Gönderen Konu: Peygamberler Dışında Herkes Hatâ Edebilir ve Günah İşleyebilir | Osmanlıca ...  (Okunma sayısı 3341 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."

Peygamberler Dışında Herkes Hatâ Edebilir ve Günah İşleyebilir

Peygamberler (aleyhimüsselam) dışında herkes hatâ edebilir, günah işleyebilir. Binaenaleyh, bir kimsenin ben hatasızım, ben ismet sıfatıyla sıfatlı bir masumum demesi doğru olmaz. Böyle derse sapıtmış olur.

Peygamberler dışındaki bazı insanların da masum olduğu inancı Ehl-i sünnette yoktur.

Allahü Teala hazretleri bazı veli kullarını günahlardan koruyabilir ama bu koruma onların ismet sıfatıyla muttasıf olmaları manasına gelmez.

Ehl-i Sünnete göre en büyük müctehidler bile ictihadlarında hatâ etmiş olabilir.

Tenkitler ve uyarılar ikiye ayrılır: (1) Olumlu, yapıcı, faydalı olanlar… (2) Olumsuz, yıkıcı, zararlı olanlar.

Hiçbir aklı başında, faziletli ve hikmetli Müslüman olumlu ve faydalı tenkit ve uyarıları reddetmez, düşmanlık olarak görmez.

Benim şeyhim her şeyi bilir ve o asla yanılmaz, hatâ etmez diyen kimse, bu sözü ve inancı ile büyük bir vartaya düşmüştür. Tevbe etmesi gerekir.

Şeriata aykırı işler yapanlarda, Kur’an ve Sünnet ahlakı ile ahlaklı olmayanlarda görülen kerametimsi işler ve haller istidractır.

Devamlı şekilde haram yemek, haramla zenginleşmek çok büyük ve çirkin bir günahtır.

“İnsanların namazları ve oruçları seni sakın ziyana uğratmasın. Sen onların para ile olan muamelelerine bak” ölçüsünü bir Müslüman hiçbir zaman hatırından çıkartmamalıdır.

Haramların helal olduğuna itikad etmek kişiyi küfre düşürür.

Açlıktan ölmek durumuna düşen bir Müslüman haram bir gıda yiyebilir ama ölmeyecek kadar… Fazla yiyemez. Yine, susuzluktan ölecek duruma gelen bir Müslüman haram bir içeceği içebilir ama zaruret miktarınca, yani ölmeyecek kadar.

Küfrü beğenen kafir olur.

Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.
(Hadîs meali)

Allahın sevmediği zalimlere, fasıklara hayır dua eden, Allah sizlere ömürler versin diyen kimse çok kötü meddahlardandır. Suratlarına toprak saçılsın onların.

Para, dünya zenginlikleri, makam, mevki, riyaset, şan, ün, şeref için âhiretini satanlar, edebî saadetlerini tehlikeye atanlar beyinsizdir.

Tarihe bak: Dünya saltanatları fanidir, bir varmış, bir yokmuştur. Bunlara bel bağlanmaz.

Namaz kişiyi azgınlıklardan alıkoyar. Bir Müslüman ki, hem namaz kılıyor, hem de azgınlıklar sergiliyor, onun namazı yüzeydedir, yürekte değil.

Tâ Hazret-i Âdem Safiyyullahtan bugüne kadar gelmiş geçmiş, halen yaşayan, Kıyamet’e kadar gelip geçecek insanların en hayırlısı, seyyidi, en şereflisi, en faziletlisi olan Resulullaha  (Salat ve selam olsun ona) bak; ne kadar alçak gönüllü, ne kadar mütevazı yaşamış, ibret al. Sen de onun gibi bu fâni dünyada garip bir yolcu gibi ol.

Hiçbir aklı başında, bilge, kamil Müslüman deliler gibi holiganlık, militanlık, fanatizm sergilemez.

Müslüman Allah için sever, Allah için buğz eder.

Müslüman yağcılık, yalakalık, meddahlık, dalkavukluk yapmaz.

