Gönderen Konu: Osmanlı saray hazinesinden sıra dışı eserler  (Okunma sayısı 53886 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Topkapı Sarayı’ndaki zümrütler
« Yanıtla #15 : 28 Ocak 2010, 02:33:05 »

Hindistan’ın Rusya veya Transvaal’dan ithal ettiği düşük kalitedeki zümrütler kabaşon veya boncuk şeklinde kullanılır. Bazı zümrütlerin yağ içinde kaynatılarak uygun renge sahip olmalarının sağlandığı görülür. Bu şekilde işlem görmüş zümrütlerde zamanla lekeler ve benekler ortaya çıkar. Herhangi bir şüphe durumunda en iyi yöntem; taşı bir süre sıcak alkolde bırakmaktır.

Sahte materyal çözünürken taşın gerçek rengi kendini gösterecektir. Özellikle iyi renge sahip bazı zümrütlerin üzerinde oyma-kabartma yazılar, motifler ve figürler yer alır. Daha çok Hind-Mughal hazinelerinde bu tür eserlere rastlıyoruz. Aynı şekilde Osmanlı Saray koleksiyonlarında da üzerleri yazılı zümrüt mühürler ve baş süsleri bulunuyor. Bunlardan üzerinde Sultan I. Abdülhamit’in tuğrası ve sülüs hatla “Allahümme Rabbena eftah beynena ve beyne kavmina bilhak ve ente hayrül fatihin” ayeti ile H. 1187 (M. 1773) tarihi okunan zümrüt mühür yüzük koleksiyondaki en dikkat çekici parçalardandır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun erken dönemlerinde değerli taşların nerelerden, hangi yollardan geldiği ve miktarları konusunda yeterli bilgiye sahip değiliz. Fakat bu dönemlerde de Osmanlı mücevherlerinde, az da olsa zümrüt kullanılmış olmalıdır. İmparatorluğun artan gücü ile birlikte her türlü mücevher kullanımı da çoğalmıştır. 1517’de Yavuz Sultan Selim’in (1508-1520) Mısır’ı fethinden sonra zengin zümrüt yataklarına sahip olunmuştu. Ayrıca Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566) döneminde Orta Anadolu’da Sivrihisar da zümrüt madenleri işletildiği biliniyor.1

Özellikle hazinedeki örneklerden 16. yüzyıl ortalarından itibaren zümrütler de dahil mücevher taş kullanımında büyük bir artış olduğunu somut olarak saptayabiliyoruz. Sultan III. Murat (1574-1595) dönemine ait iki belgeden o dönemde Osmanlı Sarayı’na Mısır’dan zümrüt getirildiği kanıtlanmaktadır. Söz konusu belgelerden ilki İskenderiye’de bulunan cesim bir zümrüt taşının saraya alınmayıp satılmasına dair Mısır Beylerbeyi’nin hükmünü içermektedir. Belgede şunlar yazılıdır:

“Mektup gönderip İskenderiye iskelesi Âmili olan Isak veled-i Hâmil nâm Âmillerin vezinde 34 dirhem ve dört kırat bir kıt’a ham zümrüt taşı olup, Hassa-i Hümâyün’uma münasib olmak ihtimali ile mezbur taşın cüssesi miktarı kalıp ettirip Südde-i Saâdet’ime gönderilip ve mezbur Âmilin tahvil-i sabık-tan uhdelerinde 142 kise ve 980 Selimi altın bâkisi olup, esbâb ve emlâkinden bir veçhile mümkin olmadığı ecilden değer bahâsiyle Miriye (hazineye) deynine (borcuna) mahsup kılmak evla fehmolunduğundan, mezbur taşın bahâsını bâzı cevher-fürûş (bu işten anlayanlar) 80.000 ve bâzı 50.000 altın tahmin ettiklerin ilâm eylemişsin (bildirmişsin).

İmdi zikrolunan zümrüd taşı Havass-ı Hümâyûnuma lâzım olmadığı ecilden sahibine teslim olunup, zimmetinde olan Mâl-ı Miri alınmasın emredip buyurdum ki, vardıkta emrin mucibince zikrolunan zümrüdü mezkûr Âmillere teslim eyleyip, dahi zimmetlerinde Miriye olan deynlerin sıklet ve niza ettirmeyip (zorluk çıkarmayıp) bî-küsûr alıp zapt eyleyesin. Eğer uhdesinde olan Mâl-ı Mîrî vermeye adem-i iktidarı olup mezkûr zümrüde münhasır ise tâlib olanlara sattırıp dahi akçesindeyn içün bîkusûr alıp zapt bi’t-temam tahsil etmek bâbında ikdâm ve ithimam eyleyesin ve ne miktâr Mâl-ı Mîrî alındığını yazıp bildiresin.” (Fi 22 Cemaziyelevvel 984/ 17 Ağustos 1576)

   

Sorguç, Osmanlı, 18. yüzyıl, altın, elmas, zümrüt, yakut, inci; uzunluk: 32 cm, iğne uzunluğu: 8 cm. (T.S.M. 2/284)

