Gönderen Konu: Osmanlı’da cellatlar  (Okunma sayısı 3048 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Osmanlı’da cellatlar
« : 01 Nisan 2012, 01:53:40 »

Bir kurumlar ve kurallar devleti olan Osmanlı’da herkesin yeri, her şeyin sistemi belirlenmişti. Osmanlı tarihi içindeki cellatların en ünlüsü olan Kara Ali, Sultan İbrahim'i boğmak için hücreye girip eski padişahla göz göze geldiğinde dayanamayarak dışarı kaçmış, ancak Sadrazam Sofu Mehmed Paşa’nın tehditlerinden korkup ağlaya ağlaya Sultan İbrahim’i infaz etmiştir. Anlaşılan o ki, ihtirasla kirlenen yürekler, cellat yüreğinden daha katı olabiliyor.

Osmanlı Devleti bir kurumlar ve kurallar devletiydi. Devlette herkesin yeri, her şeyin sistemi belirlenmişti. Cellatların da bu sistem içinde yerleri vardı.

 

Osmanlı’da cellatlık bir meslekti ama hor ve hakir bir meslekti. Cellatlar genel olarak Hırvat dönmesi ya da Çingeneler arasından seçilirdi. İnfaz sırasında, infaz ettikleri kişinin tanıması ihtimaline karşı, tüm yüzlerini kapatıp sadece gözlerini dışarıda bırakan bir maske takarlardı. Bu onları daha da korkunç bir hale getirirdi.

 

Yükselme Devri’nde Bostancı Ocağı bünyesinde bir Cellat Ocağı kuruldu. 17. yüzyılda bu ocağa bağlı beş cellat vardı. Cellatlık, nadiren iş yapan bir geçim kapısına dönüştüğü için cellat sayısı git gide arttı ve 18. yüzyılda 70’e ulaştı.

 

Cellatların başında yer alan cellata “cellatbaşı” denirdi. Cellatbaşı, Bostancı Ocağı’nın komutanı konumundaki Bostancıbaşı’ya bağlıydı. Ocağa giren cellat adayları, önce usta bir celladın yanında “yamak” olarak çalışır, zamanla “kalfa” ve “usta”lığa yükselirlerdi.

 

Osmanlı tarihi içindeki cellatların en ünlüsü Sultan İbrahim’in celladı olarak ün yapan Cellat Kara Ali’dir. Osmanlı tarihinin en mahir, en acımasız ve soğukkanlı celladı olarak bilinen Kara Ali, Sultan İbrahim’in tahttan indirilmesi ile sonuçlanan olaylar sırasında, önce Sadrazam Ahmed Paşa’yı, ardından Sultan İbrahim’i boğmuştur.

 

Sultan İbrahim'i boğmak için hücreye girip eski padişahla göz göze geldiğinde dayanamayarak dışarı kaçmış, ancak Sadrazam Sofu Mehmed Paşa’nın tehditlerinden korkup ağlaya ağlaya Sultan İbrahim’i infaz etmiştir.

 

Anlaşılan o ki, ihtirasla kirlenen yürekler, cellat yüreğinden daha katı olabiliyor.

 

“Ecel Şerbeti”

Balıkhane Kasrı (Gülhane Parkı’nın sahile yakın kısmında bulunan aşı boyalı bina), bir zamanlar, idama mahkûm edilen siyasetçilerin infaz gününü bekledikleri zindandı. Bu işlevi yüzünden herhangi bir yerde adının anılması bile orada bulunanların tüylerini diken diken etmeye yeterdi. “Divan-ı Hümayun”da hüküm giyen idamlıklar, bostancıların kollarında bu kasra gönderilir, haklarındaki hüküm kesinleşene kadar burada bekletilirlerdi.

 

Bekleme süresi azami üç gündü. İdam kararı üç gün içinde Divan-ı Hümayun’da tekrar görüşülür, deliller bir bir gözden geçirilir, duruma göre mahkûm ya bağışlanır ya da infaz emri verilirdi. Bu süre içinde mahkûmların yapabildiği tek şey “Aff-ı Şahane”ye (padişah affı) mazhar olmak için dua etmekten ibaretti.

 

Üçüncü günü herhalde çok tedirgin geçirirlerdi. Vakit akşama devrilirken, tedirginlikleri artar, her ayak sesine yürekleri titrer, ölüp ölüp dirilirlerdi.

