Gönderen Konu: Sakıncalı Maddeler  (Okunma sayısı 42850 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Dejenere ordusuna yol vermeyin!
« Yanıtla #30 : 07 Nisan 2009, 02:46:10 »

Anneler, babalar, dedeler, ağabeyler, ablalar; çocuklarını, torunlarını, yeğenlerini sevindirmek için bakkal ve market raflarından küçücük ürünleri büyük bedellere satın alıp, ikram ederler.

 

Bunun yanı sıra hemen herkes bin bir güçlükle kazandığı alın terini, popüler tabirle janjanlı ürünlere bir çırpıda harcar gelirler.

 

Çikolatalar, kekler, bisküviler, cipsler, şekerlemeler, krakerler, sakızlar, yumuşak şekerler, renkli yoğurtlar, dondurmalar, gazlı içecekler, kolalar, hazır çorbalar, bisküviler, sütler, salamlar, sosisler, reçeller, helvalar, meyve-sebzelerin içeriğinde neler yer aldığını, acaba kaç kişi biliyor?

 

Bu ürünlerin içeriğini ve zararlarını bilseler, çok sevdikleri çocuklara bunları ikram ederler mi? Yahut bu ürünleri mutfaklarına sokarlar mı?

 

Ürün etiketlerini inceleyenler, ürünlerin neredeyse tümünün etiketinde, mesela soya lesitini ve mısır şurubu gibi masum görünümlü katkıları okurlar.

 

Acaba bu katkılar, adları kadar masumlar mı?

 

Önce üzücü bir gerçeği belirtelim: Dikkat! Bu ürünler öldürebilir!

 

'Soya, mısır yahut şeker nasıl olur da öldürür?' diyorsanız, lütfen dikkatle okumaya devam ediniz!

 

Bugün soya, mısır, pamuk, kanola başta olmak üzere birçok ürünün yüzde doksandan fazlası artık frenkeştayn. Yani inorganik, genetiği oynananmış ebter ürünlerdir.

 

Bunların yanı sıra domates, kavun, karpuz gibi sebze ve meyvelerde genetiği oynanmış gıdalar listesinde.

 

Bu öldürücü soruna biraz daha yakından bakalım...

 

Son yılların en popüler kavramlarından biri de Genetiği Oynanmış Organizmalar (GDO)'dır. Ne yazık ki GDO hakkında ezici çoğunluğun hiçbir bilgisi yok.

 

Bazı kesimler daha çok kazanma uğruna her açıdan insan ve diğer canlıların geleceğini tehdit ediyor. Bunları üretenler, ticari kaygılarla üretip satıyor olabilirler. Bunların çoğu doğala, fıtrata savaş açtıklarının farkında bile değiller.

 

Evrendeki en büyük gezeğen de, gözle göremediğimiz büyüklükteki organizmalar da, bütünün ayrılmaz parçalarıdır, bir denge ve düzen üzere yaşamlarını sürdürürler.

 

Son yıllarda “GDO'nun yararları(!)” diye milyonlarca yalan duymaktayız. İnsanoğlunun kendi yalanına kendini bile inandırdığı gerekçelerle, doğal denge bozuluyor, tohumlar patentleniyor!

 

Bu patentleşme sayesinde insanlığın geleceği ve gelecek yaşamlar ipotek altına alınıyor. Özetle, insanlığın geleceği emperyalizmin tekeline geçiyor.


Teknoloji hangi seviyeye gelirse gelsin, insanoğlu ve birçok canlının yaşamı, toprağa ve dolayısıyla tohuma bağlıdır. İnsan nesli ne savaşla, ne bilgi kirliliğiyle, ne sömürü türleriyle hiçbir zaman kâmil manada kontrol altına alınamamıştır.

 

Ancak bu kez durum hiç iç açıcı değil. Kapitalizmin yeni tuzağı, insan neslinin tarihin hiçbir döneminde görmediği, bu kez kurtuluşu imkânsız bir köleliğe doğru sürüklüyor. Şayet gerekli adımlar atılmazsa, yeni sistem sayesinde kölelikten kurtulmak imkânsızlaşıyor.

 

Bazı kimseler ifadelerimi abartılı bulabilirler. Ama biraz daha sabrederlerse hak verecekler hatta telaşa bile kapılabilirler. Şayet onlarda bir telaş başlatabilirsem kendimi bahtiyar addederim. Çünkü insanlığın karşı karşıya olduğu bu yeni savaş, geç kalındığında kazanılması imkânsız bir savaş olacaktır. Ve insanlar ölümü ve kıyameti arzulamak zorunda kalacaklar.

 

Adlarına ister Kapitalistler ister Emperyalistler deyiniz. İsterseniz başka bir adla adlandırınız, hiç önemli değil. Önemli olan, “bitkileri hastalık, zararlılar ve yabani(!) otların etkilerinden koruma” adlı yalanla kendi tekellerine alınması olayıdır. Bireyler, örgütler, ülkeler ve uluslararası organizasyonlar, içinden çıkılmaz bir noktaya doğru ilerleyen sürece müdahale etmezlerse, bu savaşın kaybedenleri ölümü yaşamaya tercih eder hâle geleceklerdir.

 

Kaliteyi artırmak, raf ömrünü uzatmak/dayanıklı hale getirmek, zararlılardan koruma hatta hatta açları doyurmak(!) gibi masum görünümlü amaçlarla yapıldığı iddia edilen bu savaş; Allah c.c.'a, insana, doğaya, doğala ve fıtrata açılan savaştır.

 

Bu savaşın kazananı Kapitalizm, kaybedeni insanlık ve doğal denge olacaktır.

 

“Genetik Mühendislik ya da Genetik  Modifikasyona Uğratılmış Gıdalar, laboratuar şartlarında gıda için kullanılan bitkilerin ya da hayvanların DNA'larının içine çeşitli genlerin yapay olarak aktarılmasıyla oluşurlar. Bunun sonucunda, GDO olarak adlandırdığımız Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar  meydana gelir.”

 

-          GDO'lu tohumların polenleriyle GDO'suz ürünlerin yapısı değiştirilerek doğal düzen bozuluyor.

-          Genleri değiştirilmiş pestisitli ürünleri yiyen böcekler ölüyor. Bu sayede ekolojik düzen tahrip ediliyor.

-          İnsan fizyolojisi bozuluyor. Bağışıklık sistemi değiştiriliyor.

 

Prof Dr Adnan Yüksek'in verdiği bilgilere göre bu değişim; kanser, otizm, romatizmal hastalıklarda büyük artış meydana getirirken, diyabet (şeker) hastalığında 5 kat, alerjik hastalıklarda 7 kat artış meydana getirmiştir.

 

İnsanın DNA'sı değişmediği halde, GDO'lar fizyolojisini değiştirmektedir. Sorunlar bununla da sınırlı değil. “Star Mısırı”nı yiyenlerde ölümler bile görülmüştür.

 

Maalesef GDO'lu ürünlerin insanlarda nasıl bir etki yaptığı henüz tam olarak bilinememektedir. Ancak GDO'lu ürünlerle beslenen farelerin böbrek ve karaciğer fonksiyonlarında bozulmalar görülmüş ve bu ürünlerle beslenen farelerde ölümlerin 10 kat arttığı gözlenmiş…

 

Başta da belirttiğimiz gibi, GDO'lu ürünlerin yer almadığı gıda sayısı oldukça azalmıştır. Üreticiler daha çok kazanma uğruna GDO'lu ürünleri çoğu kez bilerek tercih etmektedirler. Öyle olaylarla karşılaşıyoruz ki birçok üretici kendi ürettiği ürünü yemiyor ve ailesine yedirmiyor.

 

Kimi saflarımız, kendilerine ezberletilen “GDO'nun insanlığı doyurmak için şart olduğu” yalanını tekrarlıyorlar. Bu kimseler Kur'an-ı Kerim'in tabiri ile “düşünmeyenler ve akletmeyenler”dir. Allah c.c., En'am Suresi 151'de “Biz, sizin de onların da rızkını veririz” diye güvence verdiği halde, düşünmeyen ve akletmeyenlerimiz Kapitalistlerin ve Emperyalistlerin bu korkunç oyunlarına alet olmaktadırlar.

