Gönderen Konu: Osmanlı özleminin sebebi!  (Okunma sayısı 6275 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Osmanlı özleminin sebebi!
« : 04 Şubat 2009, 05:01:30 »

Geçen hafta, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun 710. yılı idi. (Kuruluş: 27.1.1299) Yıkılışının üzerinden 86 yıl geçtiği halde, neredeyse her gün bir şekilde dünya medyasında adı geçen, hüküm sürdüğü topraklardaki milletler tarafından aranılan, özlenilen başka bir devlet, başka bir imparatorluk yok. Başta Filistin olmak üzere, bütün Arap ülkeleri “Osmanlının kıymetini bilemedik, başımıza gelenler bundan dolayıdır, ah Osmanlı neredesin!” diye inlemektedir. (Tabii ki, Arap âlemindeki Osmanlının hasretini çekenler kukla liderler değil; yerli halklar.)

Osmanlı gibi, I. Dünya Savaşı sonunda dağılan, hemen hemen Orta Avrupa’nın tamamına sahip; yerine, Avusturya, Çekoslovakya, Macaristan devletleri oluşmuş, ayrıca topraklarının önemli bir bölümü de, İtalya, Romanya, Yugoslavya, Polonya sınırları içinde kalmış Avusturya İmparatorluğu’nun bugün hiç esamesi okunmuyor, niçin bu kadar çabuk unutuldu? İmparatorluk topraklarında yaşayıp bugün imparatorluk günlerinin hasretini çeken kaç millet var Avrupa’da?

HER MİLLET HUZUR İSTER

Tabii ki çekmezler. Çünkü Avusturya İmparatorluğunun hasreti çekilecek, özlenecek bir icraatı olmamıştı. Farklı ırklardaki, farklı dinlerdeki, mezheplerdeki milletleri huzur ve ahenk içinde yüz yıllarca idare etmemişti. Osmanlı gibi dünya siyasetine yön vermemişti. Tebasına unutulmayacak bir adalet ve hoşgörü sunmamıştı. Aksine iç karışıklıklar hiç eksik olmadı.

Evet, Osmanlılar, çeşit çeşit dillerde; başka başka âdet ve ananelere bağlı olan milyonlarca insanı, aralarındaki farkları bıraktırarak, bir inanç veya fikir etrafında toplayıp, dünya tarihinin en uzun hanedan imparatorluğunu kurmuşlardı.

Peki, bu muazzam iş nasıl yapıldı, nasıl başarıldı? Öncelikle bunu iyi bilmek lâzımdır. Çokları bunun kaba kuvvetle yapıldığını zanneder. Halbuki, Osmanlıların bu başarısı yalnızca askerî değildi. Yani kaba kuvvete dayanmıyordu. Askerî yöntem Osmanlıların başvurdukları en son çare idi. Öyleyse, onları mefkurelerine ulaştıran ve uzun ömürlü kılan esas amiller nelerdi? Bu başarıyı kazanmakta nasıl ve hangi metotları kullanmışlardı?

Başarılı olmalarını sağlayan birçok metotları vardı. Bu metotlardan biri, belki de en önemlisi zorlama yapmadan örnek bir hayat sunmalarıdır. Anadolu’da yerli halka, gerek inançları ve töreleri, gerekse daha geniş ifadesi ile kültürleri üzerinde herhangi bir baskı uygulanmamıştır.

Orta Çağda Avrupa’da görülen engizisyonlar ve benzeri uygulamalar, İslam âleminin hiçbir devrinde görülmediği gibi, Osmanlılarda da ne devlet ve ne de diğer ileri gelenlerce veya belli bazı teşkilatlarca bilinen ve uygulanan şeyler değildi.

Aksine tam bir inanç hürriyeti hakimdi. Çünkü, İslamiyet’in, “Dinde zorlama yoktur” prensibine Osmanlılar sadık kalıyorlardı. Kimse Müslüman olmaya zorlanmıyordu. Yaptıkları tek şey; yerli halk arasına Müslüman Türklerin getirilerek yerleştirilmesi, kendi inançlarının gereğini en arı ve duru haliyle yaşamak suretiyle onlara bir alternatif sunmaları idi.

Bu şekilde, yerli halk, kendi hayat tarzları ile Müslüman Türklerin hayat tarzlarını görüp, mukayese yapabilme fırsatına sahip kılınmış oluyorlardı.

YAŞAYARAK ÖRNEK OLMAK

Resulullah efendimiz, Hudeybiye anlaşmasını, bütün olumsuz maddelerine rağmen, bir maddesi için kabul etmişti. Bu madde, Müslümanların müşriklerle rahatça görüşebilmelerini sağlamaktaydı. Bu görüşmeler ile birçok müşrik Müslüman olmuştu. Bir şeye inandırmanın en kolay, en sağlam yolu, görerek yaşayarak örnek olmaktan geçer.

Netice olarak, Osmanlı Devleti’nin hızlı bir şekilde gelişip yayılması, gönüllerde taht kurarak üç kıtaya hakim olması, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük ve güçlü devletlerinden birisi haline gelebilmesi, İslam ahlâkına sımsıkı sarılmalarının neticesidir. İslam ahlâkını o günün şartlarına göre güzel bir şekilde sunmalarıdır.

