Gönderen Konu: Planlı Tuzak Ya Da Sınavdaki Roman  (Okunma sayısı 4253 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Planlı Tuzak Ya Da Sınavdaki Roman
« : 11 Ocak 2014, 01:09:51 »

Planlı Tuzak Ya Da Sınavdaki Roman


Sessiz ve hızlı bir şekilde satırları okuyorsunuz, çünkü zamanla yarışıyorsunuz. Aynı zamanda, kurgu denen planlı tuzağa düşmek istemiyorsunuz ya da bunun ne olduğunu dahi bilmiyorsunuz. Sınav stresinin tesiriyle, romanı bir çıkış kapısı görebilirsiniz. Ancak, bu serüvenin sonunda, sorulara yerleştirilen kurgu oltasının ucuna takılmış bilgiler, hafızanızı ve hayatınızı etkileyebilir.

Bayan  Jean Brodie’nin Baharı adlı romanın kahramanı Bayan Brodie, İskoçya’nın ıslak, puslu, eski ve soylu şehri Edinburg’ta bir kız okulunda öğretmendir. En güzel ve en verimli yıllarını, seçtiği bir grup kız öğrenciye adayarak onları hem dönemin hem de okuldaki diğer öğretmenlerin anlayışından farklı bir pedagojik anlayışla eğitmeye çalışmaktadır. Sınıfını sık sık bir ağacın altına götüren, burada ders işlediklerinin düşünülmesini sağlayacak şekilde kızların kitaplarını ellerinde tutmalarını isteyen, tarih anlatması gerekirken önceki yaz yaptığı Mısır gezisini anlatan, bazen nişanlısından bahseden, bazen de kentin yoksul semtlerini tanıtan, sanatsal etkinlikleri izlemelerini sağlayan geziler düzenleyen genç bir öğretmendir Bayan Brodie.” (2013-Ygs-32)

2013 yılında YGS’de bu soruyu okumaya başladınız. Aklınızda ‘Acaba, bu bir bilgi mi,
yoksa kurgu mu?’ sorusu var. Doğru cevabı da bulmanız gerekiyor. Çetin imtihan dakikalarıyla boğuşurken ‘Nerden çıktı bu roman!’ diyerek kurguyu zihninizde canlandırmaya başladınız. Bu soruyu, öğrenciler adına okuduğumuzda romanın reklamının yapıldığı aşikâr. Bunun yanında bilgi mi veriliyor, yoksa kurgu mu pazarlanıyor, burası muallâk. Ancak öğrenci sınavdan çıktığında bu romanı almaya karar vermiş olabilir. Ya da “Okumadığım bir romanın bu sınavda ne işi var.” diye meseleyi kısa yoldan bağlamıştır.

Evet, her yıl üniversiteye girmek için bir milyonun üzerinde öğrenci sınava tabi tutuluyor. 2000-2013 arasında Türkçe ve Edebiyat testinde 845 soru sorulmuş. Roman kelimesi geçen soru sayısı 160, roman kelimesinin tekrarı ise 360. Roman sorularına bakıldığında, yıllara göre bir düzen yok. Ancak edebiyat konularından soru çıkmaya başladığında ezber bilgi mahiyetinde sorular artmış. En fazla roman kelimesi 2012 yılında 59 defa geçiyor. Roman ile alakalı 24 soru yine bu yıla ait. Bu kadar roman anlatan paragraf sorusundan sonra, Bayan Brodie’de olduğu gibi akılda bir yığın kurgu kalıyor. Hazırlık kurslarında, geçmiş yıllara ait soruların da çözüldüğü düşünüldüğünde, paragraf sorularının hiç de hafife alınamayacak derecede, bilgiye ve kültüre tesiri ortaya çıkıyor.

Paragraf soruları ile romana, belki de okumaya merhaba diyen nesil, yakasını bir türlü bu türden kurtaramıyor. Paragraf sorularının tek çıkış kapısı olarak romanın gösterilmesi bir yana, sınavlarda romanın bu kadar sık vurgulanması, onu hayatta vazgeçilmez bir unsur gibi gösteriyor. Sonra da bir roman yazarı Halit Ziya Uşaklıgil’in itiraf mahiyetindeki “Evet, hiç şüphe yok! Hayat romanları değil, romanlar hayatı yapıyor!” sözü tahakkuk ediyor. Romanların peşinde sınav esnasında hayat kurguya dönüşebiliyor. Romanla ilgili sorular, istemesek de aynı zamanda okuma hafızasını dolduruyor.

