüklemektedir. Bu kadarına da pes artık…

iz bırakmayan derken yazarın maddî izi kastetmediğini biliyoruz. Ama Resûlüllah Efendimiz’in, o mânâda bir iz/şeriat/yaşayış şekli bıraktığına inanmayan kimse zaten nasıl Müslüman olacak ki? Fakat madem izden bahsediliyor, bu vesileyle okuyucularımıza Resûlüllah’ın maddî izi hakkında da bilgi arzedelim.

PEYGAMBERİMİZ’İN AYAK İZİ BULUNAN TAŞLAR…

Değerli okuyucu!

Sadece Türkiye’de Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’in, taşlar üzerindeki birçok ayak izleri mevcut. Hem o kadar çok ki inkârı mümkün olmayacak kadar:

1- Peygamberimiz’in, Sultan Birinci Abdülhamid Han türbesindeki ayak izi. Bu türbe, İstanbul/Eminönü’nde Yeni Câmii’nin yakınındaki Dördüncü Vakıf Han’ın karşısında. Türbe ziyarete açık. Burada, üzerinde Peygamberimiz’in ayak izi bulunan üç parça taş bulunmakta.
Bu ayak izi, Peygamber Efendimiz’in, Mîrac gecesinde Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlerin ruhlarına namaz kıldırdıktan sonra, semâya yükselirken üzerine bastıkları taş üzerindeki izdir. Dördüncü Sultan Mustafa tarafından buraya konulmuştur.

Peygamberimiz’in ayak izinin bulunduğu bu taşın bulunduğu yerde şu kitâbe mevcut:

Oldu resm-i kadem-i Hazret-i Fahr-i Âlem
Tâc-ı vehhâc-ı ser-i cümle-i ehl-i îman
O kademdir ki, idüb tayy-i semâvât-i ‘ulâ
Menzil-i Sidreye bastı şeb-i İsrâ’da ayân
Sür yüzün acz ve niyaz ile, idüb istişfâ
Olayım dersen eğer mazhar-ı aff u ğufrân.


Bugünkü lisana göre sadeleştirilmesi şöyle:

Hazret-i Fahr-i âlemin ayağının resmi
Bütün îman ehlinin başının parlak tacı oldu.
O ayağın, zaman ve mekânı aşarak göklere yükselip
Mirac gecesinde Sidre’ye bastığı apaçık ortadadır.
Eğer af ve mağfirete kavuşmak istersen
Şefaat istiyerek, acziyetle, yalvararak, yüzünü o ayağın izine sür.


2- Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin mübârek ayağının izi bulunan taşlardan biri de Eyüb Sultan Hazretleri’nin türbesindedir. Onu da Birinci Sultan Mahmud 1732’de Topkapı Sarayı’ndaki mukaddes emânetler arasından çıkararak buraya getirtmiş ve halkın ziyaretine sunmuştur.

3- Peygamberimiz’in ayak izlerinden biri Lâleli Câmii bahçesinde Üçüncü Sultan Mustafa türbesindedir.

4- Diğer biri de Topkapı Sarayı’ndadır.

14. Osmanlı Sultanı olan ve Sultanahmed Câmii’ni yaptıran Birinci Sultan Ahmed de diğer bütün Osmanlı sultanları gibi Peygamber Efendimiz’e son derece bağlıydı. Peygamberimiz’in ayak izini elde işleterek tacının içine koymuş ve onu tacıyla beraber devamlı olarak başında taşımıştır.
Şu beyitler ona aittir:

“N’ola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i resmini ol Hazret-i şâh-ı rusülün.
Gül-i gülzar-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Ahmedâ! Durma yüzün sür kademine o gülün.”
Şimdiki lisana göre sadeleştirilmesi şöyle:
Keşke tacım gibi devamlı başımda taşısam
Peygamberlerin şâhının ayağının resmini.
O ayağın sahibi peygamberlik bahçesinin gülüdür.
Ey Ahmed! O gülün ayağına durma yüzünü sür.


Üzerinde Peygamberimiz’in (s.a.v.) ayağının izi bulunan taş hakkında Sultan Üçüncü Selim Han da şöyle terennüm etmiş:
“Sakın taş sanma yâhu
Gevher-i âlem bahâdır bu.
Gel ey bîçâre yüz sür
Nakş-ı pây-ı Mustafa’dır bu.
Sezâ arş-ı muallâ
Zînet- ârâ-yı makâm olsa
Zehî cây-ı muazzam
Mevki-i hâcet revâdır bu.”

Sadeleştirilmesi şöyle:
Sakın bunu basit bir taş sanma
Dünyalar kadar kıymetli bir cevherdir bu.
Ey çâresiz kimse! Gel sür yüzünü
Bu Muhammed Mustafa’nın ayağının resmidir.
Arşın süsü olmaya lâyıktır bu.
Bu ayak izinin bulunduğu yer
Öyle güzel, öyle muazzam bir mekân ki
İhtiyaçların görüleceği yer işte tam burasıdır.

Dünyaya hükmeden ve âleme nizâmât veren Osmanlı sultanlarının, Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellemin ayak izlerine verdikleri değer ve gösterdikleri hürmet böyle. Asırlarca devam eden o güçlü saltanat, Hazreti Resûlüllah’a işte bu derece bağlılığın meyvesiydi. Sadece Osmanlı sultanları değil, o zamanki Müslümanlar da Resûlüllah’a ve onun maddî-mânevî izine aynı hürmeti duyuyor aynı değeri veriyorlardı. Maamâfih, bugünkü Müslümanlar da öyle. Onlar da sevgili Peygamberimiz’e ait olan her ize ve her hatıraya hürmette kusur etmemektedirler.

BUYURSUN HEM ZİYARET ETSİN HEM ETTİRSİN…

Gelelim işi-gücü Müslümanları suçlamak olan İslamoğlu’na…
Eğer tenkit ettiği kimseler gibi değilse, yani “İz bırakmayan” bir peygamber inancına sahip değil de Peygamberimiz Aleyhisselam’dan kalan maddî ize bile itibar ediyor ve değer veriyorsa, bunu dile getirsin, Peygamberimiz’in ayak izlerini kendisi de ziyaret etsin, sözünü dinleyenlere de ziyaret ettirsin de bir görelim.
Ziyaret için Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve selleme ait ayak izi arıyorsa, yukarıda da yazdığımız gibi İstanbul’da bile birkaç tane var. Nerelerde olduğunu da yukarıda yazdık. Buyursun, hem kendisi ziyaret etsin hem de sözüne itimat edenleri ziyaret etmeye teşvik etsin…

“Niçin böyle söylüyorsun? Bu zat böyle ziyaretlerden kaçıyor mu?” diye soruyorsanız cevap vereyim:

Kanaatımız odur ki evet, aynen öyle… Hatta ziyaretler şöyle dursun Peygamberimiz’in hiçbir mûcizesi olmadığı iddiasında…

Öyle ki, sanki kendisini adeta tasavvuf, tarikat ve mâneviyatla ilgili her şeyi ret ve inkâr etmeye adamış. Yazdığının yanlış veya doğru olduğuna bile bakmadan, inkâr furyasına devam etmekte…

Halbuki, kendi babasının da mensubu olduğu tasavvuf ve tarikat, İslamın daha ince ve daha hassas yaşayış ve tatbiki yani bir mânâda İslamın özüdür. Bu öz, ecdadımız tarafından öyle benimsenmiş ve Müslümanların zihinlerinde öyle bir yer tutmuş ki, eskiden beri bu yüce meziyeti inkâr edenler hakkında “Pirsiz-nursuz” tabiri kullanılır olmuş.
Tasavvuf ve tarikat, İslam ulemâsı arasında tarihte o derece yaygın ki, bir mürşide bağlı olmayan âlimler parmakla sayılacak kadar az. Sıradan müslümanlar arasında bir dergâha bağlı olmak da öyle. Hatta bir yere mensûbiyeti/bağlılığı olmayanlar hakkında, daha yakın zamana kadar “İpsiz-sapsız takımı” tabiri kullanılırdı.

VAAH! BİLMEZ YAZIK…

Bir de rabıta gerçeği var. Bilhassa zikr-i hafî/gizli-sessiz zikir erbabının yaptığı “Rabıta.”
Rabıta “İki şeyi birbirine bağlayan ip; alâka, bağ, münasebet” demek. Tarikatta râbıta; müridin kâmil bir mürşide kalbini bağlaması, onun sûret ve sîretini düşünüp ondan feyiz ahzetmesi demektir. Böyle bir gerçek var olduğu halde, inkârın tavanı olmadığı için, kuru kelime ilmine sahip olan ve kendilerine ulemâ-i sû denilen bazı kimseler, rabıtayı meşrû görmeyip inkar cihetine gidiyorlar. İşte bunlardan birisi de kahramanımız İslamoğlu…
Ne hazindir ki bilmiyorlar. Bilmedikleri için tatmıyor, tatmadıkları için de hazzından mahrum kalıyorlar. Eskiler böyleleri hakkında, Türkçe ile Arapçayı karıştırarak espri olarak şöyle derlermiş:

Men lem yezuk, vaaah bilmez yazık. Yani “Yazık, tatmamış ki bilsin” demek.
Halbuki uygun olan, kişinin bilmediği şeyi inkâr etmeyip o hususta susmasıdır. Ama tabii ki böyle olmak için kişinin haddini bilmesi ve iyi niyet sahibi olması şart. O kimse iyi niyetten mahrumsa, çare yok inkâr edecek. Hatta daha da ileri gidip ya dalga geçecek veya düşman kesilecek…
İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabının ilk sahifelerini (sa: 17-19) rabıtayı inkâra ayırmış.

Ama kişi inkâra yeltendiği mesele hakkında birazcık bilgi sahibi olmalı değil mi? İşte onda bu yok. Yani inkâr var ama inkâr ettiği şey hakkında bilgisi yok...
Bilgisi yok ama övünme, bol keseden atma, onca cehline rağmen büyük âlim gözükme tafrası ise mebzul. Bu tavrını izah sadedinde ben kendisinden ibretlik iki misal arz edeyim, değerlendirmesini de sizler yapaarsınız…

FÎ TARİHİNE GİDELİM…

Sene 2000… Kendisiyle, “Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz dokunulur, dokunulmaz” meselesinde aynı gazetede yani Akit’te yazan iki yazar olarak köşelerimizde tartışıyoruz. Ben, fıkıh kitaplarında yazılanları aktararak “Kur’an’a abdestsiz dokunulması câiz değildir” diyorum, o aksini savunuyor. Bütün fıkıh kitapları “Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” dediği halde o şöyle diyordu:

“Bilgime güvenmeyip, ……sahih bir hadis, bir imam, bir âlim var mıdır diye ‘Mektebetü’l-Elfiye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım.”

Yani, bu kadar kaynağa baktığı halde hiç birinde, “Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” hükmünü bulamamış.
Çok-çok özür dilerim, külliyen yalan desem ağır olacak. Şöyle diyeyim: Külliyen gerçek dışı…

Çünkü bu mesele en küçük fıkıh kitaplarında bile var. Yani bulamamış olması doğru değil. Çünkü var olan aranınca bulunur. Ya bakmadı veya baktı gördü de bile bile yok diyor. Biz görüyoruz da o niye görmesin.
“Buldum ama yazılanları içim kabul etmiyor” dese tamam. Ama hayır öyle demiyor, “bulamadım, yok” diyor. Yok ne demek? Kendisinin delil olarak sunduğu El-İtkan isimli eserde bile var.

