Gönderen Konu: Fazilet Sokağı  (Okunma sayısı 2731 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Fazilet Sokağı
« : 17 Şubat 2015, 10:20:07 »

Fazilet Sokağı



Daha sokağa çıkmadan Semiha Hanım’ın camda olduğunu biliyordum. Bakkal Şefik dükkânı çoktan açmıştı. Gazeteleri yerlerine asıp, meyve sebzelerin üzerine serdiği ince mavi brandayı kaldırıp eksikleri tamamlamıştı. Kapısının önüne biriken yaprakları süpürmüştü. Boyacı Hasan, her gün olduğu gibi yine trafonun önüne tezgâhını açmıştı. Bütün bunları adım gibi biliyordum. Bu saate kadar belediyenin bizim “Fazilet Sokağı” ile birlikte çevredeki birçok sokağı kendisine zimmetlediği Muzaffer de kaldırımları çoktan süpürmüş, köşedeki börekçide üst üste üç bardak çayı çoktan yudumlamış olmalıydı.

Dışarıya adımımı atar atmaz cılız bir güneş, beni kapıda karşıladı. Üstüme bir şey almadığım, annemi dinlemediğim için ilk defa pişman olmayacaktım galiba. Daha kışın ortasındaki bu yumuşak havanın şaşkınlığına alışamamışken bir de Semiha Hanım’ın penceresini boş görmeyeyim mi? Acaba güneş yansıyor da ondan mı göremiyorum diye karşı kaldırıma geçip bir daha baktım pencereye. Her zamanki yerinde başındaki beyaz başörtüsü ve iri gözlükleriyle onu değil sıkı sıkıya kapatılmış perdelerini gördüm. ister istemez endişeleniyor insan. Nereden baksan yaşı yetmişe varmıştır.

Semiha Hanım’ı sormak için soluğu Bakkal Şefik’te aldım. “Bir bakkal, bir mahallenin ajansıdır.” derdi dedem. Kim nerelidir, hangi eve kiracı lazımdır, falancanın başındaki sıkıntı, filancanın düğün hazırlıkları, emlak fiyatlarındaki gelişmeler, ihtiyar heyetinin aldığı en son kararlar… Bazı velilerin, okulu kıran öğrencileri okuldan değil Bakkal Şefik’ten öğrendiklerine bizzat şahidimdir. Umutla kapıdan girdim. Bakkal ile karşılaşmayı umarken, kardeşimin sınıf arkadaşı, Şefik’in en küçük oğlu ile karşılaştım. içeride ondan başka kimse de yoktu. Ufacık gözlerini bilgisayarın ekranına dikmiş, geldiğimin farkında bile değildi. Ben geldim der gibi bir öksürsem, birden korkabilir, belki oturduğu sandalyeden bile düşebilirdi. Usulca geri çıktım. Bir tuhaflık vardı ama ne?

Terzi Gülten, dükkânını bu saatte açmış, hatta Mukaddes Ebe ile karşılıklı kahve yudumluyordu. Bir de sanki yıllardır bağırış, çığırışlarıyla mahalleliyi ayağa kaldıran kendileri değilmiş gibi samimi değiller mi? Mukaddes Ebe sağ olsunmuş, kendi elleriyle kahve yapıp aşağıya inmişmiş, içinden ikram etmek geçmişmiş falan filan… Ne Semiha Hanım’dan haberleri vardı, ne ortalıktan kaybolan Bakkal Şefik’ten, ne de Boyacı Hasan’dan. Trafonun önünün boş olduğundan bile, ben söyleyince haberleri oldu. Mukaddes Ebe, bir kahve de sana yapayım evladım dese de elimdeki poşeti göstererek “Gitmem gerek.” dedim. “Yine de teşekkürler.”

