Gönderen Konu: Rabbimden gelen sınavlar ve bizim duruşumuz  (Okunma sayısı 5188 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı hafsab

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 2
Rabbimden gelen sınavlar ve bizim duruşumuz
« : 29 Şubat 2012, 16:08:12 »

Rabbim herkese bir sınav mutlaka veriyor bence zaten dünyada bir sınav değil mi??? Allah bizleri çekemediğimiz yüklerle imtihan etmesin inşAllah...
« Son Düzenleme: 29 Şubat 2012, 21:15:15 Gönderen: İsra »

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: RABBİMDEN gelen sınavlar ve bizim duruşumuz
« Yanıtla #1 : 29 Şubat 2012, 16:59:09 »
Rabbim herkese bir sınav mutlaka veriyor bence zaten dünyada bir sınav değil mi??? Allah bizleri çekemediğimiz yüklerle imtihan etmesin inşAllah...

"Allâh'ım bizi imtihana tabi tutma. Biz imtihan ehli değiliz. Bize verdiklerini meccânen (karşılıksız) ver"  diye duâ ve ilticada bulunmalı. Hazreti Allah'ın imtihanını kaçımız geçebiliriz ki.

Çevrimdışı efsanef

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 283
Ynt: Rabbimden gelen sınavlar ve bizim duruşumuz
« Yanıtla #2 : 07 Mart 2012, 02:43:22 »
Musibetler Ne Söyler?
Yusuf Sönmez




Başımıza gelen musibetler acaba bize ne söylemektedir? Kâinattaki hiçbir şey sebepsiz yaratılmadığına göre musibetlerdeki mesaj nedir? Niye başımıza gelmiştir ki bütün bunlar? Niye bizim başımıza gelmiştir ki? İşte hayatımızdaki en önemli kırılmaları tam da bu anlarda yaşarız. Burada önemli olan, musibetlerin ne söylediğini doğru olarak anlayıp anlamamaktadır…



Varlığın anlamını bulmaya çalışmak insanlık tarihi kadar eski fakat bir o kadar da eskimez ve esrarengiz bir arayıştır. Dolayısıyla “hayat” dediğimiz karışımın “içindekiler” bölümüne baktığımızda başımıza gelen hadiselere anlam vermeye çalışırken en çok da “olumsuzlar” kısmına takılıp kalırız.

Bazen ufacık şeyler bile canımızı sıkmaya yeterken bazen de bütün dünya üzerimize yıkılıverir sanki. Kendi kendimizi çok çaresiz hissettiğimiz zamanlar olur, alabildiğine mutsuzluklar yaşanır…

Niye başımıza gelmiştir ki bütün bunlar? Niye bizim başımıza gelmiştir ki? İşte hayatımızdaki en önemli kırılmaları tam da bu anlarda yaşarız. Acaba nasıl yorumlamamız gereken sorulardır bunlar? İsyan ve teslimiyet birbirinden fersah fersah uzak kelimeler olmasına rağmen bu kadar yakınlaşır bu anlarda birbirine ve gelgitler yaşanır ruhlarda. Acaba hangisi galip gelecektir? Evet, musibetler kiminin kırılganlığını ve isyanlarını katlar kiminin de imanını ve derecesini…



Biz O’ndan razı mıyız?

Bir kere her şeyden önce “musibet” kelimesinin “isabet eden” anlamına baktığımızda bile başımıza gelen her hadisede olduğu gibi musibette de “rast geleliğin” ve “tesadüfün” tam tersi olan manasıyla karşılaşırız. Yani musibet tam anlamıyla, kasıtlı olarak “bir takdirin” sonucunda gelmiştir. Bu ise kadere imanın farklı bir boyutunu işaret eder ki; Resulullah’a bir defasında “İman nedir?” diye sorulduğunda; “O sabırdır.” cevabını vermesi böylesi bir takdire itimadı işaret eder. Bu da, “Allah'ın izni olmayınca hiçbir musibet isabet etmez.” (Teğabun: 11) ayetinin tam da teslimiyet boyutunu ifade eder.

Sahabelerin maruz kaldıkları imtihan ve sıkıntılara karşı, İmam Şafii’nin “Başka bir şey olmasaydı Kur’an’dan bu sûre yeterdi.” dediği, hakkı ve sabrı tavsiye eden “Asr” suresini okumaları da bu bakımdan manidardır.