Nitekim, kendisine cevap sadedinde yazdığım bir yazıda, “Bu mesele, delil olarak sunduğun El-İtkan isimli eserin falan sahifesinde var” dediğimde sesi soluğu kesilmişti. Yalansa “Hayır” desin. Diyemez.
Ama benim esas söylemek istediğim bu değil. Ben başka bir noktaya gelmek istiyorum. O da şu:

İslamoğlu, “400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım” diyerek, ne kadar çok esere baktığına ve kendisinin ne kadar büyük bir âlim olduğuna dikkat çekmek istiyor. Okuyanlara, “Vay beee! Âlime bak! Tek bir mesele için ne kadar da çok eser taramış” dedirtmek istiyor.

Bunu nereden mi biliyorum? Başka konularda da böyle yapıyor da ondan biliyorum. Meselâ râbıtayı inkâr konusunda da aynı üsluba baş vuruyor.
Gelmek istediğim nokta işte burasıydı. Anlatayım:
Hani tasavvufî eserlerde, “Peygamberimiz (s.a.v.)in Hicret yolculuğunda Hazreti Ebûbekir Efendimiz’e Sevr Mağarası’nda râbıtayı tarif ettiği” anlatılır ya, Sayın İslamoğlu bunu inkâr etmek için yukarıdaki üslubun aynısını bakın nasıl kullanıyor.

BUYURUN BERABER OKUYALIM…

Buyurun, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabında, Sevr mağarasında geçen rabıta ile ilgili anlatılan hadise hakkında yazdıklarını beraber okuyalım:
“Bu hikâyenin aslını aramaya koyuldum. Sadece sahih değil, zayıf hatta uydurma haberler içeren eserlere de göz gezdirdim. 400.000 hadisi barındıran 1000’i aşkın sünnet-hadis kaynağını, 50’yi aşkın tefsiri, mevcut tüm muteber siyer ve tarih kaynaklarını içeren CD’lerde yaptığım tüm taramalara rağmen rastlayamadım.

Tekrar hatırlayalım, Kur’an’a abdestsiz dokunulamayacağını inkâr ederken de buna çok benzer şekilde şöyle diyordu:
“400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheblerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım”

Anladık… Bu zat her meselede birçok kaynağa bakıyor da(!) “400.000 hadisi taradım” sözü kendisinde saplantı olmuş galiba.
Üslüba dikkat! Demek ki bu onda bir taktik…
“Kur’ana abdestsiz dokunulamaz” meselesinde de o kadar çok kaynağı taradığını söylüyordu. Rabıta meselesinde de bu kadar kaynağı gözden geçirmişmiş(!) ama rastlayamamış. Biz, onun taradığı kitaplara bakınca onun göremediğini görüyoruz, ama ne hikmetse o baktığı zaman kitaplardakı mevcut satırlar yok oluveriyor ve o göremiyor…

Dikkat ederseniz, “Sadece sahih değil, zayıf hatta uydurma haberler içeren eserlere de göz gezdirdim ama rastlayamadım.” diyor.
Peki, rabıta meselesinin daha baştan uydurma olduğunu söyleyen bu kimse, hiçbir değeri olmayan uydurma haberler içeren eserlere niye bakmış ki! Peşin fikirle, “Bu mesele uydurma olanlar içinde bile yok” diyebilmek için mi?
İşte bu tavrı bile sayın yazarın rabıta konusundaki samimiyetinin(!) derecesini açıkça ortaya koyması bakımından enteresan.
Yazar, uydurma haberlere baktım dediğini biraz sonra unutup bu sefer de şöyle söylüyor:

“Vurguladığımız gibi, bu rivâyet hiçbir muteber kaynakta yer almamaktadır.”
Muteber kaynak dediği de sadece, kendisinin kabul ettiği eserler.
Öyleyse biz de aynen onun üslübuyla, “Bu mesele 50’yi aşkın veya 1000’den fazla eserde veyahut 400.000 kaynakta var” diyelim mi? Desek kabul edecek mi? Ne mümkün…
Kabul edecek olsaydı, kitaplardaki “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz” meselesini kabul ederdi.
Yazarcağızın bir yanlışı da, “Rabıtanın tasavvufa Halid-i Bağdâdî Hazretleri ile girdiğini zannetmesi.”
Yanlış anlaşılmasın, Hazret kelimesini ben ilave ediyorum. O sadece Halid Bağdâdî yazmış; “Hazret” demiyor. Hem niye desin ki! Peygamberimiz’e “Hazret” demeyen adam Halid-i Bağdâdî’ye der mi!
Yazarın, rabıtanın temelinin Sevr Mağarası olmadığını iddia etmekte temerrüdü olduğunu biliyorsunuz.

Ama ayıp diye bir şey var. Madem bu meseleyi ele alıyor, insan rabıta hakkında biraz bilgi edinmez mi? Rabıtanın tasavvufa Halid-i Bağdâdî Hazretleriyle girdiğini söyleyecek kadar da bilgi yoksunu olunmaz ki ama!
Halid-i Bağdâdî Hazretleri hicrî 1192-1242 senelerinde yaşamış. Oysa rabıta asırlar öncesinden beri var.

Yakından uzak tarihlere doğru gidelim:
Rabıta, İkinci Binin Yenileyicisi İmam-ı Rabbânî Hazretleri zamanında da vardı.
Rabıta 9. asrın sonlarında yaşayan Ubeydullah Ahrar (k.s.) zamanında da vardı.
Rabıta 9. asırda yaşayan Yakub Çerhî (k.s.) zamanında da vardı.
Rabıta 8. asırda yaşayan Şâh-ı Nakşibend (k.s.) Hazretleri zamanında da vardı.
Rabıta Hicrî 7. asrın başlarında vefat eden Necmeddin-i Kübrâ (k.s.) ve Şehabeddin Sühreverdî (k.s.) zamanında da vardı.

Yani rabıta, -o ne kadar inkar ederse etsin- Sevr’den beri VARDIR…
Değerli okuyucu!

İslamoğlu’nun, “Kur’an’a abdestsiz dokunulamaz” hükmünü bir tarafa atıp bu hükme uymadığını biliyorsunuz. Aynı İslamoğlu’nun, şu sözüne ne dersiniz:
“İslam toplumu için fıkıhsızlık sadece hukuksuzluk değil, aynı zamanda hayatsızlıktır.” (Sa:199)

Allah’dan, “hayatsızlık” kelimesinde bir yanlışlık yapıp ta “hayasızlık” yazmamışlar. Yoksa bir “t” harfinin eksikliğiyle utanma hissinden de uzaklaşılmış olunurdu.


Ali EREN | 17 Nisan 2013 11:01 | www.haberkita.com


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Sonu Gelmez İnkar Zincirinden
« Yanıtla #35 : 28 Temmuz 2016, 18:42:11 »
Sonu Gelmez İnkar Zincirinden

Kitap değil, sanki halkaları sonsuz yanlışlar zinciri. İçindeki yanlışlar yazmakla bitecek gibi değil. Hangi yanlışına baksanız ona bağlı başka bir yanlışla karşılaşıyorsunuz.

Kitabın yazarı, kendinin sayısız yanlışlarına bakmadan bir de üstüne üstlük onu bunu tenkide kalkmaz mı!..

Onun tenkidine maruz kalmak için, sıkı bir ehl-i sünnet mensubu olmanız kâfi. Başka bir suçunuzun olmasına lüzum yok. Ama onun tenkit etmesi için tek sebep bu değil. Bir yerde, ehl-i sünnet veya ehl-i bid’ad olmanız da mühim değil. Eğer onun yerleştirmek istediği bir maddeye ters düşerseniz, acımasız bir tenkidine hazır olun. Meselâ bir önceki sahifede, işine geldiği için -yanlış olmasına rağmen- İbni Teymiyye’nin sözlerini delil olarak ele alıyordu. Bu sefer de –söylediği doğru olmasına rağmen- aynı İbni Teymiyye’yi tenkit ediyor.

Çünkü o, ehl-i sünnete uygun her doğruya itiraz etmeyi kendine vazife edinmiş. Öyle ki, Peygamberimiz’den 8 asır sonra, ileri sürdüğü sözlerle ehl-i sünnete ters düşen ve Vehhâbîlerin fikir babası olan İbn-i Teymiyye bile onun tenkidinden nasibini alıyor.

İbni Teymiyye ehli sünnete ters düştüğü için, gerçi biz de onun en sert tenkitçilerindeniz. Ama Sayın Yazarın tenkidi ile bizimkisi arasında mühim bir fark var. Şöyle ki:

Sayın Yazar Şiîlere karşı sevgi, ve hayranlık hisleriyle dolu olup onları herkes gibi şiî kelimesiyle değil, “Ehl-i beyt mektebi, ehl-i beyt okulu, ehl-i beyt mezhebi” gibi gizleyici ve sevdirici ifadelerle anıyor. İbni Teymiyye ise Şiîlere karşıdır. Mustafa İslamoğlu’nun İbni Teymiyye’yi tenkidinin esas sebebi işte budur. Yani Ehl-i sünnete ters olması değil, şiîleri tenkit ediyor olması.
Yazarın kendisinden öğrendiğimize göre, İbn-i Teymiyye, Es-Sarîmi’l-Meslûl… isimle eserinde “Bir Peygambere hakaret edenin öldürülmesi gerektiğini” ifade ederken, şu sert ifadeyi kullanıyormış:

“Kim bir peygambere hakaret ederse o öldürülür. Kim onun sahabesine hakaret ederse derisi yüzülür.”

Es-Sarîmi’l-Meslûl isimli eseri okumadığımız için, İbn-i Teymiyye aynen böyle mi yazmış bilmiyoruz. Ama gerçekten, “Derisi yüzülür” diye yazdıysa, bu aşırı bir ifade. Öyle yazacağı yerde, “Öldürülür” denilmesi yeterdi. Biz onun bu cümlesini Mustafa İslamoğlu’nun Üç Muhammed kitabının 79. sahifesinden aktarıyoruz.

Her ne kadar Üç Muhammed kitabı böyle yazıldığını söylüyorsa da bunda da şüphem var. Çünkü İslamoğlu’nun, kendi fikrini kabul ettirmek için, olmayan şeyleri varmış gibi göstermek gibi bir huyu olduğunu biliyorum. Tereddüdüm bundan dolayı…

Ancak ortada bir gerçek var. Şiîler, sıradan sahâbîler şöyle dursun, ashabın en büyüklerine bile dil uzatıyor, hakaret ediyorlar. Bunu bi kere kimse inkar edemez. İslamoğlu, İbni Teymiyye’yi bizim gibi ehl-i sünnete ters düştüğü için değil, “Peygamberimiz’e ve onun sahabesine hakaret edenlerin öldürülmesi gerektiğini” yazdığından dolayı tenkit ediyorsa, kendi düşüncesine göre haklı. Çünkü, eğer İbni Teymiyye’nin yazdığı kabul edilecek olursa, neredeyse derisi yüzülmeyecek şiî kalmaz. Zira Şiîler ashabın bir çoğuna ağız dolusu hakaret etmeye devam ediyorlar…

İTİRAZ AMA NE İTİRAZ…

Üç Muhammed kitabının yazdığına göre, İbni Teymiyye’nin kitabında şu cümleler de yer alıyormuş:

“Kendi sesini Peygamber’in sesinden fazla yükselttiği sabit olan kimsenin, bundan dolayı, haberi olmadan küfre düşmesinden ve tüm yaptıklarının boşa çıkmasından korkulur.”