 

Bütün canlıların Allah c.c. dışında hiçbir kimseye ve güce ihtiyaçları yoktur. Rızıklarının kefili Allah c.c.'tır. O c.c., yeryüzünün yaratıcısı ve planlayıcısıdır. Bu dünya, değil 7 milyar insanı 700 milyar insanı ve sayısız canlıyı besleyecek durumdadır.

 

Bizler, başta soya, mısır şurubu/glikozu, kanola, pamuk gibi ürünlerin GDO'lularından sakınmadığımız, GDO'lu ürünlerle mücadele etmediğimiz sürece, içimize düşmüş olan bu ateşin bizi de yakması mukadderdir.

 

Ne yazık ki denetimsizlik yüzünden Türkiye, bir GDO'lu ürünler cennetidir. Türkiye, GDO'lu ürünlere yönelik çok ağır cezai müeyyideler ortaya koymadığı ve denetimlerini yapmadığı müddetçe, çok ağır faturalar ödemeye mahkûmdur.

 

Son olarak şunu belirtelim. GDO ile savaş herkesin görevidir. En basitinden çocuklarınıza kuru üzüm, hurma, badem, fındık, Antep Fıstığı gibi doğal ürünler yedirmeyi öğreterek başlayabilir; yaz meyve ve sebzelerini kışın, kış meyve ve sebzelerini yazın yemeyerek sürdürebiliriz. Yazın meyve ve sebze kurutup, kışın tüketebiliriz. Tıpkı ninelerimiz gibi.

 

Çünkü bir üründe GDO içermez yazsa bile bu bilgi, tıpkı ürünlerimizde 'domuz ve mamulleri ile alkol ve türevleri yoktur' yazısı gibi hükümsüzdür. Doğru olma garantisi bugünün mevzuatı, denetim koşulları, yönetim zihniyeti ve ahlakı açısından doğruluğu test edilebilir bir bilgi değildir.


Kemal Özer
timeturk
« Son Düzenleme: 07 Nisan 2009, 02:52:06 Gönderen: Lika »
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Ynt: Sakıncalı Maddeler
« Yanıtla #31 : 07 Nisan 2009, 20:52:37 »
Alıntı
Bu ülkede artık ne yediğine ne içtiğine dikkat eden pek fazla kalmadı malesef

Yediklerimize  dikkat etmediğimiz için de hastalıklar arttı.

Çevrimdışı devran

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 282
Coca Cola'dan 'zararlı' iddialarına cevap
« Yanıtla #32 : 25 Nisan 2009, 17:04:58 »
Coca Cola'dan 'zararlı' iddialarına cevap


Sabancı ve Bilkent üniversitelerinin İşletme Yönetimi Yüksek Lisansı (MBA) kulüplerince düzenlenen ''MBA Forum 2009'' Antalya'nın Serik ilçesine bağlı Belek beldesinde başladı. Toplantıda konuşan Coca Cola Türkiye Genel Müdürü Molinas, bir katılımcının, ''Coca Cola'nın sağlığa zararı olmadığına yönelik bir pazarlama stratejisi bulunmadığını'' hatırlatarak, bunun nedenini sorması üzerine, şunları söyledi:

''Coca Cola'nın sağlığa zararlı olduğu yönünde bir söylem var. Obezite, hayatımızın çok da içinde olan bir şey ama bu doğru değil. Neden doğru değil? Bunu şu anlamda görmek lazım. Siz portakal suyunu da damacanalarla içerseniz sağlığa zararlı olur. O yüzden dengenin altını çizdik. Biz ortaya çıkıp da 'Biz sağlığa zararlı değiliz' tartışmasını başlatmayı hiç bir zaman arzu etmedik. Çünkü bu bizim konumuz değil. Coca Cola obeziteyi doğuracak kadar satılıyor olsaydı, özellikle Türkiye'de, çok daha farklı bir noktada olurduk.

Biz şu anda Türkiye'nin aktif yaşam haritasını çıkartıyoruz. Bu Temmuz ayında nihai hale gelecek, o zaman kamuoyu ile paylaşacağız ama ön bilgiler şunu gösteriyor ki, aktif yaşama baktığınız zaman, çocukların, gençlerin, öğrencilerin durumu bir felaket. Böyle bir yaşam tarzı içinde, bırakın her gün Coca Cola içse keşke insanlar... Onun dışındaki şeylere bakmak lazım. O yüzden hem dengeli beslenilecek, hem de aktif bir hayat tarzına sahip olunacak. Böyle selülit yapıyor, vesaire gibi şeyler hep hurafedir. Bunun altını çiziyorum: Bunun hiç bir şekilde bilimsel dayanağı yoktur. Biraz daha bu konuda transparan olacağız. Özellikle bilim tarafından bunun değerlendirilmesini istedik. Biz hiç bir zaman kimseye dikte etmedik aslında Coca Cola'yı için diye. Ne istiyorsa içer insanlar.''

-COCA COLA TÜRKİYE OFİSİ-

Molinas, Coca Cola Türkiye ofisinin, geçen yılın Haziran ayından itibaren Asya ve Afrika'da 90 ülkedeki operasyonları yönetir hale geldiğini, bu ülkelerde 3,1 milyar insan yaşadığını bildirdi. Coca Cola Türkiye'nin sorumluluk alanındaki ülkelerde, Coca Cola'nın toplam satışının yüzde 15'inin gerçekleştiğini anlatan Molinas, ancak bu bölgenin satış bakımından en hızlı büyüyen bölge olduğuna dikkati çekti. Bu ülkelerde Coca Cola'nın yanı sıra yerel markalarla toplam 125 markası bulunduğunu ifade eden Molinas, şunları kaydetti:

''Coca Cola Türkiye'ye 1964 yılında girdi. O yıldan beri Coca Cola'nın satışları Türkiye'de yediye katlandı. Coca Cola Türkiye, dünyada en çok Coca Cola tüketilen 22'inci ülkeden 12'inci sıraya yükseldi. Coca Cola Türkiye'de ciddi bir kültür oluşturuyor. Coca Cola Ramazan ayında ve dini bayramlarda insanların kalbine dokunmaya başladı. Şimdi yeni bir kampanya başlatıyoruz. 'Mutluluğa kapak aç' sloganıyla başlattığımız kampanya ile bu ekonomik kriz ortamında insanlara mutluluk mesajı vermek lazım. Hedefimiz her yaşa, her yaşam tarzına, her sosyoekonomik gruba yönelik içecek hedefi yaratmaktır.''

 Galya Frayman Molinas, Coca Cola'nın çevreye duyarlı olduğuna da değinerek, enerjide tasarruf sağlamanın yanında atık su ve katı atıkların geri kazanımı konusunda önemli mesafe kaydettiklerini bildirdi. Molinas, Coca Cola'nın tükettiği suyun yüzde 100'ünü, katı atığın da yüzde 90'ını geri kazandığını ifade etti.

Coca Cola'nın 2015 yılına ilişkin hedefler için araştırma yaptığına da dikkati çeken Molinas, 2015 yılına kadar dünyada kentlerde yaşayan nüfusun her yıl 65 milyon artacağını belirtti. Molinas, 2015 yılına kadar dünyada 700 milyon kişinin de ekonomik gelir bakımından orta sınıfa ekleneceğini, Türkiye'de ise 2015'te 60 grubu nüfusla 14 yaşındaki nüfusun eşitleneceğini anlattı.

Molinas, Türkiye'nin ekonomik olarak zor bir dönemden geçtiğini, kriz ortamının bir süre daha devam etmesinin beklendiğini belirterek, ''Ancak iyimserliği elden bırakmamak lazım. Türkiye'de her zaman iyi fırsatlar var'' diye konuştu.


AA


Gün Olur devran döner.

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Cola helal sertifikası alamıyor!
« Yanıtla #33 : 27 Nisan 2009, 20:26:47 »
Amerika’daki helal gıda sertifikası veren kuruluşların, içinde alkol bulunduğu gerekçesiyle Coca Cola-Pepsi Cola ve gazlı içeceklere helal sertifikası vermedikleri açıklandı.

