Gönderen Konu: Sağlık Bilgileri  (Okunma sayısı 274429 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
İşte kalp krizinin fotoğrafı
« Yanıtla #135 : 21 Ocak 2009, 09:49:34 »

Kalp o anda yanan bir doğalgaz ocağı gibi görünüyor. Krizin yarattığı kanamalar net olarak görülebiliyor.



Kalp krizinin fotoğrafı çekildi. Fotoğrafta krizin yol açtığı iç kanama görülebiliyor. Bunun da tedaviye yeni bir yol açabileceği iddia ediliyor.

TEDAVİYİ KOLAYLAŞTIRACAK

Telegraph'ın haberine göre, bu hayati anın fotoğrafını yakalayan ekip bunun kalbin bir krize nasıl tepki gösterdiğini anlamayı sağlayacağını ve böylelikle de hastaların tedavisinin de gerçekleştirilebileceğini iddia ettiler.

Fotoğraflar, doktorların hastanın kalp krizi geçirmesi esnasında oluşan iç kanamayı görmelerini sağlıyor.

Bu ekstra bilgi ile doktorlar müdahalelerini hastanın ihtiyacına göre ayarlayabilecekler.

internethaber


〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Kış mevsimi mutsuz ediyor
« Yanıtla #136 : 24 Ocak 2009, 10:19:07 »
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Okan Çalıyurt, kapalı ve yağışlı havaların bireyleri psikolojik olarak olumsuz yönde etkilediğini söyledi

Çalıyurt, yaptığı açıklamada, insanların zaman zaman kapalı, bulutlu, yağmurlu ve bunaltıcı havalarda isteksiz, enerjisi azalmış, morali olumsuz etkilenmiş, içe dönük ve karamsar bir tablo çizdiğini hatırlattı.

Açık, pırıl pırıl ve bol güneşli bir havanın ise insanları pozitif etkilediğini ve enerji artışı, moralde yükselme, canlılık ve dışa dönük davranışların ortaya çıkmasını sağladığını ifade eden Çalıyurt, hava durumunun bu etkisinin, öğrenilmiş bir davranış olmasının yanında tamamen biyolojik bazı gerçeklerin de rol oynadığını belirtti.

Bu olayın temelinde güneş ışığının insan duygu durumda yer alan bazı kimyasal maddelerin düzeylerini etkilemesinin önemli yer tuttuğunu belirten Çalıyurt, şöyle devam etti:

''Özellikle depresyonun biyokimyasal sebepleri arasında kabul edilen serotonin adlı madde güneş ışığı veya parlak ışıklar ile aktive olmaktadır. Tam tersine kapalı veya bulutlu günler ise serotonin düzeyini azaltmaktadır.

Gün ışığı veya parlak ışıkların diğer önemli bir özelliği de beynimizde hipotalamus adlı bölgede yer alan vücut saatini düzenlemesidir. Bu biyolojik saat uyku ve uyanıklık döngüsü ile duygu durum ve enerji düzeylerini kontrol etmektedir.

Karanlık günler veya kapalı havaların bu nedenle biyolojik saat üzerinden de olumsuz etkileri ortaya çıkmaktadır. Bu etkinin en tipik örneği ise kuzey ülkelerinde günlerin oldukça kısaldığı ve karanlık geçen sürenin uzadığı kış dönemlerinde, adına kış depresyonu (mevsimsel afektif bozukluk) denilen bir depresyon türünün ortaya çıktığı bilimsel olarak gösterilmiştir.''

-KADINLARA ETKİSİ-

Doç. Dr. Okan Çalıyurt, biyolojik saatin kadınlarda adet döngüsünün organizasyonunda görev aldığını belirterek, gün ışığı veya karanlık döngüsünün biyolojik saat üzerine olan etkileri nedeniyle karanlık-aydınlık döngüsünün bozulmasının kadınlardaki ritmleri de etkileyebildiğini vurguladı.

Bu bozuklukların duygu durum sorunları veya ağrı yakınmaları gibi şikayetlerle ortaya çıktığını anlatan Çalıyurt, şöyle dedi:

''Havaların kapalı olması ve güneş ışıklarından yeterli ölçüde yararlanamama hem doğrudan etkileri ile ve hem de biyolojik saat üzerine olan etkileri ile birlikte uyku ve uyanıklık döngüsünü etkilemekte ve çoğunlukla bu döngüyü bozabilmektedir.''

Çalıyurt, kışın güneş etkilerinden yeterli bir şekilde yararlanamama, kapalı ve yağışlı havaların olumsuz etkilerinden en az ölçüde etkilenmek için, gün içinde güneşin ortaya çıktığı saatlerde olabildiğince fazla dışarda bulunmanın faydalı olacağını bildirdi.

Okan Çalıyurt, ''Uyku düzenini korumak, her gün aynı saatte yatıp her gün aynı saatte kalkmak ve spor yapmak da, kapalı havanın olumsuz etkilerini atlatabilmek için faydalı olacaktır'' dedi.

Haber aktüel
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Çok Sık Acıkıyorsanız Dikkat!
« Yanıtla #137 : 25 Ocak 2009, 11:38:38 »
Sık sık acıkmanızın arkasında bazı hastalıklar olabilir. İşte sebebler ve öneriler

İki saat önce tıka basa yemiştiniz ama o da ne? Yine mi acıktınız? Mideniz zil çalıyor!

Peki neden hiç doymuyorsunuz? Bunun arkasında kötü alışkanlıklar, yanlış beslenme ve bazı hastalıklar yatıyor olabilir.

İşte sürekli acıkmanızın nedenleri ve çözüm önerileri...

SAFRA AZLIĞI

Lifli besinlerden yoksun olarak besleniyorsanız, midenizde kocaman bir boşluk oluşur. Bu da açlığı tetikler. Çünkü safra bütün sıvıyı sünger gibi emer.

Bu da bağırsağın dolmasına yol açar, sindirimi tetikler ve uzun süre tok kalmayı sağlar. Ayrıca lifli besinler vücudun ihtiyacı olan birçok hayati maddeyi içerirler.

