Haber-i Vâhidlerin Zan İfâde Etmesi Nasıl Anlaşılmalıdır?
Burada Mustafa İslamoğlu’nun cevâbında da dikkat çektiği gibi; İslam modernistlerinin haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği husûsuna dönük bir çarpıtmasına temas etmeliyiz.
İslam modernistleri bir itikad ilkesini kabul etmediklerinde tavırları bellidir; genelde konu hakkındaki hadislerin haber-i vâhid olduğunu ileri sürerler. Daha sonra haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği yönündeki prensibi gündeme taşıyarak haberin içeriğine îman etmeyişlerini kendilerince bir sebebe bağlamış olurlar.
Evet, ifâde edildiği gibi haber-i vâhidlerin zan ifâde etmesi usûlî bir konudur ve kat‘î bilgi ifâde etmelerini sağlayan -ve yukarıda bir örneğine yer verilende olduğu gibi- herhangi bir karîne bulunmadığında söz konusudur.
Ancak burada kapalı kalan ve kapalılığı fırsat bilinerek manipüle edilmeye çalışılan bir konu var. Haber-i vâhidlerin ifâde ettiği belirtilen zan, zann-ı gâliptir. Yâni hadisin durumuna göre yüzde elli bir ile yüzde doksan dokuz arasında değişebilen güçlü kanaattir.
Şöyle söyleyebiliriz; normal şartlarda haber-i vâhidle sâbit bir meseleye inanmak için elimizde geçerli bir sebep olduğu halde onu inkâr etmek için geçerli bir sebep bulunmamaktadır. Bu da aksine delil olmadığı zaman haber-i vâhidlerin gereğince inanmak icap ettiği anlamına gelir.
Durum böyle olunca haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği yönündeki bu usûl prensibini ilgili haberlerin içeriğine karşı güvensizlik telkin eden bir bağlam ve üslûp içinde dile getirmek esâsen ilgili prensibi uygulama hassâsiyetinin değil, onu çarpıtmanın işâretidir.
Zîrâ söz konusu prensip haber-i vâhidlerin içeriğinin doğru olması ihtimâlinin yanlış olması ihtimâline karşı daha güçlü olduğunu ve dolayısıyla îtibâra alınması gerektiğini ifâde ettiği halde burada tam aksi bir amaçla kullanılmakta, ilgili haberin içeriğine îmânın lüzumsuzluğuna araç kılınmaktadır.
Nitekim nüzûl-i Îsâ’ya inanmayan kimse konu hakkındaki hadislerin haber-i vâhid olduklarını duyduğunda acaba yanlış mı yapıyorum diye bir tereddüt duyması gerekeceğine, inkârını bir temele dayandırmışçasına rahatlamaktadır.
Bu durumda haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği yönündeki prensibi doğru anlamamız gerekmektedir. Bu prensibi doğru anlayabilmek için önce onun usûl ve kelam kitaplarında ne münâsebetle kullanıldığını bilmek icap eder.
Usûl ve kelam kitaplarını inceleyenler görecektir ki haber-i vâhidin zan ifâde ettiği ve kat‘î bilgi sağlamadığı yönündeki prensip özellikle iki konuda gündeme taşınmaktadır. Bunlardan biri nassların te‘âruzu konusu, diğeri tekfir konusudur.
Nassların te‘âruzu konusunda bilhassa Hanefî usulcüler Kur’ân’da bulunan tahsis edilmemiş umûmî lafızlar bahsinde bu lafızların haber-i vâhidlerle tahsis edilemeyeceğini ifâde ederlerken ilgili prensibe atıf yaparlar.
Bir de usulcüler haberlerin kendi aralarındaki te‘âruzu bahsinde de bu kaideye dikkat çekmektedirler ki onların bu atıfları, haber-i vâhidleri delil kabul etmemeye dönük değil, sâdece nassları hiyerarşik bir düzene göre anlamaya dönük bir çabanın ürünüdür.
Tekfir konusundaki atfa gelince; bu prensibe daha çok kelam kitaplarında atıfta bulunulur ve bu konu haber-i vâhidle sâbit meseleleri inkâr ettiği için her hangi birini tekfir etmemek gerektiği anlatılırken gündeme getirilir.