Biz gerçi Müslümanların Resûlüllah’a karşı hassasiyetlerinin nasıl olması icap ettiğini İbni Teymiyye’den öğrenecek değiliz. Ama kim söylemiş olursa olsun doğru doğrudur; dolayısıyla İbni Teymiyye’nin bu sözü de doğrudur. Ve ehl-i sünnetin hatta hiçbir müslümanın bu hususta bir itirazı olamaz. Çünkü herhangi bir şekilde bu söze itiraz, -Allah korusun- doğrudan doğruya Kur’an’a itirazdır. Zira bunu İbni Teymiyye’den önce Kur’an-ı Kerim söylemektedir:

“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurât sûresi, âyet: 2)

Peygamberimiz’in huzurunda yüksek sesle konuşanlar hakkında Kur’an’ın hükmü böyle. Ama yazar İslamoğlu için bu hüküm hiçbir bir şey ifade etmiyormuş gibi, şunları yazmakta hiçbir mahzur görmüyor:
“Bırakınız kendisinden yüksek sesle konuşan mü’mini, kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan rauf ve rahim bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi? sorusu, bu tür durumlarda sorulması gereken en doğru sorudur.” (Üç Muhammed, sa: 79)
Bu ne demek şimdi değerli okuyucu Allah aşkına!

Her şeyden önce, bu hükmü veren Hazreti Allah’tır.

Kur’an böyle ferman buyurduktan sonra kime ne demek düşer?
Bu emir karşısında bir Müslümana düşen, başım gözüm üstüne demek değil midir!

Kur’an-ı Kerim’i insanlara okuyup anlatan Peygamberimiz değil mi ki yazar, “böylesi hükümleri görse, ne derdi?” diyebiliyor?

Peygamberimiz, Kur’an’daki bu hükmü görmemiş midir yani?
Tabii ki görmüştür ve görüp ashabına anlatmış, ashab da o Resûl’ün huzurunda seslerini yükseltmemiştir. Var mı daha ötesi!..
Bunu Kur’an söylüyor. Kur’an, Peygamberimiz hakkında böyle bir hüküm verdikten sonra, o kitaba inanan ve onun mânâsını bildiğini iddia eden bir kimsenin buna itirazı mümkün müdür?

Bu söz karşısında, “Bu şahıs ya Kur’an’ı bilmeyecek kadar câhil veya Kur’an’ın verdiği hükmü kabul etmiyor” demez misiniz?
Lütfen altını çizdiğimiz yukarıdaki satırı bir defa daha okuyunuz. Gördüğünüz gibi, Bay İslamoğlu Peygamberimiz hakkında, “Kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse ne derdi… ” diyebiliyor.

Ne diyecek; rabbimin emri başım gözüm üstüne derdi.
Bu ne demek Allah aşkına?

Kur’an Peygamberimiz’e indirilen bir kitap değil midir?
Peygamberimiz, (s.a.v.) Kur’an’ın kendisi hakkında verdiği bu hükmü görmemiş olabilir mi?

Bütün âyetler gibi bu âyetin hükmünü de ümmetine tebliğ eden, öğreten bizzat Hazreti Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisi değil midir?
Bu hükmü indiren Hazreti Allah olduğuna göre, “Kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi?” demek, ne demek oluyor?

Yazarın bu sözü Allah’ın verdiği hükme itiraz değilse neye itirazdır?
“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir” beyanı bizzat Allah’a aittir, var mı daha ötesi?

İslamoğlu, bu itirazıyla Hayrettin Karaman kadar olamamıştır. Hayrettin Karaman, “Abdest alırken biz bizeyken ayağımıza meshedelim ama başkalarının yanındayken yıkayalım” diyormuş.
Yazar İslamoğlu da, bu hükmü kendisi kabul edemeyebilir. Ama Müslümanları mânen mahvedecek olan bu itirazları kitabına koymamalıydı.

Neyse… Artık haddini bilmeli ve “Peygamber görse ne derdi? diyerek buna Hazreti Resûlüllah’ı da ortak etmeye kalkışmamalı…

Müslümanlıkta esas olan, Allah’ın her hükmünü kayıtsız şartsız kabul etmek değil midir? Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin fâsıklar, zâlimler ve kâfirler olduğu Mâide sûresinin 44, 45 ve 47. âyetlerinde açıkça beyan buyurulmuyor mu?

Her neyse… Biz fazla ümidimiz olmasa da, “Allah’tan ümit kesilmez” diyerek, bu gerçekleri kendisine hatırlatmayı bir vazife addediyoruz.

TÂBİÎNE DE İTİRAZ…

Kitabının 28 sahifesinde, “Ümmetin her ferdi Peygamber gibidir” diyerek, Peygamberimiz’le diğer insanlar arasında bir fark olmadığını söylemek cüretini gösteren zatı alkışlayan yazar, Hazreti Resûlüllah’ın diğer insanlardan üstünlüğünü kabule bir türlü yanaşmıyor. Hazreti Resûlüllah’ın üstünlüğünden bahsedenleri “Aşırı yüceltmeci” görüyor ve “O kadar da abartmayın” demeye getiriyor.
“Aşırı yüceltmeci peygamber inancı” diye bir suç uydurmuş, onun için Hazreti Resûlüllah’ın üstünlüklerini bildiren her sözü bu suç içine sokarak itiraz üstüne itiraz ediyor. Bundan dolayı, tâbiînden mübârek bir zat olan Vehb bin Münebbih Hazretleri’nin Peygamberimiz (s.a.v.) hakkındaki şu sözüne de haliyle itiraz ediyor:

“Yetmiş bir kitabı okudum. Tümünde şu gerçeği gördüm: Dünyanın başından sonuna kadar, gelmiş geçmiş tüm insanlığın aklıyla Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin aklı kıyaslandığında, bir tek kum tanesi karşısında dünyanın tüm kumları kadar tüm insanlığa üstün olduğu görülür.”

***

Meşhur âlimlerin eserlerinde yer alan Peygamberimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifleri de İslamoğlu’nun tenkidinden kurtulamıyor:
“İsrâ (mirac) gecesinde semaya yükseltildiğimde, orada ilk gördüğüm şey, yazılı olan ismimdi: Muhammed Allah’ın resûlüdür, Ebûbekir Sıddık da halefim (halifem)dir.”

İslamoğlu, bu hadis-i şerife itiraz edilmemesini kabullenemiyor. Bu hadis-i şerifi El-Hasâisu’l-Küsrâ isimli eserine alan İmam Süyûtî’ hakkında da, “Bu hadise hiç itiraz etmemiş” diyor. (Aynı eser, sa: 81)

Haklı da… Öyle ya canım, âlim dediğin hadislere itiraz etmeli ki onun büyük âlim olduğunu bilelim.(!)

Hatta İmam Süyûtî hadislere itiraz etmemesi bir tarafa üstelik hadislere o kadar değer vermiş ki 200.000 hadisi ezbere bilen bir hadis hâfızı yani küçücük bir âlim iken, İslamoğlu bütün hadis ilmi CDdeki/Elfiye’deki hadislere bağlı olan kocaman(!) bir âlimdir. Demek ki bundan dolayı İmam Süyûtî’yi tenkit ediyor. Öyle ya, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır.
İmam Süyûtî, 500 senedir hâlâ okunan Celâleyn gibi bir tefsirin ortak müellifi olan küçücük bir âlimdir. İslamoğlu ise, Hayat Kitabı Kur’an isimli tefsirî bir meâl hazırlamıştır ki, mâşAllah bu eseri tenkit eden kitaplar eserden daha fazla sahife tutmaktadır. Hangi fâniye böyle bir bahtiyarlık nasip olur.
Öyleyse, İslamoğlu kendi eserinin tenkitleriyle meşgul olacağına, o küçücük âlimi, İmam Süyûtî’yi tenkit eder daha iyi. Çünkü, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır.
İmam Süyûtî, İslam tarihinde büyüklü küçüklü 600 civarında eser sahibi olan belki de tek kişi olan küçücük bir âlimdir. İslamoğlu ise onun eserlerinin isimlerini bile sayamayacak biri olsa bile, eserleri hakkında yapılan tenkitler Süyûtî’nin eserlerinin sayısına erişmek istidadında olan bir âlimdir. Bu durumda İmam Süyûtî’yi tabii ki tenkit edecektir. Çünkü, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır değil mi ya.

İslamoğlu, yukarıdaki hadis-i şerifin, “Hazreti Ebûbekir’in halifeliğine karşı çıkılmaması için uydurulmuş olduğu” kanaatında. (Sahife: 80)
Netice:

İmam Süyûtî, nihayet 200.000’cik hadisi ezbere bilen, sadece 600 tanecik ilmî eser verebilen küçücük bir âlimcik. Haliyle İslamoğlu gibi büyük bir âlim gib olamaz. Öyleyse rica edelim, Bay İslamoğlu ilim eksikliğinden dolayı yukarıdaki hadis-i şerife hiç itiraz etmemesini hoş karşılayıversin. Affetsin, kusuruna bakmasın artık. Bir hatadır olmuş.

Mühim olan bu hadisin uydurma olduğunu öğretmek değil miydi. Nasıl olsa, uydurma olduğunu Sayın İslamoğlu vasıtasıyla öğrenmiş olduk. Öyleyse gaye tahakkuk etmiştir. Mesele yok…
Ama Bay Yazar, niçin itiraz edilmediğini bir türlü kabullenemiyor. Onlardan ümidini kestiği için konuyu kendisi ele alıyor ve meseleye hayret edilecek şekilde yaklaşıyor. Ama ne yazık ki kuru, sığ, itaatten uzak ve itiraza dayalı bir mantıkla. Kitabını okuyan görür…
Peygamberimiz’in hiçbir kimseden okuma-yazma öğrenmediğini hatırlatarak, semadaki yazıyı nasıl okuyabildiğini İmam Süyûtî’nin sorgulamadığına da itiraz ediyor…

İyi de Sayın İslamoğlu!

Habibini göklere davet eden Hazreti Allah celle celâlühû, “Ey habibim! O gördüğün yazıda şunlar şunlar yazılıdır” diye bildiremez mi? Veya Cebrâil Aleyhisselam bildirmiş olamaz mı?

Değerli okuyucu! Bu konu için lütfen 32. makaleye de bakınız…

HATIRLAYALIM; MİRACA İTİRAZ EDEN KİMLERDİ?..

Sayın yazara şunu soralım:
Meseleye imânî bir düşünceyle değil de sadece dünyevî bir mantıkla, şüphe ve itiraz açısından bakacak olursak, Mirac gecesinde Peygamberimiz’in Mekke’den Kudüs’e, oradan göklere ve Allah’ın dilediği yerlere nasıl gittiğini, tekrar geri nasıl döndüğünü ve bunların bir anda nasıl gerçekleştiğini de sorgulamamız ve itiraz etmemiz icap etmez mi?

Öyle mi yapalım yani? İtiraz mı edelim?

Nitekim böyle bir sorgulama olmadı değil. Fakat bu sorgulamayı yapanlar mü’min değil müşriklerdi.

Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, Mirac gecesi sabahı bu yolculuğu anlatınca, meseleyi imanla değil inançsız akılla değerlendirmeye kalkışan bazı Müslümanlar, anlamadıkları için İslamdan dönüp mürted olmuşlardır. Zaten mâneviyatsız kuru akıl, insanı götürse götürse ancak ve sadece inkar ve mürtedliğe götürür…
Öbür taraftan, Peygamberimizin Mirac yolculuğunu, “Resûlüllah söylüyorsa doğrudur” diye, tereddüt etmeden, duraklamadan, şeksiz-şüphesiz kabul eden Hazreti Ebû Bekir radıyallâhü anh de “Sıddîkiyet” makamına erişmişti.
İnsanların zihinlerini bulandırmaya çalışanlara şunu soralım:
Âdem Aleyhisselam’dan önce hiçbir insan yoktu. Dolayısıyla hiçbir insandan bir şey öğrenmesi mümkün değildi. Ama Kur’an’da haber verildiğine göre Allah’ın öğretmesiyle her şeyin ismini bilir hale geldi ve bunu meleklere de tekrarladı. (Bakara sûresi, âyet: 31, 32, 33)

Hazreti Âdem kimseden bir şey öğrenmedi diye şimdi buna itiraz mı edelim?
Allah’ın öğretmesi yok mu?