Kronik vitamin eksikliği de insanın kendisini aç hissetmesine neden olabilir.Bu özellikle tek yönlü beslenmede veya çok sıkı diyet yapanlarda görülür.

ÖNERİ: Günde 5 kez bir avuç dolusu meyve veya sebze tüketmek gerekli safrayı sağlar.

Ne kadar renkli sebze ve besin tüketirseniz o kadar çok vitamin alırsınız.

ÇOK FAZLA ÇEŞNİLİ YEMEK

Yemekleri daha da lezzetli kılmak için kullanılan çeşniler veya konserve besinler açlığa neden olurlar. Bunlar beyindeki açlığı idare eden bölgeyi uyarır ve açlık hissi böylece ortaya çıkar.

Çok aç olan insanların başının ağrıması da bu sebepten olabilir.

ÖNERİ: Restoranda yiyorsanız garsona yemeğin içeriğini sormaktan çekinmeyin. Çok çeşnilendirilmiş, soslarla veya baharatlarla marine edilmiş yiyecekler size iyi gelmeyebilir.

Ayrıca market alışverişi yaparken de paketlere dikkatli bakın. "E" sayısı ne kadar çoksa, sizin için o kadar zararlı demektir. iyisi mi evde kendiniz, taze sebzelerden pişirin. Aynı öğünde tatlı, tuzlu, acı ve ekşi gibi tatları bir arada almaya çalışın.

PORSİYONLARINIZ ÇOK BÜYÜKSE...

Restoran dünyasının son yıllarda pompaladığı "süper size" mönüler maalesef açlığı körüklüyor. Bundan 50 yıl önce bir porsiyon patates kızartması sadece 200 kalori ederken, şimdilerde 610 kalori edebiliyor!

Günde sadece 3 öğün yiyip bu öğünlerde de bir oturuşta büyük porsiyonlar yiyorsanız, bir müddet sonra yine acıkmanız çok doğal. Çünkü "sık sık az az yemek" felsefesinin tersini uygulamış oluyorsunuz.

ÖNERİ: Dışarıda yiyecekseniz bir porsiyonu her zaman iki kişi paylaşmaya özen gösterin. Çok büyük porsiyonlu restoranlarda, porsiyonun en az üçte birini tabakta bırakmaya çalışın.

Evde de yemek pişirecekseniz, küçük bir mutfak tartısı edinin. Örneğin makarna pişirecekseniz kişi başı na 80 - 100 gramı geçmeyin.

HORMON AZLIĞI

Bilinçli olarak az ve sağlıklı beslendiğinize inanıyor ama buna rağmen kilo alıyorsanız, tiroit bezinizde bir problem olabilir.

Bu organın az çalışması durumunda metabolizma bundan olumsuz etkilenir. Hipotiroidi denen bu rahatsızlık açlık hissetmenize neden olabilir.

ÖNERİ: Basit bir kan testi probleminizi ortaya çıkarır.

ÇOK AZ SIVI ALMAK

Pek çok kişinin hala bilmediği bir gerçek de yeterince sıvı almamanın açlık hissine sebep olduğu.

Çok az su içen veya içmeyi unutan kişilerin midelerinin kazınması veya ağızlarının kuruması son derece normal.

ÖNERİ: Elinizin altında her zaman bir şişe su olsun. Her saat başı bir bardak su içmeye dikkat ederseniz, bu sorununuzu halledebilirsiniz.

ÇOK AZ IŞIK ALMAK

Çok az gün ışığı almak insanın modunu olumsuz etkiliyor. Bundan metabolizma da nasibini alıyor ve kendine göre bis SOS stratejisi geliştiriyor.

Tatlı ve yağlı yiyeceklere yükleniyor. Çünkü şeker, yağ gibi maddeler endorfin salgılatıyor. Bunlar da mutlu olmamızı sağlıyor!

ÖNERİ: Öğle yemekleri tatillerinde yarım saat de olsa gün ışığından yararlanmak için dışarı çıkın.

Açık ama renkli kıyafetler seçmek de insana iyi hissettirir. Spor yapmak mutluluk hormonu salgılatır ve böylelikle açlığınızı unutursunuz.

ÇOK ATIŞTIRMAK

Yediklerimiz, duygu dünyamızı da etkiliyor. Evet, çikolata kalp ağrımıza iyi geliyor, makarna stresimizi alıyor ama...

Bunlar kısa süreli oluyor. Çünkü bunların hiçbiri bizi uzun süre tok tutmuyor. Açlığımızı kalori yüklenerek gidermek yerine, bu açlığın nedenlerini araştırmalıyız.

ÖNERİ: Kendimize soracağımız anahtar soru şu olmalı: Bu neyin açlığı? İyisi mi her şeyi içinize atmayın, açıkça ifade edin karşınızdakine.

Sizi rahatsız eden şeyleri saygı çerçevesinde anlatabilirsiniz. Ayrıca her zaman "güçlü"yü oynamayın. Unutmayın herkesin zayıf anları olabilir. Yardım isterken çeknmeyin.

ÇOK GÜÇLÜ İLAÇLAR KULLANMAK

Bazı ilaçlar, örneğin alerjiye karşı kullanılan ilaçlar histamin reseptörlerini bloke ettiklerinden açlığa neden olabilir.

Migren ilaçları veya bazı sakinleştiriciler de beyinde açlık hissinin uyarılmasına neden olabilirler.

Romatizma veya astım için kullanılan ilaçlardaki kortizon veya yüksek hormon içeren ilaçların yan etkilerinden biri de açlık olabilir.

ÖNERİ: Bu tarz ilaçlar kullanıyorsanız, doktorunuzdan alternatifleri öğrenin.

ÇOK FAZLA ŞEKER TÜKETMEK

Anne sütü emen bebeklerde bile "tatlı"nın insanı mutlu ettiği kanıtlanmış. Ama tatlı aynı zamanda açlığa sebep oluyor maalesef. Beyaz ekmek, reçeller, soft içecekler veya tatlılar, kan şekeri düzeyini arttırıyor. Bu da insülin hormonu salgılatıyor. Şeker seviyesi hızla düşüyor. Kan şekeri seviyesinin birden normalin altına düşmesi de açlık hissine neden oluyor.