FANCA Müdürü Dr. Muhammed Münir Chaudr, helal gıda konusunda Amerika’da önemli çalışmalar yaptıklarını söyledi. 1982 yılında helal gıda konusunda Müslümanlara bilgi vermek amacıyla kurulduklarını belirten Chaudr, “Daha sonra endüstriyel danışmanlık ve Helal Sertifikası vermeye başladık.

Şu anda yaptığımız çalışmalarda Amerikada 12 Eyalette helal gıda yasasını çıkarttık. Şu anda ABD’de birçok ürünün helal olup olmadığını denetliyoruz. Coca Cola ve Pepsi Cola’da alkol bulunduğu için Helal Sertifikası vermiyoruz.

Cola üreticileri, halkı Müslüman olan ülkelerde alkol oranını binde bir civarına çekiyorlar. Nüfusunun yarısı Müslüman olan ülkelerde ise colada alkol oranı yüzde 50 oranında artırılıyor.

Müslüman olmayan ülkelerde ise cola da alkol oranı yüzde 1’dir. Birçok ülkeden bize helal sertifikası almak için ürünler geliyor. Ama Türkiye'den ürünler gönderilmedi” dedi.

GAZOZCULAR “ALKOLÜ” GİZLİYOR
Türkiye’de firmaların ürünleri hakkında net bilgi vermiyerek üreticiyi aldattığını belirten Sağlık ve Gıda Hareketi Yönetim Kurulu Üyesi, Orhan Demir ise, “Alınan numunelerde Türkiye’de satılan gazozlarda etil alkol tespit ettik.

Konuyu firmalara sorduğumuzda, aroma çözücüleri yönetmeliğine göre alkol kullanabileceklerini söylediler. Konunun kamuoyuna mal olması üzerine ise, Gazoz’a kattıkları aroma çözücülerin fermantasyona uğrayarak alkolleştiğini belirttiler.

Daha sonra da artık alkol katmıyoruz gibi bir açıklama yaptılar. Biz firmaların ürünlerinin içinde bulunan maddeleri açıkça yazmalarını talep ediyoruz” şeklinde konuştu. TÜBİTAK’ın laboratuvar incelemelerinde ise 10 gazoz markasında alkol tesbit edilmişti.

TÜBİTAK, Uludağ’ın litresinde 1.56 gram, Akmina 1.28, Tansaş 1.16, Çamlıca 0.84, Fruko 0.76, Sensun 0.60, Sprite 0.56, Adese 0.48, Seven Up 0.44, Kipa 0.20 gram/litre alkol bulunduğu tesbit edildi.

HAZIR KIYMALAR MİKROP YUVASI
Yasaklanmasına rağmen birçok markette hazır kıyma satışlarının da devam ettiğini vurgulayan Demir, “İstanbuldaki ilçe belediyelerine Açık kıymaların tahlil edilmesi için talepte bulunduk.

32 belediyeden 10’u bizimle çalışmayı kabul etti. Ürünlerine güvenen 132 firmadan numune alarak İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi’nde tahlil ettirdik.

Numunelerin 132’si de bozuk çıktı. Yüzde 15’inde antibiyotik ilaç kullanıldığını, zararlı bakterilerle birlikte faydalı bakterileri de öldürdüğü tesbit edildi” dedi.

TÜRKİYE EN BÜYÜK PAZAR
Amerikan Helal Vakfı Başkanı Mohammed Munir Cazhar Hussaini ise, “1.57 milyar Müslüman nufusunun 1.1 milyarının Müslüman ülke ve toplumlarda yaşadıklarını, dünyada her dört kişiden birinin Müslüman olduğunu belirterek, “İslam konferansı örgütüne 57 müslüman ülke üyedir.

Helal gıda endüstris 2.1 trilyon dolardır. Helal gıdanın yılda 150 milyar dolarlık işlem hacmi bulunuyor. Türkiye, Suudi Arabistan, Malezya ve Endonezya en fazla potansiyeli olan pazarlardır.” Şeklinde konuştu.

İsmail Zelvi / Timeturk
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Fast food zekayı etkiler mi?
« Yanıtla #34 : 25 Mayıs 2009, 05:30:05 »
Abur cubur gıda tüketen çocukların akademik başarısı okul arkadaşlarına göre daha düşük oluyor...

ABD’nin Tennessee eyaletinde bulunan Vanderbilt Üniversitesi’nden bir grup uzman, araştırma için 10 ve 11 yaşlarındaki 5 bin 500 öğrencinin beslenme alışkanlıklarını ve okuldaki performansını inceledi. Öğrencilere haftada kaç kez fast food restoranlarında ya da farklı mekanlarda abur cubur yedikleri soruldu.

SAYISAL VE SÖZEL TEST

Öğrencilerin yüzde 54’ünün hafta 1-3 kez, yüzde 10’luk bir bölümünün 4-6 kez, yüzde 2’nin ise günde 4 ya da daha sık yediği belirlendi. Bunun ardından çocuklara sözel ve sayısal testler yapıldı ve test sonuçları karşılaştırıldı. Haftada 4-6 kez fast food ve abur cubur yiyen yüzde 10’luk grubun sözel sınavlarda 100 tam not olmak üzere hesaplanan ortalamadan 6.96 puan daha düşük not aldığı belirlendi.

NOTLARI DÜŞÜRÜYOR

 Bu gıdaları her gün yediğini söyleyenlerde bu sayı 16.07 çıktı. Yüzde 2’lik aşırı fast food tüketen grubun ise 19.34 puan düşük aldığı gözlendi. Sayısal testlerde de benzer sonuçlar elde edildi. Haftada 4-6 kez fast food tüketenler ortalamadan 6.55 puan, her gün yiyenler 14.82, günde en az üç kez abur cubur ve fast food tüketenler ise 18.48 puan daha düşük not aldı.

KAVRAMA ZORLUĞU

 Genel olarak ortalamanın üzerindeki fast food tüketiminin sözel testlerde 12.79, sayısal testlerde 12,35 puan düşük not almaya yol açtığı belirlendi. Araştırmayı yürüten ekibin başındaki uzman Kerri Tobin, “Fast food restoranlarında servis edilen gıdalar çocuklarda kavrama zorluklarına yol açabiliyor, bu da öğrencilerin notlarını olumsuz etkiliyor” dedi.

 Timetürk
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Red Bull Cola'ya 'kokain' yasağı
« Yanıtla #35 : 27 Mayıs 2009, 05:48:01 »
Almanya'da Red Bull Cola kutularında 'kokain maddesi belirtilerine rastlandığı' bilgisinin ardından 4 eyalette yasak getirildi. Red Bull Cola ise, içeriğin, 'kokain içermeyen koka yaprağı özü' olduğunu savundu

Red Bull Cola'ya 'kokain' yasağı

Almanya'da Red Bull Cola kutularında rastlanan 'kokain' benzeri bulgular tartışmaları da beraberinde getirdi. Kuzey Ren-Vestfalya Eyaleti Sağlık ve Çalışma Enstitüsü'nün (LIGA) geçtiğimiz günlerde yaptığı incelemede Red Bull Cola içeceklerinde 'kokain yaprağı ekstraktı (özü)' bulunduğu tespit edildi. Hessen, Kuzey Ren-Vestfalya (NRW), Rheinland-Pfalz ve Thüringen eyaletleri, Cumartesi günü itibariyle Red Bull Cola'nın satışlarını yasakladı. NRW Tüketici Koruma Bakanlığı sözcüsü Wilhelm Deitermann, içeceğin tüm Almanya'da yasaklanmasını beklediklerini açıkladı.

KAYNAK 'KOKA YAPRAĞI'

Red Bull Cola'nın Almanya merkezinden yapılan açıklamada ise, söz konusu üründe kullanılanın, 'kokain içermeyen' koka yaprağı özü olduğu belirtildi. Açıklamada, 'Kokain içermeyen koka yaprağı hammaddesi, dünyanın her tarafında yiyecekleri tatlandır- makta kullanılıyor ve güvenli olduğu kabul ediliyor” denildi.

Türk piyasasında satışı yapılmıyor

Almanya'da Bavyera bakanlığının eldeki tetkik sonuçlarını resmi olarak inceleyeceği bildirilirken, Red Bull'un Türkiye temsilciliğinden edinilen bilgiye göre ise, yaklaşık 2 yıl önce üretimine başlanan Red Bull Cola'nın Türk piyasasında satışta olmadığı, Türkiye'de Red Bull'un sadece 'energy drink' ve 'sugar free' isimli içeceklerinin satıldığı belirtildi.