 

Kısacası Balıkhane Kasrı’na atılan idam mahkûmları hayatla ölüm arasında birkaç gün yaşarlardı. Eğer mahkûmun idam kararı Divan’da tasdik edilmişse, üçüncü günün sonunda zindanın demir kapısı hıçkırarak açılır, görevi, mahkûma şerbet sunmak olan zebella gibi bir bostancı kapıda belirirdi.

 

Bostancının kapıda belirmesiyle mahkûmun gözü, bostancının tepsi üstünde taşıdığı bardağa dikilirdi. Her şeyi o bardağın içindeki şerbetin rengi belirlerdi: Eğer şerbetin rengi beyaz ise, mahkûm affedildiğini anlar, derin bir nefes alır, kuyuda soğutulmuş şerbeti afiyetle yudumlar, ardından bostancının eşliğinde sahile iner, Yalı Köşkü’nün önündeki Bostancı Kayıkhanesi’nde hazırlanmış çektiriye binerek sürgün yerine giderdi. (İdamdan affedilen sürgüne gönderilirdi.)

 

Ama eğer kıpkırmızı kızılcık şerbeti gelmişse, işte bu “ölüm şerbeti” demekti… O an bostancı susar, mahkûm susar, sadece bardağın rengi konuşurdu. “Ölüm şerbeti” getiren bostancı, mahkûma karşı saygıda asla kusur etmez, hatta biraz aşırıya bile kaçardı. Bu hayata karşı duyulan saygının bir yansımasıydı. “Ecel şerbeti”ni zar-zor içen mahkûm, yine bostancı eşliğinde, infaz için, Topkapı Sarayı’nın Bab-ı Hümayun’la Babusselam arasında kalan Cellat Çeşmesi’nin önündeki Cellat Taşı’nın yanına getirilirdi.

 

Risk almak ve kararlı olmak anlamında kullanılan, “kelle koltukta” deyiminin özünde yine cellatlar var. Cellatlar, Müslüman siyasetçilerin başlarını kestikten sonra, cesedi sırtüstü yatırır, kesik başlarını sağ koltuğunun altına koyarlardı. Bu yüzden devletin üst düzey görevlileri, “Kelle koltukta yaşıyoruz” sözünü çokça söylerlerdi. Bu deyimin hâlâ kullanıldığını biliyoruz.

 

Kara Ali ve Eyyüb Basri

Rivayet o ki, Osmanlı asırlarının en ünlü, en gaddar, ama en usta celladı Kara Ali, en duygusal celladı ise Eyyüb Basri idi…

 

Eyyüb Basri, infazı seremoniye dönüştürmüştü. İnfazdan önce mahkûma gusül abdesti aldırır, onu teselli eder, dünyanın faniliği konusunda birkaç söz söyler, hakkını helal etmesini, zira aralarında hiçbir husumet bulunmadığını söyler, Kelime-i Şehadet de getirttikten sonra, mahkûmun başını Cellat Taşı’na dikkatle yerleştirip palayı indirirdi.

 

İnfaz gerçekleştikten sonra cellatlar, kanlı palalarını, Cellat Çeşmesi’nde yıkar temizlerlerdi. Zaten bu işlevi yüzden o çeşme “Cellat Çeşmesi” ya da “Siyaset Çeşmesi” olarak isimlendirilmişti. Sultan II. Abdülhamid bu çeşmeyi yıktırıp, yerine kendi adını taşıyan bir çeşme yaptırdı.

 

Eğer infaz edilen meşhur biri ise kesik başı “Seng-i İbret” (İbret Taşı) denilen taş sütunların üzerine konur, “ibret-i âlem” için üç gün bekletildikten sonra, denize atılırdı.

 

Cellatlar sözün tam manasıyla “isimsiz” insanlardı. “Emir kulu” olmalarına rağmen, herkes onlardan nefret ederdi. Ne dostları, ne arkadaşları vardı. Meslekleri yüzünden evlenemedikleri için de tümüyle yapayalnız yaşarlardı. Sağlıklarında sadece “cellat” olarak anılır, öldüklerinde ise mezar taşlarına isimleri yazılmazdı.

