Gönderen Konu: Osmanlı Nezaketi  (Okunma sayısı 5253 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı turab

  • yazar
  • ****
  • İleti: 608
  • Kefâ bil-mevt vaizan
Osmanlı Nezaketi
« : 30 Mayıs 2008, 13:42:21 »

Osmanlı Nezaketi

 
Evlatları olmakla gurur duyduğumuz, Osmanlılar’ın edeb, nezâket ve terbiye husûsunda kaydettikleri seviye, hiçbir milletle kâbil-i kıyâs değildir. Onların muâşeret âdâbı, misli görülmemiş bir mükemmellik ve incelik arzeder. Akıllara sığmayan bir zarafetle bezeli tezhipler, büyük sabrın ürünü hatlar, edep ve itaatin şahitleri haşmetli camiiler, merhametin alemi vakıflar, bize kadar tevarüs eden manevi mirasın şerefli parçalarıdır.

Bunlar, bu üç güzel, edep, nezaket ve terbiye millet ve mezhep ayrımı yapılmaksızın bütün insanlara karşı aynen riâyet edilen rûhî ve vicdanî bir kanun mesâbesindedir. Dolayısıyla Osmanlı demek, imrenilecek edeb ve nezâket timsâli kimse demektir. Bu vasıfların sayısız tezâhürleri vardır. Osmanlılar, husûsiyle can ü gönülden bağlı bulundukları İslâmiyet’in kin ve garazı yasaklaması münâsebetiyle her cum’a ve bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve aralarındaki kusurları afvedip barışmaya vesîle hâline getirmişlerdir.

Merhametlerinin muktezâsı olarak şahsî münâsebetlerde kin gütmeyip afv yolunu tutmuşlardır. Villamont, takdir hisleri içinde, şöyle der: “... Her kimin bir düşmanı varsa gidip ondan afv dilemekle mükelleftir. Öteki de el öpmeden ve musâfaha da etmeden evvel afvettiğini söylemek mecbûriyetindedir. Aksi takdirde bayramlarının mübârek olması mümkün değildir.

Bu esasa riâyet etmeyen kimseler ise, neredeyse fâsık telâkkî edilirler.” Osmanlı edeb, nezâket ve terbiyesinin burada sayılmasına imkân olmayacak derecede birçok tezâhürleri vardır. İslâm’la yoğrulan Osmanlı mülkünde, bugünle ve bugünkü halimizle mukayese etmemiz gereken neler varmış da ah edip yad ediyoruz: a. Avrupa halklarında mevcûd olan küstahlık, taşkınlık ve sokak kavgaları yoktu. Sokaklar, gâyet sâkin ve emniyet içindeydi. Hiç kimse yerlere tükürmezdi. b. Konuşanın sözü kesilmezdi.

Konuşan da, son derece vakar ve sekînet-içinde olurdu. fâdeleri gâyet zarîf ve düzgündü. Bunları gören Charles MacFarlane şöyle demekten kendini alamaz: “Bu milletin konuşması, ne kadar güzel ve mükemmel! Öyle ki, bütün medenî milletlere örnek olabilir.” c. Oturuş, kalkış ve yürüyüş, hep müstesnâ bir nezâket ve vakurluk arzederdi. d. Yaşlılara hürmet, kusursuz ve pek yüksekti. e. Hanımlara karşı hürmet ise, umûmî bir an’aneydi. Anne, teyze, hala ve bacı olarak telâkkî edilirlerdi.

Bu ve benzeri hususlarla alâkalı tedkîklerde bulunan Avrupa’lı müelliflerin birçok sayısız tesbit ve itirafları olmuştur. Guer’den bir kaç satır: “Türklerin pek mükemmel muâşeret usûlleri vardır ki, onlar, bunların bütün kaidelerine riâyet ederler. Birbirlerine mülâkî olduklarında başlarını eğip sağ ellerini göğüslerine götürmek suretiyle selâmlaşırlar.