Öğrencinin önündeki planlı tuzak

Roman, ‘okuru kendi içine hapseden bir illüzyon’ olduğu için gerçeklik duygusunu sarsabiliyor. Bukalemun gibi bin bir şekle girmeye hazır bir kurgu gözleri kamaştırabiliyor.

Bu illüzyon ve bukalemun kurgu, sınav stresi ve yönlendirmelerle bir rahatlama kapısı gibi duruyor. Yazarın gözündeki kurgu, okurun önünde planlı bir tuzak gibi görünebiliyor. Bakalım kurgunun sonu nereye varıyor?

Roman hakkında üç şeyi kabul edelim: Birincisi, roman bizde ‘tercümeler rehberliğinde öğrenilmiş’ yerli olmayan bir türdür. Bu sebeple romanı tanımıyoruz; tanımayınca roman adına bazı yanlışlıklar yapıyoruz.

İkincisi, hiçbir romanın tarihî ve yaşanmış bir vakayı olduğu gibi dikkatlere sunduğunu iddia edemeyiz. Roman alemi, hayal alemine has bir vakadır.

Üçüncüsü, roman gerçek ile kurgu arasında bir yerde, ama kurgu vasfı daha ağır basan, gerçekliği ancak malzeme olarak kullanıp, onu bozan ve dönüştüren bir yapıya sahiptir. Yani, bilgi sahibi olmak için roman okunmaz.

Romanın kurgusu içindeki planlı tuzakları gördükten sonra tekrar sınav sorularına dönüyoruz. Öğrenci, romanı paragraf sorularını takılmadan yapmak, bilgi sahibi olmak, anlamayı kolaylaştırmak için okuyor. İkincisi, uzmanlar
tarafından liseyi bitirip üniversiteye geçme çağında öğrenciler için, roman ve hikâyenin en uygun türler olduğu algısı oluşturuluyor. Üçüncüsü ise soruların roman okumaya teşvik edip diğer türleri bastırdığı ve de roman okumadan roman hakkında bilgi verilmesi öğrencinin aklına romandan başka kitap yokmuş, fikrini getirebiliyor. Bu fikre, romanın okumayı hızlandırdığı da ilave ediliyor.

Okuma hızı için roman bir reçete mi?

“Babam yeni bir roman yazmaya başlamışsa, gözü hiçbir şeyi görmezdi. O andan itibaren yeni dünyası o roman olurdu. Bizler de annemizin uyarısıyla evde çıt çıkarmadan otururduk. İki katlı ahşap evde, saatlerce, daktilo tuşlarının çıkardığı ses duyulurdu. Babam romanını bitirdikten sonra onu ev halkına okumayı alışkanlık haline getirmişti. İlk tepkileri bizlerden almayı çok severdi. Yapıt bittikten sonra son kontrollerini yapar, sabahın erken saatinde evden çıkardı. Romanı herhangi bir yayınevine satmış, para da almışsa, bu, ev halkı için sevinç kaynağı olurdu. Babam eli kolu dolu gelir, mutfağın yüzü gülerdi. Birikmiş üç beş aylık ev kirası yatırılırdı. Bu bolluk dönemi uzun sürmez, kısa bir süre sonra yeniden sağa sola borçlanılırdı.” (2004 ÖSS-43)

Sınav esnasında bu soruyu hızla okuyorsunuz. 60 saniyede şıkları da okuyarak soruyu çözmeniz gerekiyor. Sesli okumanız da mümkün değil. Daha hazırlık kurslarındayken paragraf sorularına tedbir almak için düşünüyorsunuz.