Böyle olmasaydı, bu devletin böylesine güçlenip, adalet ve huzur içinde yaklaşık 6 asır ayakta kalması mümkün olamazdı. Bugün hâlâ özlemi duyulmazdı...

Mehmet Oruç

Çevrimdışı Fatihan

  • Administrator
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 6994
  • Milimi milimine Ehli sünnet...
“Tarihinizle gurur duymalısınız!”
« Yanıtla #1 : 04 Şubat 2009, 19:40:54 »
Bugün, üzerinde oturduğumuz bu topraklar ve mensubu olduğumuz İslamiyet onların hediyesidir. Bunun için, Osmanlıları her zaman hayır ile yâd etmemiz her şeyden önce bir insanlık vazifemizdir...

Dün, kuruluşunun 710. yılı sebebiyle, Osmanlı Devleti’nden, O’nun dünyaya örnek teşkil eden idaresinden, adaletinden bahsetmiştik. Bunu sadece biz söylemiyoruz, insaf sahibi pek çok yabancı ilim adamı da dile getirmektedir. Mesela, Osmanlı Devleti üzerine çalışmaları ile tanınan tarihçi Herbetr Gibbons bu hususta şunları yazmaktadır:
“Devletin kurucusu Osman Gazi, dininde o kadar saf ve temiz idi ki, sanki, büyük adaşı halife Osman’ın ve daha evvelki halifelerin ikinci nüshası idi. Dinî gayreti ile heyecanlı olmak ve dini, hayatta en birinci ve evvelki gaye yapmak manasına alınırsa; Osman Gazi mutaassıptı yani dinden taviz vermezdi. Diğer dinlere karşı da hoşgörülü idi. Eğer bunlar, Hıristiyanlara eza etmeye, sıkıntı vermeye kalkmış olsa idi, Rum ve Ermeni kiliselerini yıktırmış olsaydı, Osmanoğullarının bu kadar gelişmesi, yerli halkın Müslüman olması mümkün olmazdı.”
Yabancı tarihçiler olduğu gibi siyasetçiler de Osmanlıya hayran! Örneğin, günümüz siyasetçilerinden, eski ABD başkanı baba Bush rahmetli Turgut Özal’a, “Devlet idaresinde Osmanlıdan çok istifade ediyoruz” demişti. Yine eski ABD başkanlarından Clinton da Osmanlıya hayran bir başkan. Türkiye’ye yaptığı resmi ziyarette, TBMM’deki konuşmasında, Osmanlı hayranlığını, “Tarihinizle gurur duymalısınız!” sözleri ile bitirmişti.

KÖTÜLENMESİNİN SEBEBİ
Peki neden biz tarihimizle gurur duymuyoruz; hiçbiri içki içmediği, çoğunun ömrü savaş meydanlarında geçtiği halde yıllardır; Osmanlı padişahlarının içki âlemlerinde, cariyeler arasında sefahat içinde ömür sürdükleri yazıldı, öğretildi. Bugün basının, aydın kesimin büyük bir bölümü hâlâ Osmanlıya, geçmişe niçin düşman?
Bu sorunun cevabını, 9. Cumhurbaşkanı Sayın Süleyman Demirel, Osmanlı’nın 700. Yıl Kutlamalarına ayrılan 4-8 Ekim, XIII. Türk Tarih Kongresinde şöyle veriyordu: “Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Osmanlı kötülendi. Bunun bir sebebi vardı. Din kuralları ile idare edilen bir devletin yerine, Batı hukukunun esas alındığı Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştu. Yeni devleti oturtmak, sağlamlaştırmak için böyle yapılmak mecburiyeti vardı. Artık Cumhuriyet oturdu. Tehlike kalmadı. Hâlâ Osmanlıyı kötülemeye devam etmenin bir manası kalmadı. Bunun kimseye faydası yok...”
Bu cevap bana bir zamanlar komşuluk yaptığımız Vahidettin Han’ın yeğeni Fethi Sami Bey’in anlattıklarını hatırlattı:
Fethi Sami Bey ve ailesi, 1922 yılında kendi istekleri ile yurt dışına çıkarlar. Babası Sami Bey, bir Osmanlı zabiti. Avrupa’da iken, Türkiye’de hanedan mensuplarına çok ağır suçlamaların yapıldığını üzüntüyle takip ederler.
Kırklı yıllarda, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras bir toplantı için Almanya’ya gider. Sami Bey aynı zamanda sınıf arkadaşı olan ve kendisini çok yakından tanıyan Tevfik Rüştü Bey’i bulup, “Tevfik Rüştü Bey, sen benim çocukluk arkadaşımsın. Beni ve mensubu olduğum hanedanı çok yakından tanırsın. Herkesin huzurunda sana soruyorum: Ben ve babam hain miydi, dayım Sultan Vahidettin hain miydi?” diye sorar. Dışişleri Bakanı T. Rüştü Aras şöyle cevap verir:

“HAŞA, SÜMME HAŞA!”
“Haşa, haşa, sümme haşa! Ne siz hainsiniz, ne de diğer hanedan mensupları... Ancak şunu unutuyorsun Sami Bey. Biz bunları söylemeyip de sizi methetseydik, bize demeyecekler miydi, ‘Bunlar madem bu kadar iyi insanlardı da, niçin yurt dışına gönderdiniz? Niçin yeni bir devlet kurdunuz?’ Özür dilerim, yeni devleti kabul ettirebilmek için bunları söylemek zorundayız...”
Hanedan mensupları bunun farkındaydılar. Asırlarca, halkına, hatta bütün milletlere hoşgörü ile yaklaştıklarından, başlarına gelen bu hadiseye de hoşgörü gösterdiler; tevekkülle karşıladılar. Aşırılıklarda bulunmadılar; yeni devletin aleyhinde bir faaliyette bulunmadılar.
Osmanlıya şükran borcumuz var. Bugün, üzerinde oturduğumuz bu topraklar ve mensubu olduğumuz İslamiyet onların hediyesidir. Bunun için, onları her zaman hayır ile yâd etmemiz her şeyden önce bir insanlık vazifesidir.


Mehmet Oruç -Türkiye-04.02.2009

mazhar

  • Ziyaretçi
Ynt: Osmanlı özleminin sebebi!
« Yanıtla #2 : 06 Ağustos 2012, 01:21:24 »


İran'ın derin Osmanlı korkusu




Devletlerin ve toplumların kimi zaman aktif kimi zaman da pasif derin korkuları vardır; aktif olduklarında çevrelerini yıkıcı olma, pasif olduklarında ise uyanma istidadı taşırlar.
 
Derinlerdeki korkular devlet ve toplumların gelecek tercihlerini belirlemede rol oynar. Siyasiler ve kanaat önderleri de tarihten tevarüs edilen bu korkulara duyarlı şekillenmiş toplumsal algıyı ihtiyaç hâlinde harekete geçirirler.
 
Meselâ Türkiye'nin yılan hikayesine dönüşen Avrupa Birliği'ne girmesinin önüne çıkarılan engellere bakın. Birliğe giriş müktesabatı dedikleri yerine getirilmesi gereken şartları, yerine getirmeyen ülkeler bir bir birliğe alınırken o şartları yeni üyelerden fazlasıyla yerine getiren Türkiye ısrarla askıda tutulabiliyor.
 
Avrupa'nın Osmanlı'yla özdeşleşmiş "derin Türkiye ve Müslüman korkusu"nun bunda etkisi açıktır. Bugün "Osmanlı uyanıyor" sloganı, Avrupa'nın lokal ve bölgesel nice siyasi açılımlarının kaldıraç gücüne dönüşmüştür.
 
Daha dün Avrupa'nın ortasında bir Müslüman ülke kurulmasın diye Bosna'yı Müslüman Boşnaklardan - onlara göre Türklerden - temizlemek amacıyla soykırıma gittiler.
 
"Türk / Müslüman" korkusunun Avrupa'da ne kadar derinlerde olduğunu görmek isteyenlere Viyana'yı bir günlüğüne ziyaret etmelerini tavsiye ederim. Müzelere, kiliselere, ders müfredatına ve hatta sokaklara bu korkunun resim ve heykeller üzerinden efsane hikayeler eşliğinde nasıl yansıtıldığını ve nasıl canlı yaşatıldığını görebilirsiniz.
 
Güncel politik argümanlarda ve buna binâen geliştirilen siyasette Osmanlı korkusunun yeni Türkiye üzerinden kullanıldığını da rahatça görebilirsiniz.
 
Norveç'te başkent Oslo ve Ütoya Adası'nda düzenlediği saldırılar ile 77 kişiyi katleden aşırı sağcı terörist Anders Behring Breivik Avrupa'yı Türklerden korumak için bu eylemi yaptığını geçenlerde mahkemede açıkladı. Daha alarm verici olanı ise, bu adamı yargılayan mahkemenin Breivik'i "deli" göstermeye çalışıp aklamaya kalkışmasıydı.
 
Amerika'da da Ak Parti sonrası "Yeni Osmanlıcılık" diye bir tartışma başlattılar. İsrail ve neoconlar bu tartışmayı ısrarla körüklüyor, bu da malûm. Yeni Osmanlıcılık kodlamasıyla hem kendi halklarını, hem kukla Arap rejimlerini Türkiye aleyhine kışkırtarak Türkiye'nin Ortadoğu'da oyun kurucu bir ülke olmasını engellemeye çalışıyorlar. Osmanlı korkusunun Türkiye üzerinden sürdürülmesine dikkat edin lütfen.
 
Batı'da bol bol kullanılan bu korkuyu İran'ın da kullanmaya başlaması câlibi dikkat bir meseledir. Suriye meselesinde kılıçlar çekileli beri önceden alenen dillendirilmeyen bu "derin korku" artık açıkça dillendirilmeye başlandı.
 
İran medyası, önemli devlet ricali Türkiye'nin Suriye politikasını lanetlerken, "Türkiye'nin yeni Osmanlıcılık siyaseti"ne vurgu yapmaktan kaçınmıyor artık. Lanetlenen Osmanlı ruhu üzerinden Türkiye'nin Suriye politikasının şeytanlaştırılması ise "direniş hattı" iddialarını açığa çıkartıyor. Emperyalistlerle antiemperyalistler Osmanlı korkusunda niye birleşir ki!?..
 