Muhatablarına, onları tebcîl edici bir surette, yâni rütbe ve mevkilerine göre paşa, ağabey ve sultan gibi vasıflarıyla hitab ederler. Lady Craven’da hemcinslerine karşı tutumun fevkaladeliğini yine aynı hayretle dile getirir: “Türklerin kadınlara karşı olan muâmeleleri bütün milletlere örnek olmalıdır. Meselâ bir erkeğin, hukûken boynu vurulur, evrakı tedkîk edilir ve bütün eşyâsı da müsâdere olunabilir; fakat karısına gâyet iyi muâmele edilir, mücevherâtı kendisine bırakılır.” Memalik-i Osmaniye'de gezerek, şahid olduklarını anlatan Brayer şunları söylüyor: “... Umûmiyetle pek kalabalık olmayan cemiyetleri iyi tedkik edin: Halkın üstleri başları ne kadar temizdir. Hâl ve tavırlarında ne büyük bir asâlet ve yüzlerinin çizgilerinde ne tatlı bir sükûnet ve nezâket vardır! Konuştukları dil de, ne tatlı ve ne kadar âhenklidir!” “... Sohbet edenlerin ifâdeleri vecîz ve telaffuzları da pek temizdir! Tebessümlerinde incelik ve el hareketlerinde ayrı bir zerâfet ve sâdelik vardır.

Ecnebîleri en çok hayrette bırakan cihet, bir kaçının birden konuşmayıp, yalnız birinin söz söylemesidir. Konuşan, umûmiyetle sözünü pek kısa tutar. Dinleyen de, söz bitene kadar güzel bir dikkat hâlindedir. Birbirlerine karşı fikirlerini hürmetle müdâfaa ederler. Söylenen sözlerde herhangi bir fenâlık, koğuculuk, iftirâ gibi kötülükler ve edebe mugâyir lâubâlî muhtelif lakırdılar yoktur. Yaşlı ve büyüklere karşı hürmetle onların hakkına riâyet, hayâl edilemeyecek bir nezâket içindedir.

Diyebilirim ki Osmanlılar’ın ahlâkî husûsiyetleri, insanı âdetâ teshîr eder, büyüler. Yürüyüşlerinin serbestlik ve ihtişâmı, misâfir kabullerindeki güler yüzlülükleri ve nihayet selâmlığa girip çıkarken riâyet ettikleri teşrîfâtın zarâfeti karşısında hayran olmamak elde değildir.” Dünyaca tanınmıi yazar Edmondo de Amicis se Osmanlı halkının şahitleri arasında: “... Tedkîk ve tesbîtlerime göre İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en nâzik ve en kibar topluluğudur. Koca şehrin en ıssız sokaklarında dahî bir yabancı için hiçbir hakâret ve zarâra uğrama tehlikesi yoktur. Hattâ namaz vakitlerinde bile câmîleri gezmek kâbildir!

Bu ziyâretlerde bir ecnebî, kiliselerimizi dolaşan bir Türk’ten daha çok hürmet ve riâyet görebileceğinden emîn olabilir. Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun, fazla mütecessis bir nazara bile hiçbir zaman tesâdüf edilmez. Kahkaha sesleri gâyet nâdirdir. Sokakta kavga eden ayak takımı da enderdir. Kapı, pencere ve dükkânlardan hiçbir kadın sesi aksetmez.” Osmanlılar, koğuculuk, iftirâ, küfür, kin, garaz, kumar, intihar, düello ve cinâyet gibi her türlü fenâlıklardan son derece kaçınıp korunmaya çalışmışlardır. Öyle ki dıştan bakanlar, onların bu fenâlıkları âdetâ bilmediklerine hükmetmişlerdir.

Du Loir şöyle der: “Türkler herhangi bir intikâm hissi beslemekten son derece çekinirler: Dînlerinin bu husûsa âid bir hükmü mûcibince cum’a namazına başlamadan önce düşmanlarını afvettiklerini âdetâ îlân etmek durumundadırlar. Aksi halde namazlarının kabul edilmeyeceğine inanırlar. Ayrıca her bayramın birinci günü de onlar için umûmî bir barış günüdür. Birbirlerine rastladıklarında musâfaha ederler ve küçük olan büyüğünün elini öptükten sonra ellerini başlarına götürüp «Bayramın mübârek olsun!» derler.” “Küfürbazlık, öfke ve intikâm hissinin müşterek mahsûlü olduğu gibi kumarbazlığın da tabiî bir netîcesidir.