İmam Gazalî hazretleri “Zalimlerin huzuruna çıkma. Çıkarsan, Allah ömürler versin efendim demek zorunda kalırsın. Hak Teala ve Tekaddes hazretleri ise, yeryüzünde zulmeden kimselerin ömürlerinin uzun olmasına dua edilmesinden razı ve hoşnud kalmaz” buyuruyor.

Ben hatâ etmem diyenlerin gerçekten hiçbir hatâları olmadığı farz edilse bile, sadece bu sözleri bile onları günahkar ve hatâlı kılmaya yeter de artar.

İlahî Şeriata, Nebevî Sünnete, İslamî hikmete aykırı her şey bâtıldır, sapıklıktır, hederdir.

Ribayı, hırsızlığı, zinayı, işreti, rüşveti, israfı, tebziri, Kur’an’da ve Sünnette kötülenmiş bütün azgınları ve beyinsizlikleri kötü görmek ve gücü yettiğince kötülemek gerekir.

İslam’da insanların gizli günah ve ayıplarını tecessüs etmek, araştırmak haramdır ama açıkta, açıkça, küstahça işlenen günahlara karşı bigane kalmak, onların işlenmemesi için emr-i maruf ve nehy-i münkeri yapmamak da haramdır.

Biz Müslümanlar, kendimizi ve toplumu Kur’ana, Sünnete, Şeriata, Hikmete göre ıslah etmekle yükümlüyüz. Bunu yapmazsak bizi karanlık günler bekliyor.

İslam’ın, Kur’an’ın, Sünnetin, Şeriatin kötü gördüğü, Allahü Tealanın ve Resullahın sevmediği, hışım ettiği kötü şeylere en azından kalben buğz etmeyen kimseler gafildir, cahildir.

(İkinci Yazı)

Osmanlıca Kurslarına Gidelim


Osmanlıca öğrenmemekte direnen, inat eden, bu konudaki bütün öğütleri ve teşvikleri kulak ardı eden (tanıdığım) lise ve üniversite öğrencileri ile, inatlarından vazgeçmezlerse alakamı kesmeye karar verdim.

Bin yıllık millî ve islamî yazımıza sırt çevirenlerin akılları ve idrakleri çok yetersizdir.

Kendilerine nasihat ediliyor, yine dinlemiyorlar, aldırmıyorlar.

Aklı, vicdanı, mantığı, idraki, şuuru olan bütün liseli ve üniversiteli Müslüman gençlere tekrar sesleniyorum:

Liseler ve üniversiteler açıldı, yaz aylarında tâtil edilen kültür faaliyetleri başladı. Lütfen, internetten MEB Osmanlıca kursları kelimeleriyle arayıp, gereken  yerlere müracaat edip kurslara kayd olunuz.  Bu kurslarda ehliyetli elemanlar ders vermektedir. Dikkatli olan, sıkı çalışan herkes kurs sonunda Osmanlıcayı okuyabilecek, yazabilecek ve anlayabilecektir.

Ben doktor olacağım, mühendis, bilgisayarcı, ziraatçi olacağım diyerek Osmanlıcayı öğrenmemek ayıptır, cahilliktir, bir kültür intiharıdır.

Bir genç Risale-i Nur talebesi ise, mutlaka Osmanlıca öğrenmelidir. Hem ben Nurcuyum diyen, hem de Osmanlıca bilmeyen kimselere doğrusu şaşıyorum.

Osmanlıca bilmeyen, öğrenmeyen, öğrenmemekte inat edip direnen Müslümanlar cahil ve bedevî kalırlar. Bundan dolayı kimseye kızmasınlar, kendilerini suçlasınlar.

Birkaç sene içinde en az beş milyon Müslüman Osmanlıca öğrenmeli ve ülkemizde İslam Kur’an harfleriyle günlük gazete, haftalık veya aylık dergi, broşürler, kitaplar yayınlanmalıdır.

Zamanı gelince hem İslam yazısıyla, hem de Latin yazısıyla tedrisat yapacak (eğitim verecek) özel İslam okulları açılmalıdır.

Bin yıldan fazla bir zaman dilimi içinde kullanageldiğimiz İslam Kur’an yazısı bizim kendi yazımızdır. Latin alfabesi millî ve islamî alfabemiz değildir. Türkçe tarih boyunca ondan fazla alfabe ile yazılıp okunmuştur ama kültür, tarih, edebiyat hafızamız İslam yazısıyla kayda geçirilmiştir.