ÖNERİ: Faydalı karbonhidratlara yönelmelisiniz. Yani ekmek makarna gibi ürünlerin beyaz undan değil tam buğday unundan olanlarını tercih etmelisiniz. Tatlılar veya çikolatalı gofretler yerine meyve yemelisiniz.

Bakterim.com
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı lalegül

  • yazar
  • ****
  • İleti: 513
    • Sidre.net
Ynt: Sağlık Bilgileri
« Yanıtla #138 : 25 Ocak 2009, 13:34:16 »
Teşekkürler...
Şu rahmete bakın ki,
insanlar bütün azalarıyla günah işlerken,
sadece diliyle yaptığı tövbeyle affolunuyor.

Aziz Mahmud Hüdai (k.s)

Çevrimdışı Ay Işığı

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1166
Atık piller tehlike saçıyor
« Yanıtla #139 : 27 Ocak 2009, 11:55:06 »
Atık pillerin içinde yer alan kurşun, kansızlık, mide rahatsızlıkları,kısırlık ve kansere yol açıyor.

Selçuk Üniversitesi (SÜ) Mühendislik Mimarlık Fakültesi Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Ergün Pehlivan, yaptığı açıklamada, atık pillerin doğaya ve insan sağlığına zararlı maddeler içerdiğini söyledi. 

Atık pillerin kullanıldıktan sonra mutlaka bir yerde toplanıp geri dönüşüm yapılan tesislere gönderilmesi gerektiğini ifade eden Yrd. Doç. Dr. Pehlivan, “Türkiye'de atık pillerin doğaya verdiği zarar yeterince bilinmediği için pillerin geri dönüşümü sağlanamıyor” dedi.

Türkiye'de henüz organik atıklarla geri dönüşüm atıklarının bile ayrı ayrı toplanmasının tam olarak sağlanamadığını belirten Pehlivan, Avrupa'da ise geri dönüşüm atıklarının bile piller, metaller, kartonlar, plastikler şeklinde ayrı ayrı toplanarak geri kazanıldığını söyledi.

Bu atıklar arasında pillerin ayrı bir yeri olduğunu ifade eden Pehlivan, şunları kaydetti:

“Piller çoğu zaman organik maddelerle aynı çöp kutusuna atılıyor. Şarj edilemeyen pillerin içinde çinko, mangan, cıva, gümüş oksit, lityum bulunuyor. Şarj edilebilir pillerin içinde ise nikel kadmiyum, nikel metal ve kurşun asitleri yer alıyor. Toprağa karışan piller, bitkiler ve hayvanlar yoluyla insanlara geçerek sakat doğumlara hatta kanserlere neden olabiliyor. Cıva, merkezi sinir sisteminde tahribatlara neden oluyor. Kurşun, kansızlık, mide rahatsızlıkları, kısırlık ve kansere neden oluyor. Kadmiyumun ise prostat kanserine yol açtığı biliniyor.”

Çevreye ve insan sağlığına bu derece zararlı pillerin kullanımıyla ilgili de yanlışlar yapıldığını kaydeden Pehlivan, “Piller fazlaca bekletildiğinde güçleri azalıyor. Bu pilleri alıp kullanan kişiler yeterince yararlanamadan enerjileri bitiyor. Bu nedenle yeni pillerin kullanımı ve uygun yerlerde muhafazası konusunda hassasiyet gösterilmelidir” diye konuştu.
Pehlivan, çevreye daha az zarar vermek için kullan-at piller yerine şarj edilebilir pillerin kullanımının yararlı olacağını vurguladı.

ATIK PİLLERİN TOPLANMASINDAKİ YETERSİZLİK

Pillerin toplanmasıyla ilgili iyi bir sistem kurulamadığını, bu konudaki çalışmaların yetersiz olduğuna işaret eden Pehlivan, şöyle konuştu:

“Atık pillerin çöpe atılmamasını istiyoruz, vatandaşlara hep bunu tavsiye ediyoruz ancak bu konuda pil toplama sistemleri ülkenin pek çok yerinde gelişmemiş durumda. Evinde atık pilleri toplayan vatandaşlar ya belediyelere ya da çevre ve orman il müdürlüklerine kendileri götürüp teslim etmek zorunda kalıyor. Pek çok kişi de buna vakti olmadığı için ya evlerinde topladığı atık pilleri çöpe atıyor ya da pil toplama kampanyası düzenlenene kadar pilleri muhafaza etmek zorunda kalıyor.”

Atık pil sorununun çözümü için öncelikle pil toplama sistemlerinin yaygınlaştırılması gerektiğini belirten Pehlivan, “Pil toplama alışkanlığının kazandırılması için televizyonlar ve gazetelerde atık pillerin zararını anlatan bilgilendirici yayınlar yapılmalıdır. Özellikle çocuklara atık pillerin zararıyla ilgili olarak okullarda eğitimler verilmelidir. Çocukları daha küçükken bu konuda duyarlı hale getirmek atık pillerle mücadelede önemli rol oynayacaktır” dedi.

AA

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Coca Cola özütünün bir zararı daha ortaya çıktı
« Yanıtla #140 : 30 Ocak 2009, 10:46:26 »

İçeriği hala sır gibi saklanan Coca Cola’da önemli bir gerçek ortaya çıktı. DNA’yı bile bozan E211 için Coca Cola özür diledi. İşte çarpıcı ayrıntılar.

Piyasaya çıktığı ilk günden beri içerisindeki katkı maddelerini bir sır gibi saklayan Coca Cola firmasının sırrı sonunda çözüldü.

Yapılan araştırmalarda Coca-Cola’nın içerisinde E211 (Sodyum Benzoat) maddesinin bulunduğu saptanmış, firma uzun süre bu iddialara karşı sessiz kalmıştı. Sodyum Benzoat maddesi siroz, parkinson gibi hastalıklara davetiye çıkarıyor, hiperaktivite bozukluğuna neden oluyor ve DNA’ya zarar veriyor.

Genel olarak gazlı içeceklerin birçoğunda bulunan ve küflenmeyi önleyen bu maddenin C vitaminiyle karşılaşınca kansorejene dönüştüğü belirtildi.