 

Meşhur seyyahımız Evliya Çelebi bile onları anlatırken aşağılayıcı ifadeler kullanmaktan kendini alamaz:

 "Eyyüb Basri, katledileceklere guslettirip siyaset meydanına çıkartır; türlü tesellilerle imanı yeniletip Kelime-i Şehadet getirtir; boynunu kıbleye çevirip sağ eliyle başını sığadığında adamcağız donakalınca, iki eliyle tuttuğu kılıcı besmeleyle indirip kellesini teninden ayırır; ruhuna Fatiha okurmuş. Sonra uzaktan bakanları çağırıp ‘ibret alın’ diye nasihat edermiş. Bu kavmin (cellatların) üstad-ı kâmili Murad Han'ın celladı Kara Ali'dir ki, pazularını sığayıp ateş saçan kılıcını kemerine bağlayıp sair işkence ve karabend ve nakışbend ve kemendbend ve zünnarbend edeceği ucu aşık yağlı kemendleri kemerine asıp vesair işkence âletlerinden kelpedan ve burgu ve mismar ve buhur-ı fitil ve deri yüzecek tentraş ve polat tas ve türlü türlü zehirli göz milleri ve el ayak kırmağa mahsus baltaları iki yanına takıştırır. Omuzlarında servi ağacından altın bezekli kazıklar bulunan kalfaları da yedişer pare âlet ile kemerlerine ziynet verip yalın kılıç merdane cünbüş ederler. Amma neuzübillah hiç birinin çehresinde nur kalmamış zehir gibi âdemlerdir."

 

Evliya’nın bahsettiği Kara Ali, yukarıda belirttiğim gibi, Sultan İbrahim’in de celladıdır. Yürekleri ürperten bu infazdan sonra, belki hayatında ilk kez ağlamış, kendinden ve mesleğinden nefret etmiştir.

 

Sarayda cellat bulundurulması geleneğine Sultan Abdülmecid son verdi. Böylece “Cellatlar Ocağı” da tarihten silindi. Onlardan geriye isimsiz ve şekilsiz taşlar altında yatan mezarlardan oluşan birkaç mezarlık, Topkapı Sarayı’nın ikinci kapısının (Babusselam) yanındaki Cellat Odaları ve Silah Hazinesinde sergilenen cellat satırı kaldı.

Tabii birkaç da mezarlık…

 

Cellat mezarlıkları

Cellatlar, adalet mekanizmasının bir parçası da olsalar, kendilerini “hükm-ü sultan (padişah emri) olmazsa, hata (suç-günah) gelmez cellattan” diye tanımlasalar da toplum tarafından reddedilmişler, normal hayattan sonra mezarlıklara da kabul edilmeyip dışlanmışlardır. Devlet de onlara ayrı mezarlıklar tahsis etmek durumunda kalmıştır. İşte o mezarlıklardan birkaçı Eyüp Sultan’dadır.

 

Teleferikle meşhur Pierre Loti Tesisleri’ne çıkın. Mezarlığı ikiye bölen yolda yürümeye başlayın. Tesisleri geçin. Karyağdı Baba Tekkesi’ne (rivayete göre İstanbul’un ilk karı bu tepeye yağar, son karı bu tepeden kalkarmış) ve türbesine ulaşın. Türbenin şöyle böyle yüz metre ilerisinde bir mezarlık göreceksiniz. Gördüğünüz o mezarlık “Cellat Mezarlığı”dır.

 

Asri mezarlıklarda, özellikle de Eyüp Sultan mezarlığında ebediyeti yaşayanların mezar taşlarına künyeleri yazılıdır. O taşları okumak, harf inkılâbından sonra büyük bir maharettir, ama çok da büyük bir keyiftir. Çünkü mezar taşındaki yazılar insanı tarihin içine çeker. O mezarda yatanın adını, ne zaman doğup öldüğünü, unvanını, mevkiini-makamını, mesleğini, meşrebini hatta tarikatını bile mezar taşından öğrenebilirsiniz.

 

Kişinin mesleğini ve tarikatını okumak, taşın üzerindeki yazıları okumaktan biraz daha zordur; çünkü bunlar simge ile anlatılmıştır. Sözgelimi mezar taşındaki Mevlevi külahı, o mezarda yatanın Mevleviliğine, katmerli sarık ulemadan olduğuna, savaş topu işlemesi Topçu Ocağı’na mensubiyetine, açık kitap kabartması ilim ehlinden oluşuna işarettir.

 

Cellat mezarlarında ise bunları bulamazsınız. Ne mesleklerine, ne mensubiyetlerine, ne de makam ve mevkilerine ilişkin en küçük bir işaret yoktur. Doğum-ölüm tarihleri belirsizdir. Zaten cellatların mezar taşları son derece kaba ve dayanıksız taşlardır. Sanki bir an önce eriyip gitmesi amaçlanmıştır.

 

Cellat Mezarlığı’na son gidişimde mezar taşlarından sadece birkaç tane kalmıştı. Aradan sanırım on yılı aşkın bir süre geçti. Belki onlar da yok olmuştur.

Yavuz Bahadıroğlu