Batı'da tanık olduğumuz bir derin korkunun İran'da da kendisini göstermesi ciddi analizlere muhtaçtır elbet. Bir taraftan kendi halkına, bir taraftan kukla Arap rejimlerine, bir taraftan da Batı'ya Osmanlı'yı hatırlatarak mesaj vermek, neocon söylemlerle nasıl buluşulduğunu gösterir maalesef.

İnsan sormadan edemiyor; Türkiye'nin Osmanlı ruhuna geri dönme ihtimali İran'ı neden rahatsız etmektedir? İran Türkiye karşıtı Batılılarla aynı korkuda neden buluşmaktadır?

İran'daki aklı başında otorite sahiplerine sadece şunu hatırlatalım; bu tür çıkışlar İran'ı yalnızlaştırır.

Serdar Demirel .Haber Vaktim.com


mazhar

  • Ziyaretçi
Ynt: Osmanlı özleminin sebebi!
« Yanıtla #3 : 13 Kasım 2012, 23:13:01 »



Türk Ocakları Ordu Şubesi Konferans Salonu’nda, 18 Mayıs 2012 Cuma, saat 18:00’de Ordu Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. İlhan EKİNCİ tarafından “Osmanlıdan Cumhuriyete” konulu bir konferans verilmiştir.

Osmanlıdan Cumhuriyete
Toplumları bir arada tutan ve onları harekete geçiren olgular arasında milli günler ve bayramlar başlıca yeri işgal ederler. Milli Mücadele ve Cumhuriyet Tarihimizin önemli olayları, ya mahalli günler, ya da milli bayram ve genel tatil günleri şeklinde kutlanmaktadır. Gerçi son zamanlarda bu kutlanış şekline dair ciddi değişimler yaşanmakta ve bu da ciddi eleştiriler almaktadır.

19 Mayıs’ın Milli Bayram Olarak Kabul Edilmesi
1926’ya kadar yasalarla kabul edilen dört milli bayram vardı bunlar arasında 19 Mayıs yoktu.19 Mayıs’ın spor bayramı olarak kutlanması, ilk defa İstanbul’daki spor kulüpleri tarafından teklif ediliyor (19 ve 20 Mayıs 1935 tarihli Tan ve Cumhuriyet). Tarih, 1935. O tarihe kadar birbirinden bağımsız iki farklı gelenek sürüyor. Biri, Selim Sırrı (Tarcan)’ın marifetiyle, 1912’den beri mayıs ayının ikinci yarısında yapılan ‘idman şenlikleri’. İkincisi, sadece Samsun ilimizle sınırlı ve Cumhuriyet’le başlayan 19 Mayıs törenleri. Samsun’daki şaha kalkmış meşhur Atatürk heykeli etrafında yerel bir kutlama yapılıyor. 1935 yılından itibaren ikisi birleştiriliyor.. Atatürk, 19 Mayıs gösterilerini ölümünden altı ay kadar önce, Ankara’da 19 Mayıs Stadyumu’nda son kez izledi. Ulu Önder, Türk gençliğine ve Türk sporculuğuna bugünün tahsis edilmesini istiyordu. Böylelikle, 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı, 20 Haziran 1938’de, ondokuzuncu yıldönümünden sonra bir yasa ile kabul edilmiş oldu.

19 Mayısın Tarih Bilincimizdeki Yeri, nedir?
19 Mayısın bizlerin tarih şuurundaki en önemli yeri toplumun tarih bilincinde Osmanlı’dan Cumhuriyete geçiş noktasında önemli bir tarih olarak kalmış olmasıdır. Osmanlı nerede bitmiş, cumhuriyet nerede başlamıştır. 30 Ekim Mondros ta mı, Amasya genelgesi mi veya 23 Nisan meclisin açılması mı? Veya Saltanatın kaldırılması mı Cumhuriyetin ilanı mı? Bu geçiş ve değişim sürecinde 19 Mayısın yeri nedir?