Topkapı Hançeri, Osmanlı, 1747 civarı, çelik, altın, zümrüt, elmas, mine; uzunluk 35 cm. (T:S:M: 2/160)

Mühür Yüzük, Sultan I. Abdülhamid’e (1774-1789) aittir; altın, zümrüt; 2x2 cm. (T.S.M. 47/20)


Mısır’dan Saray-ı Hümâyûn için zümrüt getirilmesine dair olan ikinci belgede ise şunlar yazılıdır: “Ümerâ-i Mısır’dan Hüsni Bey’e hüküm ki, Mısır’a tâbi vilâyet-i Said’de olan zümrüdün irsal olunması (gönderilmesi) ferman olup, lâkin hizmet-i mezbureye (bunu yapmaya) muavenet (yardım) için iki kapıcı eriştir deya arz olunması ecilden (bana bildirilmesinden) Dergâh-ı Muâllam (yüksek evim) kapıcılarından Mustafa Bölükbaşı ve Mustafa-zide Kadruhü (itibarı artası) irsal olundu. Buyurdum ki, müşarünileyha (işte bu yüksek rütbeliler) vusûl buldukda (oraya gelince) Hatt-ı Hümâyûn’um mucebince mezkûrlar vech ve münasib gördüğün üzere hizmet-i mezburede istihdâm eyleyesin. Bâhatt-ı Hümâyûn mezbur kapıcılara verildi”. (Fi 29 Şaban 996/ 23 Haziran 1588)

17. yüzyılda Evliya Çelebi mücevher ticaretini anlatırken zümrütlerin Mısır’dan ve Sivrihisar’dan elde edildiğini doğrular. Hazine defterleri arasında en ayrıntılı olan H.1090 (M.1680) tarihli D.12A-B’de pek çok zümrütlü eser kayıtlıdır. Bunlar arasında tahtlar, taht örtüleri, yastık, yorgan yüzleri, perdeler, ocak yaşmakları, beşik örtüleri, cibinlikler, kap kacaklar, koşum takımları, silahlar, kemerler, takılar gibi akla gelebilecek çeşitli eşyalar sayılabilir.

antikalar.com
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı suden

  • suden
  • aktif okur
  • **
  • İleti: 207
Ynt: Osmanlı saray hazinesinden sıra dışı tutya eserler
« Yanıtla #16 : 28 Ocak 2010, 10:42:19 »
tuğra kardeş teşekkürler.bu eserler ecdadımızın ince ruhlarını tarif ediyor adeta.ecdadımıza da ancak böyle kıymetli şeyler yaraşır.

şunuda unutmamak gerekir böyle hazineler arasında yaşarken bile kalplerinin bunların cazibesine kanmamak olmuş.rabbim bizlerede ecdada layık olmayı nasip etsin.
said,cennetlik kişidir.başkasından ibret alandır.
şaki,cehennemlik kişidir.BAŞKASINA İBRET OLANDIR.

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Topkapı Sarayı’ndaki zümrütler
« Yanıtla #17 : 15 Şubat 2010, 01:18:19 »
Osmanlı Saray kadınlarının takılarından günümüze az sayıda örnek ulaşmıştır. Buna rağmen bu örnekler klasik dönemden itibaren kullanılan takılar hakkında önemli ipuçları verir; saray hazinesindeki iri zümrütlü bir çift küpe buna örnek olarak verilebilir. Söz konusu zümrüt küpe çilek biçiminde ve altın halkalıdır. Hazine koleksiyonunda çok iri, kabaca tıraşlanmış, çeşitli biçimlerde tasarlanmış zümrüt, yakut, inci, necef vb. küpeler bulunmaktadır.

Çilek formlu bu küpe meyve şeklinde yontulmuş tek örnek olarak dikkat çekmektedir. 1717-18 yılları arasında İstanbul’da bulunan İngiliz elçisinin eşi Lady Montagu, Edirne’yi ziyaretinde Sultan II. Mustafa’nın (1695-1703) eski haremi Hafise Sultan tarafından misafir edilmiştir. Lady Montagu, Haseki Hafise Sultan’ın elbisesinin incilerle işli, çaprastlarının (düğme britleri) ve kemerinin elmaslı olduğunu, ayrıca baklava biçimli elmasların giysisine iliştirildiğini, küpe, bilezik ve yüzüklerinin büyük elmaslar ve yakutlardan yapılmış olduğunu anlatır. Sultanın dizlerine kadar inen inci sıralarında ise, hindi yumurtası büyüklüğünde bir zümrütle, 200 kadar zümrüt sıralandığından hayranlıkla bahseder.

Saray hanımlarının takıları arasında inci, yakut ve zümrütlerden yapılma birçok broş da yer almaktaydı. Günümüze ulaşan sınırlı sayıda örnek arasında 19. yüzyıla ait kök incili broş sayılabilir. İnce bir işçiliğe sahip broşun ortasında oval formda altın bir pafta yer alır. Kırmızı mine işçiliği ile bezenmiş olan paftanın üzerinde altın sülüs hatla “Allah, Muhammed, Ali, Fatma, Hasan, Hüseyin aman ya ResulAllah” yazılıdır.