Müslüman anne babalar, çocuklarınıza Osmanlıca öğrettiriniz…

Bunu yapmazsanız, onların cahil kalmalarına sebep olur ve günaha girersiniz.

Bugüne kadar bilmemek ayıp değildir diyelim ama öğrenmemekte inat edip direnmek çok ayıptır.


Mehmed Şevket EYGİ | 26 Eylül 2014 Cuma 00:29


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."

Bir insan hayatı boyunca sırasıyla şu üç fiili yapmalıdır.

1- İtikadını Ehl-i Sünnet Vel Cemâ'at İtikadına uydurmalı,

2- İlmihalini öğrenip ihlâsla uygulamalı (ilim->amel->ihlâs),

3- Mürşid-i Kâmil ü Mükemmil olan "Zamanın Hakiki Sahibi"'ni arayıp bulmalı, eteklerine yapışıp ölene kadar bırakmamalıdır.( Hakikisi mi? İstidraç Sahibi Sahtesi mi?)


***

Peygamber, Farsça bir isim; lûgatte, "haberci" demek. Arapçadaki "Nebî" ve "Rasûl" kelimelerinin karşılığı olarak kullanılıyor. Bir tâbir olarak peygamber; Allah Teâlâ'nın, kullarına isteklerini bildirmek ve onlara hakkı, doğruyu ve yanlışı açıklamak üzere seçtiği ve vazifelendirdiği insanı ifade ediyor. Bir başka ifadeyle peygamber; gidip, görüp, gelip haber veren demektir.

Nebî ile rasûl arasındaki farka gelince…

Nebî mefhumu, haber mânâsına gelen nebe’ mastarından muştaktır. Ya ism-i fâil olarak kullanılır; o zaman mânâsı, “Kendisinin peygamber olduğunu halka bildiren veya kendisine Allah tarafından tebliğ edilen hükümleri haber veren” demektir. Veya ism-i mef’ûl mânâsındadır; o takdirde de nebî, “Kendisine, Allah tarafından, peygamber olduğu veya bazı ilâhî hükümler haber verilen zat” demek olur. Rasûl tâbiri ise, Allah tarafından ilâhî hükümleri tebliğ etmek için gönderilen zât (mürsel) manasınadır. [Hüseyin el-Cisrî, (1845-1909) Risâle-i Hamidiyye (Terc. Manastırlı İsmail Hakkı), s. 524]

Rasûl ile Nebî lafızlarını, bazıları müterâdif manada (eş anlamlı) kabul etmişlerdir. Bazıları da “mânâları farklıdır. Fakat istîmâlde aynı şeyi ifade için kullanılmıştır” demişlerdir. Doğrusu, aralarında edebî ıstılâhla "umum-husus-mutlak" farkı-alakası olduğudur. Rasûllerin 313 olduğu, Nebîlerin ise 124 binden (veya 224 bin) fazla bulunduğu rivayetler arasındadır. [Hüseyin el-Cisrî, a.g.e., s. 525]

Kur’an-ı Kerim’de bazı âyetlerde Rasûl ile Nebî mefhumları ayrı ayrı zikredilerek birbirine atfedilmiştir. Birinin diğerine atfı ise, ayrı ayrı mefhumlar olmalarını icap ettirmektedir. [Bkz. Hac suresi, 52] Çünkü atıf, mâtûf ile mâtûfun aleyhin birbirinden başka şeyler olmasını gerektirir. Fakat bazan bu iki kelimenin Kur’an’da aynı mânâya geldiği yerler de vardır.