Daha hızlı olmanız gerekiyor. Okuma alışkanlığı meselesi ve eğitimciler karşınıza çıkıyor. Hopper (2005)’a göre öğrencilerin daha fazla kurgu içerikli hikaye, roman gibi türleri okumayı tercih ettiği söylenir. Allen, Ingulsrud (2003) Japon popüler kültürü üzerinde yaptığı bir çalışmada Manga denilen çizgi romanların okuma alışkanlığında kullanılması gerektiğini belirtir.

Çünkü roman okumak, sessiz okuma şekli olarak değerlendiriliyor. Sınavdaki okuma hızının artması için roman, bir reçete gibi sunuluyor. François Richaudeau’ya göre “konuşan insan bir saat içinde en fazla 900 kelime söyler. Ama aynı kişi sessiz okumada 27.000 kelime okuyabilir”. Romanı sessiz okuyarak bu ihtiyacın giderileceği telkin ediliyor. Ancak, sessiz okumayı bu kadar cazibeli kılan romandaki kurgu, diğer adıyla planlı tuzaktır. Özellikle test mantığı ile yetişen öğrenciler kurguyu, yani romanı sınav stresinden bir kaçış yeri olarak görebiliyor. Zira “Bir anlatı metniyle karşı karşıya gelmenin temel kuralı, okurun sessiz bir biçimde yazarla, Coleridge’nin ‘inançsızlığın askıya alınması’ adını verdiği bir kurmaca anlaşması’nı kabul etmesidir. Biz de kurmaca anlaşmasını kabul ettiğimizde, onun anlattıkları hakkında gerçekten olmuş gibi davranırız.”

Yazarın oltasının ucunda bilgi aramak ne kadar doğru?

Kurgunun maksadı gerçeği anlatmak değil, okuru ‘Acaba gerçek mi?’ merakına sevk etmektir. Okuyucu romana başlamadan zaten yazar romanı kurmuştur.

“Bir romanı elime alıp okumaya başladığımda kendimi okyanusta kaybolmuş küçük bir balık gibi hissederim. Neredeyim? Nereye sürükleniyorum? Biraz şaşkınlık, biraz kaybolmuşlukla sözcüklerin arasında bir şeyler bulmaya çalışırım. Sonra, bir anda kendimi, yazarın oltasına takılmış bulurum…(2002 ÖSS-38)
Evet, romanda bilgi yakalamaya çalışılırken oltaya takılmak daha doğrusu yazarın kurgusuna düşmek kaçınılmaz. Roman hazır bilgi değil “Roman okuyucunun eline varmadan, romancının muhayyilesinde teşekküle başlamış, kâğıt üstünde son şeklini almıştır.”

Onun için daha romana başlamadan “romanı, yanlış bir anlayışla ciddiye almak, onun hayalî olduğunu bazen unutup onu, bir itiraf, gerçeğin hikâyesi, bir hayatın ve devrin tarihi olarak görmek, bir belge, bir tarihçe olarak kabul etmek” hataya düşmektir. Kurgunun peşinde giderken bilgi elde etmek ise pek de mümkün görünmüyor.

Prof. Dr. Yakup Çelik farklı romanlarda kurgunun bilgi hususunda tezatlık oluşturduğunu şöyle anlatıyor “Kemal Tahir’de, Orhan Gazi, Şeyh Edebali’nin torunu değildir. Tarık Buğra’da Şeyh Edebali’nin torunudur. Biri Orhan Gazi’ye güveç yedirir biri pilav. Birinde zengin diğerinde fakirdir. Orhan Gazi ile Nilüfer Hatun’un karşılaşması birinde pazarda olur, diğerinde ise deniz kenarında veriliyor. Romancı tarihî gerçekte değişmeyen olguları alıyor, üzerine insanî gerçekliği kendi dünyasında farklı bir şekilde yerleştiriyor. Bunun önüne geçmek zor, sadece yazarın hayal dünyasının farklı yansımaları diyebiliriz. ”

İki yazar, aynı tarihî hadiseyi farklı bilgiler ile kurgulayabiliyor.

Hangisi gerçek hangisi doğru diye bilginin peşine düşmek ise çok uzun bir yol ve meşakkatli görünüyor.