Çevresindeki gümüş dalların üzerinde kırmızı mineli çiçekler, elmas, inci ve zümrütlerle bezeli çelenk biçiminde bir süsleme görülür. Tepede çevresi elmaslı dikdörtgen iri bir zümrüt yer alır. Alt kısmında armudi formda çok iri bir kök inci asılıdır. Kök incinin etrafını, üzeri küçük elmas ve zümrütlerle bezeli sarmal dallardan bir çelenk çevirir. Osmanlı kadın takılarının görkemli geç dönem örneklerinden biridir.

Hazine koleksiyonunda 17.-19. yüzyıllara ait dikkat çeken diğer eserler arasında iri, hatta kocaman zümrütlerle süslü hançerler, sorguçlar ve taht askıları yer almaktadır. Sultan IV. Mehmed’e (1648-1687) annesi Turhan Valide Sultan tarafından Eminönü’ndeki Yeni Camii’nin açılışında hediye edilmiş olan som zümrüt saplı hançer (1665) bunlardan biridir. Ucu hafif kıvrık olan hançerin kabzası, ortasından kırık 7 cm boyunda som zümrütten tasarlanmıştır. Balçağı ve kını altındır.

Uçları stilize ejder başı formunda olan balçağı iki yüzü, kının bir yüzündeki alt ve üst bölümleri elmasla bezelidir. Elmas süslemeli yüzeylerin arası, kabza ağzı ve kının arka yüzeyi koyu mavi zemine beyaz, pembe, kırmızı, yeşil mine ile dal, çiçek ve yaprak motifleriyle bezelidir. Kının ucunda üzeri küçük elmaslarla bezeli küçük bir küre bulunmaktadır. Hançerin çelik tabanı tezyinatsızdır.

Minik küp biçimindeki parçalar ve halkalardan oluşan altın zincirin ucunda 11 mm çapında ufak bir zümrüt yer alır. 17. yüzyıl Osmanlı kuyumculuğunun görkemli örneklerinden biri olan hançer, Hatice Turhan Sultan tarafından Eminönü’nde yaptırılan Yeni Camii’nin 8 Şubat 1664 günü yapılan açılış töreninde oğlu Sultan IV. Mehmed’e verdiği hediyelerden biridir. Valide Sultan, ayrıca aynı gün oğluna mücevherli bir kuşak ve donatılmış on iyi cins at hediye etmiştir.

   

Zümrüt Kutu, Osmanlı, 18. yüzyıl, zümrüt, altın, elmas; 4,5x3 cm. İki parça som zümrütten oyulmuş bu zarif kutu oval formdadır. Ağız çemberi altından yapılmış olup iki tarafında birer küçük elmas vardır. Kapağı bombeli, etrafı altın çemberli ve ön tarafı yine elmaslıdır. (T.S.M. 2/3708)

Yay Kesesi, Osmanlı, 17. yüzyıl, altın, zümrüt, elmas, yakut; 66x37 cm. (T.S.M. 2/107)

Kök incili broş, Osmanlı, 19.yüzyıl, altın, gümüş, zümrüt, inci, mine; ağırlık : 155,4 gr. (T.S.M. 2/7582)

Topkapı Sarayı’nın sembolü haline gelmiş diğer bir zümrütlü hançer (T.S.M. 2/160) ise Sultan I. Mahmud (1730-1754) tarafından İran hükümdarı Nadir Şah’a gönderilen diplomatik hediyeler arasında en pahalı olandır. (1964’de Amerikalılar tarafından İstanbul’da çekilen bir filmde, hançer etrafında geçen hırsızlık senaryosundan dolayı Topkapı Hançeri olarak anılmaya başlanmıştır). Defter-i Hedaya-i Hümâyûnda 1747’de İran’a gidecek hediyelere değer biçilirken Topkapı Hançeri için 20.000 kuruş fiyat yazılmıştır.

Kısa süre önce yaptırılan III. Sultan Ahmet (1703-1730) Kütüphanesi’nin 19.572 kuruşa mal olduğu düşünülürse hançerin önemi daha iyi anlaşılmaktadır.2 Osmanlı elçilik heyeti yolda Nadir Şah’ın bir ihtilal sonucu öldürüldüğünü öğrenmiştir. Hançer de diğer hediyelerle birlikte İstanbul’a geri getirilip Hazineye konmuştur. Bu ünlü hançerin kabzası ve kını tamamen altındandır. Kabzanın bir yüzünde kaboşon kesimli, son derece iri ve kaliteli üç zümrüt yer almaktadır.

Kının elmaslı, ajur bezemeli yüzünün ortasında, kabza ve kının arka yüzünde çok renkli mine ile sepetler içinde meyve ve çiçek motifleri hafif kabartma tekniğinde resmedilmiştir. Altın kın üzerinde mineli ve ajurlu kısımların dışındaki yüzeyler kumlama zemine hafif kabartma ile dönemin zevkini yansıtan rokoko üslubunda bitkisel motiflidir. Kının ucunda yaklaşık 7 karat ağırlığında yuvarlak bir zümrüt bulunmaktadır. Çelik hançerin tabanı süslemesizdir.