Hani hep birbirimize sık sık “Allah razı olsun” deriz ya... Evet, muhakkak ki “Allah razı olsun” ama bakalım önce, “Biz O’ndan razı mıyız?” sualine vereceğimiz cevap bu bakımdan çok önemlidir. Yani Allah’tan gelen her şeye razı mıyız?

İşte bu yüzden Beyyine suresinin sekizinci ayeti; “Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı olmuştur” derken tam da bunu söyler ki, buna “rıza makamı” denir.

Yani mü’min bilir ki başına gelen her olumsuzlukta bir hikmet vardır. Nasıl ki her şeyin kendine has bir dili varsa musibetin de kendine has bir dili vardır; kulağını açana bir şeyler fısıldar, duymasını bilene kendi diliyle, çok şeyler anlatır.



Musibetler elçidir

Musibetler bir bakıma bir elçi gibi gelir ve uyarır. Dünyanın faniliğini anlatır inatçı ve unutkan nefsimize. Biz unuttukça o hatırlatır. Şu dünyada hiçbir şeyin mutlak anlamda sahibi olmadığımızı anlatır. Sahiplenmenin getirdiği kibri ve bencilliği kırmak en büyük vazifesidir. O yüzden acıtır, sarsar, durdurur ve düşündürür. Der ki: “Sana verilen her şey emanet ve imtihandır. Sakın bu ağır yükleri yüklenme…”

Ve dertler küçülür, değişir, başka, yüksek bir anlam ifade eder, manasını bırakır ve gider.

Hastalıkla “Şafi” ismi görünür. Açlıkla “Rezzak” ismi, ihtiyaçlarla “Kadîr, Rahmân, Kerîm, Muhsin, Ganî” isimleri… Evet, hikmet makası biçer, rahmet iğnesi batırır, kudret aynası yaratır. İman eden yükselir, itimat eden kazanır…

Hayat olumsuz gibi görünen unsurlarla mücadele sayesinde yükselir, temizlenir, anlam bulur ve mükemmele kavuşur. İnsan kötüye, kötülüklere ve hayatın içindeki olumsuzluklara karşı direnç gösterip mukavemet ettikçe güçlenir ve hayattaki gerçek başarıyı yakalar.

Dolayısıyla güzellik, çirkinliklerle beraber anlam bulur. Öyleyse “Hâbil”lerin değerinin anlaşılması için “Kâbil”lerin de var olması gerekir. Olumluların tonlarıyla anlaşılması ve yükselişi olumsuzların tonlarıyla var olmasına bağlıdır. Çünkü her şey zıddıyla bilinir, anlaşılıp açığa çıkar. Acıyı tatmayan, tatlıyı anlamaz. Rahmet, zahmetin, meşakkatin ve sıkıntıların içinde gizlenmiştir. Yani Richart Bach’ın dediği gibi; “Her problem, içinde armağan saklar.”



İman Allah’a itimattır

"O (Allah) ki, yarattığı her şeyi güzel yapmıştır." (Secde: 7) “…Belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara: 216) gibi ayetlere bakarak diyebiliriz ki; “İman Allah’a itimattır.” Öyleyse iman, İbrahim Hakkı gibi; "Mevla görelim neyler; neylerse güzel eyler." demeyi gerektirir. Dolayısıyla tevekkül, kalbin Allah’a güvenmesidir.

Evet, Yunus (a.s.) balığın karnında âlemini genişletmiş, Yusuf (a.s.) karanlık bir kuyuda aydınlıklara kavuşmuş, İbrahim (a.s.) ateşten geçip bahtiyarlığa ermiş, Eyyûp (a.s.) hastalıklarla yükselmiştir.

Dolayısıyla hakikatte çirkinlik yoktur. Çirkinlik bakanın bakışında ve bakan gözdedir. Asıl musibet isyanda ve imansızlıktadır. Bu öyle bir isyandır ki, tâbiînin büyüklerinden Meymûn bin Mihrân’ın dediği gibi; “Allah’ın takdirine rızâ göstermeyen kimsenin ahmaklığının tedavisi yoktur.”