Ne kadar Osmanlıyız ya da ne kadar Cumhuriyetiz?
Bugün üzerinde durulan ve tartışılan meselelerden birisi de Osmanlı İmparatorluğunun Türk Devleti sayılıp sayılamayacağı hususudur. Osmanlı imparatorluğunu Türk saymayanların delil olarak ileri sürdükleri bu devletin çok farklı milletlerden oluşması, Türklük bilinci haline gelmiş bir Türklük mefhumunun olmayışı, Osmanlı’nın kendisine Türk dememesi ve Türkiye adını kullanmayışı; devlet kadrosunda devşirme kökenlilerinin istihdam edilmesi vs. hususlardır. Halil İnalcık; Milli Türk Devleti doğduğu yıllarda ilk mektepte bize Osmanlı Devleti milletin haklarını tanımayan bir istibdat rejimi olarak tanıtılmış, Osmanlı sultanları Türk milletini devlet idaresinden dışlayan, milletin gelişimini, medeniyette ilerlemelerini engelleyen, mutaassıp, zalim geri kişiler olarak öğretilmişti.
Osmanlının bugün bizim anladığımız manada yani Fransız İhtilalından sonra ortaya çıkan anlamıyla bir milliyetçilik şuuru taşımadığı ve insanları etnik kökenine veya içinde bulundukları kültür çevresine göre değerlendirmediği doğrudur. Hakikaten Osmanlı’da (II. Murad devrinde yaşanan romantik milliyetçilik dışında) doktrinler bir milliyetçilik görülmez. Toplumdaki sosyal kimlik Osmanlı ve Müslüman olmaktır. Bu sebeple insanların etnik kökenine bakılmaz. Rum Mehmed Paşa, Gürcü Mehmed Paşa, Abaza Hasan Paşa, Çerkez Ali Paşa, Boşnak Hüseyin Paşa, şeklinde görülen isimlerin başındaki etnik sıfatlar etnik ve ırki bir ayrımdan ziyade neredengeldiklerini belirtmek için kullanılır. Ancak Türk Ali Paşa ya da Türk Mehmed Paşa yoktur. Bumu, Osmanlının Türklük şuurunu ön plana çıkararak diğer etnik grupları rahatsız etmemek konusundaki hassasiyetine bağlıyoruz. Türk kökenli bir çok devlet adamı vezir, veziriazam, beylerbeyi vs. olduğu halde Osmanlı bunu sıfat olarak kullanmaktan daima kaçınmıştır. (Çerkez tavuğu, Arap aşı, Tatar böreği, Acem pilavı, Arnavut ciğeri, bunları Türk mutfağından başka bir yere dahil etmek mümkün müdür?)
Osmanlı devlet kademesine girmiş kişilerin tamamı önce Müslüman olmuş, Türkçeyi ve Türk kültürünü öğrenmişlerdir. Rum kökenli Zağanos paşanın en büyük ideali Doğu Roma’nın İslama kazandırılması idi. Hırvat asıllı Gedik Ahmet Paşa, Fatih ölmeseydi İtalya’yı almak üzere idi.
Osmanlıda hakim kültür Türk kültürüdür. Osmanlıda resmi dil Türkçedir. Bütün yazışma ve muamelatında Türkçe kullanılmıştır. Bir imparatorluk dili haline dönüşürken başka dilden birçok kelime almış ancak dilin temel yapısı ve ahenginde bir değişiklik yoktur. Edebiyat Türkçedir. Musiki Türk’tür. Mimari Orta Asya-Selçuklu çizgisinde devam etmiştir. Elbette Anadolu’nun eski medeniyetlerinden Bizans ve Balkanlardan bir takım unsurlar alınmıştır ancak bunlar kültürel zenginliği güçlendirici unsurlardır.
Bunların farkında olan Avrupa Osmanlı yerine umumiyetle Türk, Türkiye ve Türk imparatorluğu tabirlerini kullanmıştır.
Balkanlarda Müslüman olmuş olan herkes Türk olmuş demektir. Türkiye’ye gelmiş batılılar Osmanlılar tabiri yerine Türkler tabirini kullanmışlardır.
II. Murat ve Cem sultan yazdırdıkları tarihlerde Osmanlı soyunu Türklerin efsanevi ataları Oğuz Hana dayarlar.
Osmanlıyı Türk saymamak, onu olduğu gibi kabul etmemek ve inkar etmek öncelikle cumhuriyetin ilk yıllarından beri resmi çevrelerin ve cumhuriyet rejimi tarihçilerinin temel hareket noktası olmuştur. Bundan amaç cumhuriyet rejiminin topluma benimsetilmesidir.
Ne kadar inkar edersek edelim kültürü, musikisi, köprüsü vakfı kısaca maddi ve manevi kültür unsurları bakımından devralınmış bir miras vardır. Dahası bu mirasta hastalıkları ve zafiyetleri devralmıştır.

İmparatorluk mirasçı bir devlet oluşumuz ve farkında olmadığımız zengin bir kültürümüzün mevcudiyeti, ekonomik ve jeopolitik sebeplerden daha önemlidir. İngiltere eski başkanı M. Thatcher, Türkiye’ye yaptığı ziyaretinde yaptığı konuşmada Türkler ve İngilizlerin ortak yönlerinin bulunduğunu çünkü ikisinin de imparatorluk yönetmiş milletler olduğunu söyledi. Bizim eski başkanlarımızdan birisi de Yunanistan’ı ziyaretinde yaptığı konuşmada Yunanistan ile Türkiye’nin ortak yönleri olduğunu, her ikisinin de Osmanlı imparatorluğuna mücadele ettiğini kurulduğunu ifade etti. Ermeni, Bulgar, Yunan ile olan meselelerimiz bunlar Osmanlıya ait hususlardır. Bizi alakadar etmez. Biz Cumhuriyetizdemek bizi kurtaramaz bunu dış politikada denedik ama bizi ciddiyete alan olmadı?. 1973 yılında 70 yaşındaki bir ermeninin Amerika’nın Los Angeles kentinde iki türk diplomatını vurarak şehit etmesine kadar Türkiye bir ermeni meselesinden haberdar değildi. Ve tam anlamıyla söylemek gerekirse hazırlıksız yakalanmıştı.