Hazreti Âdem’e eşyanın isimlerini öğreten Hazreti Allah, habibine bir yazıyı niçin bildirmemiş olsun?

Yine Âdem Aleyhisselam cennette her yaprakta “Lâ ilâhe illAllah Muhammedün resûlüllah” yazısını gördüğü için, yasak meyveden yeyip yeryüzüne indirildiğinde, “Yâ rabbi beni habibin Muhammed hürmetine affet” diye ilticâ etmiş ve affedilmişti.

Âdem Aleyhisselam da kimseden okuma-yazma dersi almamıştı.
O zaman Âdem Aleyhisselam’a bu yazıları okumayı kim öğretmişse, Peygamberimiz’e de semada kendi isminin ve Hazreti Ebî Bekir radıyallâhü anhin isminin yazılı olduğunu da o öğretmiştir…

Var mı bunu kabul etmeye bir engel!..

Yoktur, olamaz!.. Yeter ki, kalblerde ötelerin ötesine inanmaya meyil ve kâbiliyet olsun…

DERDİ NE?..

Bütün gayretini bu ümmetin mevcut Peygamber inancını değiştirmeye yoğunlaştırmış gözüken Bay İslamoğlu, abartılı bir hâdiseye misal olarak, Kadı İyaz’ın Şifâ-i Şerif’inde geçen bir meseleyi gösteriyor. Abartılı bulup kabul edilemez bir mesele olarak sunduğu hadise şöyle:
“Abdullah b. Ubeydullah el-Ensârî’den rivayet edildi:
Sabit b. Kays b. Şemmas’ın defni sırasında orada bulunanlar arasındaydım. O Yemâme’de öldürülmüştü. Onu kabre indirdiğimizde ondan şöyle bir ses duyduk:

Muhammed Allah’ın resûlüdür. Ebûbekir sıddıktır, Ömer şehiddir, Osman iyi ve merhametlidir.

Bunun üzerine dönüp baktık, ama o ölüydü.” (Aynı eser, sa: 82)
İslamoğlu’nun kabule yanaşmadığı bu hadisenin, bir Müslüman için kabul edilemez tarafı var mı değerli okuyucular?

İslamoğlu, galiba mûcize ve kerâmet gibi şeylerin varlığını kabul edemediği için böyle şeyleri bir mitoloji olarak görüyor. Mâlum, mitoloji bir şeyi hayalinde büyültmek demek.

Bay Yazar, Müslümanların Hazreti Resûlüllah’ı zihinlerinde gereksiz bir şekilde büyülttüklerini, aslında Resûlüllah’ın Müslümanların zihinlerinde büyültüldüğü kadar büyük olmadığını yana yakıla anlatmaya çalışıyor.

Ona göre, bu yanlışa düşenler sadece avam veya müfrit (aşırı) sufiler değil. Adı sanı belli değerli âlimler de bu yanlışı beslemişlerdir. Bir de misal veriyor. Diyor ki:

“Meselâ Buhârî şârihi Bedrüddin Aynî, Hazreti Peygamber’in yeryüzündeki tüm dilleri bildiğini söyleyebilmiştir.” (Üç. Mu. Sa: 82)

Meseleye maddî açıdan bakarsak tabii ki böyle bir şey olamaz. Ama bir mûcize olarak bakarsak niçin mümkün olmasın ki!..

Onun bakışı her nasılsa, İslamoğlu’na göre böyle bir şey mümkün değil…

Değerli okuyucu!

Peygamberler diğer insanlar gibi değildir. Onlar, Allah’ın vahyine mazhar olan sevgili kullarıdır. Onun için, Peygamberimiz’in bir mûcize olarak bütün dilleri bilmesi imkansız değildir. Ama tabii ki bu bizim inancımız. Peygamberleri diğer insanlar gibi görenlerin ise bizim gibi inanmaları tabii ki beklenmez; beklemiyoruz da...

SAHABENİN SEÇKİNLERİNİ BARİ ÂLET ETMESE…

Her şeyin en doğrusunu anlayabilmek için sadece aklını kullanan yazar, Sahih-i Müslim’deki şu hadisi de diline doluyor:
“Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Enes’in evinde uyudu ve terledi. Enes’in annesi bir bardak getirdi ve terini bir bardağa topladı. Resûlüllah bunu ne yapacağını sorduğunda, o da dedi ki: “Kokumuzun içine katacağım; çünkü o kokuların en güzeli.”
Bu hadis-i şerifi inkar etmek için bir şeyler bulması lâzım ya; ortaya şöyle bir soru atıyor:
“Bu tavır, (Peygamberimiz’in terini bardağa toplamak) sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır?”
Sorusunun cevabını da kendisi veriyor:
“Elbette ki hayır.”

Hayır derken ilmî bir dayandığı olsa bari. Ama yok. Olsa canımız yanmayacak da ne gezeer!

Onun derdi zaten meseleye ilmî bir izah getirmek değil, Peygamberimiz’in terinde bir üstünlük olmadığını söylemek…

Bir meseleye ilmî izah getirebilmek için insanda ilim olması lâzım? Ne yazık ki onda da işte o yok…

Herkes gibi, İslamoğlu’nun her sözüne itimat eden kimselerden bu satırları okuyanlar, “Allah Allah! Adama bak, İslamoğlu’nun ilmi olmadığını söylüyor” diyeceklerdir. Haklıdırlar. Çünkü İslâmî ilim sahibi olmayan ve başka âlimleri görmeyenler öyle zannederler. Ancak böyle kimselerin, İslamoğlu’nun bu cümlelerinde ortaya koyduğu ilmî kaideler olup olmadığına bakmalıdırlar.
Tanıdığınız, bildiğiniz âlimlerden lütfen şunu sorunuz:

Yüksek İslam Enstitüsü’ne girip bitiremeden ayrılan, Ezher Üniversitesi’ne girip orayı da bitiremeyip, ikinci sınıfı bile geçemeden orayı da terk eden bir kimsede ne kadar dinî ilim olur?

İlmi olmadığı içindir ki ilimle değil de kendi sakim mantığı ile bir şeyler yapmaya çalışıyor. O sakim mantığıyla, yukarıda anlatılan Resûlüllah’ın teri meselesine şöyle bir izah getiriyor:
“Öyle olsaydı, (Peygamberimiz’in terinin toplanmasını sahabenin seçkinleri onaylamış olsaydı demek istiyor) aynı şey, Hz. Peygamber’in her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi.”
Hani nerede bu itirazlı izahın ilmîliği? Bu itirazda ilim de yok ilimden bir milim de yok. Zaten ortaya koyduğu itiraz herhangi bir âlime ait olmayıp kendisinin bulduğu yanlış ve tutarsız bir açıklamadır.
Hazreti Enes’in evinde gerçekleşen bir hadiseyi, Peygamberimiz’in eşlerinin, Hazreti Ali veya Hazreti Fâtıma’nın rivayet etmeleri için onların da orada bulunmaları icap ettiğini düşünemiyor.

Bu sözüyle eğer, “Peygamberimiz’in teri güzel kokuyor olsaydı, onu eşleri de, Hazreti Ali veya Hazreti Fâtıma da toplarlardı. Terinin güzel kokması falan yoktu” demek istiyorsa onu da açıkça söylesin de ne onu da bilelim.
Ama bilsin ki, Peygamberimiz’in mübârek terinin ve teninin mis gibi koktuğuna dair kendisinin kitabına aldığından başka birçok rivâyetler var. Bir sokaktan geçse mübârek vücudunun kokusu o sokakta, bir çocuğun başını okşasa mübârek elinin kokusu o başta epey bir müddet hissedilirdi.
İkide bir tenkit ettiği İmam Süyûtî gibi hadis hafızı olmayan İslamoğlu, başkalarının hazırladığı Elfiye’ye bakarak bu son paragrafta söylediğimiz rivâyetleri bol bol görecektir.

Ama rica edelim, lütfen diğer meselelerde yaptığı gibi “400.000 hadis taradım ama böyle bir şey bulamadım” demeye kalkmasın. O zaman biz de istemeye istemeye kendisi hakkında “Yalan” kelimesini kullanmak mecburiyetinde kalırız. Bizi bu mecburiyette bırakmamasını arzu ederiz.

DEMEK İSTEDİĞİ…

Yazar yoksa bu meselede başka bir şey demek istiyor da, ifade kabiliyeti kâfi gelmediği için söylemek istediğini tam anlatamıyor mu?. “Her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi” derken, yoksa “Onların da Peygamberimiz’in terini topladıkları rivayet edilirdi” demek mi istiyor?

Ama şu kadarcığını düşünemiyor ki, Peygamberimiz (s.a.v.) zaten her zaman yakınlarıyla beraberdi. Dolayısıyla onlar zaten O’nun mübârek kokusuyla yüzyüzeydiler. Onun için O’nun mübârek terini toplamalarına ihtiyaç yoktu…
Sahabeden diğerlerinin toplamamalarına gelince:

Resûlüllah Efendimiz sırasıyla her gün bir sahâbînin evinde uyuyor ve uyuduğu yerde terliyor değildi ki, ashabın hepsi de Peygamberimiz’in terini toplamış olsun…

Sayın inkarcı şu soruya ne cevap verecektir:
Hazreti Enes’in annesinin, Peygamberimiz’in terini bir bardağa toplaması hakkında, “Bu tavır, sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır?” diye soran yazar, “Elbette ki hayır” diyor. O salahiyeti nereden aldıysa, ashabın seçkinleri namına hüküm veriyor ve kendi sorusunu yine kendisi cevaplıyor.
Yani ilmî bir cevap ver(e)miyor, onun için de kanaatını söylüyor.
Ona göre ashabın seçkinleri “Elbette ki hayır” dermiş, bize göre de “Elbette ki evet” derlerdi.
Ve iddia ediyoruz ki bizim dediğimiz doğrudur. Çünkü hiçbir seçkin sahâbî Hazreti Enes’in annesine, “Resûlüllah’ın terini niçin bardağın içine topladın?” diyecek değildi. Nitekim dememişlerdir.

Biz, inkârcı yazar gibi kanaat serdetmiyor ilmî cevap veriyoruz. İşte cevabımız:
Peygamberimiz’den veya seçkin sahabîlerden, Hazreti Enes’in annesine bu hareketinden dolayı herhangi bir itiraz gelmemiştir. İnkârcı yazar tersini iddia ediyorsa, kendi kanaatını bıraksın da ilmî cevap versin, buyursun belge getirsin.

İnkârcı yazar, Peygamberimiz’in terinin çok güzel koktuğunu inkar etmek için uğraşadursun, yukarıda da yazdığımız gibi, eserler Peygamberimiz bir çocuğun başını okşadığı zaman o çocuğun üzerinde mübârek kokusunun günlerce gitmediğini yazıyor. Bir sokaktan geçse, mübârek kokusundan, biraz önce o sokaktan geçtiği anlaşılıyordu.

Her sahabî, Peygamberimiz’in mis gibi kokan terini toplamamıştı ama, birçokları tıraş olduğu zaman mübârek sakalından ve saçından bir kıl temin etmek için uğraşmış ve onu teberrüken taşımıştı.

Bunların hepsi siyer kitaplarının yazdığı gerçeklerdir…

Sayın yazar buyursun inkâr edebiliyorsa bunları da inkâr etsin…
Son olarak, sahabenin seçkinlerinin onayından bahseden Sayın Yazar’a bir soru soralım:

Sahabenin seçkinleri, Hazreti Ebû Bekir’in de Hazreti Ömer’in de Hazreti Osman’ın da (radıyallâhü anhüm) halifeliklerini, itiraz etmeyip onaylamışlardı. Bunu siz de onaylıyor musunuz?..