Bu, hıristiyan memleketlerinde pek yaygın bir şekilde ve tamamıyla kâfirce mevcuddur. Ancak Osmanlılar’ın sokaklarında da evlerinde de hiçbir küfür sözü işitilmez. Bunun yüzümüzü kızartacak ve bizi hayrete düşürecek tarafı da, Osmanlılar’ın yalnız ağızlarında değil, lisanlarında da küfür kelimelerinin bulunmayışıdır. Onlar yalnız «Vallâhi» şeklinde Allâh’a kasem ederler.” demektedir.

Nitekim o devre şâhid olan yaşlı kimseler bilirler ki, bir şahsın kendisini kızdıran bir mes’elede muhâtabı için kullandığı cümleler: “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh…” “Hay Allâh derdini alsın! “Fesübhanalâh!” “Hasbünallâhü ve ni’mel-vekîl!”. “Yâ sabır!” gibi güzel ve telkîn edici ifâdelerden ibarettir. Tekke ve zâviyelerde de duvarlara asılı levhalarda tesellî için: “Bu da geçer yâ hû!”, “Vazgeç yâ hû!” ve “Hoş gör yâ hû!” tâlimatları meşhûrdur. Osmanlı dediğimiz zaman az bir sayıdan oluşan, kendi hayatlarımız kadar kısa bir zamanda yaşamış küçük bir topluluktan söz etmiyoruz.

Kendi geçmişinden, yüzyıllar öncesinden getirdiği, 700 yıl boyunca, yaşadığı topraklarla harmanladığı, bizlerin 10-15 yılda bir değişip duruken, hiç değişmeden kalmayı başarmış bir milletin, bu güne taşıdığı değerlerden ve ahlaki seviyeden söz ediyoruz. Doğruyu, doğruluğu, faydalıyı, arayıp bulmalı, geçmişten bugüne taşımalı... Değişmeli ve değiştirmeli, yanlız hayranlıkla seyretmek, iç geçirmek değil üzerimize düşen, tarif edildiği şekilde dosdoğru olmak için biraz da emeğimize ihtiyaç var.
 
kadınveaile.com

« Son Düzenleme: 05 Ağustos 2011, 12:36:54 Gönderen: Tuğra »
Allahım!Ahirete mani olan dünyadan,ölümün iyiliğine engel olan hayattan ve amelin hayrına mani olan emelden sana sığınırım

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Osmanlı Nezaketi
« Yanıtla #1 : 05 Ağustos 2011, 13:05:44 »
İNSAN elbette maziperest olmamalıdır.Geçmişe takılıp kalanlar, bu günün şartlarına uyum sağlayamazlar. Bu günü yaşayamayanlar ise, geleceğe hiç hazırlanamazlar. Her çağın kendine göre ayrı ve bambaşka şartları vardır. Her çağın değişmeyen şartları da vardır. Her zaman aynı kalması gereken bu şartlar hayatın temel güzellikleridir.

İnsana yaraşır bir hayatın temel şartları; adalet, eşitlik, hakka saygı ve riayettir. Bunlar modası geçmeyen güzelliklerdir. Her zamanın ve her çeşit insanın yaşaması gereken bu insani özellikler, en güzel örneklerini Osmanlı tarihi içinde vermiştir.

Böylesine şanlı ve şerefli bir tarih başka hangi millete nasip olmuştur? Çağdaşları ve benzerleri içinde Osmanlı’ya yaklaşan bile olmamıştır. Zira Osmanlı, bütün ilhamını, feyzini Asr-ı Saadet’ten almaktaydı.

Hedefi ve maksadı İ’LA-YI KELİMETULLAH idi.Yani Allah adını yüceltmek ve yükseltmekti. Böyle bir özü taşıdığı müddetçe büyüdü, güçlendi, yükseldi.
Ancak onlar da insandı. Elbette hataları oldu. Yanlışlıklar yaptılar. Fakat dünya tarihinde bu büyüklükte, bu uzun ömürde böylesine faziletli bir medeniyet yaşamak başka hiç kimseye nasip olmamıştır.

Ruh köküne bağlılığını yitirmediği sürece, dış düşmanlardan hiç etkilenmedi. Bir dünya devleti oldu. Duraksamalar, bazı yenilgiler, sakalının kesilmesi anlamına geldi. Kaybettiklerini çok kısa bir zamanda yeniden ele geçirdi. Osmanlı çınarının dallarına atılan satırlar, adeta budama yerine geçti, dalları daha bir gür çıktı.