ELVİRE DEMİRKOL İSTANBUL
yenişafak
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Yağlı yiyecekler daha çok acıktırıyor
« Yanıtla #36 : 08 Haziran 2009, 07:08:22 »
ağlı yiyeceklerin vücutta hemen yağ yapmadığını ancak açlık hormonunu harekete geçirerek insanı daha çok acıktırdığı ortaya belirtildi.

Nature Medicine dergisinin haberine göre, Cincinnati Üniversitesi'nden araştırmacılar, ghrelin (Mideden salgınanan bir hormon) aktivasyon sürecinden sorumlu yeni mide enzimini (GOAT) işaret ettiler ve enzimin önümüzdeki yıllarda metabolik hastalıkların tedavisinde kullanmayı hedeflediklerini söylediler.

Bilimadamları, önceki araştırmalarda beslenme süresince GOAT yoluyla vücudun yağ asitleri ürettiğine bulmuşlardı. Ancak yeni yapılan araştırmada ortaya çıkan bulgular, ghrelin aktivasyonu için gerekli yağ asitlerinin gerçekte doğrudan mideye giden yağlarından geldiğini gösterdi.

Ghrelin sisteminin beyni bilgilendiren lipid sensörler olduğunu söyleyen araştırmacılar, GOAT enzimi üzerindeki etkileri test etmek için fare modellerini kullandılar. Farelere yağlı yiyecekler yedirildiğinde, daha fazla GOAT enzimine sahip fareler, daha çok yağ depolarken; GOAT enzimi olmayan farelerin beyinleri "Yağları depola" sinyalini alana kadar daha az yağ depoladı.

ZAMAN
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Devri Âlem

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 429
Coca Cola'nin içindeki tehlikeli sır...!
« Yanıtla #37 : 20 Temmuz 2009, 14:22:49 »



Midemizden aşağı inen her şeyin genetiğiyle oynanıyor. Gıdalar hayatımızda birer silaha dönüştü adeta. İşte Kemal Özer'in Coca Cola'nin içindeki sırla ilgili yazısı....

Günümüzde gıdanın bir silah olarak kullanıldığı düşünülürse, günümüz içeceklerin de toplum sağlığını bozmakla kalmayıp, genetik yapısını değiştirme gibi büyük bir risk taşıdığını belirterek başlayalım...

Günümüzde tüketici süt, ayran, bal şerbeti, bitki ve meyve suları, hoşaf gibi doğal içecekler yerine kola, renkli ve renksiz gazozlar ile toz içecekler yoğun olarak tercih ediyor

Kuşkusuz dünyanın en ünlü içeceği 1886’da ABD’de kurulan CocaCola. Coca Cola ilk olarak eczanelerde satılmak üzere üretilen bir ilaçken içeriğinde değişikliğe gidilerek 1895’de gizemli bir içeceğe dönüştürüldü.

Tüketicilerin yiyip içtikleri gıda ürünlerinin tüm içeriklerini bilmeleri temel insan haklarından biri olduğu halde tüketiciler, CocaCola başta olmak üzere birçok ürünün içeriğinde ne olduğunu tam olarak bil(e)memekte.

Hâlen kolanın içeriğinde bulunan yedi adet gizli maddeden söz edilmekte. Hakkında öylesine ürkütücü bilgiler dolaşmasına rağmen; alkol, sigara ve diğer madde bağımlılarında olduğu üzere ezici çoğunluk bir türlü bırakamıyor. Neden acaba?

İçeriğinde bulunan maddeleri sadece iki kişinin bildiği ve bu bilgilerin bir banka kasasında saklandığı, bunun da ‘ticari bir sır’ olduğu gibi birçok bilgi dolaşan bu üründen, dünyada saniye de 8 bin, yılda ise 252.288.000.000 (252 milyar 288 milyon) kutu -CocaCola- tüketilmekte. Yani dünyanın CocaCola tüketimi kişi başına ortalama 36 kutu. Pepsi ve diğer yerel markaların tüketimlerini de dâhil ettiğin de yıllık kişi başı ortalama 200-250 kutuluk sadece kola tüketimi ortaya çıkmakta.

Diğer gazlı içecekleri dikkate almazsak sadece kolalı içecekler için yılda 600 milyar ton su kaynağı israf edilmekte. Buna kolalar gibi diğer sağlıksız içecekleri eklersek, ürkütücü boyutlarda su kaynağının birkaç şirket tarafından petrolden pahalı olarak pazarlanması, dünyanın kaynaklarının ve insanların sömürüldüğü görülecek. Türkiye’nin -tarım sulaması hariç- yıllık 7 milyar ton su tükettiğini düşünürsek bir kola firmasının 600 milyar ton su tüketmesi insanlığın ortak kaynağının nasıl sömürüldüğünü gösterir.

Dünyanın birçok bölgesinde insanlar günlük içme suyuna bile erişemezken, verimli su kaynaklarının bu tür sağlıksız ürünler için heba edilmesi, üstelik 0,2 sent sevilerinde mâl ettiği bir ton suyu, 2 bin dolara satması bu sömürünün boyutlarını göstermek için yeterli olmalı.

Öte yandan bugün dünyanın taşınabilir su kaynaklarının yüzde 25’inden fazlası tek başına ‘The Coca-Cola Company’ firmasının elinde. Hindli aktivist Vandana Shiva’nın da ifade ettiği gibi, bu durum bile tek başına büyük bir insan hakları ihlalidir ve umuma ait olan yeryüzünün su kaynaklarının bir şirketin tekeli geçmesi, Türkiye Cumhuriyeti de dâhil devletlerin bu büyük firmaların su kaynaklarını keyfine göre kullanıp bir milyon kat kârla satması için bekçilik yaptığı ortada. Kaldı ki bu tür firmaların tüm suları yasal yollarla elde edip etmediği ayrı bir konu iken, bu firmaların faaliyet gösterdiği bölgelerde su sevilerinde çok büyük düşmeler yaşanmakta ve içme suyu temininde zorluklar ile maliyet artışları ortaya çıkmakta. Doğal olarak bu bedelde yerli halklara ödetilmekte.

Peki, bu durumda suçlu sadece devletler mi? Elbette bu tür alkollü olması da bir yana sağlıklılığı tartışmalı ürünleri suya tercih eden bizler masum olabilir miyiz? Acaba başımızı iki elimizin arasına alıp kendi suçumuzu ne zaman itiraf edeceğiz?

Hâlbuki tüm devletlere düşen, tüm yer altı ve yer üstü kaynakların tekellerin eline geçmemesi ve doğru bir şekilde kullanılmasını sağlamak. Bugün bunu yaptıkları söylenebilir mi?

Kola ülkemize 1964 yılında, Mason Dolaksızoğlu Süleyman Sami Gündoğdu (Demirel)’in has adamı, Kadir Has tarafından getirilir. Bunun hatırına olmasa da Plevne kahramanlarımızdan Abdülezel Paşa’nın adı İstanbul’un büyük caddelerinden birinden silinerek, bu illeti Anadolu halkına bulaştıran Kadir Has’in ismi verildi. Üstelik bu hata, Kadir Topbaş tarafından ecdada ve tarihe karşı kadirşinaslık böyle olur dercesine yapıldı.

Kapitalizm ve Amerikan emperyalizminin sembolü haline gelen birkaç üründen biri olan kola, ikinci dünya savaşından sonra ABD devletinin de katkılarıyla başta Avrupa olmak üzere tüm dünyayı sarar. 1990 başlarında sona eren soğuk savaş sırasında girişi yasak olan, eski Sovyetler Birliği toprakları ile başta Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere bu bloğa bağlı diğer ülkeleri de istila ederek tam bir hâkimiyet kurar.

