Odalar ve dolaplar-I

Başlatan İsra, 16 Ekim 2009, 03:49:55

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

İsra

Nasıl karşılar acaba bunu? Saygısızlık olarak mı addeder yoksa bir terapi tekniği olarak mı?

Terapi tekniği olduğunu fark ederse etkisi az olur mu? Bu kadar soru bir an fazla geliyor. Her ikimizin de samimiyetine güvenmekten başka bir seçeneğim yok.

"Evet, ben de senin yetersiz bir insan olduğuna katılıyorum. Hatta senden daha ileri giderek mutlak yetersiz olduğuna inanıyorum." deyiveriyorum.

"Neden böyle düşündüğünü açıklamak zorundasın."

"Çok basit. Şu duvarın arkasını göremiyorsan ki göremezsin, yetersiz bir insansındır."

"Duvarın arkasını bütün insanlar göremez ama!"

"Bütün insanlar neler yapamaz başka?"

Uzun bir liste yapıyoruz.

"Duvarın ötesini neden göremiyorum diye hiç kendine kızdın mı?"

"Saçma bir soru değil mi bu! Tabii ki kızmadım, bu kendime haksızlık olurdu. Sen bana bir şeyler anlatmaya çalışıyorsun ama neden bunu böyle dolaylı bir yolla yapıyorsun? İlla ki bir tekniğin mi olmak zorunda! Gerçi terapistlerin de farkı bu olmalı. Eğer bunu sadece bir fark oluşturmak için yapıyorsan, bana anlatmak istediğini doğrudan söylersen daha çok memnun olurum."

İlk görüşmemizde içinde bulunduğu ruh halini anlatmak için yaptığı teşbihle büyülenmiştim: "Hani baharda kışlıkların kaldırılması sırasında dolaplarda ne var ne yok hepsini odaya dökersiniz ya toplamak için. Birazını katlayıp raflara yerleştirirsiniz ama sonra yorulursunuz, bıkarsınız da 'Aman' deyip hepsini tortop edip dolaba yeniden tıkıştırırsınız ya..." Bir anda dünyasının içinde bulmuştum kendimi. Bundan daha güzel bir benzetme olabilir miydi? Oysa söze o çok bildik girişle başlamıştı: "Hayatımda bir şeyler ters gidiyor, bir şeyler eksik ama ne olduğunu tam olarak çözemiyorum."

Ruh hali çökkünleşmiş insanların başına gelen onun da başına gelmişti. Kimse ona ne olduğunu anlayamıyordu. Neden anlaşılamadığını anlamak için zihnimde sorular biriktiriyordum ki, bekleyip sabretmemin ödülünü almıştım: "Çünkü oda tertemiz, bütün fazlalıklar dolaba tıkıştırılmış. Dağınıklık yok, her şey mükemmel gibi görünüyor... Ama ben bir şey lazım olduğunda, elimi dolaba her attığımda her şeyin odaya saçılmasından ve onları yeniden tıkıştırmaya çalışmaktan yoruldum." İkinci kez büyülenmiştim. Tertemiz ve düzenli bir oda ile karmakarışık dolap imgesi zihnime öylesine kazınmıştı ki bir daha unutacağımı sanmıyordum.

Takıntı haline gelmişçesine hayatı sorguluyordu. "Aslında cevabı biliyorum ama bir türlü içselleştiremiyorum" diyordu. Bildiği cevapların kendisine yetmediğine de kızıyordu. "Bir yerde hata yapıyorum, ama ne bu?" sorusu etrafında dönme dolap gibi dolanan zihninin enerjisi tükendi tükenecekti. Evet, bir yerde hata yapıyordu. Hepimiz bir yerlerde hata yaparız çoğunlukla. Hayatımızın tümü hata ile geçmez. Ama hata bazen öylesine önemli bir yerde yapılır ki o hata küçücük de olsa hayatla bağımızı koparma noktasına getirebilir bizi.

Kendini göçebe gibi hissediyor, birazdan "hadi kalk, gidiyoruz" diyecekler gibi yaşıyordu son birkaç aydır. "Evet, tam öyle diyecekler. Ama birazdan, ama yıllar sonra. Ama bir gün mutlaka ama mutlaka diyecekler." Yok hayır, bunları ona söylemiyorum, içimden söylüyorum, kendime mi ona mı söylediğimi bilmeyerek.