Okuma yolculuğuna çıkmadan önce bilgi dünyasını sağlam temeller üzerine kurmalı ki kurgu oltasında asılı
kalınmasın. Roman üzerinde yaptığı çalışmalarla tanınan Prof. Dr. Alaatin Karaca’nın da belirttiği gibi, hayatın gerçeği ile edebî eserin, romanın gerçeğini birbirine karıştırmamak gerekiyor. Öncelikle çocukların, gerçek hayat bilgisini romandan direkt almanın yanıltabileceğini öğrenmesi lazım. Çocuklara yönelik sanal bir dünya değil gerçek hayatımızı tanıtan eserlerle başlamak ve bu eserlerle onları beslemek gerekiyor. Romandan önce hayatın gerçeği bilgisini öğretmeli.

Kaynaklar:

1- Yrd.Doç.    Dr. Nesime CEYHAN, Romanla Tanışan Neslin Tercüme Tekniği ve Tenkidine Dair Tartışmaları, Türkbilig, 2007
2- Prof. Dr. Mehmet Tekin, Roman Sanatı, Ötüken, İST. Mart-2006
3- Peyami Safa, Objektif:2 Sanat, Edebiyat, Tenkit, Ötüken, İST-1999
4- Prof. Dr, Şerif AKTAŞ, Roman Sanatı ve İncelemesine Giriş, Akçağ Yay. 6. Baskı, Ank-2003
5- Ahmet Hamdi TANPINAR, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi
6- Prof. Dr. V. Doğan Günay, Neyi, Nasıl Okuruz ya da Okumalıyız?, Dokuz Eylül Üniversitesi, Kasım-2008
7- Vladimir Nabokov, Edebiyat Dersleri, çev. Fatih Özgüven-Nihal Akbulut, Ada Yay., İstanbul
8- Araş.Gör. Remzi CAN, Araş Gör,Mustafa TÜRKYILMAZ, Okut. Abdulkerim KARADENİZ, Ergenlik Dönemi Öğrencilerinin Okuma Alışkanlıkları, Ahi Evran Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi,Cilt 11,Sayı 3,Aralık 2010.   http://www.osym.gov.tr/belge/1-4127/sinav-arsivi.html
9- Hece, Türk Romanı Özel Sayısı, Yıl: 6, Sayı: 65-67, 2002


Ümit Yüksel | 03 Ocak 2014 | http://insanvehayat.com/planli-tuzak-ya-da-sinavdaki-roman/


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Roman Aklı Yüceltirken Gönül Dilini Kurutuyor
« Yanıtla #1 : 12 Ocak 2014, 00:48:31 »
Roman Aklı Yüceltirken Gönül Dilini Kurutuyor


Roman’ın altın cağını yaşadığı söylense de hep eksik bir tarafları oldu. Batı’dan gelince ilk başlarda el üstünde tutulan romanın eğitimde, müfredatta, sınavda bu kadar karşımıza çıkması, yediden yetmişe hemen herkesin ‘Ne okuyorsun?’ sorusuna ‘roman’ diye cevap vermesi, romanın sorgulanmasını icap ettirdi. Roman üzerine yaptığı çalışmalarla adını duyuran Prof. Dr. Alaattin Karaca ile roman ve romanın unutturduğu türler, öldürdüğü gerçekler üzerine bir röportaj yaptık.

[Röportaj: Ümit Yüksel / Prof. Dr. Alaattin Karaca]

Roman tahlilleri üzerine çalışan akademisyen olarak onun yerini nasıl görüyorsunuz?

Çağımızın en gözde edebî türlerinden biri romandır. Buna karşılık şiirin alıcısı azaldı. Doğal olarak öğrencilerin en fazla muhatap olduğu edebî türdür roman. Roman esas itibariyle öykülemeye dayalı bir tür. içinde az ya da çok çatışma barındırır. Çatışma olmadan romanı kurmak zordur. Çatışma, romanda hadiseleri besleyen en önemli kaynaktır. Romanların konusu insanın insanla, doğayla, toplumla, kendisiyle çatışmalarıdır. Cemil Meriç’in ifadesini biraz değiştirirsek “Roman aklın dili, şiirse gönlün dilidir.” Günümüz eğitiminde roman çok okutulduğuna göre, gönlün dili şiirden koparılıyor demek. Buna karşılık aklın dili roman daha revaçta. Bu çağ roman çağı…

Şiir, sizin tabirinizle gönül dili, Osmanlı ile bitmiş midir?