Coca Cola firması ilk olarak Diet Colalar’dan bu maddeyi çıkartacaklarını ve yıl sonuna kadar tamamen kullanımdan kaldıracaklarını açıkladı. Firma sözcüsü bu maddeyi kullanmayı bırakacaklarını açıklasa da Sodyum Benzoat’ın yerini tutacak başka bir bileşen bulamadıklarını da itiraf etti.

Bugün
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Tansiyonu nasıl ölçüyorsunuz?
« Yanıtla #141 : 31 Ocak 2009, 21:40:09 »

Kalp ve damar rahatsızlıklarını tesbit etmek için iki kol ve bacaktan ölçün.

Çukurova Üniversitesi Tıp Fakültesi Nefroloji ve Hipertansiyon Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yahya Sağlıker, doğru sonuç alabilmek için tansiyonun çift kol ve bacaktan ölçülmesi gerektiğini bildirdi.

Prof. Dr. Yahya Sağlıker, AA muhabirine yaptığı açıklamada, hipertansiyonun dünya ve Türkiye'de hızla artış gösterdiğini, buna rağmen belirtiler hafife alındığından, yüzlerce hastanın hipertansiyonu olduğunu bilmeden yaşadığını söyledi.

Sağlıker, böbrek ve kalp hastalıkları başta olmak üzere birçok hastalığı beraberinde getiren yüksek tansiyonunun kontrol altında tutulması için belirli aralıklarla ölçülmesi gerektiğini, bunun için en uygun zaman diliminin her hafta salı ve cuma günleri olabileceğini belirterek, şunları kaydetti:

''Tansiyon, atardamarlardaki kan basıncının göstergesidir. Damarlarda kanın rahat dolaşabilmesi için belirli bir basıncın olması gerekir. Bu basıncın düşük ya da yüksek olması tansiyonla ifade edilir. Çok düşük tansiyon da yüksek tansiyon da tehlikelidir. Tansiyonun normal değerleri küçük tansiyonda 8, büyük tansiyonda 12'dir. Bunun çok altı ya da üstünde çıkan değerler tedaviyi gerektirir.''

Sağlıker, ''hastaneler de dahil, tansiyona hep tek koldan, daha çok da kalbe yakın olduğu düşüncesiyle sol koldan bakıldığını'' belirterek, ''Oysa, bu tamamen yanlış. Tansiyon tek koldan ölçülecekse sağ olmuş, sol olmuş fark etmez. Ancak, en doğru yöntem her iki kol ile bacaktan ölçülmesidir'' dedi.

''İki kol ile bacaklardaki tansiyon arasında 3-4 değerin üzerindeki farkın kalp ya da damarlarda rahatsızlık olduğunu gösterdiğine'' dikkati çeken Sağlıker, şöyle devam etti:

''İki kol ile bacaklardaki tansiyon ölçümünde kollarda yüksek, bacaklarda düşük çıkıyorsa ciddi bir kalp rahatsızlığının habercisidir.

Tansiyon, bacaklarda yüksek, kollarda düşük çıkıyorsa bu da kalbin büyük damarında darlık olduğunu gösterir. Buna biz şah damarı da diyoruz. Bu darlık öldürücü sonuçlar doğurabilir. Bu nedenle kol ve bacaklardaki tansiyon farkı 3-4 puan ve üzeri çıkıyorsa mutlaka tedavi yoluna gidilmeli.''

Sağlıker, herhangi bir göz rahatsızlığı olmamasına rağmen ışığa karşı hassasiyetin de yüksek tansiyon olduğunu gösterdiğini belirterek, şöyle devam etti:

''Tansiyon insan vücudunun kara kutusudur. Başta kalp ve damar hastalıkları olmak üzere birçok hastalığın habercisi olan tansiyon yaş farkı da gözetmeksizin herkeste görülebiliyor. Bu nedenle sağlıklı olduğunu düşünen bireyler de belirli aralıklarla tansiyonunu kontrol ettirmeli.'

Haber Aktüel
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Ay Işığı

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1166
Gripken araba kullanmayın
« Yanıtla #142 : 01 Şubat 2009, 22:44:49 »
Gripken araba kullanmanın, iki kadeh alkol aldıktan sonra direksiyon başına geçmek kadar tehlikeli olduğu bildirildi.

Daily Telegraph’da yayımlanan habere göre, İngiltere’de simulatör kullanılarak yapılan araştırma, ağır soğuk algınlığı veya grip geçirirken araba kullananların tepki gösterme yeteneğinin, sağlıklı sürücülere oranla yüzde 10 daha az olduğu belirlendi.

Bu durumun, saatte 60 kilometre hızla giden bir hasta sürücünün fren yapmadan önce fazladan 2 metre daha gitmesine yol açtığı gözlendi. Araştırmada, gripliyken sürücülerin yoldaki tehlikeleri de daha az algıladıkları belirtildi. Araştırmada, grip veya soğuk algınlığı geçiren 60 sürücünün tepki süreleri 50 sağlıklı sürücününkiyle mukayese edildi.

Kraliyet Kazaların Önlenmesi Derneğinden Jo Stagg, "Seyahatinizi yapabilecek kadar iyi değilseniz hem kendinizi hem de diğer insanları riske atıyor olabilirsiniz. Hastalığın tepkileri yavaşlatarak, gözlem ve doğru karar verme yeteneğini azaltarak, sürüş yeteneğini zayıflattığını biliyoruz" dedi.

Stagg, bazı grip ilaçlarının uyku getirdiğini hatırlatarak, sürücülere bu konuda da uyarıda bulundu.

Avustralya Bilimler Akademisinin deneyleri de iki kadeh alkolün tepki gösterme süresini yüzde 10 azalttığını saptamıştı.

internethaber

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Sağlık Bakanlığı'ndan hijyen operasyonu
« Yanıtla #143 : 02 Şubat 2009, 21:03:21 »
Sağlık Bakanlığı, el hijyeninin önemine dikkati çekmek için ulusal boyutta kampanya başlattı.