Türk Dış İşlerinin o günkü belki de o anki anlık tepkisi bizler için hayli şaşırtıcıdır. Dış işlerimiz bu hadiselerin Osmanlı Devleti zamanında olduğunu, dolayısıyla Türkiye Cumhuriyetine bağlanamayacağını iddia etmiş ve bu şekilde olaydan sıyrılmak istemişti. Ancak kısa zamanda görüldü ki hadiseye bu şekilde yaklaşmakla meselenin halli mümkün değildir. Ermeniler dünya kamuoyuna kendilerine karşı soykırımın yalnızca 1915 yılında değil 1923 yılına kadar yapılmaya devam ettiğini karşılık verdiler. Böylece sorumluluğu Osmanlı’ya atarak (redd-i miras yoluyla) kurtulmak ucuz bir yolun geçerli olmayacağı kısa zamanda anlaşıldı.
Osmanlı Devleti, 19. Yüzyıla girinceye kadar farklı etnik kökenden ve farklı din ve mezheplere mensup toplulukları, “ Osmanlı Barışı” altında barış ve huzur içinde yaşatabilmişti. Bu düzen 19. Yüzyıldan itibaren bozulmaya başlamıştı. 19. Yüzyıl, özellikle 2. Yarısında artarak devam eden bir çabayla bu çok dinli, dilli yapıyı bir arada tutmak için çalışmalar, düzenlemeler yapıldı. Fakat bütün bu çalışmalara rağmen imparatorluk toplumda ilişkiler gittikçe kırılmaya uğradı.
türkocaği.org

mazhar

  • Ziyaretçi
Ynt: Osmanlı özleminin sebebi!
« Yanıtla #4 : 13 Şubat 2013, 08:19:49 »

Osmanlı’da demokrasi var mıydı?


Ey kendilerini “Kemalist Gençlik” olarak tanımlayıp, yazdıklarıma itiraz eden grubun mensupları! Bilin ki, tarihsel olarak, hiçbir itirazınızın mesnedi, yani dayanağı yoktur.

Birkaç yazıda itirazlarınızı madde madde ele alacağım. Amacım sizi ikna etmek değil, iğfal ettiğiniz gençleri tarihsel gerçeklerle buluşturmaktır… 
 

Diyorsunuz ki: “Osmanlı’da ne parlamento, ne demokrasi vardı…”
 

Osmanlı’nın ilk ve orta zamanlarında elbette bu isimde bir sistem yoktu. Zaten o dönemin dünyasında da yoktur. Tüm Avrupa’ya “monarşi” hâkimdir (şimdi bile İngiltere, İspanya, Hollanda, İsveç, Norveç, Belçika ve Danimarka gibi pek çok Avrupa ülkesi monarşi ile yönetiliyor). Üstelik dönemin Avrupalı monarşilerinde üst sınıfın (asiller), alt sınıfa (halk) tahakkümü, hatta zulmü söz konusudur.
 

Osmanlı’da ise bir “asiller sınıfı” olmadığından halk katmanları sistematik bir zulüm ve baskı altında değildir. Her inançtan ve milliyetten insan, “insanca” muamele görmekte, devlet, canlı varlıklara yönelik herhangi bir baskının “kul hakkı” oluşturacağı ve kul hakkının Allah tarafından affedilmeyeceği inancı içinde yönetilmektedir.
 

Bu bağlamda, Fatih’in, büyük fetihten hemen sonra, Hıristiyanlara hitaben yayınladığı “Amannâme”deki hak ve hürriyetler, bugünün insanını bile şaşırtacak kadar geniş olması da bu yüzdendir.
 

Fatih, geleneksel yönetim anlayışının bir gereği olarak Müslüman olmayanlara inanç, ibadet, kıyafet, seyahat ve ticaret özgürlüğü tanıdığına dair “ferman”, zaman zaman sonraki padişahlar tarafından da tekrarlanmış (Yavuz’un “Kudüs Fermanı” gibi), bu sebeple Osmanlı, hak/hukuk ve özgürlükler açısından Avrupalı çağdaşlarının fersah fersah önüne geçmiştir.
 

Bu gerçeği Osmanlı Devleti’ne gelen Avrupalı diplomatların raporlarında ve Avrupalı gezginlerin kitaplarında açıkça görmek mümkündür. Osmanlı “demokrasi”yi isimlendirmede gecikmiş olabilir, ama uygulamada Batı’nın ilerisindedir.

Demokratik anlayışa yakın ilk parlamento, 23 Aralık 1876’da yapılan Anayasa’ya göre kuruldu. Ancak bu parlamento halk tarafından seçilmemiş, geçici bir talimatla il, liva ve ilçelerin İdare Meclisi üyeleri arasından seçilmişti. İstanbul’da ise ayrı bir seçim yapılmıştı. Bu Meclis yedi dönemde faaliyet gösterdikten sonra, 28 Haziran 1877’de çalışmalarını tamamlayarak dağıldı.
 

Aynı seçim yöntemiyle oluşturulan “İkinci Meclis-i Meb’usan”, 13 Aralık 1877’de toplandı. Ne var ki, bu da, Rusya’nın Osmanlı’ya saldırmasıyla (93 Harbi) yoğunlaşan sorunlar nedeniyle, 14 Şubat 1878’de kapatıldı.
 