Hayır bitmedi elbette. Gönül olduğu sürece şiir bitmez. Ancak bu sosyal değişmenin göstergesi. Makineleşmeye doğru seyreden maddiyatın öne çıktığı bir değişme. Dolayısıyla gönlün dili de zayıfladı. Bildirme dili egemen hayatımızda. Ayrıca, romanın soyutlamaya müsait bir dili yok. Dolayısıyla, devamlı roman okuyan bir insan, giderek daha rasyonelleşir, akılcı olmaya başlar ve çatışma arar, neden sonuç ilişkisine bakar artık, metafizikten uzaklaşır. Roman üzerine sürekli vurgu yaparsak, sadece neden-sonuç ilişkisiyle yetişen, metafizikten nispeten uzak bir kuşak da yetiştirmiş oluruz. Gönlün dili zayıflar, soyutlama yeteneğimizi de zayıflatırız. Oysa sanat bir soyutlama, şiirle daha soyut bir analiz yapma becerimizi bileyliyoruz. Şiir dili, insanın dil yeteneğini daha güçlendiriyor, düşünme ve tahlil becerisini artırıyor. Sürekli romana vurgu yapmak diğer türleri unutturmak, bu anlamda, dil yeteneğini zayıflatmak bakımından da bir eğitim problemi olarak karşımızı çıkıyor.

Günümüzde eğitimcilerin çoğu romanı telkin ediyor. Roman öncesine gidersek, İslam coğrafyasında edebî tür olarak ne vardı?

Önce şunu söyleyelim: İslam sanatlarında roman diye bir tür yoktu. Mesela; Osmanlı’da roman ile 19. yüzyılda, 1800’lü yıllarda karşılaşıyoruz. Ondan önce bizde roman yoktur, edebî tür olarak tanımıyoruz. Ondan önce şiir, halk hikâyeleri, destanlar, mesneviler vardı. Bu edebiyat dünyasının dünyayı, varlığı algısıyla bugünkü edebiyatın dünyayı, varlığı algısı çok farklı.

Hikâyeler ya da aruz vezninde şiirler, okullarda ders olarak okutuluyor muydu?

Tabi ki. O zaman, yani romandan önce Leyla ile Mecnun, Yusuf u Züleyha, Sadi’nin Bostan ve Gülistan’ı, Beydaba’nın Kelile ve Dimne’si, Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ı vb. bunlar o devrin medreselerinde okunuyor ve müzakere ediliyordu. Dahası, dergâhlar bu konuda bir eğitim kurumu gibiydi. Dergâhlarda sufi şiirle besleniyordu halk. Bunun dışında halk hikâyeleri, sonra meddah hikâyeleri… Öğrenciler bunlarla besleniyordu. El yazısı ile çoğaltılıyor, orijinalinden okutuluyordu. Tabii bir de Arapça ve Farsça asıllarından okutuluyor, böylece İslâm dünyasında bir ortak edebî zevk oluşuyordu.

Daha sonraki dönemler, Tanzimat’la beraber bunun yerine roman çıktı. Şimdi roman, edebiyat müfredatımızın da gözdesi.

Bugüne geldiğimizde?


Bugün 8-10 yaşlarında, ergenliğe geçiş döneminde çocukların ellerine baktığımızda, akıl almaz bilimkurgu fantastik savaşlarla dolu, hiper bir dünyayı tasvir eden farklı öykü ve roman türleri ve bunların çoğunun da tercüme kitaplar olduğunu görüyoruz.
Burada yanlış olan nedir?

Problem bence şu, bizde çocuk ve gençlik edebiyatı zayıf, bir geleneğe yaslanmıyor, geleneklerimizden de kopuk, daha çok tercüme şeklinde oluşmuş. Artık tercüme yeni romanlarda, kahramanlar insan bile değil. Olağanüstü güçlerle donatılmış, elektronik metal yığınları, süper robotlar, vampirler, ‘safdirik’ serileri giderek yeni ergenlerin, gençlerin okuduğu şeyler. Yani aslına bakarsanız, Refik Halitler, Yakup Kadriler, Ömer Seyfettinler de unutuluyor. Zaten romanlara ağırlık vermekten şiiri unutmuşuz.