Sağlık Bakanlığı, hastane enfeksiyonunun önlenmesi, farkındalığın artırılması ve el hijyeninin önemine dikkati çekmek için ulusal boyutta kampanya başlattı.

Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Turan Buzgan, Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ''Tehlike Ellerinde'' adıyla başlatılan kampanyanın açılış programında yaptığı konuşmada, hastane enfeksiyonlarının tedavi başarısını düşüren, hayatı tehdit eden, önlenebilen bir bulgu olduğunu belirterek, ''El hijyeni, hastane enfeksiyonunu önlemede en basit ve en etkili yöntemdir. Biz de başlattığımız kampanya çerçevesindeki etkinliklerle, farkındalığın artırılması ve mevzuata uygun davranılmasının sağlanmasını amaçlıyoruz'' dedi.

Kampanya kapsamında sağlık personeline çeşitli eğitimler verileceğini, dağıtılacak bilgilendirici broşürlerle bu konuya dikkat çekileceğini ifade eden Buzgan, kampanyanın yıl sonuna kadar devam edeceğini söyledi.

Tıbbın genel kuralının ''önce zarar vermemek'' olduğunu vurgulayan Buzgan, birçok bulaşıcı hastalığın el temizliğine önem verilmemesi ile kolay yayılma imkanı bulduğunu söyledi. El hijyeni konusunda sağlık personeli, hasta ve hasta yakınları kadar her sağlıklı kişinin de temkinli olması gerektiğini ifade etti. Buzgan, ellerin mutlaka iyice sabunlanarak bol suyla yıkanması ve bu işlemin gün içerisinde gerektiği kadar tekrarlanması gerektiğini kaydetti.

Dünyada, hastane enfeksiyonun görülmediği bir ülke bulunmadığını ancak görülme sıklığının değiştiğini dile getiren Buzgan, bu konuda bilinçli davranılması, hastane içinde sağlık personelinin kurallara uyması ve herkesin el hijyenine özen göstermesi halinde hastane enfeksiyonlarının yüzde 50 oranında önlenebileceğini söyledi.

Refik Saydam Hıfzıssıhha Merkezi (RSHM) Başkanı Doç. Dr. Mustafa Ertek de hastane enfeksiyonlarının, genellikle hastaneye yattıktan 48-72 saat sonra veya taburcu olduktan sonraki ilk 10 gün içinde geliştiğini belirtti.

Hastane enfeksiyonlarının, hastanın yatış süresini, iş gücü kaybını ve tedavi maliyetini önemli ölçüde artırdığını ifade eden Ertek, Bakanlık tarafından 2004 yılında bu konuda kontrol çalışmalarının başlatıldığını anlattı. Ertek, hastane enfeksiyonu kontrol çalışmaları kapsamında halka ve sağlık personeline yönelik eğitimler düzenlendiğini, mevzuat değişikliği yapılığını, standartlar getirildiğini söyledi.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Serhat Ünal da hastane enfeksiyonuyla mücadelede devlet tarafından verilen desteğin önemine işaret etti. Farkındalığın artırılmasıyla beraber el hijyeninin hastanelerde uygulanabilmesi için gerekli tüm koşulların da yerine getirilmesi gerektiğini ifade eden Ünal, ilgili birimlerde lavabo olmaması, yeterli eldiven ve alkol bazlı antiseptiklerin bulunmaması halinde el hijyeninin sağlanmasında sıkıntı yaşanacağını dile getirdi.

Haber Aktüel
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Gaziantep Üniversitesi (GAZÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Metin Kılınç, anne sütüyle beslenen bebeklerde alerji ve kronik hastalıkların daha az görüldüğünü söyledi.

Prof. Dr. Kılınç, sağlıklı bir bebeğin, hayatının ilk 6 ayında sadece anne sütüyle beslenmesi gerektiğini kaydetti. Anne sütünün en önemli özelliğinin, çocuğun yaşı ve durumuna uygun değişim göstermesi olduğunu ifade eden Prof. Dr. Kılınç, şöyle konuştu: "İlk günlerde anne sütü daha kıvamlı, yağ yönünden daha fakir, mineraller ve bebeği enfeksiyondan koruyan hücre ve antikorlar yönünden daha zengindir. İlerleyen günlerde anne sütü, bebeğin ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde değişim gösterir. Anne sütünün içeriği, çocuğu enfeksiyonlardan korur. Anne sütüyle beslenen bebeklerde alerji ve kronik hastalıklar daha az görülür. Anne sütüyle beslenenlerde obezite daha azdır."

Prof. Dr. Kılınç, anne sütüyle beslenen bebeklerde gastrointestinal enfeksiyonlar, pnömoni, menenjit, bakteriemi hastalıklarının görülme sıklığının daha az olduğunu vurguladı.

İnek sütüyle beslenen bebeklerde, anne sütüyle beslenenlere oranla diş çürüğünün iki kat fazla olduğunu bildiren Prof. Dr. Kılınç, anne sütünün retinanın gelişmesinde de önemli rol oynadığını belirtti. Anne sütünün bebeğin yaşama şansını artırdığını, bebeğin en iyi şekilde gelişmesini sağladığını, emziren annelerin de daha sağlıklı olduğunu ifade eden Prof. Dr. Kılınç, ilk 6 aydan sonra bebeğin beslenmesinde ek gıdalara geçilmesi gerektiğini söyledi.

1 yaşından sonra çocuğun evde yapılan yemekleri yemeye başlayacağını ve sütle beslenmenin büyük oranda azalacağını kaydeden Kılınç, çocukların zihinsel ve fiziksel büyüme potansiyellerine ancak yeterli ve dengeli beslenmeyle ulaşabileceğini, erken bebeklik dönemindeki beslenmenin bebeğin yaşamını programladığını ifade etti. Prof. Dr. Kılınç, "Doğru beslenme, bebekler için hayati niteliktedir." dedi.

Gaziantep, aa

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Dikkat bu çorba kanser yapıyor
« Yanıtla #145 : 03 Şubat 2009, 19:27:20 »
Paket halinde satılan hazır çorbaların gırtlak kanseri olma riskini artırdığı belirtildi.
Dünya Kanser Araştırmaları Merkezi tarafından yapılan bir araştırma paket halinde satılan hazır çorbaların gırtlak kanseri olma riskini artırdığını ortaya koydu.

