Şükretmeden yaşıyoruz. Ya da gerçek şükürle tanışmadığımız için; nimetler artmıyor. “Nimetler şükürle artar” Evet ama, nimetler sayısal olarak artarken, alınan haz duygusal olarak azalıyor.
Pazar sabahları 53 çeşit “Sunday Branch” ile Pazar kahvaltısı yapan aile, milletin içinde çocuğu haşlıyor;
-“Ye zıkkım olasıca. Neyin eksik? Niye yemiyorsun? Oğlum yesene. Beni deli etmesene. Allah cezanı vermesin. Yemeğini bitirsene...”
Aile farkında değil, çocukları onca nimet arasında, nimetlerin tadından mahrumken, yemeğin farkına nasıl varsın. Dolayısı ile ilk önce nimetlerin farkına varmak gerek.
Filmi başından alalım.
Ailecek, arabalarına binip, lüks bir otelin cafesinde Pazar Kahvaltısına gidiyorlar.
Bir kere; Pazar günü hayattasın.
Ailenle birliktesin.
Evden çıkıyorsun, kendi isteğinle. Yani ev sahibi kirayı ödemediniz diye sizi kapı dışarı edip evden atmıyor.
Arabanız var.
Arabaya binecek ayakların var.
Lüks bir otele gidecek paran var.
Gittiğin yerde önüne serilen 53 çeşit kahvaltılığı görecek gözün var.
O mis gibi, sıcacık ekmeğin kokusunu alabilen burnun var.
O reçeli ekmeğe sürebilecek ellerin var.
Şeker hastası değilsin. Reçel yiyebiliyorsun.
Hastanede yoğun bakım ünitesinde cihazlara bağlı bir hayatın yok.
Hapishanede tutuklu da değilsin, özgürsün.
Annen ölmüş; öksüz, baban ölmüş; yetim değilsin.
Annen ve baban çocuk sahibi olmayan, çocuk hasreti ile yanıp ama çocukları olmadığı için, içleri hep buruk kalan bir aile de değil.
Türkiye’de yaşıyorsun. Irak’ta, Filistin’de, Afrika’da değilsin. Bir devletin var. Bağımsız ve özgür. Kaos ortamında değilsin.
Otele giderken, yolunu kesen eşkiya yok.
Otelde (en azından) Irak’taki gibi her gün patlayan onlarca bombanın birisinin patlama riski yok. Rahatsın.
Baban işini kaybetmemiş, işi var ve kazancı iyi.
Annen babandan boşanmamış, ufak tefek sorunlar elbette olabilir ama mutlu bir ailen var.
Annen baban seni Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kapısına bırakmamış.
Dışarıda hava güzel. Sibirya’da yaşamıyorsun. Dondurucu bir soğuk da yok. Ya da çöllerin ortasındaki kıl bir çadırda değilsin.
Küresel ısınma elbette büyük bir tehdit ama hala masada hem de birkaç bardak su var, çayın – kahvenin yanında.
Anne ve babanla, çöpten ekmek toplayan bir aile değilsin.
Kılık kıyafetlerinle kabul gördüğün kesin, seni içeri aldıklarına göre. Hırpani kılıklı, köprü altı tinercisi değilsin. Ailen de değil.
İtibarlı bir ailedesin. İtibarın var.
Sizi kovmadıklarına göre, cebinizde yiyeceğiniz yemeklerin parası da hazır.
Masada, birbirinizin yüzüne sevgiyle bakacak kadar güzelsiniz. Yüzü yanmış masum ve garip hasta çocuk değilsin sen. Ki kaldı ki yüzü yanık ya da yara izli nice insan, diğerlerine nazaran daha şükürlü ve sevgi, dolu yaşıyor hayatı. Annesi yüzüne bakarken korkan bir çocuk değilsin. Ve senin annen de yüzüne bakılmayacak bir insan değil. Biyolojik ve fiziksel olarak bakınca iğrenilecek bir yanık yüz yok. Babanda da yok, öyle bir yüz.
İnsan içine çıkmanı engelleyen bir rahatsızlığın da yok.
İnsanların senden rahatsız oldukları da yok.
Masada iştahını kaçırtan bir sebep de yok ortada.
Peki evladım niçin yemiyorsun, o güzeller güzeli nimetleri?
Yedi milyar dünya insanından en azından altı milyarına nasip olmayan o nimetleri, niçin yemiyorsun?
İştahını kesen şey ne?
“Şükürsüzüm abi. Annemle babam bebeklikten bu yana, bana şükrü hiç anlatmadılar, biliyor musun”? (Küçük Emrah modunda olacak _)
İşte bu iştahsızlık, şükürsüzlük iştahsızlığıdır dostlar.