Ali Eren |06.05.2013 18:18 | www.haberkita.com


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ayetlere Zorlama Manalar Verme Gayretleri
« Yanıtla #36 : 28 Temmuz 2016, 18:42:42 »
Ayetlere Zorlama Manalar Verme Gayretleri

Rabbimizin emir ve yasakları ve bize bildirmek istediği gerçekler, kendi kelamı olan Kur’an-ı Kerim’dedir.

Onun için, Kur’an’a mânâ verenlerin bu mühim işte çok hassas davranmaları şarttır. Nitekim asırlar boyunca gelen İslam âlimleri âyetlere mânâ verirken âdeta titremişlerdir.

Yeterli ilme sahip olan âlimlerimiz, Kur’an’a elbette mânâ vermeli ve müslümanları Kur’an âyetleriyle uyarmalıdırlar. Çünkü ilim sahiplerinin değişmez vazifeleri budur.

Ancak, zamanımızda bu konuda yadırganacak bazı tavırlara şahit olmuyor değiliz. İlminin yeterli olup olmadığına bakmadan âyetlere mânâ vermeye kalkışan bazı kimseler, hallerine bakmadan devirmedik çam bırakmıyorlar.
Bu da bir kıyâmet alâmeti olsa gerek.

Âyetlere yanlış mânâ veren bu kimseleri iki kısma ayırmak mümkün.
Bir: İlminin kâfi gelmediğini bile bilmeden, düşünmeden âyetlere mânâ vermeye kalkışanlar.

İki: Doğrusunu bildiği halde, kendi hevâsına uyup âyetlere bile bile yanlış ve zorlama mânâlar verenler.

Birinciler, işledikleri vebâlin büyüklüğünü düşünmeksizin, sahip olduğu azıcık ilimle âyetlere mânâ vermeye, izah ve tefsir etmeye kalkışan bir güruhtur. Bunlar hadlerini bilmeden, yaptıklarının doğru mu yanlış mı olduğunu düşünmeden âyetlere manâ vermeye kalkışırlar. Dînî hassasiyetten mahrum olan bu kimseler, giriştikleri bu boylarından büyük işin vebalinin farkında bile değiller ve olamıyorlar. Fakat, âyetlere mânâ vermenin şakaya gelir bir tarafı olmadığı için, yaptıklarının Allah indinde bir süal ve hesabı elbette olacaktır…
İkinci gurup ise bu vebâli bile bile yüklenenlerdir. Bile bile yaptıkları için, bunların vebâlleri birincilerden daha fazladır. Böylelerine ulemâi sû’ / kötü âlimler deniliyor. Âhirette bunların vücutlarının, “Buğday danelerinin iki değirmen taşı arasında öğütüldüğü gibi cehennemde öğütüleceği” haber veriliyor.

Her iki gurubun da veballeri varsa da ikinci kısımdan olanların halleri hepten felâket…

EN BÜYÜK FELÂKET!..

Değerli okuyucu!

İşledikleri cürüm bakımından bu iki guruptan da ileri olan üçüncü bir gurup var ki, onlar hem ilimsiz olup hem de yanlış-yamalak mânâlar verip bir de o mânâyı bile bile saptıranlardır...

Böyle kimselerin âhirette başlarına gelecek felâketin ise haddi hesabı yoktur.

Öyle ya canım!

Hem âyetlere mânâ verecek kadar ilmin olmayacak, hem ilmin varmış görünerek yanlış mânâlar vereceksin, hem de bu verdiğin mânâları olmayacak yerlere yani kendi istediğin mecrâlara çekeceksin…

İşte bu olmaz! Olmaz ama, bazıları “Ben yaptım oldu” dercesine bu cinayeti işliyor ve bu vebâli yükleniyor.

Misal mi istiyorsunuz? İstemediğiz kadar…

Ancak misallere geçmeden önce bir noktaya işâret etmek icap ediyor:
Kur’an lisanı olan Arapça geniş bir lisandır. Bu lisandaki her kelimenin karşılığı Türkçede yok. Onun için, âyetlere mânâ verirken eksik kalan mânâları tamamlamak için zaman zaman parantez içi izahlar kullanmak normal. Buna bir şey denilemez.

Ama âyetlerde olmayan hayâlî kelimeler uydurup, âyette olmadığı halde, varmış gibi parantez bile kullanmadan kafadan mânâlar vermenin vebalini teraziler tartamaz.

Çünkü ele alınan metin başka bir şey değil Allah kelamıdır. Allah kelamı da yanlış mânâyı kaldırmaz…
Artık misallere geçebiliriz. Önce hafifinden başlayalım.

FARKLI OLSUN DA VARSIN YANLIŞ OLSUN…

Kendisini Kur’an müfessiri makamında gören Yazar Mustafa İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabının 250. sahifesinde Müddessir sûresinin ilk âyetlerine güya mânâ vermiş.

Güya diyorum, çünkü tahmin ettiğiniz gibi verdiği mânâ yanlış. Ayrıca da gülünç…

Müddessir sûresinin iki kelimeden müteşekkil 2. âyetine verdiği mânâ şöyle:
“Kalk! (İnsanları) da kaldırıp uyar!”
Mânâ vermeye kalkıştığı âyette iki kelime var. Bu iki kelime Peygamberimiz’e verilen bir emirdir:
Kum fe enzir…
Eski Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ömer Nasûhi Bilmen’in âyete verdiği mânâ şöyle:
“Kalk artık korkut”
Elmalı Tefsiri de şöyle mânâ vermiş:

“Kalk artık inzar et”

İnzar et de uyar demek.
Yani Elmalı ile Ömer Nasuhi Hoca ikisi de aynı mânâyı vermişler.
Bahsettiğimiz yazar ise, “Kalk! Kaldırıp uyar” şeklinde mânâ veriyor.
Önce şunu bilelim:

Âyete eksik mânâ vermek de mânâda fazlalık yapmak da yanlış. Yazarın verdiği mânâda ise hem bir fazlalık domayısıyla yanlışlık hem de bir gülünçlük var.

Âyetde “Kalk, (insanları) uyar” buyuruluyor ama, “Kaldırıp uyar” buyurulmuyor. Yani “Kaldırıp” kelimesinin âyette karşılığı yok. Yani İslamoğlu olmayan bir kelimenin mânâsını veriyor.
Eğer bizim sözümüz yanlışsa, buyursun “Kaldır” kelimesinin âyetteki karşılığını söyleyiversin…

GÜLÜNÇ MÂNÂ…

Gülünçlüğe gelelim:
Peygamberimiz’e niçin “Kaldırıp uyar” emri verilmiş olsun ki?
Peygamberimiz gidip insanları yataklarından kaldırıp mı uyaracak?
Veya onlar otururken önce onları ayağa kaldırıp ondan sonra mı uyarma vazifesini yapacak?

Gülünçlük işte burada.

Bazıları niçin böyle yanlış ve değişik mânâ veriyorlar dersiniz?
Araplar, “Hâlef tu’raf” derler. Aykırı konuş ki tanınıp meşhur olasın demek.
Böyle mânâ verenlerin gayesi de bu olsa gerek. Farklı görünme, farklı tanınma, farklı bilinme ve meşhur olma hevesi…

İkinci misal:

Tebbet sûresindeki “Hammâletel hatab” âyetine “Odun taşıyıcı” mânâsı vermesi gerekirken “Laf taşıyıcısı” diye mânâ veriyor. (Sahife: 252)
Yani “Hammâletel hatab”daki “Hatab” kelimesi “Odun” demek iken, o “Laf” mânâsı veriyor.

Bu da yanlış…

Gerçi insanlar arasında lâf taşıyanlar hakkında, günah işlediği için mecâzen “Cehennemine odun taşıyor” denir ama -dediğimiz gibi- bu bir mecazdır. Aslolan, âyetin hakikî mânâsını vermektir. Esas mânâ anlaşılırsa mecaz mânâya gidilmez. Bir âyete hakiki mânâ verilemez yani o mânâdan bir şey anlaşılmazsa ancak o zaman mecaza gidilir… Bu söylediğimiz , tefsir ilminde değişmez bir kâidedir.
Tekrar edelim: Kelimenin hakikî mânâsını vermek özürlenir yani hakikî mânâsını vermek imkanı olmazsa ancak o zaman mecâzî mânâya gidilir.
Âyetlere mânâ vermeye soyunan kimselerin bu usulü bilmeleri icap ederdi…
Değerli okuyucu!
Yukarıda, ”Önce hafifinden başlayalım“ demiştik ya şimdi hafifler bitti.
Artık yavaş yavaş ağırlarına geçelim.

DEĞER ÜRETMEKMİŞ!..

Yazar, kitabında (Sahife: 255) Fussılet sûresinin 33. âyetine şöyle mânâ vermiş:

“(İnsanları) Allah’a davet eden, değer üreten ve (Allah’a) kayıtsız şartsız teslim olanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?”

Buradaki “değer üreten” ifadesine dikkat!

İslamda “Amel-i sâlih” denilen bir şey var. Bu, “Sevap olan ve Allah’ın sevdiği iş ve hareket” demektir. Farz ibâdetler dâhil bütün ibâdetler amel-i sâlihin içine girer. Yazar ise amel-i sâlihe “değer üretmek” mânâsı veriyor. Yani “Amel-i sâlih”imizi “Değer üretmek” diyerek değersiz ve anlaşılmaz bir hale getiriyor…

Bunun kabul edilmesi imkânsız…

Yanlışlar Mâûn sûresine verdiği mânâda da devam ediyor.
Bu sûredeki “Namaz kılanlar” mânâsına gelen “Musallîn” kelimesine, “İbâdet edenler” mânâsı vermiş.

Evet namaz da bir ibâdettir ama gelgelelim verilen mânâ yanlış.
Yüksek İslam Enstitüsünü bile bitiremeyen, Ezher Üniversitesi’nin de ancak birinci sınıfını bitirip ikinci sınıfından ayrılan Bay İslamoğlu gibiler bilmez ama biz söyleyelim. Namaz ile ibâdet arasında “Umum husus mutlak” kâidesi vardır. Her namaz ibâdettir ama her ibâdet namaz değildir. Meselâ hac, zekât ve oruç da bir ibâdettir ama namaz değildir.

Hazreti Allah “Namaz kılanlar” buyuruyor, yazar ise “İbâdet edenler” mânâsı veriyor. Eğer namaz yerine ibâdet denilecek idiyse Hazreti Allah “Namaz kılanlar” yerine “İbâdet edenler” buyuramaz mıydı? Öyle buyurmamış ve “Müsallîn/Namaz kılanlar” buyurmuş.

Bunu değiştirmeye kimin hakkı, kimin salâhiyeti olabilir?

Yazar, Mâûn sûresinin Mekke’de bir bütün olarak indiğini kendi kendine bir sebep olarak görerek, hiçbir kâideye dayanmadan bu âyet hakkında, “İbâdet edenler şeklinde çevrilmesi gerekir” diy(ebiliy)or.

Neye göre? Hangi ilmî kâidiye göre? Kâide mâide yok!...
İlim haysiyeti bu olmasa gerek…

İslamoğlu’na sormak isteriz:
Usûl-i tefsir / tefsir usulü diye bir ilim vardır. Bu ilmin hangi kâidesine göre müsallîn kelimesine ibâdet edenler mânâsı veriyorsunuz?

İSLÂMÎ ŞUUR…

Hele bir de kendince namazı ve Peygamberimiz’i güya övücü ifadeleri var ki, Yazar’ın İslâmî şuura uzaklık ve yakınlığının tam bir tarifi olsa gerek.
Şu ifadeye bakınız:

“Namaz, insanda yepyeni bir hayat tasavvurunun oluşmasını sağlar; Allah kaygısını önceleyen bir hayat tasavvuru…”

Allah aşkına, Allah kaygısı ne demek?