Hazinede geçmişte bazı eşyadan sökülmüş veya düştüğü için ayrıca korunmaya alınmış taşlar ve tezyinat parçaları da mevcuttur. Taht-ı Keykâvus’a (Nadir Şah Tahtı) ait döşeme yastığı üzerinden sökülen zümrütlü altın paftalar da bu gruptandır. Uçlarında dikiş delikleri bulunan paftaların ortalarındaki taş yuvaları boştur. Kalan gümüş foya izlerinden muhtemelen elmas olan taşların söküldüğü bellidir.

Bu pafta grubunun Eski Türkçe etiketinde: “Taht-ı Keykâvus’un döşemesi yasdığının üzerinden ref’ olunan (çıkarılan) zümrüd ile müzeyyen taş haneleri, yıldız resm (şekilli) pafta adet 37 vasf-ı mezkurda tek taşlı pafta adet 137=174” yazılıdır. Taht-ı Keykâvus adına ilk defa H. 1174 (M. 1760) tarihli bir hazine defterinde rastlıyoruz.

Topkapı Sarayı Müze eski müdürlerinden Tahsin Öz, eserin 16. yüzyıla ait olabileceğini, H. 1090 (M. 1680) tarihli hazine defterinde kayıtlı Hindkâr Taht ile Taht-ı Keykâvus isimlerinin aynı esere ait olduğunu ileri sürmüştür. Nadir Şah’ın Hindistan seferlerinden elde ettiği ganimetler arasında tahtlar da vardır.

Bunlardan birini, Sultan I. Mahmud’a diplomatik hediye olarak göndermiştir (1747). Bugün Nadir Şah Tahtı ile sergilenen eser, son zamanlara kadar Taht-ı Keykâvus adıyla anılmaktaydı. Nadir Şah Tahtı ile elimizdeki zümrütlü tezyinat paftaları 17. yüzyıl Mughal kuyumculuğunun özelliklerini taşımaktadır. Taht ve paftalar Hindistan’da, Nadir Şah’ın eline geçmeden en az yarım yüzyıl önce yapılmış olmalıdır.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, saray hazinesinde değerli taşlardan yapılmış paha biçilmez mücevherlerden olan son derece kıymetli askılar arasında, Hz. Muhammed’in türbesine konmak üzere Medine’ye gönderilen büyük zümrütlü taht askıları özel bir yere sahiptir. I. Dünya Savaşı sırasında (1916) yağmalanmaktan korumak için Medine’nin boşaltılmasına karar verilmişti. Diğer kıymetli eşyalarla birlikte bu askılar da İstanbul’a ulaştırılmıştı. Bunlardan biri, Sultan I. Ahmed’e ait olan, içi oyularak yuvarlatılmış ve boş bir hacim oluşturulmuş altı köşeli zümrütten yapılmış olan askıdır.

Medine’ye Surre Alayı ile gönderilen eserlerden biri olan askının geç dönem Rönesans kuyumculuğu etkisindeki kapağı ajurludur. Üç halka ile kapağa bağlanmış, ucu çengelle son bulan üç sıra altın zincirle taşınır. Bu özelliklerinden dolayı, eserin aynı zamanda buhur askısı olarak da kullanılmış olabileceği sonucuna varıyoruz. Kaidesindeki altın plakada kıymeti 6000 altın yazılıdır.

Altın zincir çengelinde Sultan I. Ahmed adı okunmaktadır. Yine Surre Alayı ile Hz. Muhammed’in kabri için Medine’ye gönderilen bir diğer taht askısında bulunan zümrütlerin toplam ağırlığı yaklaşık 1000 karattır. Sultan I. Abdülhamid’in (1774-1789) yaptırdığı sanılan askı, altıgen prizma formunda kesilmiş üç büyük zümrüdün köşelerinden tırnaklarla altın bir yuvanın içine yerleştirilmesiyle oluşturulmuştur.

Saray hazinesindeki zümrütlü eserler arasında padişah sorguçlarının önemli bir yeri vardır. 18. yüzyıl tarihli bir sorguçta, altın bir sapın üzerine yerleştirilen madalyon biçimindeki sorguç yuvasının ortasında 4x5 cm boyutlarında düz kesimli bir zümrüt yer almaktadır. Zümrüdün üstüne 3 cm çapında kaboşon kesim pembe bir yakut yerleştirilmiştir.

Kenarları dilimli sorguç yuvasının üst kısmından çıkan dokuz dalın üzeri gül kesimli elmaslarla süslüdür. Uçlarında inci bulunan ve iki yana kıvrılan ikişer dal ile bunların arasındaki elmaslı dört yarım dal, sorguç yuvasının taç kısmını tamamlamakta ve takılan tüyler sorgucu süslemektedir. Sorguç yuvasının iki yanında türbana tutturmak amacıyla yapılmış, uçları çengelli dört zincir vardır. Bu zincirler, on iki elmaslı küçük altın çiçek yuvalarının ve zümrüt damlalarının dönüşümlü olarak sıralanmasıyla oluşturulmuştur.