Annem evde bekliyordu. Daha fırına gidip iki de ekmek alacaktım. Merakımın peşinden gitmeden edemedim. Bu işi çözse çözse Recai Bey’in makamı çözerdi. Gerçi mahalle muhtarımız umredeydi ama mahallede olan bir “yok oluş” silsilesine kayıtsız kalamayacak birileri vardı elbette. Çaresizce, kaybolanların geriye dönmelerini ya da hepimizin sırayla ortadan yok olmamızı beklemek yerine yetkililere haber verirlerdi belki de. Soluğu muhtarlıkta aldım. Poşet hala elimdeydi. Mahallelinin kaybolmasından çok poşetin yırtılıp akmasından korkuyordum.

Kapı ardına kadar açıktı. İçeriden kalabalık bir grubun gürültüsü geliyordu. Poşeti kapının kenarına bırakıp içeri girdim. Asıl şaşkınlığımı burada yaşadım. Muhtarımız Recai Bey makamında, Semiha Hanım, Bakkal Şefik, Boyacı Hasan da diğer koltuklarda oturuyorlardı. Recai Bey umreden dönmüş, ona hoşgeldine gelmişlermiş. Yaşlarına, işlerine ve rahatsızlıklarına aldırmamışlar, Beytullah’ın, Ravza-i Mutahhara’nın, mukaddes toprakların kokusunu alanlar ilk bizler olalım diye hemen makamına koşmuşlar Recai Bey’in.

Recai Bey ben gelene kadar mukaddes beldelerde neler yaptığını, nereleri gördüğünü, nasıl gözyaşlarına hâkim olamadığını, uzun
uzun ibadetlerini, döne döne tavaflarını, henüz gelmesine rağmen içinde yine tutuşan gitme isteğini, gözleri yaşlı bir şekilde anlatmış. Ben içeri girdiğimde umreye gitmesine vesile olan Kenan Hoca’dan, gidişte ve dönüşte gördüğü mükemmel ötesi “hizmet”ten bahsediyor,

“Allah hepsinden razı olsun.” diyordu. Beni görünce değil de şaşkın gözlerle onlara baktığımı görünce, aynı ifade ile bana baktılar. Bakkal Şefik “Hayırdır evladım, bir şey mi oldu?” diye sordu, Semiha Hanım dikkat kesildi,

Boyacı Hasan ayağa kalkmaya hareketlendi. Aklım kapıdaki poşetin olduğu yere su sızdırıp sızdırmadığındaydı. Herkesin yerli yerinde olduğunu, kimsenin kaybolmadığını anladıktan sonra kendimi toparladım. Recai Bey’e “Hoşgeldiniz.” dedim. “Annem ekmek almaya yollamıştı da. Her zamanki gibi tam çıkarken kuşlar için ıslattığı bayat ekmekleri de elime tutuşturdu. Caminin avlusuna onları bırakayım derken kapının açık olduğunu gördüm, selam vermek istedim.”

Masanın yanındaki sürahiden bir bardak zemzem de bana doldurdu. İnce belli gümüş fincandaki zemzemi kıbleye karşı, ayakta içmemi ve içerken dua etmemi tembihledi.

Kayık şeklindeki kâseden iki hurma yememe rağmen bir kardeşim bir de annem için almamda ısrar etti. Mahalleli benimle birlikte müsaade isteyince, Recai Bey kapının önüne geçti. Sırayla herkese, küçükken Mekke ve Medine’den geldiğini sandığım seccade, tespih ve yüzüklerden hediye ediyordu. Ben de bir yüzük seçtim. Recai Bey, koltuğumun altına bir seccade, cebime de koyu yeşil taneli bir tespih koydu. Musafaha esnasında üzerine sinen mukaddes toprakların kokusunun bana geçtiğini düşündüm.

Kapının kenarına bıraktığım poşeti aldım. Koyduğum yerde bir ıslaklık yoktu. Rahatladım. Poşeti caminin avlusunda, kuşların artık alıştığı bölüme döktüm. Dönüşte adımlarımı hızlandırdım. Annem yumurtayı kırmış olmalıydı, daha fırına uğrayacaktım.


Erhan Genc | 30 Aralık 2014 | http://insanvehayat.com/fazilet-sokagi/