Gönderen Konu: Ferah ancak sa’ydedir  (Okunma sayısı 2295 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı beyoğlu

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 24
Ferah ancak sa’ydedir
« : 09 Eylül 2008, 06:00:37 »

RAB, İNSANA bir şeyler öğretmek için farklı yollar kullanır. Eğitim metodunu değiştirir. İnsanı şaşırtır. Şaşkınlık içindeki fırsatı değerlendirir ve öğrenilmesi gereken dersi verir. Bu okulda eğitim psikolojisi dersinde bize öğretilen “Fırsat eğitimi” denilen metottur. Bu yöntem çoğu zaman başarılıdır, zira insan en iyi hayret makamında öğrenir.


Son günlerde bir sevgili dostumun sıkıntısına tanık oldum. Tam da doğum günüydü, ona kendimce hoş bir hediye aldım ve evinin yolunu tuttum. Geç bir saatti, eşim de aşağıda beni bekliyordu, hediyeyi verip çıkacaktım. Baktım, boynuma sarılmış ağlıyor. Nedenini sordum “içim sıkılıyor” dedi. Sebepsiz bir sıkıntıydı bu. Bana da ara sıra olurdu. Bir şey diyemedim. Sadece hediyeyle beraber iyi gelir diye bir iki sevgi cümlesi söyledim ve evinden ayrıldım. Ancak aklım onda takılı kaldı. Keşke bir şeyler yapabilseydim…


Bir sıkıntı sökün edip gelince, neler söylemek neler yapmak gerekirdi? Bunu hala tam olarak öğrenememiştim. Sıkıntı sesleri boğan bir şiddette geliyordu ki, sesim kesiliveriyordu. Aklım dahi duruyor, hikmet kuşu pencereden uçup gidiyordu. Bir şey vardı ve ben onu bilmiyordum yoksa böyle her sıkıntı karşısında dili tutuk elleri bomboş kalmazdım. Cevabı bence meçhul sorular sorup durdum kendi kendime gece boyunca.


Ertesi gün hala sıkılıyordu, onu iftara davet ettim. Belki derdini anlatır rahatlardı, hiç değilse havası değişirdi. Tam o sırada annem aradı, bana yeni ezberlediği “İnşirah suresi”ni okudu. Ardından mealini söyledi. Çocuk gibi “aferin” bekliyordu. “Bak bu Ramazan tek tek bunları ezberliyorum” diyordu. Tebrik ettim, telefonu kapattım. Tam o sırada zihnimde bir ışık yandı. Gece boyu sorduğum soruların cevabı, hatta her sıkıntı anında sorduğum sorunun cevabı bir telefonla verilmişti. Bunun da iyi bir tarafı vardı, etrafta bile dillere destan bir savaşçı olarak bSurede diyordu ki, “Her zorlukla beraber bir kolaylık vardır” ve bunu ikinci kez tekrar ediyordu. Demek bu zor bir meseleydi, öyle hemen anlaşılamıyordu. Ben zorluk sonrası bir ferahlık görsem de, zorlukla beraber bir kolaylık göremiyordum. Bu yüzden de teselli bulamıyor, sıkıntılara diş sıkarak sabrediyor ve sonunda savaştan çıkmış gibi oluyordum. Biliniyordunuz, namınız alıp yürüyordu, ama yorgunluk ve tükenmişlik yakanızı bırakmıyordu. “Muhakkak biz insanı zorluk için yarattık”(Beled 4) ayeti vazıh oluyordu da, hani neredeydi inşirahtaki ferahlık?


Ama müteakip ayet bize cevabı veriyordu. “O halde boş kaldığın zaman hemen başka bir işe giriş, yorul” diyordu. Zorluk içindeki kolaylığı “çalışma” ile açıklıyordu. Bu enteresan bir bağıntıydı. İlk bakışta insana alakasız gelen iki mesele ardı ardına getirilmiş soru cevap halinde önümüze konulmuştu. O halde sıkıntıdaki insan için kurtuluş çalışmak bir şeylerle meşgul olmaktı. Ancak o zaman zorluk içinde kolaylık bulabilirdik. Oysa biz ne zaman bir sıkıntı veya depresyon hali yaşasak yapageldiğimiz her işi bırakıyorduk. Bu da sıkıntıya yoğunlaşmamıza, karanlığa dalmamıza, düştüğümüz kuyunun içindeki taşları tek tek saymamıza sebebiyet veriyordu. Bu hal doğurgan bir hal değildi. Bilakis bizi daha da uyuşturuyor ve daha da hasta ediyordu. Bunu iyi biliyordum, çünkü ben de dipte çok kalmış, derinlik sarhoşluğu çok yaşamış bir dalgıçtım.