Saray hazinesindeki bir başka muhteşem sorgucun ana paftasının tasarımı lale izlenimi verir; tüm yüzeyi elmaslarla kaplı olup aralara yer yer yakutlar yerleştirilmiştir. Ana paftanın ortasında 5.5x5 cm boyutlarında kaboşon bir yakut ile 4.5x3.5 cm ölçülerinde iki muhteşem zümrüt yer almaktadır.

Dört zinciri elmaslı, yakutlu çiçek paftaları ve damla zümrüt dizlerinden oluşmaktadır. Eser, 18. yüzyıldan itibaren kullanılmaya başlanan aşırı gösterişli sorguçlardan biridir. 19. yüzyılın ilk çeyreğinde gerçekleşen kıyafet devrimiyle birlikte daha sade sorguçlara bir dönüş olmuştur. Çeşitli dönemlere ait padişah portrelerinde bu değişimleri izlemek mümkündür.

Padişah sorguçlarının yanı sıra saray hazinesinde ayrıca padişah ve üst düzey devlet adamlarının atlarının başlarına takılan sorguçlarda da eşsiz zümrütlere rastlanmaktadır. Örneğin saray koleksiyonunda barok tarzda düzenlenmiş iki farklı tasarıma sahip iki sorgucun üzerinde yer alan armalar elmaslarla bezelidir. Sorguçların ortalarında yer alan zümrütlerin çapları ise 3 cm’dir.

Hazinedeki eşsiz zümrütlü eserlerden bir diğeri de mücevherli Kuran mahfazasıdır. Tamamen altın, kapaklı bir kutu biçiminde olan mahfazanın ön yüzünde yüksek rölyef ve ajurlu elmaslı dal, yaprak ve çiçeklerden oluşan Rokoko bir bezeme yer alır. Bu bezemenin ortasındaki sekvi köşeli zümrüdün çapı 2 cm’dir. Mahfazanın kenarları yeşil minelidir. Kapak üzerindeki elmas çerçeveli altın plakada sülüs hatla “Celle Celaluhu” yazılıdır.

Osmanlı kuyumculuğunun özelliklerinden biri mücevher taşlarının doğal kristal yapılarına fazla müdahale etmeden biçim vermektir. Kabaşon veya en az fire ile tıraşlanmış zümrütlerde de aynı üslûp görülür.

Örneğin koleksiyondaki bir yay kesesinin üzeri altın levha üstüne rölyef ve ajurlu bitki motifleri bezeli ikinci bir katmanla kaplanmıştır. Bütün yüzeyi kaplayan bu bezemenin üzerinde değişik düzenlerde çok sayıda elmas, zümrüt ve yakut yer almaktadır. Özellikle çapları 2 cm olan 19 adet kaboşon zümrüt dikkat çekmektedir. Ok kesesi ile takım oluşturması gereken yay kesesinin üstün işçiliği bu eserin bir hükümdar için yapıldığını göstermektedir.

Emine Bilirgen - antikalar.com
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı enfa

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 1543
Ynt: Osmanlı saray hazinesinden sıra dışı eserler
« Yanıtla #18 : 22 Temmuz 2010, 01:04:14 »
Ne kadar kıymetli eserler, değerini bilene..

Zaman diyorum, biraz daha zaman.Dilimin ucundaki kelimeler bu kış donmazsa bir dahaki yıl uçmayı öğrenecekler!

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Ynt: Osmanlı saray hazinesinden sıra dışı eserler
« Yanıtla #19 : 22 Temmuz 2010, 01:56:50 »
Teşekkürler Tuğra. Hepsi birbirinden kıymetli.
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Tuğralı Gümüşler
« Yanıtla #20 : 03 Haziran 2011, 15:42:52 »
Osmanlı Gümüşlerine Vurulan Damgalar Üzerine Bir Araştırma
TUĞRALI GÜMÜŞLER
 
Osmanlılar’da gümüşten imal edilmiş her türlü eşyanın üzerine devrin sultanlarının tuğrasını vurma geleneği oldukça eskidir. Araştırmalarım sırasında yaptığım tespitlere göre bulabildiğim en eski damga örneği, II. Beyazıd’a aittir. II. Beyazıd’den VI. Mehmet Vahdedin’e kadar başa geçen 29 padişahta ancak 20’sinin tuğrasını taşıyan gümüş eşyalara rastladım. Bu rarad, II. Bayezıd’ın babası Fatih Sultan Mehmed’in tuğrasını taşıyan 15 dirhemlik bronz bir ağırlığın bulunmasını, gümüşlerde de aynı tip bir damga ile damgalanıp kullanıldığını gösteren bir delil sayabiliriz
 
                       

                                                                              III. Ahmed(1703-30) dönemine ait, çeşnisi alınmış
                                                                              ve tuğrası basılmış gümüş kutu,
                                                                              Sadberk Hanım Müzesi’nde bulunuyor.

TUĞRALI GÜMÜŞLER GÜNÜMÜZDE NEDEN NADİR?

Tuğralı gümüş eşya koleksiyonu yapanlar, her sultana ait en az bir gümüş eşya bulmak imkanına sahip değildirler. Bunun nedenini araştırdığımızda, karşımıza Osmanlı ekonomisinde meydana gelen bunalımlara karşı alınan önlemler çıkıyor. Bugün olduğu gibi geçmiş dönemlerde de, ekonomik bunalımlardan kurtulmak için çeşitli çarelere başvurulmuştur.