Musibetlere maruz kaldığımızdaki tavır ve duygularımız o denli önemlidir ki Rabb’imiz bizi bir taraftan sarsarcasına uyarırken; "Benim takdirime razı olmayan ve benim verdiğim musibete sabretmeyen, kendine benden başka bir Rabb arasın" (Câmiü’s-Sağîr, 4:469, hadis no: 6009; Taberanî, Kebîr) der. Diğer taraftan ise; “Kullarımdan herhangi birine, bedeninde, malında veya evladında bir musibet verdiğimiz vakit, bu musibeti güzel bir sabırla karşılarsa, kıyamet günü onun için mizan kurmak ve defter açmaktan hayâ ederim” (Câmi’ü-Sağîr: 487, Hadis No: 6043; Hâkim) diyerek müjde verir.

İşte musibetler, iman ve itimatla, nankörlük ve isyan arasındaki uçsuz bucaksız farkı göstermek için aynalarda tecelli ederken, kalbindeki iman aynasına bakan mü’minler Necip Fazıl’ın kelimeleriyle der ki;

“Rabbim, Rabbim! Bildim neymiş işin Türkçesi,

Senin aşkın ateştir, ateşin gül bahçesi.”



Musibetler hatalarımızı anlamak adına çok büyük ders ve ibretler taşır.

Biz böyle anlarda nefislerimizle yüzleşiriz. Sözgelimi Fudayl b. İyaz; “Allah’a itaatsizlik ettiğimi, eşeğimin ve hizmetçimin bana itaatsizlik etmelerinden anlarım.” derken bize bunu anlatır. Çürük zemine ev yapmaktan, ibadetlerimizdeki tembelliğimize varıncaya kadar yaptığımız pek çok hatalarımızın sonucunda ise “bir musibet bin nasihatten iyidir” veya “musibet zekâyı eğitir” gibi hayırlar bizi karşılar. Bu anlamda musibetin öğreticiliği tartışılamaz. Tam da burada "Sana gelen iyilik Allah'tandır. Başına gelen kötülük ise kendindendir." (Nisâ: 79) gibi ayetlere baktığımızda tedbirsizlik ve ihmallerimizle yüz yüze gelir ve kaderin verdiği fetvayı daha iyi anlarız.



Musibet, günahlardan temizleyip arındırarak insanları Allah’a yaklaştırır.

İnsanın Rabb’ine en yürekten yaklaştığı anlar ona yürekten el açtığı anlardır. İbn Ataullah İskenderi; “Allah seni yarattıklarından uzaklaştırdığı zaman bil ki, sana dostluğunun kapısını açmak istiyor.” derken Bediüzzaman da “Cenab-ı Hakk bir kulunu severse, dünyayı ona küstürür, çirkin gösterir.” diyerek kalbi masivadan sıyırmak adına imanî ufuklar açarlar. Efendimiz; "Mü'min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık bir üzüntü hatta bir ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle mü'minin günahından bir kısmını mağfiret buyurur." (Buhari, Merda 1) der.



Musibetler, manevi dereceyi arttırıp yüksek nimetlere kavuşmak için fırsattır.

Acı ve felaketler büyük uyanışlara, büyük inkişaflara vesiledir. Churchill’in dediği gibi "Uçurtmalar, rüzgâr kuvvetiyle değil, bu kuvvete karşı uçtukları için yükselirler."

Musibetler insana manevi sıçramalar yaşatır. Öyleleri vardır ki, amelleri ile değil başlarına gelen musibetlere karşı gösterdikleri sabır ve itimatla bir anda evliya derecesine yükselmişlerdir. İşte Rabb’imiz bize bunu; “Sabredenlere, mükâfatları hesapsız verilir.” (Zümer: 10) diye müjdelerken Hz. Peygamber de; "Kıyamet günü, afiyet ehli kimseler, bela ehline sevapları verilince, dünyada iken derilerinin makaslarla kazınmış olmasını temenni edecekler." (Tirmizi, Zühd 59) diyerek yüreğimizi hakikate açar. Öyle ki, bir gün Hz. Peygamber ateşler içinde hasta yatağında yatarken sahabelerine; “Bazı pey*gamberlerin musibet karşısındaki sevinçleri, sizin ihsan karşısındaki sevincinizden daha fazlaydı.” (Müsned, 3:94) demişti. Bu yüzdendi belki de musibetlere derece derece maruz kalanların sıralanma biçimi: Peygamberler, salihler, veliler, müminler…



Musibetlerin en büyük hikmetlerinden biri de imtihandır.