İlk Meclisler, milletin genel yapısının bir yansıması olarak çeşitli etnik kökenlere mensup temsilcilerden oluşuyordu: 69’u Müslüman, 46’sı gayr-i müslimdi…
 

Sultan II. Abdülhamid, Meclis’i kapatmaya âdeta mecbur edildi. Çünkü 93 Harbi’nin tüm olumsuzlukları yaşanıyor, böyle bir ortamda çok hızlı kararlar alması gereken Meclis, hiçbir karar alamıyordu. Sonu gelmeyen tartışmalar ve eleştirilerle vakit geçiriyordu. Ayrıca savaşı fırsat bilen azınlık temsilcileri, temsil ettikleri ırkların bağımsızlığının derdine düşmüştü. Osmanlı kendi içinden de vuruluyordu.
 

Batılı anlamda ilk seçimler 23 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanıyla aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında yapıldı. Bu seçimlere Ahrar Fırkası (Özgürlükçüler Partisi) ile İttihat ve Terakki Cemiyeti katıldı. Seçimleri İttihat ve Terakki kazandı. Böylece 4 Aralık 1908’de Üçüncü Meclis-i Meb’usan açıldı. Bu parlamento, Sultan II. Abdülhamid’in önce yetkilerini daralttı, ardından da tahttan indirdi.
 

1912’de oluşturulan son Osmanlı Meclisi ise devletin sonuna kadar çalıştı. İstanbul’da dağıtılınca da Ankara’da toplandı.
 

Yani parlamento geleneğimiz, o kadar da yeni değil. İlk Osmanlı parlamentoları ise “göstermelik” değil. Zaten İstiklâl Savaşı’nı veren Meclis de (ilk Meclis dedikleri) bir Osmanlı Meclisi’dir.
 

Lozan’ı reddettiği için dağıtılan bu Meclis’in yerine kurulan İkinci Meclis, hiçbir zaman “Meclis-i Meb’usan”lar kadar hür iradesiyle hareket edememiştir.

 Yavuz Bahadıroğlu.Habervaktim.com

Çevrimdışı Seritana

  • okur
  • *
  • İleti: 56
Ynt: Osmanlı özleminin sebebi!
« Yanıtla #5 : 07 Nisan 2013, 10:16:24 »
VE, SULAR  DURULUYOR!..
On yedinci yüzyılın ünlü şairlerinden Nâbi çok gazeline şöyle başlıyordu:

"Bâğ-ı dehrin hem hazânın hem bahârın görmüşüz, Biz neşâtın da gâmın da rüzgârın görmüşüz"

Yani şair, "Dünya bahçesinin hem sonbaharını hem de ilkbaharını görmüşüz; neşeli zamanlarımız da,
üzüntülü zamanlarımız da olmuştur" demek istiyor. Niyeti başka da olsa bu beyetinde şair, bir bakıma yaşadığı
dönemin özetini veriyordu. Çünkü, 1600'lü yılların sonlarına doğru Osmanlı İmparatoru'nun üstüne kara bulutlar
dolaşmaya başlamış, Avrupa içlerinde binbir güçlükle alınan kaleler bir bir kaybedilir olmuştu. Orduda yer yer
isyanlar çıkıyor; vezirler, paşalar azlettiriliyor ve hatta padişahlar tahttan indiriliyordu. Tabir yerindeyse denizin
kabarması bitmiş ve artık sular durulmuştu. Yüreklerde ise bir korku vardı: Ya bir de sular çekilirse!..

İşte korkulan oldu... 1699 yılında yapılan Karlofça Andlaşması Osmanlılar için "sonun başlangıcı" oldu.
Bu andlaşma ile Macaristan, Slovenya ve Transilvanya Avusturya'ya bırakıldı. Hırvatistan Almanya'da,
Bosna Türkiye'de kaldı. Mora Yarımadası, Dalmaçya'nın bir bölümü ve bazı adalar Venediklilere
bırakıldı. Podolya, Galiçya, Ukrayna'da bazı topraklar ve Kamaneçe Kalesi Lehistan'a verildi. 1200'lü
yılların sonunda Söğüt'te yeşeren çınar büyümüş; dal - budak salıp 400 yıllık tarihi bir ağaç olmuştu ve şimdi 
budanıyordu. Buna elbette canlar dayanmazdı ama olan olmuştu. Türkler artık ilerleyen ülke olma durumundan
çıkıyor, savunmaya geçiyordu.

İnsanların olduğu gibi milletlerin ve devletlerin de bir kaderi vardı ve kader ağlarını örüyordu... Yer yer iyilik ve
güzellikler de oluyordu ama bir süre sonra artık daha çok kötülükler birbiri ardınca gelmeye başladı. Duraklama
ve bocalama dönemini gerileme, gerileme dönemini de çöküş takib etti.

Ünlü bir yazarımızın çok güzel ifade ettiği gibi, "Osmanlı değerli bir kristaldi, yere düştü ve kırıldı!"Ama
yalnızca o kadar; değerinden hiçbir şey kaybetmedi. Üstelik, içimizde çok derin hatırası olduğu için manevi dünya-
mızda daha da değer kazandı. O'nun hatırası önünde hürmetle eğiliyor ve güzelliklerini anlatmaya devam ediyoruz.
 