Bunalımların kaynakları çeşitlidir, fakat en önemlisi Yeniçeriler’dir. Çünkü, Yeniçeriler’e gerekli ödemeler yapılmaz, yani maaşları (ulufeleri) ve sultan tahta çıktığında verilen “cülus bahşişleri” dağıtılmazsa isyan ediyorlar, hatta sultanı bile değiştiriyorlardı. Bu ayaklanmaların çözümü olarak hemen “sah akçe” (ayarı 900’e yakın, iyi gümüş akçe” temin etmek gerekiyordu.

Hazinenin ise çoğunlukla yetersiz ve bazı dönemlerde bom boş olması, bu ödemeleri geciktiriyordu. İlk çare, Saray’daki gümüş ve altın eşyanın eritilmesiydi. Bu yetmezse, ki çoğunlukla yetmediğini biliyoruz, Şeyhülislam tarafından yazılan fetvaya dayanarak halktan toplatılan eşyayı eritiyor, yerine akçe basıp gerekli ödemelerde problemleri çözmeye çalışıyorlardı.

Aşağıda, Sultan II. Mahmud devrinde Hicri 1238 senesinin Rebi’ülevvel’ine ait bir belge de (Belge I), nelerin eritileceği tek tek yazılmıştır. Örneğin, fincan- zarfı, şamdan, tepsi, sahan, gülabdan, buhurdan, tatlı okkası, su tası, maşrapa, leğen-ibrik, nargile seri, at koşumları, at örtüleri, şamdan tablası, vb eşya. Belge, bu tip gümüşlerin kırk gün içinde darphaneye iletilmesini ve orada satın alınacağını açıklıyor. Bu yazı Yenişahri Fener’den Saray’a konuyu anladıklarını belirten cevaptır.

                         

Eyüp Türbe’sinde bulundu için eritilmekten kurtulmuş,
II. Osman (1618-22) tuğralı gümüş kandil ve büyütülmüş tuğrası.

                         

                                                                                     III. Ahmed(1703-30) dönemine ait,
                                                                                     arka tarafında çeşnisi ve tuğrası görülen telkari kemer tokası.

I. Abdülhamid (1774-1789) ve III. Selim Devrinin üçüncü Şeyhülislam Hamidzade Mustafa Efendi’nin Hicri Safer 1204 (Miladi Ekim 1789) tarihini taşıyan fetvası özetle şöyledir: Kadınların tezyinatı, mühür ve silah kabzaları hariç olmak üzere altın ve gümüşten mamul eşyanın kullanılması haram olduğu, bu gibi şeylerin sikke kesilmek üzere bedeli mukabilinde darphaneye verilmesinin şart olduğu yazılıdır.

Bu fetvaya dayanarak İmparatorluğun çeşitli yörelerine fermanlar yazılmış ve Sadaret Kethüdaları bu fermanları gerekli bölgelere götürmüşler, halkı meydanlara toplayıp törenle herkese okumuşlar. Bursa’dan yukarıda bahsi geçen fetvaya istinaden yazılan çok ilginç bir emr-i şerifte (Belge 2) özet olarak şunlar yazılıdır: Allah’ın ve Peygamber’in laneti olsun. Bursa’da gümüş ve altın toplama işine Ahmed Bahhaeddin nazır tayin edilmiştir. Gümüş dirhemini 10 paradan, altının miskalini ( 1 miskal= 1.5 dirhem) 6.5 kuruştan satın alacaktır.

Reayaların (gayrimüslimler) da her hafta ne kadar teslim ettiklerinin bir deftere kaydedilerek bildirilmesi emrolunmuştur. Bu emr-i şeriften yaklaşık bir sekiz ay önce, yani I. Abdülhamid’in son yılında, aynı buyruk İstanbul’daki gayrimüslimlere (reayalara) da bir ferman ile iletilmiştir. Fermanın 1789 (Hicri 1203) Cemazi’ül-evvel tarihini taşıdığını Surp Haç Üsküdar Kilisesi’nin bir kaydından öğreniyoruz.

Özetle, Rumlar’ın 5.000 okka ( 1 okka, 1.282 kg.), yani 6.410 kg., Ermeniler’in 4.000 okka (5.128 kg.) ve Museviler’in ise 3000 okka ( 3.846 kg) toplayıp darphaneye derhal götürüleceği, gümüşün dirhemine 10 para ödeneceği beyan edilmiştir. Üsküdar’daki kilise ancak 19.695 dirhem, yani yaklaşık 49.2 okka gümüş toplayarak Vezir Han’a ( Çemberlitaş) götürmüş ve erittirmiştir. Diğer sekiz Ermeni kilisesinin ne kadar topladığını bilmiyoruz. Ancak, eksik okkaların gümüş karşılığı ödenecek paradan eksik ödenerek, 4.000 okkanın kısmen gümüş, kısmen de para ile tahsil edildiğini anlıyoruz.