Bu iki tabirin birbirinden farklı mefhumlar olduğunu söyleyenler, aradaki farkın, rasûl’ün ‘yeni bir şeriat sahibi olması’ olduğunu ileri sürerler. Her Rasûl, ya yeni şeriatla gönderilir veya kendisinden evvelki şeriatın bazı hükümlerini değiştirir. Nebîler ise, kendisinden evvelki şeriatın tebliğ ve tatbikçisi durumundadır. Yeni hüküm tebliğ etmezler, evvelki şeriatı neshetmezler. [Hüseyin el-Cisrî, a.g.e., s. 526]

Mevzuyu hulâsa decek olursak; ekseri kelâm âlimlerine göre "rasûl" kelimesi, lûgat manası bakımından "nebî" kelimesinden daha geniş ve şümûllüdür. Çünkü melekler de ilâhi haberler taşıdıklarından, onlara da "İlâhi haberciler" manasında "rasûl" denmektedir. Bu görüşte olan ulemâya göre, kendisine ilâhî kitap ve müstakil şerîat verilen peygamberler "rasûl" diye anılırlar. O bakımdan, her rasûl aynı zamanda bir nebîdir; fakat her nebî, rasûl değildir. Bunlara göre; ikisi arasında, yukarda da işaret ettiğimiz gibi, mantık ve edebiyat lisâniyle, "umum-husus-mutlak" alakası vardır. Çünkü nebî; tebliğle mükellef olsun olmasın, Allah Teâlâ'dan vahiy yoluyla her hangi bir emir alan kimsedir. Eğer o, belli bir şeriatı (fıkıh-hukuk düzenini) veya bir Kitabı tebliğ etmekle mükellef tutulursa, o peygambere aynı zamanda rasûl denir.

Farklı değerlendirmelerde bulunan ulemânın da Kitab ve Sünnet'ten delilleri vardır. Ancak biz çoğunluğun tarif ve izahlarını esas almaya çalıştık. Bu itibarla sonuç olarak; nebî ve rasûlü mutlak manada şöyle tarif edebiliriz:

"Allah Teâlâ'nın seçtiği ve onu Cibrîl-i emîn (a.s.) vasıtasıyla (uyanık iken) vahyettiği şeyleri, insanların hepsine veya muayyen / belli bir topluluğa Allah'ın emriyle tebliğ eden bir insandır. [Nebî ve rasûl kelimelerinin ıstılâhi manaları, aralarındaki fark ve deliller için Bkz. et-Taflâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, 2, 128, el-Cürcanî, Şerhu’l-Mavâkıf, 3, 173-174; İbnü’l-Hümâm, Şerhu’l-Müsâyere, 198; Kadı İyâd, eş-Şifâ, 1, 210; ed-Devvânî, Celâl-Şerhu’l-Akâidi'l-Adûdiyye, 3; Mustafa Sabri, Mevkıfü’l-Akli vel-İlmi ve’l-Âlem, Kahire 1950, 4, 40; Saît Ramazan el-Butî, Kübrâ el-Yakîniyyât el-Kevniyye, s., 173]

Netice: Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat getirmiş olan peygambere hem Nebî, hem Rasûl denir. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat getirmeyip kendinden önceki peygamberin şeriatını devam ettiren, onunla amel eden peygambere de sadece Nebî denir.

Nebî'nin cem’îsi "enbiyâ"; Rasûlün cem’îsi de "rusül" olarak gelir. Ayet ve hadislerde Rasûl karşılığında "mürsel" ve cem’îsi olan "mürselûn" de kullanılır.

***

Kur’an-ı Kerim’de Dâvud aleyhisselâm ile alakalı bazı ayetlerde de şöyle buyruluyor:

“Muhakkak ki biz sana, Nûh'a ve ondan sonra gelen bütün nebîlere (peygamberlere) vahyettiğimiz gibi vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harun'a, Süleyman'a vahyettiğimiz gibi ve Dâvud'a Zebûr'u verdiğimiz gibi.” [Nisa suresi, 163]

“Rabbin, göklerde ve yerde olan herkesi en iyi bilir. Andolsun ki, nebîlerin (peygamberlerin) bir kısmını bir kısmından üstün kıldık ve Dâvud'a da Zebûr'u verdik.” [İsra suresi, 55]

Ayetlerde görülüyor  ve biliyoruz ki, Hz. Dâvud’a yeni bir kitap (Zebûr) verilmiş, lakin Zebûr yeni bir şeriat getirmiyor; o, nasîhatler ve ilâhilerden ibaret. Bunun için, Tevrât’ın ahkâmını nesh etmedi, yani mer’iyetten kaldırmadı, bilakis onu teyit etti / kuvvetlendirdi. Binaenaleyh o, Hz. Musa’nın şeriatıyla amel etti... Hz. Salih, Hz. Nuh ve bu tasnife giren diğer nebî ve rasûlleri (aleyhimesselâm) de bu târif ve tavzihe göre değerlendirmemiz gerekiyor. Yani ya kendilerine kitap verilmiştir ya da kitap verilmemişse bile yeni bir şeriatle gelmişlerdir.