Şu dünya bir imtihan, ibadet ve hizmet meydanıdır; ücret ve mükâfat yeri değil. Oysa imtihan oluyor oluşumuzu çoğu zaman öylesine unutuyoruz ki, sanki dünya rahat yeriymişçesine gevşiyor ve adeta sınavdaki bir öğrencinin sanki sınavda değilmişçesine ve “O, insanlar sandılar mı ki, ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılacaklar da imtihana çekilmeyecekler?” (Ankebut, 2) ayetini görmeyip nefsimizi ikna edemiyoruz. Sonuçta, Rabb’imizin takdirine isyanı ifade eden memnuniyetsizlikler ve depresif haller ruhumuzu, tavır ve fiillerimizi sarabiliyor.

Maalesef günümüzde imanî olmayan anlayış ve haller öylesine dünyalarımızı istila etti ki, ne “kazanırken kaybettiğimizi” fark edebiliyor ne de “kaybederken kazandığımızı” hatırlayabiliyoruz!



Enbiyadan daha şiddetli imtihan edilen hiç kimse yoktur

Ebu Said el-Hudri yanındaki sahabelerle Hz. Peygamber’i ziyaret için huzura çıktıklarında Resûlullah’ın üzerinde kadife bir örtü vardı. Öyle ki, ellerini kadife örtünün üzerine koyduklarında “hastalık ateşini” o kadife üzerinden hissediyorlardı.

Allah Resûlü’nün ateşi öylesine şiddetliydi ki, sahabeler vücuduna dokunmaktan çekiniyordu.

“SübhanAllah bu ateş de ne?” diye sorunca, Hz. Peygamber:

“Enbiyadan daha şiddetli imtihan edilen hiç kimse yoktur. Onların imtihanları da ecirleri de kat kat olur. Onlardan bir kısmına şiddetli fakirlik verilmişti. Öyle ki, gecede ve gündüzde giyinip örtünecek bir abadan başka bir şeyleri olmazdı. Bazı pey*gamberlerin musibet karşısındaki sevinçleri, sizin ihsan karşısındaki sevincinizden daha fazlaydı.” demişti.



Sahabelerin imanındaki alamet

Yaradılışın nurlu tılsımı, muhabbet ve şefkat Peygamberi Resûl-i Ekrem (a.s.m.) bir gün sahabelerinin yanına geldi ve dedi ki:

“Nasıl sabahladınız?”

Cevap verdiler:

“Allah’a iman eder bir halde sabahladık, ey Allah’ın Resûlü!”

Efendimiz buyurdular ki:

“İmanınızın alameti nedir?”

Sahabeler şöyle karşılık verdiler:

“Belaya karşı sabrederiz. Genişlik üzerine şükreder, kazaya razı oluruz!..”

Allah sevgilisi, mesafelere hayat veren gözlerle onlara baktı ve dedi ki:

“Kabe’nin Rabbi’nin hakkı için, siz gerçekten mü’minlersiniz…



Suya girmeden önce

Bir padişahın acemi bir kölesi vardı. Bir gün bu köleyle gemiye binmişti. Köle şimdiye kadar hiç gemiye binmemiş ve deniz görmemişti. Gemi yolculuğunun birtakım sıkıntıları ve zorlukları vardı. Köle, gemi limandan ayrıldığı andan itibaren titremeye başladı. Ne yaptılarsa köleyi sakinleştiremediler.

Gemide âlim bir kişi vardı. Hükümdara:

“Müsaade ederseniz ben onu susturayım.” dedi.

Hükümdar da o zata izin verdi.

Ardından o zat, köleyi denize attırdı. Köle birkaç kere suya battı. Geminin bir tarafına can havliyle tutundu. Onu saçından tutup gemiye aldılar.

Bu olaydan sonra köle, köşesinde sessiz ve sakin oturdu.

Hükümdar âlimden bu işin hikmetini sordu. O da;

“Köle suya girmeden evvel, gemideki selametin kadrini ve kıymetini bilmiyordu. İşte huzurla, saadet ve sıhhat böyledir. Huzur içinde, mesut ve mutlu bir tarzda yaşayan, bir felakete uğramadıkça, o huzur ve saadetin kıymetini bilmez. İnsan hasta olmadıkça da, sağlığının kıymetini bilmez” dedi.
Yaşayan ölü olmaktansa çileli dirilik ve uyanıklık, alınan her nefese değer ve erdem katar.
İkra! Yaşamla ölüm arasında sen neredesin kiminlesin.