Fakat ruh kökünden kopmaya, nefsanileşmeye, dünyevileşmeye başlayınca, çözülüşler dikiş tutmaz oldu. Sonunda da yıkıldı. Çünkü kurt gövdenin içine girmiş, dış düşmanların yapamadığını içerdekiler becermişti.

Yine de özündeki sağlamlık sebebiyle, birleşmiş Haçlı zihniyetinin bütün entrikaları, hücumları ve desiseleri onu bir anda ortadan kaldıramadı.
Zira uzun asırlar boyunca ruhuna sinmiş olan İslâm inancının gücü benzersizdi. O benzersiz imanın neticesi ve meyvesi olan ahlak ve fazilet ise, ölürken bile hâlâ etkisini büsbütün yitirmiş değildi.

Şimdi bize düşen, o muhteşem medeniyetten istifade etmektir. Bütünüyle eskiye dönmek ve onu aynen yaşamak imkânsızdır. Ya yeni hale uyum sağlayacağız, ya da Allah korusun tarih sahnesinden silineceğiz. Ancak, sayısız düşmana karşı, dünyanın en güzel ve en kıymetli coğrafyasında tutunabilmek için, Osmanlı’nın manevi güç kaynağı olan İslam imanına bu gün her zamankinden fazla ihtiyacımız vardır.

Zira bu millet, bütün olgunluğunu ve erdemini borçlu olduğu İslamdan uzak kalamıyor. Bu manevi bir alışkanlık... Ya da ruhla vücut kaynaşması... Ruhu yerindeki İslam imanını kaybeden insanımız hiç bir işe yaramıyor. Ne dünyalık işlerde, ne de ahiret yatırımında başarı kazanıyor.
 
Öyleyse, köklerimizden kopmamak ve geçmişte yaşanan o güzel ahlaktan ellerimizi ve gönüllerimizi gevşetmemek mecburiyetindeyiz.
Yıllar yılı geçmişimizi görmezden geldik. Adeta o muhteşem maziyi yaşanmamış saydık.

Ancak daha da ileri gidenler, daha da etkili makamlardaydı. Onlar geçmişi karaladılar, karartmaya çalıştılar, güzelliklerine çamur attılar.
Ne var ki bu çaba, güneşi balçıkla sıvamaya çalışmak kadar boşuna bir çabaydı. Nitekim tutmadı.

Ancak anlayışsız mazi düşmanları, başka kültürler adına sövmeye devam ettiler ve hâlâ da aynı yoldalar.

İçimizdeki beyinsizler zaman zaman dışımızdakilere rahmet okutacak zararlar verdiler. Bu sebeple birkaç neslimiz ziyan oldu. Onlar geçmişimizden koptular, ama köksüz olamadılar. Kendilerine yeni atalar, yeni kökler bulmaya çalıştılar.

Ama ne mümkün? Olmadı.

Olan, bu pırıl pırıl gençlere oldu.

Ruh kökünden, inancından, ahlakından koparılmış bu fidanlar, yaban ve yalan ideolojilerin tutkunu olarak gerçekten ziyan oldular. Geride ana-babalarının gözyaşları, ağıtları, çığlıkları kaldı.

Devlet kendi çocuklarıyla, kendi eğitim sisteminin ürünleriyle uğraşmak zorunda kaldı.

Oysa ki şu gerçek yeni keşfedilmiş değildi:
“Geçmişine taş atanların geleceğine gülle atarlar!”

Takvimler 1999 yılını gösterirken, Osmanlı yeniden gündeme geldi. Çünkü bu tarih onun 700. doğum yıldönümüydü. Bu münasebetle, şimdi aklı başında herkes yeniden ve bir daha dönüp ona bakma ihtiyacını duyuyor. Osmanlı’yı biraz da hasretle anıyor. Yakın tarihimiz içinde ona karşı yapılan haksızlıkları, insafsızlıkları acıyla hatırlayıp özür diler gibi, “Artık barışalım” diyor.

Bu hazin bir barıştır. Çünkü vefasız bir evladın babasıyla barışmasına benziyor. Ama bunca zaman sonra, bunca kıymetbilmezlik ve mirasyedilik hoyratlığından sonra bu barış nasıl olacaktır?