1905'e kadar resmen kolaların içeriğinde kokainden elde edilen bir maddenin varlığı kabul edilmekte iken, içeriğinde halen bu maddelerin varlığı iddialarının devam etmesine rağmen yok gibi gösterilmekte. Ancak Red Bull isimli kola içeceğinden Almanya’dan sonra Hong Kong’da da kokain bulunması üzerine geçen ay yasaklandığı gerçeği üzerinden gidilir ise, bu ürünlerin gerçek içerikleri maalesef başta Türkiye olmak üzere birçok ülkede etiketine yazılmamakta. Bununla da kalmayarak mesela Hindistan’da sağlıksız su kaynaklarından kolalı içecekler üretilmesi nedeniyle bu içeceklerde kurşun ve kadmiyum gibi kalıntılar içerdiği tespit edilmiş.

Bugün ilaç üreticisi bile olsa herhangi bir firmanın ürettiği ürünün içeriğini gizleyemez iken kola firmalarının gizlemesi tuhaf değil mi?

İçeriği sağlıksız ve dinlerce tartışmalı hatta birçok kimse tarafından ‘haram’ kabul edilen bu tür ürünlerin, iftar ve sahur sofralarını süslemesi ve insan sağlığını bozması bir yana, insan nesli ve gen yapısı konusunda nasıl bir tahribat ve değiştirme yaptığı gerçeği, üzerinde en çok durulması gereken boyut. Bir yandan GDO’ları konuşurken, bu ürünlerde gizemin yanı sıra içeriğindeki GDO’lu katkı maddelerinin, Ulusal Biyogüvenlik Yasaları ile önlenemeyeceği ortada.

Bu durum bize, ‘GDO’ları Ulusal Biyogüvenlik Yasası ile zapt-u rapt altına alacağız’ söyleminin de içi boş bir cümle olduğunu göstermekte. Konumuz GDO değil gibi gözükse de artık, GDO’nun konu içine girmeyeceği bir dış politika hatta güvenlik konusu bile olamaz. Çünkü bugün GDO’lu ürünler, tüketime sunulan sanayi mamullerin neredeyse yüzde sekseninde en basit şekilde katkı maddesi kılıfı ile girmekte. Bu durum, uluslararası güçlere karşı bağımlılık yapması bir yana, kendi isteğimizle sağlıksızlaştırılma ve kısırlaştırılma operasyonuna tâbi olduğumuzu gösterir.

‘Yine ürktük’ diyenlere ‘bu içecekler yerine doğal içeceklere yöneliniz’ tavsiyesiyle birlikte daha bu ne ki demekten kendimi alamıyorum. Bütün bunlara komplo teorisi diyenlere yine F. William Engdahl’ın “Hayır hayır! Bu bir komplo teorisi değil insanlığa yapılan komplodur!” cümlesini hatırlatmak isterim.

Yine uzadı biliyorum. Fakat bugün bir dostum “Yazılarınızın arası açıldı. Neden yazmıyorsunuz” dedi. Üzerimdeki rehavet bir yana okuduklarımı ve gördüklerimi kaleme almaya bazen yetişemiyorum, bazen de elim varmıyor. Doğrusu oynanan senaryonun dehşeti karşısında insanda mecal kalmıyor... Bir de buna toplumun ölüm uykusu eklenirse gerisini siz düşünün...

Uzun yazıyorsun diyenlere diyorum ki “Yapmayınız ve lütfen beni anlayınız. Bu kirli tezgâh birkaç cümle ile nasıl anlatılabilir ki? Kaldı ki bazen yapsak da, gündelik gelişmelere karşı yazmış olmak için yazı üretmek gibi bir derdimiz yok!

Konumuza geri dönerek diyoruz ki: Çocuğunuza süt içmesini öğütlemeden önce bunu sizin yapmanız gerektiğini unutmamak şartıyla; süt, ayran, hoşaf, şerbet gibi sağlıklı ve besleyici içecekler tercihe yöneliniz. Bunu yaparken bu ürünlerinde endüstriyel olanlarından kaçınınız. Bakmayın siz o köşeleri tutmuş borazanların ‘sokak sütü’ diye küçümsemelerine. İyi kaynatın ve için. Raftan asla süt almayın!

Günümüzde daha çok üretim, daha fazla raf ömrü, daha çok kazanç gibi nedenlerle hiçbir şey gerçeği ve olması gereken gibi üretilmiyor. Zaten dünyanın kirli bilgisi, kaynak alınarak hazırlanan mevzuat hazretleri de bunları öngörür.

Örnek verecek olursak; gerçek ayran, yoğurda su ilave edilerek yayık ya da benzeri yöntemlerle oluşturulması gerekir. Ancak endüstriyel yöntem, yoğurt sürecini atlayıp direkt sütü, katkı maddeleri ile ayrana dönüştürmekte. Gerçekte ayran olmayan bu ürünü, bizler ‘ayran’ adıyla tüketmekteyiz.

Hakikat şu ki, içecek konusunda oldukça zengin bir mazi ve kültürümüz var. Eski günlerin sofralarını, yayık ayranının yanı sıra erik, kayısı, vişne, ahududu gibi meyvelerden yapılan farklı hoşaf türleri süslerdi. Sağlık deposu olmaları, doyumsuz tatları ve albenili renkleri sayesinde sofralarımıza hayat katarlardı. Katarlardı desem de önemsemeyin benim sofralarıma hâlâ hayat katıyorlar!

Seçkin bir misafiriniz gelse ya da siz bir yere misafir olsanız; sultanların içeceği bal, kızılcık, frambuaz, vişne, çilek, gül, karadut benzeri sayısız kaynaktan yapılan şerbetlerin mi yoksa kola türlerinin ikram edilmesini mi isterlerdi ya da isterdiniz? Aslında bu muhteşem doğal içecekler yerine, zararlı ve sağlıksız yapay katkı içecekleri sunmak misafire verdiğiniz değerin nişanesidir.

‘Kola ve benzeri gazlı içecekleri içmeyeceksek ne içelim’ diyenlere yukarıda saydıklarımız yeterli gelmemişse su, çay, kahve, kuşburnu, adaçayı, ıhlamur –yapay tozları hariç– gibi sayısız bitki çayları söylemek ayıp olur.
 
timeturk
اَلْعِلْمُ يَرْفَع بُيوتًا لاَعِمَادًا لَهَا وَالْجِهلُ يَهْدِم بِيُوتَ اْلعِزَّ وَلْكَرَمِ

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Bir ‘silah’ olarak gıda (1)
« Yanıtla #38 : 25 Temmuz 2009, 15:17:59 »
Gıda, yaşamın vazgeçilemez unsurlarından biri. Obaman’ın beyin takımından olan özelliklede eski ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger’in “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!” cümlesiyle özetlediği 1974 tarihli raporu ABD için yeni yol haritası niteliğinde.

 

Dünya üzerinde tam egemenliğin enerji ve gıdadan geçtiğini ilk gören ülke, ABD olmuştur. Tüm stratejilerini bunun üzerine kurgulayan ABD, gücünü ve hâkimiyetini de buna borçlu.

 

George Kenan 1948’de bu durumu “Biz dünya nüfusunun yüzde 6,3’ünü oluşturuyoruz fakat zenginliğin yarısına sahibiz. Gelecek dönemdeki asil görevimiz, ulusal güvenliğimize bir zarar getirmeden bu farklılık durumunu sürdürebileceğimiz bir ilişki kalıbı tasarlamaktır. Bunu yapmak için de tüm duygusallık ve hayallerden uzak durup dünyanın her yerindeki ulusal hedeflerimize odaklanmalıyız. Kendimizi çıkarlarımızdan fedakârlık ederek dünyanın iyiliği için lüksümüzden vazgeçeceğimiz konusunda kandırmamıza hiç gerek yok” cümlesiyle özetler.

 

ABD’nin enerji kaynaklarına hâkimiyeti konusunda yaptığı çalışmalar ve savaşlardan herkes haberdar. Bu konuda sayısız eser yayınlandı. Ancak gıda alanında aynı bilgi ve bilincin olduğundan söz etmek zor. Hâlbuki gıda, ABD için enerjiden daha stratejik. Özellikle petrolle ilgili yapılacaklar kısmen ve ya tamamen ele geçirmek, gerektiği kadar pahalı satmak ve sınırlamaktan ibaret. Vazgeçilemez gibi gözükse de tüm insanlık petrolden vazgeçebilir, yokluğuna alışmak zor gelse de tahammül edebilir hatta alternatifler geliştirebilir. Ancak gıda için aynı durum geçerli değil. Başta insan olmak üzere tüm canlıların vazgeçemeyeceği hava, su ve gıda yaşamsal öneme sahiptir.