Namaz ehli bir kimsede hiç Allah kaygısı olur mu?
Yoksa Allah korkusu demek mi istiyor?
Sayın Yazarın İslâmî ifadelere bu derece yabancı olmasını anlamak mümkün değil.
Bir Müslümanda Allah kaygısı değil, Allah korkusu ve Allah sevgisi olacağını bu zat nasıl bilemez, nasıl düşünemez hayret!
Yazarımız, bir önceki makalemizde anlattığımız kabul edilemez hata gibi bir hataya tekrar düşüyor. Peygamberimiz’i değerlendirmeye tutarcasına şöyle diyor:
“Hz. Peygamber işte bu tasavvur ve bilincin kendisinde mükemmel bir biçimde oluştuğu insandı.”
Ya ne olacaktı Sayın İslamoğlu! Tabii ki öyle olacak. Çünkü O bir peygamberdir ve üstelik kâinatın efendisi ve Allah’ın son resûldür. Her güzelliğin onda en mükemmel şekilde olacağını normal değil midir?

Ama burada Yazar namına bir çelişki var. Şöyle ki:

Peygamberimiz’i bu şekilde öven Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî’yi tenkit ediyordu. Şimdi bu sözleriyle kendi tenkidine kendi düşmüş oluyor.
Ama neyse, bu sadece bir çelişki. Ya Resûlüllah’ı namaz konusunda değerlendirmeye tâbî tutmasına ne demeli! Bakın:
“Namazın bu gücünü keşfettiği için namaz, onda bir külfet değil bir haz ve neşeye dönüşmüştü.”

Yazarımız yazmış da biz de öğrenmiş olduk ki namaz meğer Peygamberimiz’e hiç zor gelmiyormuş. Üstelik namaz onun için bir haz ve neşe imiş.
Bir peygamber için zaten tersi mümkün müdür?


ANLAMADAN, ZORLAMA ÖVGÜLER…

Değerli okuyucu!
Hazreti Resûlüllah hakkında böyle sözler söylemek, peygamberlik makamını hiç mi hiç bilmemenin, anlamamanın ve anlayamamanın ifadesidir.
Namazın Peygamberimiz’e haz ve neşe kaynağı olduğunu yazmaya lüzum var mıdır? Tabii ki öyle olacaktır.
Resûlüllah hakkında “Namazın gücünü keşfetti” demek de yakışıksız bir ifade.
Yani uğraştı didindi ve niyayet “Namazın gücünü keşfetti” demek gibi bir şey.
Peygamberimiz hakkında, “O, Allah’a gerçekten inanıyordu” demek ne kadar yersiz ve ne kadar abes ise, “namaz, onda bir külfet değil bir haz ve neşeye dönüşmüştü” demek de o kadar yersiz ve o kadar abestir.

Tarihte hiçbir müslüman yazarın Peygamberimiz’i övme sadedinde böyle bir değerlendirmeye gittiği ne görülmüş ne duyulmuştur.

Bu tür sığ, basit ve zorlama değerlendirmeleri biz bırakalım da bu dini yaşamayıp İslamı sadece kitaplardan öğrenen gayr-i Müslimler yapsınlar. Bize ne oluyor?

Onun için, İslamoğlu’nun bu satırları nasıl kaleme aldığını anlamak, maalesef mümkün olamamıştır.
Sonra, böyle değerlendirmeler Hazreti Resûlüllah hakkında değil, onun ümmetleri hakkında yapılır. Peygamberimiz hakkında ise böyle bir değerlendirmeye gitmeye asla yol yoktur.

Öbür taraftan, bu sözler Peygamberlik müessesesini hiç mi hiç bilmemenin ispat ve ifadesinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu sözler, Peygamberimiz’i değil, bu sözlerin sahibi olan yazarın Peygamberlik anlayışını anlatan ifadeler olmuştur.

Şimdi Sayın Yazar’ın başka bir paragrafını okuyalım.
“Resûlüllah, oruçlunun karısını öpmesinin hükmünü soran birine bunun doğru olmadığını söylerken, aynı soruyu soran bir başkasına bunda bir beis olmadığını söylemişti. Bu birbirine zıt gibi duran iki fetvanın muhataplarına baktığımızda nedenini anlamakta zorlanmıyoruz: Hayır dediği genç, cevaz verdiği ise yaşlıydı.”

Gördüğünüz gibi, Sayın Yazar Peygamberimiz’in birbirine zıt gibi görünen iki fetvasına itiraz etmeyip kabul ediyor. Çünkü birbirine zıt gibi görünen bu fetvaların sebebini anlamış…

YA ANLAMASAYDI?..

Evet, ya anlamasaydı?

Tabii ki “Olmaz öyle şey” deyip çıkacak, kabul etmeyecekti.
Kabul etmemesinin Peygamberimiz’e itiraz şeklinde gözükmemesi için de iki fetvanın birbirine uymamasının akla ve mantığa aykırı olduğunu söyleyecek ve bunun yanlış rivâyetlerden ileri geldiğini yazacaktı.
Hele şükür anlamış da kabul ediyor.

Peki, Bay Yazar’ın dinî bir meseleyi kabul etmesi için o meselenin ille de onun aklının alacağı seviyede mi olması lâzım?
Evet aynen öyle. Değilse hemen inkâr ve itirazı basar.
Bize sayısız eserler bırakan eski yazarlar ne kadar büyük âlim olurlarsa olsunlar, eğer onların yazdığı dinî bir meseleyi yazarımızın aklı ve mantığı almazsa o mesele kesin yanlıştır(!).
Sanırsınız ki, âlimler kitaplarını onun mantığına uygun şekilde yazmak mecbûriyetindeydiler…
Evet…
Sayın Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli eserinde baştan sona sergilediği tavır aynen böyle.

ÜÇ MUHAMMED isimli eser, baştan aşağı iki büyük âlimin, (Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî’nin) iki meşhur eserindeki (Şifâ-i Şerif ve El-Hasâis-u Kübrâ’daki) Peygamberimiz’in üstünlüğünü anlatan gerçekleri, ret ve inkârlardan ibâret…
Yazar Mustafa İslamoğlu, ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını, yukarıda isimlerini verdiğim ve asırlardır hem ilimlerine hem şahsiyetlerine hürmet duyulan bu iki büyük âlimin bu iki meşhur eserini tenkit için kaleme almış.
Bunu, gizlemeksizin kendisi söylüyor zaten.

O iki meşhur eserde kendi aklının almadığı ne gördüyse hepsini inkâr ediyor. İnkârdan da öte bu iki İslam âlimiyle yer yer dalga da geçiyor…

Bendeniz Sayın İslamoğlu’na, “Sen kiiim Kadı Iyaz ve İmam Süyûtî kim!” demeyeceğim. Hükmü ben değil siz okuyucular veriniz. En başta da ehl-i sünnet İslam âlimleri...

Zaten de veriyorlar. Melekler de kayda geçiyor…


Ali EREN | 03.06.2013 13:02 | www.haberkita.com


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Dini Sapmalardan Çok Tehlikeli Bir Salgın. Kur'aniyyun!
« Yanıtla #37 : 29 Temmuz 2016, 01:01:51 »
Dini Sapmalardan Çok Tehlikeli Bir Salgın. Kur'aniyyun!

Kur'an'dan başka delil kabul etmeyen bir dalalet (sapıklık) fırkası vardır. Kur'aniyyun ismi verilen bu dalalet fırkası yirminci asrın başlarında İNGİLİZ İŞGALİNDE bulunan Hindistan'da zuhur etmiştir!

Vehhabilik'te olduğu gibi İngilizlerden tarafından teşvik edilmiştir. Bilindiği gibi asırlardan beri Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat Mezhebi üzere olan âlimlerin kabul ettiği, bütün Müslümanlarında benimsediği ve bir ilmihal bilgisi olarak her Müslüman çocuğuna öğretilen EDİLLE-İ ŞERİYYE (Kitap-Sünnet-İcma-ı ümmet ve kıyas-ı fukaha ) inancı tahrip edilmeye çalışılmaktadır.

Zamanımızda da da bu menfi çalışmalar bütün şiddetiyle devam etmektedir. Şu anda da Ehl-i Sünnet itikadının en büyük tehlikesi budur.
Önceleri İCMA ve KIYAS inkar edilerek sadece iki delil olduğu iddia ediliyordu. Son senelerde ise, SÜNNET de inkâr edilerek (doğrudan veya dolaylı yollarla) Kur'an'dan başka delil yok diyenler ve hatta Kur'an'dan başka delil kabul edenleri şirk ile itham eden bazı kimseler zuhur etti.

Müslümanlar, "Kur'an'dan başka delil yok, herhangi bir mesele Kur'an'da varsa kabul edilir" diyenleri, yani SÜNNET, İCMA ve KIYAS'I inkâr ve reddedenleri iyi tanımalı, onların kitaplarını, meallerini okumamalı, konuşmalarını dinlememeli ve sözlerine de inanmamalıdır.

Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat alimlerinin kitaplarını okumalı (İmam-ı Azamı, İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali, Elmalı Hamdi, İmam Birgivi, Ahmet Davutoğlu, Mehmet Zihni Efendi, Ö.N. Bilmen VB.) Dini bilgileri bunların kitaplarından öğrenmelidirler.

Kur'aniyyun dalalet fırkası da zamanımızda isim ve şekil değiştirerek başka isimler altında faaliyetini sürdürmektedir. Bunlar " KUR'ANDAKİ İSLAM" " VAHYİN PENCERESİNDEN " ve benzeri gibi isimler altında her zaman görebilirsiniz. Bir Mezhebe dayanmadan konuşan ve fetva verenler,bu dalalet fırkasının zamanımızın üyeleridir.

"Allah'a ve Rasülü'ne itaat edin !" NUR.24/54.
"Resulüne itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur “NİSA.4/80
"Peygamber size neyi verirse alınız. O sizi neden men ederse ondan uzaklaşınız." HAŞR.59/7
"O'na (Peygambere) itaat ederseniz, hidayete ulaşırsınız."NUR.24/54.
"De ki: Allah'ı seviyorsanız, bana tabi olun ki, Allah da sizi sevsin." Al-İ İmran 3/31.
"Allah'ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır." AHZAP.33/21.

Ayet-i Kerimeleri bize açıkça, mutlak olarak, Allah’ın Resulü H.z.Peygamber'e itaat edileceğini göstermiyor mu? Peygamber Efendimiz de (SAV.) Allah'ın emri istikametinde kendisinin de HELAL ve HARAM kılabileceğini şöyle bildirmiştir.

"Bana Kur'an ve bir o kadarı (sünnet )daha verildi. Yakında karnı tok, koltuğuna yaslanmış birisi, "Size Kur'an yeter; onda neyi helal bulursanız onu helal kabul ediniz, Onda neyi haram bulursanız, onuda haram biliniz " diyecek. Şunu iyi bilinki, Allah RASULÜNÜN HARAM KILDIGI DA Allah'IN HARAM KILDIGI GİBİDİR." Ebu Davut, Sünne:5

Bu mübarek Hadis-i Şerifte bize her şeyi anlatmıyor mu? Yukarıdaki bu dalalet fırkası mensupları, şimdi, bu Hadis-i Şerife zayıf yada uydurma veya Kuran’da yoksa inanmayız mı diyecekler? CENNET ve CEHENNEMİN halen var olduğu ve ebedi oldukları hususunda Ehli Sünnet itikadı bellidir. İmam-ı Azam (RA) Hazretleri "Fıkh-ı Ekber" Kitabında : " Cennet ve Cehennem bu gün yaratılmış ve mevcut durumdadırlar. Allah Teâlâ’nın Cennette Mükâfatı, Cehennemde de azabı sonsuzdur." buyurmaktadır. Durum böyleyken, Mustafa İSLAMOGLU nasıl kalkıp ta "(Cennet cehennem yok olacaktır) görüsü benim görüşüm değildir. Bir Kur'an Talebesi olarak, Kur'andaki "huld" ve "ebed" kelimelerini tahlil ettim deyip kendisine İbni Kayyım'ın bir kitabını kaynak gösteriyor.