Bizim bildiğimiz Osmanlı merttir. Alicenaptır. Babacandır. Düşmanlarını bile kanatları altında huzurla, barışla, adaletle, yüzyıllarca korumuştur. Şimdi bu ahlakın insanları kendi çocuklarına mı gönül koyacaktır?

Hayır, hayır... Onunla barışmak çok kolaydır. Yeter ki samimi olalım. Yeter ki, iyi niyetle onu anlamaya çalışalım. Yeter ki babalarımızı, dedelerimizi inkâr etme gafletinden kurtulalım.

Cumhuriyet çocuklarının Osmanlı ile barışması hem çok lazım, hem de çok kolaydır. Çok lazımdır, çünkü onlar başkaları değildir, bizim geçmişimizdir. Bizden ayrı değil, biziz. Demek ki kendimizle barışacağız. İnsan kendisine küser mi?

Bizim neslimiz bu garabeti ne yazık ki yaşama bahtsızlığına uğratılmıştır. Öz anasına, öz babasına küsmüş ve sırtını dönmüştür. Garip olan bu barışmak değil, bu küskünlüktür. Çünkü bu küskünlüğü bizden başka hiçbir millet yaşamadı.

Hiç vakit kaybetmeden, hemen, şimdi, Osmanlı’yı fatihalarımızla analım, helallik isteyelim ve barışalım.
Sonra da onlara, onların iman ahlakına layık evlat olmaya bakalım...

Biz de, başkaları da, bütün dünya da o güzel ahlaka ne kadar hasret, bir bilsek...

Osmanlı ahlâk ve nezaketi

VEHBİ VAKKASOĞLU
〰〰〰〰🐠

selcuklu

  • Ziyaretçi
Ynt: Osmanlı Nezaketi
« Yanıtla #2 : 19 Mart 2012, 00:37:05 »
tesekkürler paylasim icin

mazhar

  • Ziyaretçi
Osmanlı da İfade özgürlüğü !
« Yanıtla #3 : 05 Ekim 2012, 08:47:47 »
Kanuni niçin 'Muhteşem'di?

Tarihçi yazar Yavuz Bahadıroğlu, Kanuni Sultan Süleyman'ı yazdı ve onun niçin 'Muhteşem' olduğunu kaleme aldı.

   Kanuni, zaferleriyle değil, insanlığıyla büyüktü. Öncelikle âdildi. Hangi konumda olursa olsun, insana saygılıydı. Herkesin hakkını gözetir, haksızlık-adaletsizlik yapmamaya özen gösterir, devlet adamlarına da sürekli bunu telkin ederdi. Padişahların bile keyfi hareket edememesi için ilk kez “görev-yetki” tanımlaması yapmıştı. Ve koyduğu kurallara öncelikle de kendisi uymuştu.

Devir, Kununi Sultan Süleyman devri...
Yer, İstanbul Ayasofya Camii...
Vakit, cuma namazı vakti...
Koca cami hınca hınç dolu, vaiz kürsüde...

Sesi zaman zaman sertleşip yükseliyor:

“Bre, ne günlere kaldık” diye yakınıyor. “Koskoca Osmanlı Devleti’nin hac farizamızı emniyetle yapmamıza imkân verecek tedbirler alamaz vaziyete düşmesi ne hicrandır...”

Terini siliyor:

“Gemilerle hacca giden Müslümanlar Malta keferesi (Malta şövalyeleri) tarafından cebren durdurulmakta ve soyulmaktadır. İllâ velâkin padişah efendimizin umurunda değil. Koskoca Osmanlı, ömrü uzun olası padişahımızın devr-i saltanatında acze düşmüş da iki buçuk çapaçulun hakkında gelemez mi olmuş?”

Sözün burasında yumruğunu kürsüye vuruyor:

“Acil tedbir alınmaz ise Muhammed ümmetinin bedduası billahi yağmur gibi üzerimize yağacak, bizi de padişahı da helak edecektir.”


Sessizlik...
Sonra uğultu:
“Haklı söyler, tedbir alına!”
Hoca çok sert konuşmaktadır...
Cemaat iştirak etmektedir...

O günün şartlarında böyle ifadeler kullanmak aklın alacağı şey değildir...


O günün Avrupa’sında bunun binde birini söylemeye kalkışanlar aslanlara yedirilmektedir.
Ama Osmanlı Devleti başkadır. Osmanlı Devleti, yönettiği insanlara değer veren, onlara söz hakkı, özellikle de “tenkit hakkı” tanıyan bir devlettir.