Çünkü şiir derinlikli, sanal dünyaya elverişli bir tür değil, gönle hitap eden bir tür. Bu çocuklara anlama ve idrak seviyesine uygun şiirler de vardı eskilerde. Şiir müfredattan olabildiğince çıktı. Öğretmenler de şairden çok roman yazarlarına yöneltiyor öğrencileri. Yanlış demeyelim ama bu eksik bir uygulama.

Gerçek hayattan kopmuş roman kahramanlarının ne gibi zararı olabilir ki?

Çocuklar veya gençliğe yeni adım atan öğrenciler ilk başta kurgu ile gerçeği ayırmakta zorlanırlar. Mesela; romanlarda bir çok aşk hikâyesi ile karşılaşacaklardır. Bu, sonuçta kurgudur. Buna benzer aşk hikâyeleri yaşamak gibi bir hayale de kapılacaklardır. Oysa gerçek hayatta aşkların hepsi, edebiyattaki gibi olmayabilir. Bence önce, çocuklara gerçek hayat bilgisinin romandan farklı olduğunu anlatmak gerekiyor. Kurgu ile gerçek arasındaki farkı bildirmek gerek. Onun için bugün yaygın olan olağanüstü bilim-kurgu ve savaş romanları zararlı olabilir. Nitekim kendisini Süpermen zanneden çocuklar çıkıyor. Çocukları romana geçmeden önce gerçek hayat ile yüzleştirmek, temel bilgileri, ahlaki kuralları öğretmekte fayda var.

Roman okuyarak ahlak kazanacağını, kültür sahibi olacağını bekleyen ebeveynler var.

Edebiyattan ahlakî amaç beklenmiştir hep. Bu tabii.


Ama edebiyat öncelikle güzelliği hedefler. Her edebî eser, ahlâk aşılamaz, aksini de yapar. Bence başlangıçta çocuğa ahlakı, güzeli ve doğruyu öğretmek gerek. Sonra çocuk ölçüsünü kendi koyar ve okuduğu edebî eseri de bu ölçüye göre değerlendirir. Tabii ki, çirkinliği, şiddeti, ahlaksızlığı teşvik eden edebiyattan sakınmak gerek. Romana yaptığımız vurgu kadar kendi edebî türlerimize vurgu yapmıyoruz. Bence asıl problem bu. Sürekli romana vurgu yapmak, müfredatta sürekli onu işlemek, okullarda sınavlarda, roman türünü başköşeye oturtmak diğer türleri de bitiriyor. Kendi kültürümüzün ürünü olan edebî türlerle ilgili sorular sorulmadığı için bağ kurma gereğini de duymuyoruz. Bizimkisi gelenekten kopuk bir edebiyat eğitimi. ÖSYM’ye ilk ve ortaöğretim müfredatlarını hazırlayanlara bu konuda büyük iş düşüyor.

Tarihteki edebî türleri müfredata aldığımızda öğrenciler bunları anlamayacaklardır denilebilir?

Çocuklara Leyla ile Mecnun’u Hüsn ü Aşk’ı doğrudan, aslından okursanız anlamazlar. Onların dünyasında bunların nesnel karşılığı yoktur, hayal bile edemezler. Tabi ki bunu almak, bunlardan beslenmek gerekiyor. Aynısını okutsanız Edebiyat bölümlerinde bile anlamıyorlar. Usul olarak şöyle bir yol izlenebilir. Geçmiş eserlerden yeni bir dille, yorumla iyi, yeni şeyler çıkarılabilir. Burada yazarlara çok iş düşüyor. Yazarlar bu kitapları asıllarından okuyup, anlayıp, idrak edip, oradan yararlanıp, yenileyerek, dönüştürerek genç okurlara, sinemaya, tiyatroya aktarabilirler. Süreklilik böyle olur, kültürde sürekliliğimiz kaybolduğu gibi, edebiyatta da koptuk tabi.