“Sıkıntıyı hisset yaşa” diyenler yanılıyorlardı. Sıkıntıyı hissetmemek zaten mümkün değildi ama onun içinde ruhumuzu boğmaya hiç gerek yoktu. Yapılacak şey belliydi. Çalışmak. Sıkıntı anında yürüyüş önerenler de basitçe aynı şeyi öneriyorlardı, sa’y etmek. Sa’y umrede iki tepe arasında yürümeye deniliyordu ki, bu da ilginç bir tevafuktu; demek yürümek de bir sa’y çeşidiydi. O halde fıtrata uygun her çaba, her güzel iş, her meşguliyet bize zorluk içindeki kolaylığı gösterecek bir sa’ydi. Ben de çoğu zaman ruhum daralıp klavye önüne geçmiş ve yazı yazmıştım. Çalışmak bir terapi çeşidi gibiydi. Ama bunun için yorulmak icab ediyordu. Demek okyanus dibinde de olsak inci toplamaya çalışmak gerekiyordu.


Bir meşguliyeti olduğunda insan daha az bunalıyordu. Küçük şeyleri dert edinmekten, bir habbede takılıp kalmaktan, bir bardak suda boğulmaktan halas oluyordu. Bir şeyler üretmek, bir şeye zihnen ve bedenen yoğunlaşmak, sizi sıkıntıdan uzaklaştırıyor ve gecenin bitmesini şafağın sökmesini beklemek kolaylaşıyordu. Amel adeta gece yaktığımız bir lamba hükmündeydi ve ruhumuzu aydınlatıyordu. Tıpkı gecenin bir yarısı kalkıp namaz kılmak, Kur’an okumak gibi…


Demek başağrısının gelir gibi olduğunu hisseden bir migren hastası nasıl gider ve ilaç alır, ağrıya karşı savunma duvarını yükseltirse, sıkıntı ve hüzün hali baş göstermeden hayırlı bir işten bir tutam almak gerekiyordu. Günah işleyen insanın hemen ardından bir iyilik yapmasını öğütleyen nebevi terbiye bize sıkıntının da güzel bir amelle giderileceğini fısıldıyordu. Tamamen gitmese bile, katlanılabilir hale gelecekti. Sıkıntı içindeki şeytan üflemeleri temizlenecek, sadece fıtraten kaldırabileceğimiz yük omuzumuzda kalacaktı. Şeytanın üfürmelerini işitmemek için gerçekten değerli bir şeylerle zihni meşgul etmek lazımdı.


İnsan Rabbe soru sorar ve Rab insana bazen hemen cevap vermez. Zira soru soran o anda cevaba hazır değildir. Duymaya güç yetiremeyeceğini sormaktadır. Tıpkı bize henüz anlayamayacakları meseleleri soran çocuklarımız gibi. Biz de hemen cevap vermeyiz. Onun yaşamasını ve görmesini bekleriz. Sorusunun cevabını anlayacak kıvama geldiğinde ve bir yaşanmışlık bunu desteklediğinde sorusunu ona hatırlatır ve cevap veririz. Rab da öyle yapar. Bize bilmek istediklerimizi bilebileceğimiz zamanlarda öğretir.


İnşirah suresinin son ayeti diyordu ki, “Ve artık ancak Rabbini arzula.” Sıkıntılar da bizi bu kıvama getirmek için değil miydi? Sıkıntı bizi yalnızca Rabbimizi arzular bir noktaya getirdiyse görevini bihakkın yapmış demekti.

Bizi en güzel surette terbiye eden Rabbe hamdolsun.

   09/09/2008


© 2008 karakalem.net, Mona İslam