Araştırma Başkanı Doktor Rachel Thompson, paket çorbaların içerisinde günlük almamız gereken tuz miktarının yarısının bulunduğunu ve bunun da çok yüksek bir miktar olduğunu söyledi.

Fazla tuz tüketiminin kalp krizi riskini artırdığı zaten biliniyordu. Fakat son yapılan araştırmalar yüksek tuz tüketiminin gırtlak kanseri riskini de artırdığını ortaya koydu.

guncel.net
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Ameliyatta devrim!
« Yanıtla #146 : 04 Şubat 2009, 10:53:07 »

Hiç bıçak altına yatmadan iğne deliği kadar küçük bir delikten 60 hastalık tedavi edilebiliyor.

Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Araştırma ve Uygulama Hastanesi Radyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Mert Köroğlu, Girişimsel Radyoloji Ünitesinde, cerrahi müdahaleye gerek duyulmadan 60'a yakın hastalığın tedavi edilebildiğini bildirdi.

Doç. Dr. Köroğlu, daha önce ameliyat ile gerçekleştirilen tedavi ve tanıların büyük bölümünün, bugün iğne deliği kadar küçük bir delikten girilerek yapılabildiğini söyledi.

Girişimsel Radyolojide birçok organdan biyopsiler alınabildiğini, kistler ve apselerin tedavi edilebildiğini, tıkanmış safra ve idrar yollarının açılabildiğini ağrısız diyaliz kateterleri takılabildiğini, karaciğer tümörlerinin özel iğne ve ilaçlarla yakılabildiğini belirten Doç. Dr. Köroğlu, şöyle konuştu:

''Girişimsel Radyolojide, ameliyatlardan farklı olarak büyük kesikler yerine iğne deliği küçüklüğündeki yollarla vücuda girilerek tanı ve tedavi işlemleri yapılıyor. Vücuda girilirken, anjiyografi, bilgisayarlı tomografi ve ultrasonografi gibi görüntüleme yöntemlerinin kullanılması bir çok sorunu da ortadan kaldırıyor. Zira bu yöntemle körlemesine girimlerin yol açabileceği sorunlar ortadan kaldırılıyor.''

Ağrısız ve riskleri oldukça az olan bu yöntemle hastaların yaşam kalitesinin arttığını ifade eden Doç. Dr. Köroğlu, hastanın hastanede kalış süresinin de kısaldığını söyledi. Doç. Dr. Köroğlu, tedavi edici işlemlerde çoğunlukla yüksek teknolojili cihazlar kullanıldığını, malzemelerin her işlem ve amaç için özel olarak tasarlanıp üretildiğini kaydetti.

Doç. Dr. Mert Köroğlu, girişimsel radyolojik tedavi teknolojisine Türkiye'de en fazla 5 büyük üniversitenin sahip olduğunu bildirerek, ''Birçok kentte uygulanmayan bu teknolojiye, Isparta sahip. Girişimsel radyolojik teknikler sayesinde başarılı sonuçlar elde ediyoruz'' dedi.

VARİS TEDAVİSİ

Kronik venöz yetmezliği ve bunun sonucu oluşan varislerin tedavisinde dünyada son 3-4 yıldır lazerle endovenöz ablasyonu tedavisinin kullanımının yaygınlaştığını ve klasik cerrahi tedavinin yerini aldığını ifade eden Doç. Dr. Köroğlu, açıklamasını şöyle sürdürdü:

''Klasik cerrahi tedaviye göre birçok yönden üstünlüğü bulunan lazer ile varis tedavisinde büyük oranda başarılı sonuçlar alınmaktadır. Varise neden olan hastalıklı damar içerisine uygun iğne ve kılavuz teller yardımıyla lazer enerjisini damar duvarına verecek olan fiber gönderilir, daha sonra lazer enerjisi damar duvarına uygulanır.

Hiçbir cerrahi müdahaleyi gerektirmeden, ince birkaç iğne girişi ile ağrı ve acı duyulmadan uygulanan bu yöntem 45-50 dakika sürmekte ve hasta tedaviden sonra normal yaşantısına kısıtlama olmadan geri dönmektedir.''

Ayrıca bu yöntemle estetik açıdan da müdahale yapılabildiğini bildiren Doç. Dr. Köroğlu, yüzeysel kırmızı ve mavi renkte görünebilen ince damarlar için, damar üzerine lazer ışığını odaklayarak hoş olmayan görüntünün yok edilebildiğini söyledi.

Aktif Haber
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı duha

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 5144
  • ѕησωƒℓαкє
Düzenli koşu metabolizmayı destekliyor
« Yanıtla #147 : 04 Şubat 2009, 16:37:06 »
Düzenli koşu metabolizmayı destekliyor     
Antrenman yapmak metabolizmayı destekliyor ve kan şekeri seviyesini kontrol altında tutmaya yardımcı oluyor.

BioMed Central Endocrine Disorders dergisinde yayınlanan çalışmada, Heriot-Watt Üniversitesi'nde görevli biyolog Profesör James Timmons ve grubu, her hafta sadece 7 dakikalık antrenmanın 16 kişilik bir grubun şeker seviyelerini kontrol altında tutmalarına yardımcı olduğunu gösterdiler.

Katılımcılar, haftada 2 gün boyunca günde 4 kez egzersiz bisikleti kullandılar. İki hafta sonra, genç erkeklerin vücutlarının kan dolaşımındaki glukozu temizlemek amacıyla insülini yüzde 23 daha etkili kullandığı bulundu. Timmons, "Ani hamleler ya da bisiklet üzerinde egzersiz boyunca kaslarını gerginleştirirsen gerçekten insülinin kan dolaşımından glukozu temizleme yeteneğini artırabilirsin" dedi.

2. tip şeker hastalığı dünya çapında tahminen 246 milyon yetişkini etkiliyor ve küresel ölümlerin yüzde 6'sı bu hastalıktan kaynaklanıyor.

Zaman Online
söz Hayâtî'dir; İnanç taşıyoruz.....