Bu yüzden ne padişah, ne de başka bir yönetici bunu “isyana teşvik” saymamış, kimse töhmet altına girmemiştir.

Hoca ve cemaate hiç bir yasal işlem yapılmamıştır.


Fakat Malta kuşatılmak suretiyle gereken hemen yapılmış, Müslümanların deniz yoluyla rahat rahat ve huzur içinde hacca gidip gelmeleri sağlanmıştır.

Kanuni’nin muhteşemliği

Böyle bir örneğe bugün ülkemizde rastlanabilir mi?

Sultanahmet Camii kürsüsünden hükümet politikalarına gayetle sert bir üslupta eleştiren vaizlerin hali acaba ne olur?

Osmanlı’nın zirve yaptığı dönemi ve dönemin en üst düzey birkaç yöneticisini tanımak, bir bakıma gelişmenin-büyümenin sırrını aramaktır. Bu sebeple Kanuni ve dönemi üzerinde durmak lazım.

Muhteşem Süleyman, son seferiyle tekrar Avusturya üzerine yönelmişti (1 Mayıs 1556). Yetmiş bir yaşındaydı ve diri göründüğünü söyleyenlere acı acı gülümseyip, “Ayruk gocaduk” diyordu.

Zigetvar Kalesi kuşatması sırasında rahatsızlandı. Koca çınar yıkılma aşamasına gelmişti. Başucunda 24 saat Kur'an-ı Kerim okunmasını emret¬ti. Hafızlara sık sık kendisi de eşlik ediyordu.

Zigetvar kuşatması uzadıkça canı sıkıldı. Komutanlarını Otağ-ı Hümayûna (padişah ça¬dırı¬) çağırdı: “Bu kal'a bizum yüreğumuzi yakmışdur” dedi. “Dileruz Hak’tan, ateşlere yana!”

5 Eylül günü dış kalenin teslim alındığını duyunca pek sevindi. Ellerini açıp dua ettikten sonra, bir anlık gençleşen sesiyle son kez kükredi: “Tiz iç kale de fetholunsun!

İç kale de fethedildi. Ne çare ki koca hünkâr, ondan sadece birkaç saat önce fani hayata gözlerini kapamıştı. (6/7 Eylül gecesi, 1566)

Sahib-i devlet ölmüştü. Padişah-ı cihan, dâr-ı cinana vasıl olmuştu. En uzun seferi başlamıştı, ki, o uzun sefere tac u tahtsız, şan u şöhretsiz çıkılırdı...

71 yaşında, 46 yıllık hükümdardı. İç organla¬rı öldüğü yere, vücudu İstanbul Süleymaniye’deki ca¬miinin avlusuna, Koca Sinan’a yaptırdığı türbesine gömüldü.

Büyük bir hükümdardı. Doğu’da ve Batı’da “Muhteşem” unvanıyla anılırdı. Tarihimizdeki hataları büyüteç altında inceleyen yabancılar bile büyüklüğünü kabul ederek, onu daima saygıyla andılar.

Sir Edward S. Creasy şöyle diyor: “Süleyman büyüktü. Yalnız müsait şartların tesadüfle¬riyle değil... Kullandığı azim ve ifade dolayısıyla da de¬ğil... O, bizatihi büyüktü.”

Sir William Sterling-Maxwell de aynı kanaattedir: “Birinci Süleyman, on altıncı asrın en büyük hükümdarıydı.”

Büyüklüğü insanlığındaydı

Zaferleriyle değil, insanlığıyla büyüktü. Öncelikle âdildi. Hangi konumda olursa olsun, insana saygılıydı. Herkesin hakkını gözetir, haksızlık-adaletsizlik yapmamaya özen gösterir, devlet adamlarına da sürekli bunu telkin ederdi…

Şu inceliğe bakar mısın lütfen?

Hüsrev Paşa, o tarihte Mısır Beylerbeyi’dir. Mısır Eyaleti’nin vergilerini toplayıp İstanbul'a gönderir. O yıl gelen verginin geçen yıllardan daha fazla olduğunu gören padişah, Mısır’a hemen müfettişler gönderir:

“Bakın ki, bu paralar ahaliye baskı yapılarak mı toplanmıştır?” (Maliye Bakanımızın kulakları çınlasın.)

