Ashab-ı Kiram efendilerimizin fazilet ve meziyetlerini, ömür boyu yazsak bitiremeyiz. Bu bir hakikattir. Sahabelerin kudsiyyet ve ulviyetlerini, kadir ve kıymetlerini takdir etmeyen hiçbir şuurlu Müslüman bulunmaz.
Dünya ashab-ı kiram efendilerimizin sayesinde huzura kavuşmuştu. Cihanın yegane övünç kaynağı onlar idi. Fazilet, kemalat ve adaletin yegane temsilcisiydiler. Hikmetin, marifetin nurunu alemin en uzak köşelerine kadar götüren onlardı. Onların himmet ve gayretleri, cesaret ve fedakarlıkları ile nice küffar ülkeleri İslâm diyarı haline geldi.
Onlar, bütün beşeriyetin hidâyet, selamet ve saadetini hayatlarının en büyük gayesi ve hedefi bilirlerdi. Devr-i saadet bir gayret, bir faaliyet devri idi. Bir sahabi yüz kişiye bedel idi. Azim ve metanet, iman ve irfan; sıdk ve sadakat onlarda adeta yoğunlaşmıştı. Az bir zaman zarfında çölleri geçtiler, dağ ve deryaları aştılar, İslâmiyeti Afrika'nın, Asya'nın sahralarına kadar götürdüler. Maddî manevî fetihlere eriştiler. Bir taraftan zulüm ve cehaletin giderilmesine gayret ederken, diğer taraftan ilim ve irfanın sınırlarını genişletmeye devam ettiler.
İşte bu azim gayret ve fedakarlığın neticesi olarak İslâmiyet bütün cihana yayıldı. Artık onlara ebedî saadet ve huzur refakat etmektedir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm.) kendisi içtihatta bulunduğu gibi, ashâb-ı kiramı da içtihat yapmaya teşvik ederdi.
Efendimizin ahirete teşriflerinden sonra zuhur eden meselelerde Ashab-ı Güzin Hazretleri, aynı tarzda hareket etmişlerdi.
Birçok misallerinden birisi şudur ki:
Fahr-i Kâinat Efendimiz (asm.), ashabın fakih ve alimlerinden Muaz İbn-i Cebel Hazretlerini Yemen'e kadı gönderdiğinde kendisini imtihana tabi tutarak şu sualleri sordular:
-"Ya Muaz ne ile hükmedeceksin?"
- Kitab ile hükmederim Yâ ResûlAllah.
-"Ya Onda bulamazsan ne ile hükmedeceksin?"
- Sünnet-i seniyye ile hükmederim.
-"Onda da bulamazsan.
- Artık o zaman kendi görüşüm ile içtihat ederim ya ResûlAllah, dedi.
Hazret-i Peygamber (asm.), Hazret-i Muaz'in bu cevaplarından çok memnun oldular ve "Cenâb-ı Hakka hamdederim ki, Resulünün elçisini, Resulünün razı olacağı şeye muvaffak buyurmuştur."dediler.
Diğer bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Kitabullah'tan her hangi bir hükmü alıp onun ile amel etmek hepinize vaciptir. Eğer aradığınız hükmü Kur'an-ı Kerim'de bulamazsanız benim sünnetime uyunuz. Eğer onda da bulamazsanız ashabımın sözlerine, onların içtihatlarına uyunuz. Zira: Ashabım semadaki yıldızlar gibidir. Her hangi birinin sözünü tutsanız hidâyeti bulursunuz."
Resûlullah Efendimiz (asm.) sahabeler arasında meydana gelen fikir ayrılıklarından dolayı hiçbir sahabeyi tenkit etmemiştir. Ebubekir (r.a.) Hazretleri de, "Sahabelerde ortaya gelen ihtilaflar diğer Müminler hakkında ayn-ı rahmettir." diye buyurmuşlardır. Ömer İbn-i Abdülaziz Hazretleri de, "Sahabe-i Kiramın farklı içtihatlarda bulunmalarından duyduğum sürür; Arapların meşhur develerine sahip olmaktan alacağım sürurdan daha çoktur demiştir.İmam-ı Hanbelî de, "sahabeler arasında gerçekleşmiş olan ayrılığın ümmet-i Muhammed için geniş bir rahmet olduğunu," ifade etmiştir.
