Gönderen Konu: Osmanlı'nın başında hep Allah'ı görüyoruz.  (Okunma sayısı 3731 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı fani olanı istemem

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 16
Osmanlı'nın başında hep Allah'ı görüyoruz.
« : 31 Ağustos 2008, 10:36:57 »

Osmanlı'nın başında hep Allah'ı görüyoruz.

Yeniçeri ocağına hiç bir acemi oğlan, bir mürşide bağlı olmadıkça adım atamazdı. İlk eğitimin verildiği yerde böyle bir hedefe ulaşmak için mutlaka bir mürşide tâbî olmak gerekiyordu. Allah'ın velayet mertebesine ulaşamayan, subay olamazdı. Paşalar, daimî zikir sahibiydi. Kara orduları böyle olan Osmanlı'da, deryada da aynı durum söz konusuydu. Bütün reisler Allah için savaş verirdi.

14 asır sonra İslâm'ı yaşayan topluluk Osmanlı'ydı. Esnaf da aynı standarttaydı, asırlarca evvel lonca sisteminde Allah'ın esnafı olmuşlardı. Hiç bir genç, mürşidin elini öpmedikçe çırak olamazdı, hiç kimse evliya olmadan kalfa olamazdı, daimî zikre ulaşmadan usta olunmazdı.

600-700 yıl evvelki kök boyalarının sırrı hâlâ çözülemedi. O tarihten bugüne kadar, o kumaşların boyası dün boyanmış gibi tazeliğini koruyor. Gidin müzelere dikkatle bakın. Bugün en kalite boyayı kullansanız da kumaşlarınızın boyası çıkıyor. Onların sırrı çözülemedi.

1500'lü yıllarda Piri Reis bir harita yapıyor , Grönland' ın üç adadan olduğu kesinlikle anlaşılıyor; aynı harita Kahire' den 30 km yükseklikten çekilen fotoğrafla aynı. Piri Reis nasıl yaptı bu haritayı?
Nasıl oldu da Hasan Celal bundan beş yüz yıl evvel barutu macun haline getirerek füze yaptı ve onunla uçmayı başardı?

Nasıl oldu da Hazerfen Ahmet Çelebi, Galata kulesinden Üsküdar'a kadar uçmayı başardı? Bunların hepsi Allah'ın yardımıyla gerçekleşen şeyler. Öyleyse, Allah'ın indinde Osmanlı Devleti'ne dikkatle bakın.

Hâlâ derler ki; Osmanlı kaçırdığı çocukları sarayda eğitime tâbi tutuyordu. Hayır, öyle değil! Osmanlı'nın gittiği her yere adalet götürmesine hayran olan Batı, "Bu çocukları enderunda okutun, sizin gibi adaleti öğrensinler." diye çocuklarını getirip Osmanlı'ya teslim ediyordu.

O zaman Avrupa'da asillerle halk arasında korkunç bir uçurum vardı. Bir asil, halktan birisini öldürse kimse ona hesap soramazdı. Osmanlı ise padişahını yargılıyor ve kadı, padişahı mahkum edebiliyordu.

Osmanlı adaleti dünyaya örnek oldu. Sahabeden sonra İslâm'ı yaşayan en üstün topluluktu Osmanlı. Kitle halinde, ordu, donanma, esnaf ve halkın çok büyük çoğunluğu tasavvuftaydı. Bu, Osmanlı' nın dünyaya nizam veren temelini teşkil ediyordu. Adalet bütün boyutlarıyla her zaman geçerliydi. Bunun için kadıların adalet dağıtmasına gerek yoktu.

Kapalıçarşı'da bir dükkan sahibi, namazdan sonra bir ihtiyacını almak üzere gelen müşterisine istediğini vermiyor ve "Şu karşıdaki dükkanda istediğin şeyden var , ondan al" diyor, adam sebebini sorduğunda ise " Ben, sabah siftahımı yaptım ama o kardeşim yapmadı" diyor ve adam gidip istediğini oradan alıyor. Yabancı olan bu kişi Osmanlı'nın bu adaletine şaşırıp kalıyordu.

Köprünün altından ne kadar sular akmış. İşte Osmanlı' nın en büyük standardı kul hakkına riayet etmekti.