Kendisi aradan sıyrılmaya çalışıyor. Sn. İslamoğlu bunu hep yapıyor. 5.12.2004 Tarihinde de VAKİT Gazetesinde Kenan Kıran'nın kendisiyle yaptığı röportajda bir Hadis Meali söyleyerek (Ehl-i Sünnet inancına ters olarak) Adetli(yani abdestsiz) kadınların Kur'an Okuyabileceğini söylüyor da, ben söylemiyorum işte Hadis diyor. Güya kendisi kurnazca aradan çekiliyor. Efendi, Kur’an-ı Kerimden ve Hadis-i Şeriflerden hüküm çıkarmak senin işin değil, Müçtehitlerin işi. Naylon Müçtehitliğe yeltenirsen sapıtırsın. Hayızlı Kadın, ORUÇ TUTAMAZ, NAMAZ KILAMAZ, KUR’AN OKUYAMAZ, Ehl-i Sünnet itikadı böyle. İmam-ı Azam (RA) VB. İçtihatları seni bağlamıyor mu?

Bozacının şahidi,şıracı misali,İbni Kayyım'ın kitabını gösteriyor.Efendi ! Cennet-Cehennemin varlıgı, mükafat ve azabının da ebediligi hususunda Ehl-i Sünnet Alimlerinin İcma'sı var, Mutlak Müçtehit İmam-ı Azam'ın (RA)yukarıda da nakledilen sözleri açık iken siz kim oluyorsunuz da bu hususta aksi fikir beyan eymeye yelteniyorsunuz.

M. İslamoğlu "Kur'an Talebesiyim" derken tevazu göstermeye çalışıyor ama başka bir yazınızda ise
"..Karadavi MÜÇTEHİT olan büyük bir İslam alimidir, fakat ben bazı fikirlerine katılmam..."
demektedir." Bir Müçtehit diğer bir müçtehidin içtihadını kabul etmeyebilir" hükmünce mi acaba böyle demektedir. Karadaviye önce Müçtehit payesini her nasılsa veriyor, sonrada bazı görüşlerini kabul etmediğini söylüyor. Kendi seviyesini okuyucuya ihsas etme yemi çalışıyor?

Sayın M.İslamoglu bir ehl-i sünnet mezhebine tabi olsun ve o mezhep dâhilinde fetva versin, fikir beyan etsin ve kurtulsun, yoksa battıkça batıyor. Bizden kardeşçe bir uyarı. Yoksa yanılttıklarının da cezasını yüklenince, mahkeme-i kübrada o yükü çekemezde zarar edenlerden olur, son pişmanlıkta fayda vermez.
" Ayrılın bugün Ey Mücrimler! " (Yasin-i Şerif 36/59.) diye hitap edileceği o günden korkun...





Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Hep Taktik Hareketlerle İtikadları Bozuyor; Mustafa İSLAMOĞLU (KAZANKAYA)

Birkaç sayıdan beri Mustafa Islamoğlu’nun çoğunu bile bile yaptığı yanlışlarından bahsediyoruz ya, bazıları bundan rahatsız olmuş. Çareyi bendenizi telefonla taciz etmekte bulmuşlar. Telefon ediyor, fakat itirazlarının arkasında duramıyorlar. Birkaç cümleden sonra cevapsız kalıp kapatıyorlar.

Bizim derdimiz neymiş... Mus­tafa Islamoğlu'ndan ne istiyormuşuz... Bizim rantımıza engel olmuş da onun için mi aleyhinde yazıyormuşuz... Uğraşacak başka kimse kalmadı mı da onunla uğraşıyormuşuz vesaire...

Ben de kendilerine şöyle diyorum:

a- Biz ondan bir şey istemiyoruz. Ama kendisine "İslam itikadından ve İslam fıkhından ne istiyorsun?" diye soruyoruz.

b- Rant peşinde değiliz, esasen İslamoğlu ile bizim aramızda zaten bir rant meselesi de yok.
c- Uğraşacak başka bir şey kalmadı mı ki Islamoğlu Müslümanlarla, İslam akâidiyle ve fıkhıyla uğraşıyor?
Bu zatları telefonu kapatmaya mecbur bırakan esas sözüm ise şu oluyor:

Yazdıklarımın hepsi Islamoğlu'nun eserlerindeki yanlışları tenkittir. Sahife numarası vererek sadece onun yazdıklarını aktarıyorum. Mustafa Islamoğlu ile ilgili yazılarımda herhangi bir iftira varsa söyleyin. Veya hangi tenkidim yersiz veya hangi cümlem yanlışsa onu söyleyin.

İşte buna cevap veremeyip telefonu kapatmak mecburiyetinde kalıyorlar.

Onlara buradan diyorum ki:

Lütfen içinizden biraz ilim sahibi olanlar, İslam akaidini ve İslam fıkhını bilenler telefon etsinler. Etsinler ki verdiğimiz cevaba değsin...

Şimdi bu seferki yazımıza ne diyecekler bilmiyorum. İnsafla okunması ricasıyla başlıyorum.

Müslüman, İslam inancına sahip olan kimse, Müslüman ya­zarlığa soyunan kimse de, yazı­larıyla insanlara İslami cihetten yön veren, yön vermeye çalışan, en azından bu iddiada olan kimse demektir. Onun için Müslü­man yazarın işi zor, mesuliyeti büyüktür. .Meselelere İslami açıdan çö­zümler getirmek iddiasıyla mey­dana atılan kimsede, en başta İslâmi ilimlere vâkıf olma şartı aranır. Aksi takdirde o kimsenin Müslümancı yazılar yazıp eser­ler vermesi imkânsızdır. Çünkü bilinmeyen bir şey yazılamaz. İslam'da aslolan, her şeyden önce düzgün ve sağlam bir iti­kada sahip olacak kadar ilme/ bilgiye sahip olup bu doğru bil­ginin gereği gibi inanmaktır. Bu husustaki yanlış bilgi ve yanlış inanç insanı felaket götürdüğü gibi, böyle bir insanın peşinden gidenler de felâkettedirler. İslam inanç ve itikâd madde­lerinden biri de Hazreti Isa me­selesidir. Bizim inancımıza göre Hazreti İsa çarmıha gerilmemiş, ölmemiş ve öldürülmemiş, göğe kaldırılmıştır. Âhır zamanda, dünyanın son zamanlarında yani kıyametten önce yeryüzüne inecek, peygamber sıfatıyla değil, Peygamber Efendimizin bir ümmeti olarak yaşayacak ve onun şeriatı üzere ibadet edecektir.

Hiçbir kimse ebedi bir hayata sahip olmadığı gibi, o da ebede olmayıp sonunda vefat edecektir.

Bu hususta kitaplarımızda okuduğumuz bilgi böyle.

Şimdi birisi çıkar da bunun aksini söyler veya yazarsa, kesinkes Islama zıt bir şey ortaya atmış olur.

Bunu yapan kimse bilmeden yapıyorsa câhil, bile bile yapıyor­sa art niyetlidir.

İyi ama bu kimse ya Kur'an'a mânâ vermek iddiasıyla ilim meydanına atılan biriyse ne diyeceğiz?

Onun cevabını siz okuyucu­lara bırakıp ben söyleyeceğime geçeyim.

Elimde bir kitap var. Kita­bın bir bölümünde İndilerden bahsediliyor. Matta incilinden bahsederken yazar şöyle diyor: "Elde mevcut en eski metin, Hz. İsafın vefatından en az bir-bir buçuk asır sonrasına aittir." (Mustafa Islamoğlu, ÜÇ MUHAMMED, sahife: 49)

Gördünüz mü yapılan felâketi, gördünüz mü vehameti!

Yazar güya Hıristiyanları ve elde mevcut muharref İncilleri tenkit eder görünürken, aslında İslam inancının bir maddesini tenkil ediyor.

Değerli okuyucular, Hazreti Isa hakkındaki İslam inancı yuka­rıda yazdığımız gibidir. Yani Isa (Aleyhisselam) ölmemiş göğe yükseltilmiştir. İslam âlimlerinin ortak görüşü budur. Onun için bu meseleyi uzun uzun müna­kaşaya lüzum yok. Yazara biz sadece şu soruyu soralım:

Hazreti İsa vefat ettiyse, kabri nerede?..

Biz bu soruyu sorsak da sormasak da, sayın yazar Hazreti İsa'nın ölmüş olduğunda ve ye­rini söyleyemese de bir kabrinin bulunduğunda ısrarlı. Nitekim Hıristiyanları tenkit sadedinde şöyle diyor:

"Bugün, tüm kalbimle iddia edebilirim ki, eğer Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse ona en büyük düşmanlık gösterecek olan, onun mitolojik imajını pazarlayarak geçinen kilise­ler ve ruhban sınıfı olurdu." (aynı eser, sa: 62)

Ben de bütün kalbimle iddia edebilirim ki, yeryüzünde Haz­reti İsa'nın kabri yoktur. Onun için, "Hazreti İsa kabrinden çıkıp gelse..." şeklindeki bir söz ya cehaletten veya Müslü­manların Hazreti Isa hakkındaki inancını sarsmak düşüncesin­den ileri gelmektedir...

* * *

Hıristiyanlar, her doğan çocu­ğun günahkâr olarak doğduğu­na inanıyorlar. Onun için doğan her çocuğu vaftiz ederler. Vaftiz suyuyla yıkadıkları çocukların günahtan temizlendiğine inanıyorlar.

Sevgili yazarımız bu konuda Hıristiyanlığı güya tenkit ediyor. Bunu yaparken de devirmedik çam bırakmıyor.

Diyor ki:

"Kur'an'a göre insan doğuştan günahkâr değil, doğuştan sorumluluk sahibidir." (Aynı eser, sa: 57)

Gördünüz mü büyük âlimimizin ilminin derinliğini? Çam devirmek dediğimiz budur işte.

Buna sadece cahillik demek de eksik kalır. Denilse denilse cehl-i mürekkeb, katmerli cahillik demek lâzım.

Bay Islamoğlu, "insan doğuştan sorumluluk sahibidir" diyerek, henüz "ıngaa ıngaa" diye ağlayan ve daha konuşmayı bile bilmeyen bebekleri bile sorumluluk sahibi sayıyor.

Büyüyüp konuşabilecek seviyeye gelmiş olsalar bile, buluğ çağına gelmemiş olan sabiler asla sorumluluk sahibi değillerdir.

Hiç ilim sahibi olmayan bir Müslüman bile bunu bilir, ama sayın yazar bilmiyor...

İnsan doğuştan itibaren so­rumlu olsa, buluğ çağından önce vefat eden çocukların, hatta bebeklerin bile ibâdet yapmadıkları için günahkâr ol­maları icap ederdi. Ama İslam dini onlara böyle bir sorumluluk yüklemiyor.

Bunu birilerinin Islamoğlu'na öğretmesi icap ediyor...

Gelelim meselenin tahliline...

Hıristiyanları tenkit sadedinde, "Kur'an'a göre insan doğuştan günahkâr değil" diyen Bay Islamoğlu'nun sözünün bu kısmı doğru. Ancak, "İnsan doğuştan sorumluluk sahibidir" derken yanılıyor. Yanılmaktan da öte büyük bir tenakuza dü­şüyor ve bu sözüyle, tenkit ettiği Hıristiyanların söylediklerine çok yaklaşmış oluyor. Şöyle ki:

Hıristiyanlar doğan her çocu­ğu günahkâr kabul ederken, Islamoğlu doğan her çocuğu sorumlu sayıyor. Yeni doğan bebekler nelerden ve hangi şeyden sorumlu olacaklardır ve bu sorumluluklarını nasıl yerine getireceklerdir?