Sahabe-i Kiram Hazretleri Peygamberimizin (asm.) medresesinden ders aldılar, O'nun terbiyesi ile tekemmül ettiler. O'nun getirdiği şeriat ile akıllarını olgunlaştırıp, kalplerini nurlandırdılar. O Resûl-ü Azamın (asm.) öğretmesi ve yönlendirmesiyle Kur'an-ı Azimüşşan'ın en derin sırlarını anlamaya muvaffak oldular.
Efendimiz zamanında açılan içtihat kapısı, Ashab-ı Kiram zamanında daha ihtiyaç halini aldı. Zira o devirde bir çok memleketlerin fethedilmesiyle İslâm aleminin hudutları fevkalade genişlemişti. Kur'an-ı Azimüşşan, dünyanın en uzak köşelerine kadar nurunu yaymıştı. Ayrı ayrı milletlerden İslâmiyet’e, giren insan sayısı had safhaya ulaşmıştı. Binaenaleyh bunların durum ve davranışlarına ait yeni yeni meseleler, hadiseler art arda zuhur ediyordu. İşte bunların hepsine, hem şeriata ve hem de maslahata uygun cevaplar vermek gerekiyordu. Yani Kur'an ve Sünnet-i Seniyyenin ruhuna uygun bir tarzda, Müslümanların zorluklarını halletmek lazım geliyordu. Bu ise sahabe-i kiramın alimlerine ve fakihlerine düşen en mühim görevlerdendi.
Sahabeler şer'î hükümlerin bütün hakikatlerini ve esaslarını doğrudan doğruya Peygamberimizden (asm.) öğrenmişler, asr-ı saadette şer'i hükümlerin gerçekleşmesine vesile olan bütün hâdiselere bizzat şahit olmuşlardır. Bunun için şeriatın hikmetini, Peygamberimiz'in maksadını, âyet ve hadislerin sarahat ve delaletlerini, işaret ve imâlarını, hakikat ve mecazını, umum ve hususunu bilmek onlarda meleke haline' gelmişti. Kitap ve sünnetin; nasih ve mensuhunu hadislerin sahih ve gayr-i sahihini herkesten ziyade bilirlerdi.
İçtihada ait kaideleri evvela Resûl-i Ekrem Efendimizin huzurlarında sahabe-i kiram efendilerimizin fakihleri tespit ettiler. Bir hâdisenin şer'i hükmünde birinci derecede Kuranda, ikinci derecede Sünnete müracaat ederlerdi. O mesele hakkında Kuran ve sünnette sarahat bulunduğunda rey ve kıyasa asla itibar etmezlerdi. Mümkün olduğu kadar hükümleri, âyet ve hadislerin delalet ve işaretinden istihraç ederlerdi. Allah Resulü (asm.) hayatındayken, O'nun yanında ve yakınında bulunan ashabı, meseleleri bizzat kendisinden sorarlardı. Uzakta bulunanlar ise âyet ve hadisten bulamadıkları hükümlerde içtihada müracaat ederlerdi.
Hanbeli ulemasından meşhur İbn-i Kayyım, İ'lâmu'l-Muvakkiîn adlı kitabında sahabe-i Kiramın fakihlerinin sayısının 130 olduğunu beyan ediyor. Fakat bunlar içinde içtihatla en ziyade maruf ve meşhur olanları, dört halife, Abdullah b. Mes'ud, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer, Ebu Musa-el-Eş'ârî, Muâz bin Cebel, Übey bin Kâ'b ve Zeyd bin Sabit Hazretleridir.
Hazret-i Ömer bir mesele hakkında hüküm vereceği zaman hiç acele etmez, uzun süre düşünür, pek ziyade itina ederdi. Sahabenin fakihlerini toplar, her birinin reylerini alırdı. Tam kanaat edinceye kadar görüşmelerde bulunur, sonra hükmederdi. Hazret-i Ömer icraatında ne kadar sert ise, şer'î meselelerin hallinde o derece halim ve mülayim idi. Danışmadan hiçbir zaman hüküm vermezdi. Ebu Musa el-Eş'âri'ye kitab ve sünnet-i Nebevî'de sarahaten bulamadığı hususlarda içtihada müracaat etmesini emretmişti.
Hazret-i Ömer bir gün minberde şöyle der:
"Ey insanlar! Rey (görüş, içtihat) ancak peygamberden isabetli olur. Çünkü Allah Ona gerçeği göstermiştir. Bizim görüşümüz ise bir zan ve tekellüftür."