Kanuni Sultan Süleyman zamanında Osmanlı harp kadırgaları, Avrupa'daki bütün kadırgalardan fazlaydı. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul' u aldığında ordusu o dönemin en mütekamil ordusuydu. Son icatların hepsi ordunun içindeydi, en büyük toplar Fatih Sultan Mehmet tarafından döktürülmüştü. Osmanlı sadece Allah'ın yardımına değil, zamanın getirdiği bütün teknikleri kullanabilme stratejisine sahipti.

Osmanlı, Allah'ın indinde başka ülkeleri hiçbir zaman küçük görmemiştir. Bu yüzden Avrupa tebaası Osmanlı'ya hayrandı. Yüzbinlerce akıncının herbiri en az üç lisan bilirdi. O devrin en usta kılıç kullananları onlardı. Avrupa, akıncılar denildiğinde olduğu yerde dururdu.

Allah' ın düşmanları saraya girdikten sonra adım adım gerçek evliyaların yerini cinci hocalar aldı. İlk cinci hoca saraya Kösem Sultan zamanında girdi. Osmanlı'nın şaşası bir süre daha devam etti; ancak cinci hocalar evliyaların yerini alınca Allah'ın dostları devreden çıktı ve şeytanın dostları devreye girdi. Böylece Osmanlı duraklama ve gerileme devrine girdi.

Dünyaya askerlik stratejisini, askerliği öğreten Osmanlı'nın yerini, yabancı ülkelerdeki harp okulları aldı ve Osmanlı da subaylarını onların okullarına göndermeye başladı.

Böylece Nizam-ı Âlem olan Osmanlı'nın yerini Nizam- ı Cedit olan Osmanlı aldı. Nizam-ı Cedit; yeni nizam demek, Nizam-ı Âlem ise Âlem'e Nizam veren. Osmanlı yükselme devri boyunca Âlem'e Nizam veren muhteşem bir hüviyetteydi.

Osmanlı'yı Osmanlı yapan her devirde Allah'ın sevgisiydi, Allah' a duyulan hürmetti. Osmanlı Allah'ı sevdi, O'na aşık oldu, üst boyuta ulaştıklarında ise Allah'a hayran oldular. İnsan-ı Kâmil Osmanlı' nın içinde binlerceydi. Ordu sefere çıktığında her tarafta şenlikler yapılırdı. Sefere çıkmak, şehitlik için hazır bir sistem olarak kabul edilirdi. Herkes şehit olmak için savaş verirdi. Andrea Doria Osmanlı'dan korkmakta haklıydı." Siz hayatta kalmaya ne kadar önem veriyorsanız, onlar da savaşta ölmeye o kadar önem veriyorlar" demiştir.

Osmanlı'da Allah'ın dizaynını görüyoruz, her devirde Allah'ın dostlarına yardım ettiğini görüyoruz.

Öyleyse, Osmanlı'yı Osmanlı yapan, Osmanlı'yı tarihe unutulmaz insanlar olarak tanıtan kimdir? Allah.

Osmanlı tüm dünyaya meydan okuyan bir Allah dostları cennetiydi. Allah dostlarının nelere kaadir olduğunu tüm dünyaya gösterdiler. Onlar Nizam-ı Âlemdi. Öyleyse Osmanlı; evde, sokakta, çarşıda, askerde tüm dünyaya hep örnek oldular.

Osmanlı demek Allah'ın evliyaları demekti. .

Faniyim Fani olanı istemem
Acizim aciz olanı istemem
Ruhumu Rahmana teslim etmeyi isterim
Gayrısını istemem
TILSIMLAR RİSALESİ
« Son Düzenleme: 31 Ağustos 2008, 10:40:42 Gönderen: Tuğra »
Faniyim fani olanı istemem
acizim aciz olanı istemem
Ruhumu rahmana teslim etmeyi isterim
gayrısını istemem

mazhar

  • Ziyaretçi
Osmanlı’nın güç kaynağı nedir?
« Yanıtla #1 : 01 Eylül 2014, 22:57:34 »

Sık sık, yüz yıllar evvel Fatih’in Rum azınlıklara tanıdığı insanca hak ve hürriyetlere hasret bırakılan, başları örtülü olarak okumak gibi en tabiî haklarını kullanamaz hale getirilen, dünya demokrasi tarihini Yunan mitolojisi, yahut Ergenekon efsanesi okur gibi bir masal âlemine dalma duygusuyla okumaya mahkûm edilen yeni neslin, bu meyanda hepimizin, Fatih döneminden, bilhassa da Fatih’in mânevî dünyasından öğrenecek çok şeyimiz vardır.