Çevrimdışı efsanef

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 283
Ynt: Rabbimden gelen sınavlar ve bizim duruşumuz
« Yanıtla #3 : 07 Mart 2012, 02:44:28 »
Her hâlimize razı mıyız?   
   
Her şeyi veren Allah'tır. Mesela manava gideriz, elmayı alır parasını öderiz. Elma ağacı elma verdi. Onun ücreti nedir? Topraktan elma ağacını yaratan, elmanın odundan gövdesini laboratuvar gibi çalıştıran, elmanın dallarından renkli, kokulu faydalı meyveyi yaratan Allah'a inanmak ve güvenmek, elmanın manevi ücretidir.

Şimdi bilmem kaç milyona böbrek satıyorlar. Peki, böbreklerimizi kaça aldık? Gözümüze, kulağımıza ne kadar verdik? Beynimizi kaça aldık? Görülüyor ki Allah organlarımızın bütününü bize bedava vermiştir.

Organlarımızı Allah'a satabiliriz. Mesela elimizi haramdan geri çekip helale uzatmak, yani Allah'ın verdiği organları onun istediği yolda kullanmak elimizi Allah'a satmaktır. Bunun karşılığında Allah bize ebedi cenneti vaat ediyor. Gözümüzü haramdan çekip helale yöneltmek gözümüzü Allah'a satmaktır. Bunun karşılığı cennettir. Nasıl ki sanat değeri olan kıymetli eşyaları, taşları, kılıçları, elbiseleri müzelerde saklıyorlar. Bizim organlarımız müzedeki eşyalardan daha kıymetlidir. Allah'ın yarattığı her şey kıymetlidir, güzeldir, iyidir.

İbrahim Hakkı Hazretleri şöyle diyor:

"Hoştur bana senden gelen,
Ya gonca , yahut diken
Ya hayattır yahut kefen,
Narın da hoş, nurun da hoş,
Kahrın da hoş, lütfun da hoş.
Gelse celalinden cefa
Yahut cemalinden vefa
İkisi de cana safa
Narın da hoş, nurun da hoş,
Kahrın da hoş lütfun da hoş"

Allah bizden razı mı? Biz Allah'tan razıysak, Allah da bizden razı olur. Yani başımıza gelen musibetler karşısında sabır gösterebiliyor muyuz? Her halimize şükredebiliyor muyuz? Allah'ın bizim hakkımızdaki tasarrufatından razı mıyız? Her mümin bunu kendi kendine sormalıdır.

Hiçbir şey başıboş değildir. Allah'ın izni olmadan sinek kanadını oynatamaz. İnsanlar Allah'a hakaret etmesin diye Allah perdeler yaratmıştır. Mesela çocuğu ölen anne, "hastalığın gözü kör olsun" der. Veya trafik kazasına kızar. Halbuki insanı dünyaya getiren de ahirete götüren de Allah'tır. Şuursuz insanlar haşa "Azrail'in gözü kör olsun, yavrumu aldı" der. Mukaddes şeylere dil uzatılmaması için Allah kullarının önüne bir sürü perdeler koymuştur. Şuurlu Müslüman perdelerin arkasında işleyen kudreti fark eder. Senden gelen hoştur, der, rahat eder. Razı olmak dertleri azaltır. Razı olmamak dertleri arttırır. Yangın çıkmış, ev sahibi 'mahvoldum' diye başını taşlara vuruyor. Ev yandı, birinci felaket, adam çıldırma noktasına geldi ikinci felaket. "Dünyaya geldiğimde bu evi bana vermediler, sonradan bana nasip oldu. Ev şimdi elimden gitti, inşaAllah yine nasip olur" dese rahat eder. Razı olmak hayatı güzelleştirir. En önemlisi çocuğumuzdan, evimizden, ailemizden razı olmak. Yani hayatımızdan razı olmaktır.
Duamız şöyledir:
"Elhamdülillahi ala külli hal" yani her halimize Elhamdülillah.
Hastalığa da sağlığa da... Açlığa da tokluğa da... Varlığa da yokluğa da... Zenginliğe de fakirliğe de... Elhamdülillah...