Genel olarak hayatında başarılı bir insan olduğunu söylemişti altını çize çize. Sınavlara hep düzenli çalışırmış. İstediği yerleri hep kazanmış. İşyerinde hep çalışkan biri olarak bilinmiş. Titiz, mükemmeliyetçi. Yaptıklarını en iyi şekilde yapmalıyım diye didinenlerden o. Ama, evet bir ama var işte.

"İnsanların çabalarımı takdir etmesini 'alçakgönüllülükle' kabul ederdim."

İkimiz de suskunlaşıyoruz.

"Ne?"

"Ne ne?"

"Niye baktın öyle?"

"Ne demek istediğini bilmiyorum inan."

"Hadi canım, bal gibi biliyorsun; sol kaşının hafifçe yukarı doğru kalktığını, 'Alçakgönüllülükle kabul ediyordum'a takıldığını neden söylemiyorsun açık açık?"

Haklıydı, "alçakgönüllülük" kelimesine takılmıştım. Neden takıldığımı ise hikâyesinin gerisini dinleyince birlikte anlayacaktık. İlk seansın sonunda "Benden istediğin nedir?" dediğimde: "Karmakarışık dolabımı düzenlememe lütfen yardım et." diye cevap vermişti. Elimden geleni yapacağıma söz vermiştim ben de.


Mustafa Ulusoy

tercüman

Teşekkürler. Dolaplar, mesajlar, kişisel gelişim, bakış açısı, sorgulama, hedeflere ulaşma, yardım, nasihat, mazi muzari ati, veda ve diğerlerini içinde barındıran bir yazı. Enteresan yanı "başlığı."
All I know is that I know nothing.
Tüm bildiğim hiçbir şey bilmediğim.
-Sokrates-

fasulye


İsra

İnsanın gerçek benliği ancak istekleri, arzuları gerçekleşmediğinde ve başarısızlık durumlarında belirir. Sonsuz İrade şöyle bir dokunur hayatlarımıza.

Varoluş, apaçık gerçekleriyle yolumuza dikilir. Biz, var olmayı unutmuş, sıradan hayat olaylarına kaptırmış giderken. İstenir ki hayat kimindir, kimin için yaşanıyordur, anlayalım. Ve istenir ki gerçekten bize verilenlere alçakgönüllülükle mi mukabele ediyoruz, bilelim. Elimizden alınanlara alçakgönüllülükle mukabele edemiyorsak verilenlere de alçakgönüllü davranmıyoruzdur.

Son derece gelişmiş sezgileriyle, güvendiği aklıyla geçirdiği başarılı yılların ardından tökezlemişti. "Sonra" demişti, önemli bir şey söyleyeceğini ima eden bir ses tonuyla, "bir ayrıntıyı atlayınca önemli bir işi bağlayamadım." İlk kez başına geliyormuş. Kendine güveni sarsılmış, neredeyse tüm çalışma isteğini kaybetmiş. Arkasından "Elimden hiçbir şeyin gelmediği, olmasını çok istediğim ama ne yaparsam yapayım olmasını sağlayamadığım" diye tanımladığı başka bir sorun da, birincinin zamanını kolluyormuşçasına "Ben de buradayım" demiş. Ne olduğunu sormadım, o da anlatmadı. Merakımı mı körüklüyordu? Belki de o dolabın kapağını açmak istemiyordu henüz.

"Bunu nasıl göremedim!" diye dövünüp duruyordu. Kendini güçlü, yeterli biri olarak kabul eden sistemi çökmüştü. O hiç hata yapmazsa, yaptığı her işte en iyi olursa, istediklerini elde ederse "yeterli, güçlü" bir insandı. Böyle kurgulamıştı kendini. Şimdi kurgusu çatırdıyordu. Beceriksiz, yetersiz bir insan olduğuna inanmaya başlamıştı. Bu kadar yetersiz ve beceriksiz biri nasıl olup da birçok işi kotarabilmişti.