Anasayfaya dön Konulara dön
Sadakat.Net©İslami web hizmetleri

mazhar

  • Ziyaretçi
Osmanlı’nın güç kaynağı nedir?
« Yanıtla #6 : 06 Eylül 2014, 10:30:33 »

Sık sık, yüz yıllar evvel Fatih’in Rum azınlıklara tanıdığı insanca hak ve hürriyetlere hasret bırakılan, başları örtülü olarak okumak gibi en tabiî haklarını kullanamaz hale getirilen, dünya demokrasi tarihini Yunan mitolojisi, yahut Ergenekon efsanesi okur gibi bir masal âlemine dalma duygusuyla okumaya mahkûm edilen yeni neslin, bu meyanda hepimizin, Fatih döneminden, bilhassa da Fatih’in mânevî dünyasından öğrenecek çok şeyimiz vardır.


Yeri geldiği için belirtmek ihtiyacındayım ki, din, dil, tarih, san’at, gelenek ve göreneklerimiz başta olmak üzere iftihar vesilelerimizden, kuvvet ve kudret kaynaklarımızdan düpedüz kaçırılışımızın, öz medeniyet dünyamızdan koparılıp yabancı bir medeniyete entegre edilişimizin faturası sadece bir birimize kıymak olmamış (terör), aynı zamanda güç kaynaklarımızın da kurumasını sonuç vermiştir.

Bugün milletimizin en büyük ıstırabı, kendisi farkında olsun olmasın, haşmetli geçmişiyle, kültür ve medeniyetiyle, diniyle, diliyle, kısacası öz kaynaklarıyla irtibatının koparılmış olunmasıdır...


Bunun tabiî neticesi de millî heyecanı, aksiyonu ve şuuru kaybetmek oldu.


Büyük bir ruh hamlesine muhtacız…


Bu hamleyi gerçekleştirebilmek, büyük ölçüde, mazide gerçekleştirilmiş aynı ruh hamlelerini idrake bağlıdır.


Gençliğimizi tekrar imar, inşa edemez de hamle çizgisinde buluşturamazsak, dâvâyı kaybederiz. Çünkü yapıcılık imkânlarını ellerinden aldıran kütleler yıkıcılığa meyleder.


Kâinatın boşluk kabul etmediği kanununu da buna eklemek durumundayız.


Tekrar ayağa kalkabilmemiz için, Fatih’in yalnız şu mefkûresini mâneviyat plânında tefekkür edip gereğini yapmak bile yeterli olabilir:


“Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihânın payitahtı olmalıdır.”


Böylesine geniş, hatta ilk bakışta muhteris bir muhayyile taşıyan insan acaba nasıl biriydi?


İtalyan tarihçi Langostu, Fatih’in 26 yaş halini şöyle tarif ve tasvir ediyor:


“İnce yüzlü, uzunca boylu; güleç, şiddetli bir öğrenme ihtirasına sahip ve âlicenaptır. Dâimâ kendinden emin ve inatçıdır. (İhlâsla, sebatla inadı hep karıştırırlar). Türkçe, Rumca ve Slavca (Bizanslı tarihçi Kritovulas’a göre Arapça, Farsça, İbranice ve Keldanice de bunlara dahil) konuşuyordu. Harp sanatından çok hoşlanırdı. Her şeyi öğrenmek isteyen zeki bir araştırıcıydı. Sefahati yoktu, nefsine hâkim ve uyanıktı. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa karşı dayanıklıydı.” (Feth-i Mübîn, Paul Wittek, İ.E. Dergisi, II. 1956)…


İstanbul’a yalnız İslâm yahut Türk dünyasından ilim adamları getirmekle kalmadı, Rum ve İtalya’dan da âlim getirtti.


Onlara din, ırk, mezhep ayırımı yapmadan, tıpkı kendi hocaları gibi hürmet gösteriyor, onları koruyordu.


Bu davranışı, ilim ve medeniyetin hiçbir devletin, hiçbir hükümdarın tekelinde olamayacağına, bunların insanların ortak malı olduğuna inandığını gösterir.


Sarayına aldığı Rum bilgin Yorgi Amirukis’le oğluna Batlamyus coğrafyası esaslarına göre Arapça ve Rumca iki dünya haritası hazırlama görevini vermiş, gerektiği zaman Amirukis’le tartışmış, coğrafya bilgisine, dünyada parmakla gösterilen bir coğrafya uzmanını hayran etmişti.


Devrinde bilhassa İstanbul’da hummalı bir çalışma vardı.


Çeşitli dillerden temel eserler tercüme ediliyor, yeni edebiyat mahsulleri vücuda getiriliyor, bir yandan maddî yönden İstanbul imar edilip bir mimarî âbîde haline getirilirken, bir yandan da kültür ve eğitim alanında, reform seviyesinde hamleler yapılıyordu.


Ve hepsinin başında genç Padişah vardı. Her yana koşuyor, her şeye yetiyordu. Çünkü az uyuyor, az yiyor, nefsine az zaman ayırıyor, büyük bir hasret ve hararetle çalışıyordu.


Çalışan kazanır…


Her çalışan kazanamasa da, kazananlar tembeller arasından değil, çalışanlar arasından çıkar.
Yavuz Bahadıroğlu.Habervaktim.com