 

Bu nedenle artık savaşları egemenlik ve enerji savaşları olarak görmemek, gerçeği görmemek olur. 20. yüzyılda başlayan ve 21. yüzyılda şiddetlenen gıda savaşlarını anlamaya çalışmak gerekiyor. Çünkü uluslara egemen olmanın yolu petrolden geçse de, artık uluslara egemen olmak da yetmiyor. Çünkü her biri bir ulusa bedel olabilecek hatta çok daha fazlası güçte insanlar ve şirketler var.

 

Ateşli silahlarla yapılan savaşların etkileri de bir noktada bitmekte hatta savaş milletleri kamçılayıp güçlendirebilmekte. Buna karşın gıda savaşlarının etkisi, silahlı savaşlardan çok daha etkin hale geldi. Özellikle gıda savaşlarının en önemli adımı; tohumların kısırlaştırılarak insanların elinden alınmasıdır ki; bunun için modern köleleştirme demekte hiçbir sakınca olmasa gerek.

 

Özellikle Rockefeller’in 1900’lerin başına kadar uzanan gıda üzerinden yürüttüğü savaş; 1950’lerde “yeşil devrim” adlı bağımlılık modeliyle yeni bir boyut kazanır. ABD’nin Vietnam savaşıyla sarsılan hegemonyasının yeniden sağlamasında gıda en büyük araç olur. Bunun içinde devrede yine Rockefeller vardır. Rockefeller’in hamiliğiyle Zbigniew Brzezinski, Samuel Huntington ve Henry Kissenger’in geliştirdiği model, ABD’nin küresel imparatorluğunu güçlendirmekte.

 

William Enghal’ın “mahşerin dört atlısı” olarak adlandırdığı, Monsanto, DuPont (Pionerr), Dow AgroSciences ve Syngenta şirketleri; tohum, zirai ilaç, gübre, hormon, yem, hayvansal ilaç, gıda katkı maddeleri, temel gıda üretimi, insani ilaç, finans, petrol, tarım makineleri, tıp endüstrisi gibi birçok alanda faaliyet göstermekteler. Dünya tarımı büyük oranda bu firmaların kontrol altına girmiş durumda.  Bu durumsa bütünüyle dünya çapında bir bağımlılığın habercisi!

 

ABD’yi dolayısıyla dünyayı yönetip, yönlendiren bu firmalar; ilk insandan bugüne, hayatımızın devamlılığını sağlayan temel unsurun gıda olduğunu çok iyi bilmekte ve bütün stratejilerini bunun üzerine bina etmekteler.


Küresel kapitalizmin yapmak istediği şey; insanlığın ihtiyaç duyduğu temel ihtiyaçları tekelinde tutarak, ulusları egemenliği altına almak. Bu hedefi hayata geçirmek yalnızca tohumların kısırlaştırılmasından ibaret bir durum da değil. En az yüzyıllık bir mazisi olan bu projenin çok boyutlu bir yapılanma olduğunu görmek gerekiyor. ABD’nin sembol giyecek, içecek ve yiyecekleri, toplumlara basın yayın araçları ile empoze edilerek model oluşturulmakta. Bu durum toplumları dönüştürmüş ve hiçbir şeyi sorgulamadan tüketen hazzın esiri, moda mankenleri haline getirmiştir.

 

Kimileri bütün bunları diğer insanlara uyguluyorlar peki, ‘neden ABD vatandaşlarına da uyguluyorlar’ diyerek tepki gösteriyor. Bu tepkiyi ABD’nin derin yapılanmasını yeterince tanımadığımıza bağlamakta yarar var. Kendi ülkelerine kabul ettiremedikleri bir modeli başka ülkelere kabul ettirmeleri mümkün olabilir mi? Kuşkusuz en büyük potansiyel, kendi ülkelerinde yaşayanlar ve özellikle de Afro Amerikalılardır. Zaten proje uygulamaya bunlar üzerinde başlatılır.

Kemal Özer
timeturk


-devam edecek-
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Bir ‘silah’ olarak gıda (2)
« Yanıtla #39 : 27 Temmuz 2009, 21:11:09 »
Bu güç odakları, ABD ve Kanada gibi ülkelerde başlattıkları değişim ve yozlaşma modelini diğer ülkelerin iknası için bir model olarak sunmaktalar. Bunun içinde seçtikleri yöntemin boyutları ürkütücü olmanın yanı sıra kısa vadeli bir proje de değil.

 

Rol modelin başarısı için öncelikle yapılanmanın içeride olması ve ABD kurumlarının da ele geçirilerek, buradaki uygulamaların bilimsel çalışmalarda temel veri olarak alınmasını sağlamak gerekmektedir. Bunun içinde ABD’nin Gıda ve İlaç Dairesi (FDA)’nın kontrol altında tutulması ve referans kurum haline getirilmesi gerekmiştir.

 

Birleşmiş Milletleri ve ona bağlık kuruluşların yönetimi de, ABD kurum ve kuruluşlarından farklı değil. BM ve örgütlerinin yanı sıra, başta FDA olmak üzere bakanlıkları dâhil, ABD’nin ilgili kuruluşlarının da bu firmalarca yönetilip yönlendirildiğini ortaya çıkması üzerine Monsanto tarafından Dünya Ticaret Örgütü (WTO-DTÖ) gibi yeni bir silah geliştirilir.

 

1 Ocak 995’de DTÖ kurulur. Bu derin yapılanma, Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT)’ın devamı gibi gösterilmek istense de aralarında önemli farklılar vardır. 1948’de kurulan GATT, sadece mal ticaretini kapsarken, WTO mal, hizmetler ve fikri mülkiyet hakları olarak da bilinen ‘fikir ticareti’ni de kapsar. Bütünüyle Evangalist, Şeytan ve Siyonizm ortaklığı olan örgütün ana amacı da budur.

 

Rusya ve bağımlısı ülkeler, 133 üyeli DTÖ’ya girmeyi halen de reddetmekteler. Çünkü DTÖ, dört ülkenin kontrolündedir ve kararları üye ülke hükümetlerce tartışılmaksızın kabulü zorunlu bir dayatmayı içeriyor.

 

Ülkeleri ABD’nin ticari köleleri haline getirmeye çalışan sözde örgütün tarımdan tekstile, hizmetlerden fikri mülkiyet haklarına kadar, çok farklı alanda 29 ayrı bağlayıcı metninin yanı sıra üyelere büyük sorumluluklar ve taahhütler yükleyen 25 karar, deklarasyon ve anlaşması bulunuyor.

 

DTÖ’nün hassas olduğu sektörlerin başında hiç kuşkusuz tarım ve dolayısıyla GDO gelmekte. Zaten kurulmasının ana gayesi de DTÖ’nün bağlayıcı kararları üzerinde üye ülkelerde GDO’nun serbest bırakılması ve desteklenmesi. Bütün bunları yaparken, tarım ve ihracatın teşviki, gıda güvenliği, bitki ve hayvan sağlığı gibi herkese şirin gelen, süslü kavramları da kendisine kalkan yapmakta.

 

Fikri mülkiyet haklarının ticaretle ilgili yönünü ‘TRIPS anlaşması’ ile düzenler. Bu anlaşma, telif ve patent hakları gibi yeni fikri mülkiyet haklarını dile getirmekle kalmayıp; coğrafi işaretler, endüstriyel tasarım, ticaret markaları ve ticaret sırları ve geliştirme süreç bilgi haklarını gibi verilerin korumasını sağlayarak; varlık nedeni olan firmaların mülkiyet ve haklarını koruyarak yerel gelişimlerin ve küçük öçlükle çabaların önünü de kesiyor.

 

Özetle merkezi Cenevre’de olan DTÖ’nün; karar, anlaşma ve taahhütleri; tüm üye devlet için ulusal yasalarının üzerinde bir bağlayıcılığa sahip. Diğer bir sorun ise “teknik yardım” adı altında ülkelerin sistemlerini değiştirdiği ve bağımlılık modelleri oluşturmak için çalışıyor olması.