Yeri geldiği için belirtmek ihtiyacındayım ki, din, dil, tarih, san’at, gelenek ve göreneklerimiz başta olmak üzere iftihar vesilelerimizden, kuvvet ve kudret kaynaklarımızdan düpedüz kaçırılışımızın, öz medeniyet dünyamızdan koparılıp yabancı bir medeniyete entegre edilişimizin faturası sadece bir birimize kıymak olmamış (terör), aynı zamanda güç kaynaklarımızın da kurumasını sonuç vermiştir.


Bugün milletimizin en büyük ıstırabı, kendisi farkında olsun olmasın, haşmetli geçmişiyle, kültür ve medeniyetiyle, diniyle, diliyle, kısacası öz kaynaklarıyla irtibatının koparılmış olunmasıdır...


Bunun tabiî neticesi de millî heyecanı, aksiyonu ve şuuru kaybetmek oldu.


Büyük bir ruh hamlesine muhtacız…


Bu hamleyi gerçekleştirebilmek, büyük ölçüde, mazide gerçekleştirilmiş aynı ruh hamlelerini idrake bağlıdır.


Gençliğimizi tekrar imar, inşa edemez de hamle çizgisinde buluşturamazsak, dâvâyı kaybederiz. Çünkü yapıcılık imkânlarını ellerinden aldıran kütleler yıkıcılığa meyleder.


Kâinatın boşluk kabul etmediği kanununu da buna eklemek durumundayız.


Tekrar ayağa kalkabilmemiz için, Fatih’in yalnız şu mefkûresini mâneviyat plânında tefekkür edip gereğini yapmak bile yeterli olabilir:


“Dünyada tek bir din, tek bir devlet, tek bir padişah ve İstanbul da cihânın payitahtı olmalıdır.”


Böylesine geniş, hatta ilk bakışta muhteris bir muhayyile taşıyan insan acaba nasıl biriydi?


İtalyan tarihçi Langostu, Fatih’in 26 yaş halini şöyle tarif ve tasvir ediyor:


“İnce yüzlü, uzunca boylu; güleç, şiddetli bir öğrenme ihtirasına sahip ve âlicenaptır. Dâimâ kendinden emin ve inatçıdır. (İhlâsla, sebatla inadı hep karıştırırlar). Türkçe, Rumca ve Slavca (Bizanslı tarihçi Kritovulas’a göre Arapça, Farsça, İbranice ve Keldanice de bunlara dahil) konuşuyordu. Harp sanatından çok hoşlanırdı. Her şeyi öğrenmek isteyen zeki bir araştırıcıydı. Sefahati yoktu, nefsine hâkim ve uyanıktı. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa ve yorgunluğa karşı dayanıklıydı.” (Feth-i Mübîn, Paul Wittek, İ.E. Dergisi, II. 1956)…


İstanbul’a yalnız İslâm yahut Türk dünyasından ilim adamları getirmekle kalmadı, Rum ve İtalya’dan da âlim getirtti.


Onlara din, ırk, mezhep ayırımı yapmadan, tıpkı kendi hocaları gibi hürmet gösteriyor, onları koruyordu.


Bu davranışı, ilim ve medeniyetin hiçbir devletin, hiçbir hükümdarın tekelinde olamayacağına, bunların insanların ortak malı olduğuna inandığını gösterir.


Sarayına aldığı Rum bilgin Yorgi Amirukis’le oğluna Batlamyus coğrafyası esaslarına göre Arapça ve Rumca iki dünya haritası hazırlama görevini vermiş, gerektiği zaman Amirukis’le tartışmış, coğrafya bilgisine, dünyada parmakla gösterilen bir coğrafya uzmanını hayran etmişti.


Devrinde bilhassa İstanbul’da hummalı bir çalışma vardı.


Çeşitli dillerden temel eserler tercüme ediliyor, yeni edebiyat mahsulleri vücuda getiriliyor, bir yandan maddî yönden İstanbul imar edilip bir mimarî âbîde haline getirilirken, bir yandan da kültür ve eğitim alanında, reform seviyesinde hamleler yapılıyordu.


Ve hepsinin başında genç Padişah vardı. Her yana koşuyor, her şeye yetiyordu. Çünkü az uyuyor, az yiyor, nefsine az zaman ayırıyor, büyük bir hasret ve hararetle çalışıyordu.


Çalışan kazanır…


Her çalışan kazanamasa da, kazananlar tembeller arasından değil, çalışanlar arasından çıkar.
Yavuz Bahadıroğlu. Haber vaktim.com