Müfettişler Mısır’a gidip aylarca araştırır, soruştururlar; nihayet vergi artışının zorlamayla değil, yeni sulama kanallarının açılması sonucu sulanan arazinin fazla ürün vermesiyle sağlandığına kani olurlar ve kanaatlerini padişaha arz ederler.

Buna rağmen Kanuni, Mısır’dan gelen vergi fazlasını yol, liman, sulama kanalı inşaatlarında kullanılmak üzere Mısır’a iade eder. Hassas yüreği buna rağmen tatmin olmamış olacak ki, Hüsrev Paşa’yı Mısır Beylerbeyliği görevinden alır, yerine Hadîm (hizmetkâr anlamında) Süleyman Paşa’yı tayin eder.

Bu olayda da görüldüğü gibi, Kanuni Sultan Süleyman, milletini devletine ezdirmeyen bir hükümdardı. Padişahların bile keyfi hareket edememesi için, meşhur “Kanunnâme”sinde, ilk kez “görev-yetki” tanımlaması yapmıştı. Ve koyduğu kurallara öncelikle de kendisi uymuştu.
Şu olay bunun delilidir:


Muhteşem Süleyman, ihtişamın zirvesinde bulunduğu günlerden Kâğıthane civarında ava çıkar. Dolaşırken, Bizans döneminden kalma su yollarına tesa¬düf eder. Bunların onarılarak kullanılabileceğini düşünür.

Bu işlerde son derece deneyimli Nikola isimli Rum bir mühendis bulur. Düşüncesini açar ve eski su yollarını tamir etmesini ister.

Nikola amele ve ustalar tutup bölgede çalışmaya koyulur. Bunu duyan Vezir-i Âzam (başbakan) Rüstem Paşa’nın tepesi atar. Padişahın kendi görev alanına tecavüz ettiğini düşünür ve Nikola’yı nezarete attırır.

Bir süre sonra padişah, çalışmaların ne durumda olduğunu görmeye gider. Ne görsün: Kazma dahi vurulmamıştır…

Talimatının Rum mühendis Nikola tarafından göz ardı edildiğini düşünüp soruşturma açtırır. Anlaşılır ki, Nikola hapistedir.

Kanuni Sultan Süleyman, Vezir-i Âzam Rüstem Paşa’yı çağırtıp sorar:

“Su yolcu zimmînin hapsine bais nedur?” (Su yolları yapan gayrimüslimi neden hapsettin?)

Rüstem Paşa’nın, dünya hukuk tarihine geçmeye layık cevabını bugünkü dile çevirelim:

“Hünkârım! Benim haberim olmadan sen böyle işlere kalkışamazsın ve devletin başına keyfî kararlarınla masraf kapıları açamazsın. Bu işi hükümet araştırır ve eğer icap ederse suyu hükümet getirir. Seninle te¬masına mâni olmak için mühendisi nezarete ben attırdım.”

Bu cevap, demokrasilerin temelini teşkil eden “kuvvetler ayrılığı prensibi”nin Osmanlı Devleti’ne, daha ortada demokrasinin “D”si yokken, hakim olduğunu gösteren bir anlayışı simgeliyor.

Bu ağır cevap karşısında Muhteşem Süleyman ne yaptı dersiniz?

Okul kitaplarında sık sık anlatıldığı gibi, “mutlak ira¬de”siyle yerinden fırlayıp, "Padişah hükmüne karşı gelmenin cezası ölümdür; tiz sadrazamın boynu vurula!” mı dedi?..

Hayır...

"Seni azlittüm! Bütün emvalini (malını-mülkünü) hazi¬neye irad kaydittüm. Var Allah'tan bul!" diyerek sürgüne mi gönderdi?

Yine hayır...

Sadece boynunu büktü, vezir-i âzamına hak verdi, salahiyetini aştığını kabul edip adeta özür diledi: “Benim vezirim, münasip olanı yapasun!"

Bugün için bile bu tablo bir hasret tablodur! Türkiye, maalesef, “kuvvetler ayrılığı prensi¬bi”ni hâlâ oturtamamıştır.

İnsanımıza da “kalıcı hedef” veremedik…

Patinaj yapmamızın sebebi budur!
Moral Haber.com
Yavuz Bahadıroğlu'nun Moral Dünyası dergisindeki yazısı