[/center]

Çevrimdışı Fatihan

  • Administrator
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 6994
  • Milimi milimine Ehli sünnet...
Cep telefonu kanseri tetikliyor
« Yanıtla #148 : 04 Şubat 2009, 21:22:22 »

Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Derneği (T-HASAK) Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Hikmet Pekcan, kanserin genetik özelliklerin yanı sıra çevre koşullarıyla da doğrudan bağlantılı olduğunu belirterek, ''Cep telefonu kullananlarda, kullanılan kulakta ve kullanılan taraftaki beyin bölgesinde kanserin daha sık görüldüğü gözlendi'' dedi.

Pekcan, 4 Şubat Dünya Kanser Günü dolayısıyla AA muhabirine yaptığı açıklamada, kanserin insan vücudunda bir hücrenin işlev görmeden anormal büyümesi olarak tanımlandığını ifade ederek, ''Anormal büyüme çoğunlukla insanın yapı taşı olan DNA'sıyla ilgilidir. DNA'yı da beslenme alışkanlığı, kilo, tütün ve alkol kullanımı ile çevresel koşullar başta olmak üzere birçok faktör etkilemektedir'' diye konuştu.

Kanserin, görülme sıklığının giderek artış gösterdiğini ifade eden Pekcan, Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, ''2010'da kanserden 15 milyon kişinin yaşamını yitireceğinin ve 20 milyon kişiye kanser tanısı konulacağının öngörüldüğünü'' söyledi. Türkiye'de de aynı tarihlerde yaklaşık 150 bin kişinin kansere yakalanmasının beklendiğini belirten Pekcan, ''Kanserlerin yüzde 35'i beslenme, yüzde 30'u sigara kullanımı ve maruziyeti, yüzde 10-15'i enfeksiyon hastalıkları nedeniyle oluşmaktadır'' dedi.

Pekcan, erken tanı ile yaşam süresinin uzatılabildiğini hatta tümörün tamamen yok edilebildiğini belirterek, şunları kaydetti:

''Erken tanı için düzenli kontrol, kişiye ve çevreye yönelik koruyucu sağlık hizmetleri gelmektedir. Kişiye yönelik koruyucu önlemler, erken tanı, dengeli- yeterli beslenme, ilaçla koruma, kişisel hijyen, sağlık eğitimi, aile planlaması ve bağışıklamadır. Çevreye yönelik olarak da biyolojik çevreye (mikroplar, yiyecekler, ağaçlar, bitkiler), sosyal çevreye (okullar, askeri birlikler, internet kafeler, kahvehaneler), fiziki çevreye (su, hava kirliliği, atıklar, gürültü, radyasyon, baz istasyonları) yönelik koruyucu önlemler alınmalıdır.''

-''HORMONLU GIDA VE YANLIŞ GÜBRE KULLANIMI''-

Pekcan, kanserin genetik yatkınlığın dışında çevresel koşullarla da doğrudan ilgili olduğuna dikkati çekerek, şunları söyledi:

''Kanserlerin oluşmasında en önemli etken çevre kirliliğidir. Hava ve suyun kirletilmesi, toprağın yanlış kullanılması sağlık açısından risk yaratmaktadır. Ekilebilir araziye fabrika inşa edilmesi, atıkların uygun yerlere boşaltılmaması toprağın kirletilmesi verilebilecek en güzel örneklerdir. Mevsim koşulları gözetilmeden sebze-meyve yetiştirildiği için hormonlu gıda ve yanlış gübre kullanımı kansere neden olabilmektedir. Bu gıdaların tüketilmesi halinde de vücuttaki hücreler yer değiştirmektedir. Dolayısıyla, bilinçsiz kullanılan gübre ve böcek öldürücü ilaçlar ile yetiştirilen sebze ve meyvenin kanserojen özelliği ortaya çıkmaktadır.

Öte yandan ozon tabakasının delinmesi sonucunda güneşin istenmeyen ışınları başta deri kanseri olmak üzere sağlık sorunlarına yol açmaktadır. Güneşin özellikle dik geldiği saatlerde uzun süre güneş ışınına maruz kalanlarda, yaşamının bir döneminde deri kanserine yakalanma riski artmaktadır. Bunların yanı sıra nüfus artışı, ekonomik gelişmeler, hızlı kentleşme de çevresel faktörlerdir.''

Baz istasyonlarının kansere etkisiyle ilgili bilim adamlarının farklı görüşlerde olduğunu ve bu alanda bilimsel bir verinin bulunmadığını dile getiren Pekcan, yapılan ön araştırmalarda ''cep telefonu kullanımında, kullanılan kulakta ve kullanılan taraftaki beyinde kanserin daha sık görüldüğünün gözlendiğini'' bildirdi. Pekcan, ''Ayrıca kullanıcılarda, telefonun bedene yakın olduğu yerlerde de kanser görülme riskinin kullanmayanlara oranla yüksek olduğu bulunmuştur'' diye konuştu.

-''HER İKİ KİŞİDEN BİRİ CEP TELEFONU KULLANIYOR''-

Sağlık Bakanlığı Kanserle Savaş Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer de elektromanyetik alanlarla kanser arasındaki ilişkinin bilim adamlarının çoğu tarafından kabul edildiğini söyledi. Tuncer, ''Her iki kişiden biri cep telefonu kullanıyor. Bunun yan etkisinden hem kendisi hem de çevresindekiler zarar görüyor'' dedi.

Murat Tuncer, ABD'de 8-12 yaşları arasındaki çocukların yüzde 46'sının cep telefonu kullanıcısı olduğunu belirterek, ''Cep telefonu kullanımının beyin kanserinin görülme sıklığını 2 kat artırdığını'' kaydetti.

Kanadalı bilim adamı Dr. Haward W. Fisher de elektro manyetik alanların kesinlikle insan sağlığını olumsuz etkilediğini, bunun çeşitli ülkelerde yapılan kapsamlı araştırmalarla ispatlandığını bildirdi.