Kültürde süreklilikten ne anlamalıyız?

Kültürde süreklilik olmazsa kuşaklar birbirini anlayamaz, süreklilikte radikal kopuşlar, kırılmalar olduğu için çatışırız. İlhan Berk bir günlüğünde “Ben Baki’yi her akşam okuyorum; ama anlamıyorum.” diyor. Niye anlamıyor, onu suçlamamak lazım, kültürde kopan bir şey var bir boşluk oluşmuş. Oysa kültürde kopukluk olmaz, geçmişten geleceğe kültür bir süreklilik içinde akar. Edebiyat da böyle.

O kopukluk bir boşluk oluşturdu. Kitap açısından o boşluğu en fazla roman mı doldurdu?

Öyle görünüyor. Akademisyen olarak “Roman yok olsun” demem. Ama şunu düşünürüm, bizim kendimize has sanatlarımız var. Ben bunların canlandırılmasını, yeni yorumlarla genç okurlara yeni eserlerin içerisinde sunulmasını beklerdim. Öncelikle hat sanatında, ebruda, nakışta, meddahta, karagözde yeni şeyler beklerdim. Öz sanatlarımızda süreklilik isterdim. Sonra bunların okullarda gençlere öğretilmesini, bu geleneksel sanadara müfredatımızda yer verilmesini beklerdim. Soruyu böyle sormak gerekiyor.

Mevzu zaten, roman düşmanı olmak değil

Okurlar böyle anlamasın diye söyledim. Yapılması gereken şu, en azından liselerden itibaren batı sanatlarına olduğu gibi İslam sanatlarına, bize has edebî türlere de yer, bilgi verilsin, uygulama yapılsın. Netice olarak üniversite sınavında öğretilen bilgi gereği onlar da sorulsun. Devamlı aynı türe sürekli vurgu yapılması bu anlamda bir eksiklik. Hayata romanın penceresinden bakmak yanında, şiirle bakmak da önemli..

Diğer sanatlar ve türlerin sanat hayatımızda yer bulması sınavlarda gün yüzüne çıkması lazım. Romanın bu kadar vurgulanması diğer türlere haksızlık olur

Sorularımızı Sezai Bey’in Leyla ile Mecnun’u üzerine sorup, çocuğu Fuzuli’ye doğru götürebilmeliydik, günümüzü geçmişe böyle bağlamalıydık. Süreklilik böyle oluyor ancak.

Salt Fuzuli üzerinden sorulduğunda çocuk kavrayamıyor. Onun için öncelikle çağdaş eserlerde geleneğin yer alması gerek. Sonra da soruları, çağdaş üzerinden sormak, ama geleneğe bağlanacak şekilde sormak gerek. Diğer türden sorular, ezbere dayanır. Ayrıca aslolan şeylerden biri şu: Gelenekssel sanatlarımıza müfredatlarda yer vermek. Üniversitelerin Güzel Sanatlar Bölümlerinde ebru, nakış, minyatür, hat gibi sanatlara ne kadar ver veriliyor? Yeterince yer verildiğini sanmıyorum.

Son olarak

Bir divan şairimiz “Benim şiirim midyenin içindeki inciye benzer. Onu anlamak için mana dalgıcı olmak gerekiyor.” diyor. Bunu günümüze doğru çekmek mümkün mü bilmiyorum.

Sanatçı da okur da ehl-i dil olacak. Bizim mana dalgıcı yazar ve okurlara ihtiyacımız var. Okur da yazar da bu endişeyi taşımalı. Bu endişeye sahip bir sanat ehli olursa bütün sorulara ve endişelere mahal kalmaz. Aksi takdirde, derin olmayan bir sanat ehli ve okur ehli, devam edip gidecektir.

İyi sanatkâr, kökünü bilen kendi sanat felsefemizi bilen yazar ve şairlere ve okurlara ihtiyacımız var. Yoksa küresel sanat fırtınasına yenik düşeriz.


Haber Merkezi | 03 Ocak 2014 | http://insanvehayat.com/roman-akli-yuceltirken-gonul-dilini-kurutuyor/