Efendimizden (asm.) sonra kendilerine uyulmaya layık olanlar, ancak bu seçkin insanlardır. Ümmet-i Muhammed'in içerisinde onların imtiyazı, hadis-i şeriflerin sarahatiyle, yıldızlar gibidir. Onlara, fedakarlık, ubudiyet, takva, ilim ve irfanda olduğu gibi içtihat noktasında da kimsenin yetişemeyeceğinde ehl-i Sünnet ittifak etmiştir.
O asrın insanları hayır ve fazilette en üstün mertebelere ulaşmıştır. Nitekim Peygamberimizden sual etmişler: "İnsanların hangisi daha hayırlıdır?" Efendimiz: bir hadis-i şeriflerinde "Güzel hayatı, saadet ve selametle yaşamanın en âlâsı beni görene ve beni göreni görene ve o göreni görene…" buyurmuşlardır. Bu hadis-i şerife göre, en yüksek makam ve şeref sahabelerindir. Bunların üstünde bir makam ve şeref düşünülemez. Zira bunlar nübüvvet medresesinin talebesi, Risalet semasının yıldızlarıdır. Bunlardan sonra tabiin ve tebe-i tabiinin dereceleri gelir; içtihat noktasında cadde-i kübra bunlarındır. İbn Hacer Hazretleri de bu hadis-i şerifi izah sadedinde şöyle buyurmuşlardır:
"'Resûlullahın bu hadis-i şeriften muradı, o asırlarda ilim ehli ve içtihat sahiplerine ilim ve fazilet noktasında, sonradan gelenlerin yetişemeyeceğidir." Evet, Efendimizin (asm.) hüsn-ü teveccühüne mazhar olan bu seçkin insanlara tâbi olmaları ümmet-i Muhammed hakkında bir zarurettir. Zira Allah, İslâm'ın binasını onlarla tesis etmiş ve onları Nebiyy-i Zişan'ın (asm.) huzur ve nazarıyla taltif eylemiştir
Onlardaki, kalp temizliği, gönül zenginliği, ilmî ihata, ince nazar, ciddiyet ve sadakat onları hidâyetin zirvesine çıkarmıştır. Senelerce Fahr-i Kainat Efendimizin (asm.) sohbetinde bulunarak o nur-u Nübüvveti kana kana içen sahabeler içinde yetişen alim ve fakihlerin yaptıkları içtihatlar, sonraki asırlarda gelen müçtehitlere ve fakihlere rehber olmuştur.
İslâmiyeti yayma uğrunda gösterdikleri gayret ve fedakarlıkta olduğu gibi Kur'an'dan hüküm çıkarma dirayetinde de sahabe-i kirama kimse yetişemez. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri bu hususu şöyle dile getirmektedir:
"İçtihatta yani istinbat-ı ahkâmda, yani Cenâb-ı Hakk'ın marziyatını kelâmından anlamakta, sahabelere yetişilmez. Çünkü o zamandaki o büyük İnkılab-ı İlahî, Marziyat-ı Rabbaniyeyi ve Ahkâm-ı İlâhîyeyi anlamak üzere dönerdi. Bütün ezhan, istinbat-ı ahkâma müteveccih idi. Bütün kalbler, "Rabbimizin bizden istediği nedir!" diye merak ederdi. Ahval-i zaman, bu hali işmam ve ihsas edecek bir tarzda cereyan ediyordu. Muhaverat, bu manaları tazammun ederek vuku buluyordu. İşte bunun için herşey ve her hal ve muhavereler ve sohbetler ve hikâyeler, bütün o manaları bir derece ders verecek bir tarzda cereyan ettiğinden; sahabenin istidadını tekmil ve fikirlerini tenvir ettiğinden; içtihat ve istinbatta istidadı kibrit derecesinde nurlanmaya hazır olduğundan; bir günde veya bir ayda kazandığı mertebe-i istinbat ve İçtihadı, o sahabenin derece-i zekâvetinde ve istidadında olan bir adam, şu zamanda on senede, belki yüz senede kazanmayacaktır. Çünki şimdi saadet-i ebediyeye bedel, saadet-i dünyeviye medar-ı nazardır. Beşerin nazar-ı dikkati, başka maksadlara müteveccihtir. Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddîye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihat hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. Yirmiyedinci Söz'ün içtihat bahsinde, Süfyan İbn-i Uyeyne ile onun zekâveti derecesinde birinin muvazenesinde isbat etmişiz ki; Süfyan'ın on senede kazandığını, öteki yüz senede kazanamıyor."
Mehmet Kırkıncı