                     

VI. Mehmet Vahdettin (1918-22) tuğralı gümüş ve tabak
ve büyütülmüş Vahdeddin tuğrası; Sadberk Hanım Müzesi’nde bulunmaktadır.
SHM G-74/407

                         

                                                                                     II. Beyazıd (1481-1512) dönemine ait gümüş tas.
                                                                                     Üstte sağda, tuğrası görünüyor. Frer Gallery of Art’ta,
                                                                                     1987.13 numarasıyla kayıtlıdır.

Böylece, senelerce imal edilen gümüş eşyalar bir anda eritilip akçeye dönüştürülüyordu. Bu olay defalarca tekrarlandığı için Saray’da ve halkın elinde eskiden kalma gümüş eşya imal eden ustalar gümüş bulamadıklarından ve de esasen yasak olduğundan, uzun seneler işsiz kalıyorlar ve işlerini bırakıp başka işler ile uğraşıyorlardı.

TUĞRA VURMA GELENEĞİNİN NEDENLERİ

Sultan Reşat döneminde, Takvim-i Vekayi’nin 6. Ramazan 1331 tarihli nüshasından öğrendiğimize göre, gümüşlere sah ve tuğra vurmak mecburi değildi. O devirde, her parça altın için 15, gümüş için 3 kuruş ayar tespit ve çeşni ücreti alınıyordu. Sah ve tuğra vurma fiyatları ise, altın için dirhem başına 2 kuruş, gümüş için dirhem başına 3 paraydı. Sultan Vahdeddin döneminde bu fiyatlar, Takvim-i Vekayi’nin 9 Receb 1338 tarihli nüshasından öğrendiğimize göre şöyledir:

Ayar ve çeşni ücreti, altın için parça başına 120 kuruş, gümüş için 40 kuruş, sah ve tuğra damgası için ise bir dirhem başına altın için 5 kuruş, gümüş için 10 para alınıyordu. ( Belge 3) Yukarıda görülen ve herkesin bildiği bir gümüş kaşığın hükümet tarafından alınan damga ve ayara harçlarını Sultan Reşad ve Vahdeddin dönemleri için karşılaştırdığımızda, şöyle bir tablo ortaya çıkıyor: Bu kaşıklar yaklaşık 30 ile 40 gram arasındadır. Biz ortalama olarak 35 gram alalım. Bu da yaklaşık 11 dirhem eder.

V. Mehmed Reşat dönemi:
Kaşığın ayar tespit ücreti 3 kuruş Damga 11 dirhem x 3 para= 33 para Toplam 3 kuruş 33 para

VI. Mehmed Vahdeddin dönemi:

Kaşığın ayar tespit ücreti 40 kuruş Damga 11 dirhem x10 para= 110 para Topam 42 kuruş 30 para Kaşığın maliyetine ilave edilen damga ve ayar vergisi olan üç kuruş otuz üç para son Osmanlı Sultanı VI. Mehmed Vehdeddin döneminde kırk iki kuruş otuz para olmuş, inanılmaz bir fiyat artışı meydana gelmiştir.

Bu nedenle, VI. Mehmed Vahdeddin tuğrasını taşıyan günümüzde eşya bulmak hayli zordur diyebiliriz. Bugüne kadar yalnızca bir adet örneğine rastlayabildim.

Yanda fotoğrafı ve ayrıca büyütülmüş tuğrası görülen tabak Sadberk Hanım Müzesi’nde ( SHM G–74/407 numarasıyla kayıtlı olarak) bulunmaktadır.

Sonuç olarak, tuğra vurmak hem hükümet için iyi bir kar kaynağı oluşturuyor, hem de halk tarafından hükümetin kontrolünden geçmiş olan bu damgalı gümüşlerin aldanmadan gönül rahatlığı ile satın alınmasını sağlıyordu.

Bu arada, tuğra vurma işleminin yalnızca çeşni alınmış ve 900 ayar olduğu tespit edilmiş eşyalara uygulandığını da unutmamak gerekir.

KAYNAKÇA:

Takvim-i Vekayi, 6 Ramazan 1331. Takvim-i Vekayi, 7 Receb 1336. Kud Ağanyanz, Tivan Hayoz Batmutyan, Cilt, (Tiflis, 1912) Abdülkadir Altunsu,, Osmanlı Şeyhülislamları ( Ankara, 1972)

 

Antikalar.com
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı osmanlıtorunu

  • okur
  • *
  • İleti: 92
Ynt: Osmanlı saray hazinesinden sıra dışı eserler
« Yanıtla #21 : 03 Haziran 2011, 16:09:51 »
Teşekkürler hepsi çok güzel...
Öyle Birine 'Ata' De ki, 'Peygamber Övgüsü' Almış Olsun!
.

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Ata yadigarı eserler!
« Yanıtla #22 : 17 Ağustos 2011, 02:49:40 »
Ata yadigarı eserler!

Buhurdandan körüklü fenere, kemer tokalarından cep saatlerine...



Tarih araştırmacısı M. Şinasi Acar'ın bugün artık her biri sanat eseri olan nesneleri derleyerek oluşturduğu Osmanlı'da Günlük Yaşam Nesneleri adlı kitapta, o dönemlerdeki ustalar hakkında bilgilere de yer veriliyor.
 