 

Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar (GDO)’ın neden bu denli yayınlaştırıldığını ve bunun nasıl başarıldığının anlamanın yolu, Dünya Ticaret Örgütü’nün yapısı, faaliyetleri ve yönetimini tanımaktan geçmekte. Çünkü DTÖ, kelimenin tam anlamıyla mahşerin dört atlısının dünyayı yönetmek için geliştirdiği uluslararası bir kılıf ve kurucularının hedefleri doğrultusunda ilerlemesini sürdürüyor.

 

Birçok ülkede çıkarılan ve ülkemizde de Bakanlar Kurulu’nun masasında bekleyen “Ulusal Biyogüvenlik Yasa Tasarısı” gibi yasa çalışmaları, tartışmasız bir şekilde Monsanto ve Rockefeller gibi yapılanmaların, DTÖ başta olmak üzere Dünya Bankası ve İMF üzerinden dayattıkları yasa çalışmalarıdır. Adındaki “güvenlik” kelimesi de tıpkı bu tür örgütlerin sık sık kullandıkları “insan, bitki ve hayvan güvenlik ve sağlığı” gibi karanlığın kılıfı kavramlardan biri olarak durmakta.

 

-devam edecek-

Kemal Özer
timeturk
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Bir ‘silah’ olarak gıda (3)
« Yanıtla #40 : 02 Ağustos 2009, 18:25:03 »
Aslında genetiği değiştirilmiş gıdaların yayınlaştırılabilmesi için bu tür yasalara asla ihtiyaç yok. Bunun en büyük delili Türkiye. Yetkili ağızların ifadesiyle ülkemizde GDO’lu ürün ekimi, satışı ve ithalatı sözde yasak. En azından serbest bırakan bir düzenleme yok. Hâlbuki ürününüzün GDO’lu olduğuna dair bir beyanınız yoksa Türk gümrüklerinden hiçbir sorunla karşılaşmadan geçebilmektesiniz. Bakanlar Kurulu’nun masasındaki yasa tasarısını hazırlayanlar, gerekçe olarak bu fiili durumun engellenmesi olarak takdim etmekteler. Fakat gerçeğin bu kılıfla örtülmesinin imkânsızlığı da orta.

 

Diğer taraftan ülkemizde hazır gıda olarak gelen ürünlerin yanı sıra katkı maddelerinin ezici çoğunluğu GDO’lu üründen müteşekkil. Kaldı ki yasak olmasına rağmen Türkiye’nin her yerinde de örgütlenmiş olan Monsanto gibi şirketler, çapraz kaçışlar olması için özellikle ovalarda ücretsiz GDO’lu tohumlar dağıtığı biliniyor. Bugüne kadar herhangi bir engelle de karşılaşmak bir yana Tarım Bakanlığı’nın çalışmalarının tam ortasında yer almayı da sürdürmekte.

 

Marketten aldığınız bir gıda ürününün, kolalı içeceklerin, hayvansal yem ve ilaçlar ile insani ilaçların GDO’lu ürünlerden üretildiğini bunun engellenmesi için devletin hiçbir çabasının olmadığını kaçımız biliyor? Çabanın olabilmesi için çaba göstereceklerin GDO’yu karşı olmaları gerekir. Fakat ülkemizdekiler maalesef taraftarlar. Çünkü tüketicilerimizin tükettikleri ürünlerin etiketlerini okumak gibi bir alışkanlığının olmaması sorununa eklenen denetimsizliğin farkında olan üreticilerin ticari hırsla yapamayacakları hile yok gibi. Mesela birçok üründe soya lesitini görürüz. Bunun kaynağı ne? Dünyanın neredeyse hiçbir yerinde doğalı kalmayan GDO’lu soya. Hakeza şeker yerine kullanılan mısır şurupları, tıpkı soya gibi GDO’lu. Bütünüyle kolzanın genetiği değiştirilmiş şekli olan kanoladan söz etmeye zaten gerek yok. Böylece Zeytinyağı dışındaki bitkisel yağların tümü, aynı riskle karşı karşıya.

 

Görüleceği üzere her şey gözlerimizin önünde olup bitiyor. Fakat bütün bir toplum yaşananlara bîgâne kalmakta. Bu bîgâne kalışın bir anlamı olmalı. Geçtiğimiz günlerde İslam Konferansı Teşkilatı’nca hazırlıkları sürdürülen helâl standardı çalışmasında “genetiği oynanmış ürünler helal değil” yani ‘GDO’lu ürünler haramdır’ denildi.
 

Ümit verici bir gelişme olan bu önemli açıklama tamda sözünü ettiğimiz ana sorunu işaret ediyor! Çünkü toplumlar inandıkları gibi yaşamamaya başlayınca, yaşadıkları gibi inanmaya başlıyorlar. Tıpkı içinde yaşadığımız toplum gibi. Aslında durumumuzu Cafcaf Dergisi’ndeki “Helâl haram ver Allah’ım, Rıfkı kulun yer Allah’ım!” olarak seslendirilen bir karikatür özetliyor! Bu açıdan bakıldığında tüketim ölçüsü helal-haram olmaktan çıkmış bir toplumun, GDO soruna bîgâne kalmaması mümkün olabilir mi? Başta da ifade ettiğimiz gibi dayatılan moda ve haz eksenli model maalesef Müslüman toplumları da deforme etmiş durumda.

 

Bugün genetik modifikasyona karşı olmak bir yana, ülkemizde kaç kişi göğsünü gere gere çiftçi olduğunu söyleyebilir? Ne yazık ki, çiftçi olmak cahil olmak ve köylü olmakla yaftalanmış bir meslek. Teneke kutu üreten bir atölyeniz varsa sizi “sanayici” diyererek, devlet başkanı ve başbakanların uçaklarına alıp diğer ülke devlet başkanlarının sarayında misafir ederler. Lakin ülkemizde bir çiftçinin de aynı muameleyi gördüğünü hiç duydunuz mu?

 

Biri, yaşamımızın vazgeçilmezi nadide meyve ve sebzeleri üreten adam, diğeri ise bunları paketleyen zat. Aralarındaki fark, mesleklerine yüklenen sanal ve sakat anlam. Hâlbuki toprak utanılması gereken bir şey olmadığı gibi, toprağı işleyen de aşağılık bir yaratık değil. Yaptığımız çiftçi üzerinden toprağı ve dolayısıyla kendimizi küçümsemek.

 

Bizler, toprağı küçümsedikçe toprakla aramızdaki bağ koptukça kopmakta. Bugün hangi baba kızını bir çiftçiye vermek ister. Kızın gönlünde de babanın gönlünde de yatan, çok parası olan argo tabirle fabrikatör. “Kötü yaratık” muamelesi yaptığımız çiftçiyi; Monsantolar, Pionerrlar ve Rockefeller gibilerin tezgâhına iten ve onların belirlediği rolleri oynayan insanlar yapan bizler değil miyiz? Hiçbir şey boşluk kabul etmediğine göre bu alanda boşluk kabul etmemiş ve bu boşluğu küresel tröstler doldurmuşlar.

 

Şimdi aynı güçler, devletin çiftçiye ekmeden destek vermesini teşvik ediyor. “Destekleme pirimi” gibi güya çiftçiyi destekleme adı altında, ‘devlet kasasından ödemeler yapmamızı aksi halde uluslararası pazarlarda rekabet edemeyeceğimiz’ iddiasını ileri sürüyorlar. Gerçekse bunun tam tersi.

 

Kitabımız bize akletmemizi emrettiği halde, akletmekten de vazgeçince doğru yanlışı ayırt edemez hâle gelmişiz. Devletin kasasından ödenen “destekleme pirimi” ile ucuza üretim yaptığını sanan çiftçi ve ucuza tükettiğini sanan tüketici, bu paranın kendi cebinden uluslararası tröstlere aktarıldığının farkında bile değil.

 

Yine bu küresel vampirler, öncelikle doğal üretim süreçlerin verimsizliği gibi yalanlarla beyinlerimizi yıkadılar. Sonra sözde verim artışı için gübre, tarım ilaçları ve hormonları sattılar. Bu sayede belki birkaç birim verim artış yaptık. Fakat bir yandan toprağımız bozuldu, çevremiz tahrip oldu, birçok yararı olan börtü böcek bölgemizi terk etti. Üretim maliyetimiz ise kat be kat arttı. Bu artışın önüne geçmek için “destekleme pirimi” numarasını çıkardılar. Hükümetlerimiz de bununla övündü. Para kendi parası değil çünkü. Ardında yetmedi yüklen vergiye. Nasıl olsa yine yırtılan don, deli bekirin.