Burada da haber-i vâhidlerin delil olarak görülemeyeceğine dâir en ufak bir îmâ söz konusu değildir. Prensibin gündeme getirilmesi sâdece tekfir konusunda ihtiyatın gerekliliğinden kaynaklanmaktadır.
Demek oluyor ki, prensibi doğru yerde uygulamak istiyorsak onu ya nassların te‘âruzu (delillerin çelişmesi) ya da tekfir konusunda kullanmalıyız. Âyet ya da mütevâtir veyâ meşhur hadislerin açık ifâdelerine aykırı bir rivâyetle karşılaştığımızda ilgili rivâyetin sıhhat değerini araştırır, bu meyanda haber-i vâhid olduğunu ve zan ifâde ettiğini belirtiriz. Ardından aksini gösteren delillerin açık âyet veyâ mütevâtir ya da meşhur hadisler olduğunu, kat‘î bilgi ifâde ettiklerini söyleriz.
Böylece nasları birbirleriyle çatıştırmadan bir ahenk içinde anlamanın yolunu aramaya çalışırız.
Ya da prensibi bir hadisi inkâr eden kimse karşısında uygulamaya sokarız. Eğer inkâr ettiği rivâyet haber-i vâhid ise zan ifâde ettiğini, dolayısıyla söz konusu şahsı tekfir etmemizin doğru olmayacağını anlarız. Yoksa Allâh Rasûlü’nden sahih bir yolla aktarılmış ve müçtehidlerin nassların tespit ve tefsirine dâir incelemelerinden geçmiş bir hadis rivâyetinin gereğine îman konusunda uygulanamaz. Dolayısıyla “Bu hadis haber-i vâhiddir, içeriğine inanmam gerekmez” şeklinde bir savunma geliştirilemez.
Maalesef günümüzde prensip hep bu savunma psikolojisiyle kullanılmakta, nedense hep inkârın kılıfı olarak takdim edilmekte ve sürekli haber-i vâhidler karşısında Müslümanları hem yersiz hem de yanlış bir tavra sürüklemektedir. Eğer bu prensibi uygulayanlar usûlü işletme duyarlılığından hareketle bunu yapıyorlarsa aynı duyarlılığın gereği olarak prensibi yerli yerince de kullanmak mesuliyetindedirler.
Sonuç olarak; sözün başından beri anlatmaya çalıştığımız gibi gerek konuyla ilgili hadislerin mâhiyet ve husûsiyetleri, gerekse muhtelif İslâmî ilimlere konu olan prensipler göz önünde bulundurulduğunda nüzûl-i Îsâ’ya dâir rivâyetlerin tevili mümkün görünmemektedir.
Bununla birlikte ilgili rivâyetlerin mütevâtir olmadığı yönündeki iddia başta mütevâtir hadisin târifi açısından temelsizdir. Haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği ve akîdeye konu olamayacağı prensibi de aslen açılımı ve kapsam alanını sınırlayıcı diğer prensipler dikkate alınmadan peşin fikirlere kılıf üretmek üzere manipüle edilmeye çalışılmıştır.
Son olarak gördük ki, haber-i vâhidlerin zan ifâde ettiği yönündeki prensip günümüzde ne doğru yerde ne de doğru amaçla kullanılmaktadır. Önceleri nasları bir hiyerarşi içinde doğru anlamanın ölçüsü olarak kullanılan bir prensibin bugün nasıl da nasları hayâtın dışına itme aracı olarak istismar edildiğini göstermesi bakımından bu hayli mânidardır.
Bütün bunlardan sonra Mustafa İslamoğlu’nun nüzûl-i Îsâ konusundaki görüşlerinin herhangi ilmî mesnede dayanmadığını, şartlanmış bir zihinle meseleyi basitleştirdiğini söylemek durumundayız.
Vesselam…
--------------------------------------------------------------------------------
[1] Akla ilk gelen bir misal olarak selefisinden Eşarisine ve Matüridisine kadar hemen bütün müminlerin 1100 yıldır başucu eseri kabul ettiği Tahâvî Akîde’sinde bu konuda şöyle denir: Deccal’ın çıkması, Meryemoğlu İsa (aleyhisselam)ın gökten nüzûlü gibi kıyamet alametlerine iman ederiz. s. 29.
[2]
http://www.tumgazeteler.com/?a=2573959http://www.darusselam.com/reddiyeler/170-nuezul-isa-hadisleri.html