Velhâsıl, Allah Teala nebîye de, rasûle de vahyeder. Vahyedilmiş olmak rasûl olmak manasına gelmiyor. Fakat kitap veya yeni bir şeriat vermek sûretiyle vahyettiği peygamberler, aynı zamanda rasûl kıldığı peygamberlerdir.

Cenâb-ı Hak nebîlerin ve rasûllerin, bâhusus peygamberlerin sonuncusu Efendimiz (aleyhimü’s-salâvâtü ve’t-teslîmâtü ve alâ Nebîyyinâ hâssah) hazretlerinin şefaat-i uzmâlarından mahrum bırakmasın. Âmin.


PEYGAMBERLERİN SIFATLARI NELERDİR?

Her peygamberde bulunması gerekli sıfatlar şunlardır:

1. Sıdk: Doğru sözlü olmaktır. Bütün peygamberler her hususta mutlaka doğruyu söyleyen sâdık kişilerdir.

2. Emânet: Peygamberler, kendilerine güvenilen emîn insanlardır. Onlarda asla hâinlik bulunmaz. Her insan onlara güvenip dayanabilir.

3. Fetânet: Peygamberler; anlayışlı, ileriyi gören, akıllı ve fevkalâde üstün zekâlı insanlardır. Aptal ve anlayışsız kimselerden peygamber olamaz.

4. İsmet: Peygamberler son derece iffet sahibi ve üstün karakterli kimselerdir. Gizli ve âşikâr her türlü günahtan uzaktırlar. Bir başka ifade ile onlar, büyük ve küçük hiçbir günah işlemezler. Ancak onlardan, zaman zaman “zelle” (küçücük hatalar) sâdır olabilir. Ama onlar hatalarında asla ısrar etmezler.

5. Tebliğ: Peygamberler, gönderildikleri toplumlara (ümmetlerine) Allah’tan aldıkları her türlü vahyi (mesajı) büyük bir titizlik ve itina ile tebliğ ederler, iletirler. Dinin hükümlerinden hiç birini asla unutmuş veya kasten tebliğ etmemiş olamazlar.

Şüphesiz ki her peygamberde sayılan bu sıfatların hepsi de eksiksiz olarak mevcuttur. Fakat bu vasıflar kendisinde bulunan her insan peygamber olamaz. Çalışmakla da bir kişi, ne kadar uğraşırsa uğraşsın peygamberlik makamını elde edemez. Çünkü peygamberlik Allah vergisidir. Cenâb-ı Hak bu rütbeyi dilediği kişiye verir.

***

PEYGAMBERİMİZİN FAZLA VE FARKLI SIFATLARI

Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimizin -yukarıda sayılan sıfatlardan fazla olarak- başka sıfatları da vardır:

1. Her peygamber, sadece muayyen bir kavme (belli bir topluluğa) gönderildiği halde, o, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa peygamber olarak vazifelendirimiştir. Getirdiği Kitab’ın yani Kur’ân-ı Kerim’in mesajı her milletten insana hitap etmektedir. Onun gelmesiyle diğer peygamberilerin şerîatleri geçerliliği kaybetmiş, Kur’an ile de diğer kitapların hükümleri sona ermiştir.

2. Bütün peygamberlerden üstündür. İnsanlık âleminin bir numarasıdır.

3. İnsanlarla birlikte cinlere de peygamber olarak gönderilmiştir.

4. Topyekün âlemlere rahmet olarak gelmiştir.

5. “Hâtem-i Enbiyâ”dır, yani peygamberler silsilesinin-zincirinin son halkası, son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmeyecek, şerîati, vârisleri olan hakikat âlimleri vasıtasiyle kıyâmete kadar devam edecektir.

***