Hiçbir sorumluluğu yerine getiremeyeceklerine göre, doğar doğmaz günah işlemeye mi başlayacaklardır?

Ha ne oluyor? Hıristiyanlar herkesi doğuşta günahkâr sayarken, Bay Islamoğlu insanlar doğduktan sonra günah işlemeye başladıklarını kabul etmiş oluyor.

Şimdi hırisitiyâni görüş ile bu görüş birbirine iyice yaklaşmış olmuyor mu?

Öyleyse nerede kaldı Bay Yazar'ın Hıristiyanları tenkidi???

Bakara sûresi 253. âyet-i kerimenin meali şöyle:

"İşte biz bu peygamberle­rin bazısını bazısından üstün kıldık."

Âyetin mealinde de açıkça görüldüğü gibi, peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğu beyan buyruluyor.

Üç Muhammed isimli eserde ise, bu âyet-i kerime hakkında şöyle deniliyor:

"Kurtubi bu âyetin 'Hz. Pey­gamber diğer peygamberlerden üstündür' demeye dahi cevaz vermediği görüşündedir." (Aynı eser, sa: 66)

Islamoğlu'nun yazdığına göre, Kurtubf tefsiri âyetin açıkça beyan buyurmuş olduğu bir meseleye karşı çıkmış olmakta. Oysa Kurtubi tefsiri güvenilir tefsirlerden. Orada böyle bir şey olması mümkün değil.

Biz Bay Islamoğlu'nun huyunu biliriz. Kendi düşüncesini kabul ettirebilmek için, bir eserde olmayan bir şeyi varmış gibi yazar. Böylece o eseri kaleme alan zata iftira etmiş olur. Burada da böyle yapmış olmasın diye düşündük...

Meğer düşüncemizde yanılmamışız. Çünkü Kurtubi tefsiri, Islamoğlu'nun söylediği gibi âyete ters bir şey söylemiyor, aksine âyette ifade edilen gerçeği izah ediyor.

Yani, Hazreti Peygamberin diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye cevaz vermeyen Kurtubf tefsiri değil, Mustafa Islamoğlu'nun kendisi...

Değerli okuyucular! Bir eserde, "Falan tefsirde şöyle şöyle yazıyor" diye bir şey okusanız inanırsınız değil mi? "Acaba gerçekten o tefsirde öyle yazıyor mu?" diye o tefsire bakmak kimin aklına gelir?..

Hangi okuyucu böyle bir yalan yazılacağını düşünür?

Ama siz siz olun, Mustafa Islamoğlu hakkında böyle düşünmekten vazgeçmeyin. O eğer"Falan kitapta şöyle şöyle yazıyor" diyorsa, ismini verdiği o kitaba muhakkak bakıp kontrol edin.

Bu zat zaten ÜÇ MUHAMMED isimli eserinde, Peygamberimizin diğer peygamberlerden üstün olmadığını ispat etmeye çalışıyor. Bu inancına okuyucuyu inandırmak için de Kurtubi tefsirine iftira ediyor...

Oysa Kurtubi tefsiri, Ibni Ab-bas (RadıyAllahü anhüma) Hazretleri'nin şu sözünü aktarıyor:

"Muhakkak ki Allah (Celle celalühü) Muhammed Aleyhisselam'ı peygamberlere ve gök ehline üstün kılmıştır."

Bu sözü aktaran bir tefsirin, "Hz. Peygamber'in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye cevaz vermediğini" söylemek hangi insaf ölçüsüne sığar değerli okuyucular?

Islamoğlu, peygamberimizin diğer peygamberlerden üstün Olmadığını ispata çalışarak ne
Yapmak istiyor?..

Kurtubi tefsiri, "Allahü Teâla diğer peygamberleri kendi kavimlerine gönderdiği halde Peygamberimizi bütün insanlığa peygamber olarak göndermiştir" diyor. Buna delil olarak da şu âyeti kerimeyi zikrediyor:

"Biz seni ancak bütün insanlar için gönderdik." (Sebe sûresi, âyet: 28)

Kurtubi, "Ashabı kiramın hepsi sahabedir ama aralarında üstünlük vardır" diyerek peygamberlerin aralarında da işte böyle üstünlük olduğunu izah ediyor.

Böyle söyleyen bir tefsir hak­kında sen kalk, "Bu tefsir Hz. Peygamber'in diğer peygamberlerden üstün olduğunu söylemeye izin vermiyor" de... Neredesin ey ilim dürüstlüğü!..

Bu üstünlük konusu için Tefsir-i Kebir'e de baktık. Fahreddin Râzi Hazretleri, aynı âyetin tefsirinde Peygamberimizi diğer peygamberlerden üstün olduğuna dair yirminin üzerinde
delil getiriyor...Mesele bu kadar açık iken,hâlâ daha aksini iddia etmek, bile bile ve inatçı bir iddia olmaz mı?..

İmam Süyûti, EI-Hasâisi-i Kübrâ isimli eserinde, "Peygamberimiz, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali'nin öldürüleceklerini" haber veriyor. Peygamberimizin üstünlüklerini anlatan bu esere zaten çok bozulan Islamoğlu ise, eserdeki bu habere de itiraz ediyor. Şöyle diyor:

"Eğer Hz. Peygamber önceden haber vermişse, Hz. Ömer, Osman ve Ali'nin katli "kader" idi ve kaçınılmazdı. O zaman kimseyi suçlamaya gerek yoktu."

Bi kere böyle bir söz ilim adına çok ayıp. İnsana gülerler. Bir kimsenin böyle bir şey yazması için ömründe kaderle ilgili hiç bir şey okumamış olması lâzım.

Evet gülünç... Çünkü adamcağız, kaderle ilgili meselelerin sorumluluk getirmeyeceğini zannediyor. Oysa kaderin dışında hiçbir şey olamaz. Her şey kadere bağlı. Ama bu, sorumluluğu ortadan kaldırmaz. Çünkü kader insanları iyi-kötü hiçbir şeye zorlamıyor. Bay Islamoğlu hiç olmazsa bu kadarcığını bari bilmeliydi...

Bu kadarcığını dahi olsun bilmiyor ama, öte taraftan Müslümanların, "Allah'ı cisimler dünyasına indirdiğini" söylemekten de çekinmiyor. (Sa: 70)

Müslümanlar, Peygamberimizin insanüstü bir varlık olduğuna inanıyorlarmış gibi, Müslümanları suçluyor ve "Oysaki Kur'an Hz. Peygamber'in beşerliği üzerinde ısrarla duruyor" diyor. (Sa: 71)Bütün yaratılmışların efendisi olan Peygamberimizin, bütün ilimleri bilmiş olacağını kabul edemiyor. (Sa: 71)

Peygamberimiz her şeyi mucize olarak Allah'tan öğrendiği halde, harfleri insanlardan öğrendiğini, bunun mûcizelik tarafının olmadığını söylüyor. (Sa: 71)

Verdikleri değerli bilgiler kitaplarımızda yer alan ve iki İslam büyüğü olan Ka'bu'l- Ahbar ve Vehb bin Münebbih'i ağır bir şekilde suçlamaktan çekinmiyor. Ka'bu'l- Ahbar Müslüman olunca, güya Yahudi kültürünü, Vehb bin Mühebbih de güya Hıristiyanlık kültürünü Islama taşımışlar. (Sa: 77)

Islamoğlu'nun bu satırları yazarken samimiyet sahibi olmadığını görüyoruz. Eğer Yahudilik kültürünün Islama taşınmasını istemiyorsa, Yahudi asıllı olan Muhammed Esed'in tefsirine karşı olması lâzımdı. Ama değil.

Karşı olmak bir tarafa, onun sözüm ona meal tefsirini övüyor. Halbuki Muhammed Esed, âyetleri istediği şekilde sündürerek günümüzdeki Yahudiliğin de geçerli olduğunu usturuplu bir şekilde işleyen bir kişi.

Bunu bizim gibi her halde Islamoğlu da görüyor. Görüyor ama ses çıkarmıyor. Bununla da kalmayıp Muhammed Esed'e karşı çıkanlara karşı çıkıyor. Yahudi kültürüne karşı olan bir insan böyle yapar mı hiç?

Peygamberimizin vefatından sonra Müslüman olan Ka'bul Ahbar'ı, "Nûr-u Muhammedi teorisinin mucidi olmakla" suçluyor. Şöyle diyor:

"Yahudi avam kültürü ço­ğunlukla ondan gelen riva­yetlerle İslam kültürüne gir­di. Özellikle tefsir ve hadis rivayetleri bunların başında gelir. Ibni Ömer, Ebû Hüreyre, Abdullah ibn Amr gibi ilk kuşağa mensup isimlerin ondan gelen rivayetleri nak­letmiş olmaları, onun riva­yetlerinin yaygınlaşması ve tutunmasında önemli bir rol oynadı."

Ibni Ömer, Ebû Hüreyre, Ab­dullah ibn Amr gibi seçkin sahabelerin, Ka'bul Ahbar'a itibar etmeleri bile onu bu zatın aley­hinde olmaktan alıkoymuyor. Üstelik onun söylediklerini yay­dılar diye o güzide sahabelere kızdığı da gözlerden kaçmıyor.Öyle ya canım, bir kimse yanlış şeyler söyler, bazıları da bu yanlışları alıp ya­yarsa onlar da suçlu ol­maz mı?

Kahramanımız, sadece yukarıda ismini verdiğim iki zatı değil, asr-ı saadet­te bâtıl dinlerini bırakıp Müslüman olan diğer zatları da suçluyor:

" Müslüman olan ki­tap ehli, son vahyi ve onun taşıyıcısı olan Hz. Peygamberi de kendi kitap ve pey­gamber tasavvurlarıyla okuyorlardı."

Dikkat ederseniz hiç bir istisna yapmadan toptan hepsini suçluyor. Islamoğlu'na göre, Müslüman olan bu zat­lara Islamın hiç tesiri olmamış ve kabul ettikleri yeni dini eski dinlerinin görüşleriyle değerlendiriyorlarmış.

Yukarıda, Islamoğlu'nun Ka'­bul Ahbar'ı "Nûr-u Muhammedi teorisinin mucidi olmakla" suçladığını söylemiştik. Bu konuda Islamoğlu diyor ki, "İbni Teymiyye, bu tür uçuk iddiaları, 'Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbir beşer nur­dan yaratılmamıştır' sözleriyle reddediyor."

Gördüğünüz gibi, Islamoğlu'nu ancak işte böyle sözler rahatlatıyor. "Derecesi ve kıy­meti ne olursa olsun" sözüyle kimin kastedildiğini anlamamanız için bir sebep yok.

Tabii ki kastedilen sevgili peygamberimizidir...

Ama Bay Islamoğlu, Ibni Teymiyye'ye şunu söylemeyi akletmiyor:

"Derecesi ve kıymeti ne olursa olsun hiçbir beşer nurdan yaratılmamıştır" diyorsun.

NEREDEN BİLİYORSUN?YARATILANLAR YARATILIRKEN EZELDEN BERİ HEPSİNİN YANINDA MI OLDUN?

Ali Eren
Gazeteci - Yazar


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
« Yanıtla #39 : 26 Aralık 2016, 01:14:17 »




















Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
« Yanıtla #40 : 31 Aralık 2016, 04:37:36 »

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Mustafa İslamoğlu hakkında ne düşünüyorsunuz?
« Yanıtla #41 : 31 Aralık 2016, 04:38:33 »