Ve şükürsüzlük iştahsızlığı, iştah şurubu ile gelmez.
Onun için daha başka, bambaşka bir şeyler yapılması gerek.
Hepimizin yapamadığı, es geçtiği, ihmal etiği bir şey.
Çocuklarımız gözlerimizin önünde eriyip gidiyor.
Kişilik olarak eriyip gidiyorlar. Bedensel, zihinsel, fiziksel ve ruhsal olarak eriyip gidiyorlar.
İştahları kesilince; iştah şurubu,
Zayıflayınca; kuvvet mucunu,
Canları sıkılınca; anti depresanla çocuk büyütüyoruz.
Bir şükürsüzlük yolundayız ki Dostlar sormayın gitsin.
Ne başı belli, ne sonu. Şükredemeden değil, şükrü düşünemeden yaşayıp, gidiyoruz şu garip Dünya’dan.
Peki ne yapacağız?
Nasıl çıkacağız içinden bu şükürsüzlük sendromunun?
Ki o şükürsüzlük sendromu değil midir, mutsuzluk sendromunu doğuran?
Doğru ya; kaç anne baba var, en yeni, en iyi, en pahalı oyuncakları almasına rağmen, çocuklarının gözünde o hasret kaldığımız mutluluk ışıltısını görebilen? Sahi kaç anne baba?
Eskiden çarığı ayakkabı, dalından yere düşmüş portakalı top yapıp, çift kale maç ederdik, Osmaniye’de.
Eski – yırtık pırtık bir çocuk kitabı, onu okumaktan ve defalarca her sayfasını büyük bir istekle tekrar tekrar çevirmekten, haşat olurdu o minik ellerimizde.
Bir arkadaş geldi mi yanımıza, yüzümüz güler, bir akraba geldi mi evimize evimiz şenlenirdi.
Şimdi Palyaço Ekibi ve şenlendirici hokkabazlar bile, neden güldüremiyor çocuklarımızı düşünen var mı? O eski ölümsüz gülücükleri, o nurani yüz ifadesini, o “gülünce göz bebeğinin içi gülerdi” gülücüklerini göreniniz duyanınız var mı?
Anneannem rahmetli, Dedemizin eski kıyafetlerinden, önüne bir ibadet aşkı ile kurulduğu elle çevirmeli Singer Makinesinde bize bayramlık kıyafet çıkartırdı. Takar – takıştırır, ne eder eder ama bizi bayrama bayramlıksız çıkartmazdı. Ve giyince şükrederdik. Ama gerçekten şükrederdik. Yeni bir kıyafetti. Eskiden bozma diye bozulmazdık. Sevinirdik, billahi. Ve hatta evdekilerin ellerini öperdik sırayla, üstümüze yeni bir kıyafet giydiğimizde. Onlar da sevinirdi. Ve eminim evin o havasından, yanı başımızda hep bizimle olan Melekler bile sevinirdi. Ve üstümüze sinerdi onların o kutsal sevinçleri ki, o mutluluk hep uzun sürerdi.
Şimdi alınan onca bayramlıklar, daha alışveriş merkezlerinde onları alırken bile; -“Açtırmayın lan benim bayramlık ağzımı” fırçaları ile alınmıyor mu?
Verilen hediyelerin sevinci, paketi açana kadar.
Gelen onca hediyeye rağmen, mutlulukları sadece hediye paketini açana kadar sürüyor, nedendir bileniniz var mı?
Ne bekliyor, o minik dünyasında, neyi hayal ediyor acaba da yerine getirilmeyen o beklenti üzüyor onu, bilmiyorum. Ama bildiğim tek bir şey var, mutlu değiller. Mutlu olamıyorlar.
“Hıımmm. Bu muymuş” edasıyla açılıyor paketler. Ne alana, ne verene bir kutsi teşekkür. Ne de buna sebep olana.
Hızlı yaşıyor çocuklarımız. Çünkü onlar da bizim şu küresel hızdaki hayatımıza ayak uydurmak zorundalar. Ve o hızda, elde ettiklerinin şükrünü idrak edecek kadar vakitleri olmuyor, dolayısıyla.
Ve haz alamıyorlar. Vitaminini alamıyorlar, elde ettiklerinin. Özümseyemiyorlar ellerindeki nimetleri, şöyle doya doya…
Hani kırk kez çiğne der ya uzmanlar, bir lokmayı. Kırk kez düşünemiyorlar, o nimeti, ki ben birine bile razıyım.
Çocuklar böyle de biz farklı mıyız sanki?