Bir müze ya da antikacıda, çoğu kez göz ucuyla bakıp geçtiğimiz, ama aslında yakın zamana kadar gündelik hayatın parçası olan eşyalar görürüz. Kim bilir hangi evde, işyerinde kullanılmış, kimlerin elinden geçmiş, her birinin zengin öyküleri olan nesnelerdir bunlar. Bazen aile büyüklerinin evlerinde, büfelerde çıkarlar karşımıza... Renklerinden, işlemelerinden alıştığımız, kullandığımız eşyalardan çok farklı ve zarif parçalardır.

ESKİ ZAMAN KOKUYORLAR

Rokoko tarzı desenlerle süslü bir buhurdanlık ya da yeşim taşlı bir kutu, tılsımlı bir mühür ya da dede yadigarı bir ferman... İstanbul'un Son Nişan Taşları adlı eserinde, ok, yay, tüfek ve bunlarla ilgili nesneleri anlatan tarih araştırmacısı ve mühendis M. Şinasi Acar, YEM Yayınları'ndan çıkan Osmanlı'da Günlük Yaşam Nesneleri adlı kitabında, bu eserleri, ustalarıyla birlikte tanıtıyor. Acar, kitabın önsözünde böyle kapsamlı bir işe girişmesinin nedenlerini şöyle özetliyor: "Geçmiş zaman penceresinden gülümseyip, bizi selamlayan, birbirinden ilginç sanat eserlerimiz var.

Ata yadigarı bu eserlerin, pek çoğunun bugün hiç ustası kalmamıştır. Günümüzde müze ve antikacılarda rastlanabilen ve eski zaman kokan bedenleri bana hep yalnızlık hissi veren örneklerin çoğu, geçmiş tarihimizin artık yeniden yapılması olanaksız, her biri başka incelik ve güzellik taşıyan emanetleridir. Tarihsel olduğu kadar sanatsal değer de taşıyan bu eserler, uzun ve büyük bir saltanatın belagatli ve gururlu tanıklarıdır." Acar, bu eserleri hazırlayan ustalar hakkında birkaç tarih ve anekdot dışında bilginin olmamasından dolayı da üzüntü duyuyor.

Bunun nedenini de usta-çırak ilişkisi içinde yetişen Osmanlı sanatkarlarının 'ben' demeyi bilmeyen, kişiliğini ön plana çıkarmayı 'benlik davasında bulunmak' sayan ustalarının karakter özelliklerine bağlıyor: "Çırak sözcüğü, Farsça 'çirağ'dan gelir. Çirağ, 'kandil, çıra' anlamı taşımakla birlikte, 'parlayan, yanan şey' demektir. Yani usta, çırak yetiştirmekle bir anlamda kendi alevinin sönmemesini, ışığının çırağında yanmaya devam etmesini sağlamaktadır."

TILSIMLARIN GİZEMİ

'Zaman içinde takvim' başlıklı bölümle başlayan kitapta, takvim kavramının doğuşu ve gelişmesine geniş bir yer ayrılmış. Eski dilde 'günlük' ve 'gündem' anlamı taşıyan ruzname örneklerinde, güneşin hangi gün hangi burca girdiğine ait detaylar bile var. 'Arşından metreye, dirhemden grama' adlı bölümde, tunç, pirinç dirhemler, Osmanlı okkaları anlatılıyor. Tılsımların gizeminin anlatıldığı ve "Her ölümcül derdin, bir çaresi vardır," önsözüyle başlayan bölüm, simgelerin diline ilgi duyanlar için...

OSMANLI SAAT USTALARI

"Osmanlı sanatkarı sanat yapmayı, isim yapmaktan önemli saymıştır. Bu nedenle günümüze ulaşabilen eserlerin pek çoğunda imza yoktur. Osmanlı sanatkarları tarafından çok ustalıkla yapılmış saatler de vardır. Bunların pek çoğu Mevlevi dervişler tarafından imal edilmiştir. İyi bir saatçi olabilmek için çok iyi mekanik bilmek gereklidir. Saatçilik aynı zamanda ince el sanatıdır; metal işleme ve kuyumcu ustası olmayı gerektirir. O zamanlar teknik bilgi verecek hiçbir okul yoktu. Bütün bilgiler, ustadan çırağa geçer.

Saatçi ustaları, çıraklarına saati en küçük parçasına değin öğretir, her parçası kendi elinden çıkmak koşuluyla bir saat yaptırır ve beğenip başarılı bulduklarında icazet (diploma) verirdi. Osmanlı saatçileri, Batılı meslektaşlarıyla aynı dönemde ve onlar ayarında saatler yaptıkları halde, bu ustalık bir seri üretime dönüşememiştir. Bunda İstanbullu sanatçıların saatin her parçasını bizzat yapmaları ve bu nedenle saatlerin çok uzun sürede üretilebilmesi kadar, Avrupa'da seri halinde üretilen saatlerin, kapitülasyonlar nedeniyle neredeyse hiç gümrük ödenmeden ithal edilmiş olması da etken olmuştur."
 
iyilik güzellik
〰〰〰〰🐠