O önemli işi bağlasaydı, "Nasıl da atlamadım ve bunu da başardım" diye kendini yücelteceğini hissetmiş, bunu onunla paylaşmış fakat hiçbir tepki almamıştım. Ama o beni bir kez daha şaşırtmıştı. Bir sonraki görüşmede, "Kaşının hafifçe yukarı kalkışı işe yaradı" diye söze başlamıştı. "Alçakgönüllülük üzerine çok düşündüm. Şimdiye kadar başımdan geçen olumlu, başarılı şeyleri Allah takdir/nasip ettiği için yaşayabildiğimi göz ardı etmişim. Tamam, gösterdiğim başarılarda irademi tümden yok sayamam ama yapıp ettiklerimin bir hak ediş değil, lütuf olduğunu anlıyorum şimdi. Aslında bu yaşadığım dönem de Allah'ın bir lütfu olsa gerek, yoksa ben hâlâ 'ben yaptım, ben başardım' diyerek ortalıkta gezecektim, aslında her sancı bir doğumun habercisi gibi belki de. Belki de Allah, bu yanlışımı fark etmemi istedi."

Soluğumu tutmuş dinliyordum ki, "Şimdi soru şu" deyip bir süre sustu. Ben de biraz soluklanıp bütün dikkatimi ona verdim. "Hayatta bana verilen olumlu şeyleri memnuniyetle kabul ediyorsam, olumsuzlukları nasıl tevekkülle kabul edebilirim? Yani nasıl sonsuz teslimiyet içinde olabilirim?"

Gerçekte tahammül edemediği, teslim olamadığı yaşadığı olumsuzluklar mıydı? İnsan benliğinin başarısızlıklara ya da isteklerinin gerçekleşmemesine duyduğu tahammülsüzlüğünün, büyük ekseriyetle aslında bu durumların bize hissettirdiği "acizlik, yetersizlik" hissine yönelik olduğunu biliyordum. Ve onun da başının "acizlik, yetersizlik" hissiyle iki şekilde dertte olduğunu fark etmiştim (aslında her iki yetersizlik hali birbiriyle iç içedir, anlaşılması için zoraki ayırıyorum). Birincisi; varoluşsal olarak hepimiz mutlak yetersiziz. Bu her insana özgüdür. Yani yetersizlik, acizlik özü itibarıyla kötü bir şey değildir. Çünkü yetersizlik acizlik bizim özümüzdür. Böyleyiz biz. Ölümünün önüne geçemeyen, güçlü kuvvetli olduğundan bahsetmemeli değil mi?

İşte duvarın ötesini göremeyeceğini fark etmesini bu yüzden istemiştim. Hepimizin özündeki o insani mutlak yetersizliği, acziyeti görmesini, bunu kabullenmesini istiyordum.

İkincisi: "Başarısızlık" diye tanımladığı olay, gerçekten işiyle ilgili bir yetersizliğine dayanıyor olabilirdi. Ama o, tek bir olay için yaşadığı yetersizliği bütün kimliğine yaymış ve "yetersizim" kabulüne bulanmıştı. Bu kabulle ne yaparsa yapsın yetersiz bir kişi olarak algılıyordu kendini. Bu genelleştirici bakıştan kurtulmasını istiyordum. "Yetersiz biriyim" yerine "şu olayda yetersizlik gösterdim" ya da "hesaplarda bir şeyi atladım, o an yetersiz davrandım" şeklindeki adil değerlendirmeyi yapabilsin istiyordum.

Seans bittiğinde yakınlarda okuduğum şu satırları hatırladım nedense: "Ey insan! Kendini kendine Malik sayma, sen kendini idare edemezsin, o yük ağırdır. Öyle ise beyhude ızdıraba düşüp azap çekme, mülk başkasınındır. Dehşet aldığın zaman 'Mevla'm görelim neyler, neylerse güzel eyler' de, pencerelerden seyret, içlerine girme."

Belki onun sorunlarıyla doğrudan bir ilgisi yoktu bu cümlelerin ama zihnimi okusaydı "Pencereden seyret, içlerine girme ne demek?" diye soracağına o kadar emindim ki. Onun yerine ben sordum.

Mustafa Ulusoy