Kötü huylardan olan, ucb ile kibir birbirine çok yakın olduğuğu için çoğu zaman karıştırılır. Bunun için ucbu iyi anlamak gerekir.
Hadîs-i şerifte, “Üç şey, insanı felâkete sürükler: Buhl, hevâ ve ucb” buyuruldu. Buhl sâhibi, yani hasîs, cimri kimse, Allaha karşı ve kullara karşı olan hakları ve vazîfeleri ödemekten mahrûm olur. Hevâsına, yani nefsinin arzûlarına uyan ve ucb sâhibi olan, yani nefsini beğenen kimse, muhakkak helâka, felakete düçâr olur.
Ucb sâhibi, hep ben, ben der. Toplantılarda baş tarafta bulunmak ister. Her sözünün kabûl olunmasını ister.
Hadîs-i şerifte, “Günah işlemezseniz, daha büyük günaha yakalanmanızdan korkarım. O da, ucbdur” buyuruldu. Günah işleyenin boynu bükük olur. Tevbe edebilir. Ucb sâhibi, ilmi ile, ameli ile mağrûr olur. Egoist olur. Tevbe etmesi güç olur.
Günah işleyenlerin iniltileri, Allahü teâlâya, tesbîh çekenlerin övünmesinden iyi gelir. Ucbun en kötüsü, hatâlarını, nefsinin hevâsını beğenmektir. Hep nefsine uyar. Nasîhat kabûl etmez. Başkalarını câhil sanır. Hâlbuki, kendisi çok câhildir.
Bid’at sâhibleri, mezhebsizler böyledirler. Bozuk, sapık i’tikâdlarını ve amellerini, doğru ve iyi bilip, bunlara sarılmışlardır. İşlediklerini ibadet olarak da yaptıklarından tevbe etmek, pişman olmak akıllarına gelmez. Tevbesiz olarak ölürler.
Böyle ucbun ilâcı çok güçtür. Mâide sûresinin, “Kendinize bakınız. Kendiniz doğru yolda oldukça, başkalarının sapıtması size zarar vermez!” meâlindeki yüzsekizinci âyet-i kerîmesinin manasını Resûlullahtan sordular. Cevâbında, “İslâmiyetin emirlerini bildiriniz ve yasak ettiklerini anlatınız! Bir kimse ucb eder, sizi dinlemezse, kendi hâlinizi ıslâh ediniz” buyurdu.
Ucb hastalarının ilâcını hâzırlayan âlimler, Ehl-i sünnet âlimleridir. Fakat bu hastalar hastalıklarını bilmedikleri, kendilerini sıhhatli sandıkları için, bu tabîblerin nasîhatlerini, ilimlerini kabûl etmezler, felakette kalırlar. Hâlbuki bu âlimler, Resûlullahtan “sallAllahü aleyhi ve sellem” aldıkları ilâçları, hiç değişdirmeden, bozmadan sunmaktadırlar. Câhiller, ahmaklar, bu ilâçları, onların yaptıklarını sanır. Hak yolda bulunduklarını zannederek, kendilerini beğenirler...
Hased; kıskanmak, çekememek
Kötü huyların biri de haseddir. Hased, kıskanmak, çekememek demektir. Allahü teâlânın ihsân ettiği nimetin ondan çıkmasını istemektir. Faydalı olmayan, zararlı olan bir şeyin ondan ayrılmasını istemek, hased olmaz, “gayret” olur.
İlmini, mâl, mevki ele geçirmek, günah işlemek için kullanan din adamından ilmin gitmesini istemek gayret olur. Mâlını haramda, zulümde, İslâmiyeti yıkmakta, bid’atları ve günahları yaymakta kullananın malının yok olmasını istemek de, hased olmaz, din gayreti olur. Bir kimsenin kalbinde hased bulunur, kendisi buna üzülür, bunu istemezse, bu günah olmaz.
Kalbde bulunan hâtıra, düşünce, günah sayılmaz. Hâtıranın kalbe gelmesi insanın elinde değildir. Kalbinde hased bulunmasından üzülmezse veya arzûsu ile hased ederse, günah olur, haram olur.
Bu hasedini sözleri ile, hareketleri ile belli ederse, günahı daha çok olur. Hadîs-i şerifte, “İnsan, üç şeyden kurtulamaz: Sû-i zan, tayere, hased. Sû-i zan edince, buna uygun harekette bulunmayınız. Uğursuz zannettiğiniz şeyi, Allaha tevekkül ederek yapınız. Hased etdiğiniz kimseyi hiç incitmeyiniz!” buyuruldu. Tayere, uğursuzluğa inanmakdır. Sû-i zan, bir kimseyi kötü zannetmekdir. Bu hadîs-i şeriften anlaşılıyor ki, kalbde hased hâsıl olması, haram değildir. Bundan râzı olmak, devamını istemek, haram olur.
Kalbe gelen düşünce beş derecedir: Birincisi, kalbde durmaz, defedilir. Buna “hâcis” denir. İkincisi kalbde bir zaman kalır. Buna “hâtır” denir. Üçüncüsü, yapmak ile yapmamak arasında tereddüd olunur. Buna “hadîs-ün-nefs” denir. Dördüncü derece, yapması tercîh edilir. Buna “hemm” denir. Beşinci derecede bu tercîh kuvvetlenip, karar verir. Buna “azm” denir.
İlk üç dereceyi melekler yazmaz. Hemm, hasene ise yazılır. Seyyie ise, terk edilirse, sevap yazılır. Azm olursa, bir günah yazılır. İşlemezse, bu da af olur.
Hadîs-i şerifte, “Kalbe gelen kötü şey söylenmedikçe ve buna uygun hareket edilmedikçe af olur” buyuruldu. İnsanın kalbine, küfür veya bid’at i’tikâdı olan bir düşünce gelince, bundan üzülür ve hemen reddederse, bu kısa düşünce, küfür olmaz...
Mehmet Oruç