Cep telefonu başta olmak üzere baz istasyonları gibi elektromanyetik alanların ''Beyin kanseri, lösemi riskini artırdığını, genetik yapıya hücrelere zarar verdiğini, kan beyin bariyerini bozduğunu, uyku düzenini etkilediğini, dikkat eksikliği ve hiperaktiviteye neden olduğunu ve birçok hastalığa zemin hazırladığını'' ifade eden Fisher, bu konuda farkındalığın artırılması gerektiğini bildirdi.

Yurt dışında çocuklar üzerinde yapılan bir çalışmayı anlatan Fisher, ''Elektromanyetik alanlara maruz kalan çocuklarda, hiperaktivite saptanmasının ardından, bu çocukların etraflarındaki cep telefonu, ışık, fön makinası gibi eşyaların azaltılmasıyla, çocukların sakinleştikleri tespit edildi'' dedi.

Fisher, yapılan çalışmalar sonucunda, ''Özellikle cep telefonunun en sık kullanıldığı baş bölgesinde beyin tümörlerinin geliştiğini'' ifade ederek, ''En sık baş bölgesinin sol tarafı kullanılıyorsa o bölgede, sağ tarafı kullanılıyorsa o tarafta tümör geliştiği saptandı. 2005'de yapılan bir çalışmada, 2 bin beyin tümörünün cep telefonu kullanımına bağlı olarak geliştiği belirlendi'' diye konuştu.


AA


Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Aşırı tuz tüketimi hastalık habercisi
« Yanıtla #149 : 05 Şubat 2009, 19:15:54 »

Sağlıklı insanların günlük alması gereken tuz miktarı 6 gramı geçmemeli. Bu miktarın üzerindeki tuz tüketimi hipertansiyon, inme, kalp krizi, kalp yetmezliği gibi ciddi hastalıkları tetikleyebiliyor.

Tuz tüketiminin, toplumsal özelliklere ve yaşanan coğrafi bölgelere göre değişiklik gösterdiğini ifade eden Türk Hipertansiyon ve Böbrek Hastalıkları Derneği Genel Sekreteri Doç. Dr. Ülver Derici, “’sağlıklı bireylerde günlük olarak yemeklerle alınması gereken ortalama tuz miktarı 5-6 gramı geçmemeli” dedi.

Derici, tuzun önerilen miktarın üzerinde tüketilmesinin “hipertansiyon, inme, kalp krizi, kalp yetmezliği gibi ciddi hastalıkları tetiklediğini ve kalp-damar hastalıklarına bağlı ölümlerde artışa neden olabildiğini, mide kanseri, şişmanlık ve kemik erimesi riskini arttırdığını” kaydetti. Aşırı tuz tüketimi halinde astım hastalığında da şikayetlerin arttığını ifade eden Derici, bu tür sorunların yaşanmaması için günlük alınan tuz miktarının azaltılmasının temel kural olduğunu vurguladı.

TÜRKİYE’DE TUZ TÜKETİMİ NORMALİN 3 KATI

Türk Hipertansiyon ve Böbrek Hastalıkları Derneğince 2008’de tuz tüketimiyle ilgili yapılan çalışmada, ülkemizde genel olarak tuz tüketiminin ortalamanın üstünde olduğunun tespit edildiğini anlatan Derici, “Türkiye’de bir kişinin günlük aldığı tuz, ortalama 18 gramla normalden 3 kat daha fazla” dedi.

Derici, Türk Hipertansiyon İnsidans Çalışması’na göre, erkeklerin kadınlardan daha fazla tuz tükettiğinin belirlendiğini ifade ederek, “Türkiye’deki hipertansiflerin miktarı 4 yılda 3 milyon artmış olup, toplumumuzun aşırı tuz tüketimi bu artışın önemli bir sebebi olarak görülmektedir. Erkeklerde hipertansiyon gelişme oranı kadınlara göre daha yüksek saptanmıştır” diye konuştu.

SOFRANIZDAN TUZLUKLARI KALDIRIN

Aşırı tuz tüketiminden kaçınmak için sofradan tuzlukların kaldırılması gerektiğini kaydeden Derici, şu önerilerde bulundu:

“Market alışverişlerimizde alacağımız ürünün içeriğine bakmak alışkanlık haline getirilmeli. Eğer ürünün 100 gramında 1.5 gram tuz ya da 0.6 gram sodyum varsa yüksek tuzlu ürün, 0.6 gram tuz ya da 0.1 gram sodyum varsa düşük tuzlu ürün grubuna girer. Sağlıklı bir beslenme için tuz oranı yüksek gıdaları tüketmemeye özen göstermeliyiz. Ürün üzerinde sodyum miktarı verildiyse bu rakamı 2.5 ile çarparak tuz miktarı hesaplanmalı.”

Lokantada yenilen ürünlerdeki tuz miktarı, menülerde bulundurulmadığı için farkında olmadan aşırı tüketilebildiğine dikkati çeken Derici, bütün müşteriler için ortak hazırlanan gıdaları sunan yerlerden ziyade kırmızı eti, tavuğu, balığı ve sebze yemeğini istenilen gibi az tuzlu hazırlayıp getirebilecek yerlerin tercih edilmesi gerektiğini bildirdi.

1 PORSİYON DÖNERDE 8 GRAM TUZ VAR

Derici, müşterilerin menülerde böyle bir istekte ısrarcı olmaları halinde bu şekilde hizmet veren lokanta sayısının artacağını belirterek, dışarıda tüketilen gıdalarda bulunan tuz miktarı için şu örnekleri verdi:

“Bir porsiyon döner-kebap yediğimizde 8.6 gram, bir porsiyon pizza yediğimizde 4 gram (sosis ve salamlı ise bu miktar daha da artar), bir porsiyon hamburger ve patates kızartması yediğimizde 2.9 gram, bir porsiyon kızarmış balık ve patates kızartması yediğimizde 1.2 gram ve 100 gram ekmek yediğimizde de 1.4 gram tuz tüketilmektedir. Unutmayalım ki size sormadan çayınıza ya da kahvenize şeker ekleyebiliyorlar mı? Öyleyse neden size sormadan yemeklerinize tuz ekleyebiliyorlar? Buna izin vermeyelim, sağlığımızı koruyalım.”

AA
〰〰〰〰🐠