 

Çiftçi 100 liraya üretti. 50 lirasını devletten, ellisini malını alandan aldı. Malını kim aldı? Malum güçler. Kaça sattılar? Üç beş on katına. Birde baktık ki karpuz tarlada 1 kuruş markette 1 lira. Biz şekerin kilosunu 3 liraya alışken Amerikalıya 1 liraya satıyormuşuz. Amerikalıya ucuza sattığımız ürünün farkını öbür cebimizden verdirmiş kimin umurunda?

 

Hesap, kazanan ve kaybeden apaçık ortada… Peki, hâlâ bu vurdumduymazlık niye? Cep telefonu bozulunca çalmadık kapı bırakmayan insanlar, sağlıksızlaşan gıdalar için neden bu gayreti göstermezler? Yoksa bizi besleyen toprak ve gıda değil mi? Midemize giren gıda bizi şekillendiriyorsa, kısırlığımızdan, şekil bozukluklarımızdan, sayısız hastalıklardan şikâyet etmeye hakkımız var mı? Hani bu vücut bize emanetti ve her yaptığımızdan ve dolayısıyla yemek içmede dâhil her fiilimizden hesaba çekilecektik? Yine hani bu gıdalarla beslenen hücreler Allah diye zikredecekti. Yoksa yeni gıdalarla Allah yerine yAllah mı diyorlar?

 

Yine duyar gibiyim. ‘Durum bu kadar kötü mü? Ne yiyeceğiz o zaman?’ Ey insanlar! İninde yatan tilkinin ayağına her gün birkaç tavuk kendiliğinden gelir mi ki biz aramadan cennet nimetleri soframızda olsun? Yok yok hakikaten azıtmış bir toplumuz! Hakkımız olmayanı istiyoruz. Allah c.c.’de hak ettiğimizi veriyor. Aksi lafı güzaftır!


Kemal Özer
timeturk
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı beyaban

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 18
Ynt: Sakıncalı Maddeler
« Yanıtla #41 : 02 Ağustos 2009, 22:22:41 »
jelibonlarda da domuz jelatini var diye duymuştum bir bilgisi lan var mı arkadaşalr -))?
nefes alan herşey nefs sahibidir

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Türkler, 22. yüzyılı göremeyebilir
« Yanıtla #42 : 12 Ağustos 2009, 08:19:35 »
Dünya nüfusu azalıyor. Yanlış okumadınız hakikaten dünya nüfusu azal(tıl)ıyor. Bununla beraber Türkiye’nin nüfusu da...

 

Dünya nüfusu ile ilgili yaşanan karmaşayı anlayabilmek için Henry Kissenger, Rockefeller Ailesi başta olmak üzere Unesco, Ford Vakfı, Carnegie Vakfı, Cloerance  Gamble (Proctor & Gamble), Jonn Harvey Kellogg, Cleveland Dodge, Winston Chuechill, Maynard Keynes, Lour Arthur Balfour, Julian Huxley gibi kişi ve kurumları yakından tanımak gerekiyor.

 

Dünyanın yer altı ve yer üstü zenginliklerinin tümünde gözü olan ABD ve son yüzyılda bütünüyle ABD’nin kuklası rolüne bürünen İngiltere’nin dünya nüfusunu kontrol etme planını iyi analiz etmeliyiz.

 

Dünya nüfusunun istenen seviyenin üstünde olması durumunda ülkeler, kaynaklarını kendi halklarına pay etmek zorunda  kalırlar. Yöneticiler buna yanaşmasa bile halk yöneticilere bunu yapmaya mecbur edebilir.

 

Sorun tam buradadır. Ülkelerin kaynaklarını daha rahat elde edebilmelerinin yolu nüfusu kontrol altında tutmak ve azaltmaktan geçtiğini çok iyi bilmekteler.

 

Torun John David Rockefeller, “BM Tarım ve Gıda Organizasyonu 2. McDougall Konferansında “Bana göre nüfus kontrolü günümüzde atom silahlarının kontrolünden sonra ikinci en büyük önceliğimizdir” diyerek özetliyordu, kimin doğum yapacağını kimin yapmayacağını.

 

En isabetli anlatımla kimin hayatta kalıp kimin öleceğine, kimin doğup kimin doğmayacağına, kimin doğurup kimin doğurmayacağına,  kimin hangi hastalığa yakalanması gerektiğine , kimin ölüp kimin tedavi edilmesi gerektiğine, hangi ırkların yaşamlarına devam edip hangilerinin tarih sahnesinden çekilmesi gerektiğine onlar karar verecekti.

 

Çünkü onlara göre kendilerine hizmet edenler istisna diğerleri itlaf edilmesi gereken birer sürüden ibaretti…

 

1923’de doğum kontrol teknikleri için çok kapsamlı çalışmalar başlatılır. Doğum kontrolü birçok ülkede yerli taşeronlarla hayata geçirilir. Projenin finansı tüm vergilerden muaf olarak faaliyet gösteren Rockefeller Vakfı’nca sağlanır. Hafızalarımızı yoklarsak hangi büyük koçun, ülkemizde bu faaliyetleri yürüttüğünü görebiliriz.

 

İlk denemeler, ideal bir deney istasyonuna çevrilen Porto Riko halkı üzerinde yapılır. 1965 yılında Porto Riko’da yapılan bir araştırmada doğum yapma yaşına gelmiş kadınların yüzde 35’inin başarıyla kısırlaştırıldığı görülür.

 

İkincil hedef Brezilya’dır. 1970’lere gelindiğinde Brezilya hükümetince yapılan araştırmaya göre 14-55 yaş aralığındaki kadınların yüzde 44’ü doğurganlığını kaybetmiştir. Hindistan başta olmak üzere birçok ülkede hiçbir engelleme ile karşılaşılmadan kısırlaştırma faaliyeti halk sağlığı, aşı, yardım vs gibi adlar altında sürdürülür.

 

ABD’nin gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelere yaptığı yardımlarını(!) dağıtırken artık, nüfusu kontrol edenler ve edemeyenler olmak diyerek üzere iki ana tasnife tabi tutacaktır.

 

Henry Kissenger’in NSSM200 projesi devreye sokulduğunda gelişmekte olan ve büyük kaynak zenginliğine sahip;  Hindistan, Nijerya, Meksika, Bangladeş, Brezilya, Pakistan, Endonezya, Filipinler, Kolombia, Tayland, Mısır, Etiyopya ve Türkiye gibi 13 ülke hedef tahtasının tam ortasına oturtulurlar.

 

Projenin hayata geçirilebilmesi için bu ülkelerde sürekli istikrarsızlık politikaları devreye sokulur. Darbeler, suikastlar, terör olayları, ayrılıkçı hareketler birbirini izler. Bu sürede hem kısırlaştırma faaliyeti devreye alınır hem de zengin kaynaklar bir bir sömürülür. Bu durumun adını da “aile planlaması”, “sürdürülebilir kalkınma” ve “seçim özgürlüğü” koyarlar.

 

Bu faaliyetlerin yürütülmesinde kürtaj teşvik edilir, korunma aletleri dağıtılır, bazı hastalıkları önleme adı altında aşı kampanyaları düzenlenir, sezaryen doğumu teşvik edilir, bazı ülkelerde kadınlar sezaryenle doğuma mecbur edilir ve bu operasyon sırasında kadınlar istekleri dışında tüpleri bağlanır, gıdalara kısırlaştırıcı katkı maddeleri eklenir, genetiği değiştirilmiş ürünler gizliden ve aşikâren tükettirilir, tedavi olmak için satın alınan ilaçlara kısırlaştırıcı içerikler eklenir, teşhis ve güvenlik adı altında geliştirilen aletlerle radyasyona tabi tutulurlar.

 

Bir soykırım suçlaması ile karşı karşıya kalmamak için her türlü kılıfları da hazırlamışlardır. Bu hedefe ulaşmak için ülke yönetimlerini, siyasetçilerini, bürokrasisini, akademik çevrelerini hatta halklarını da ikna edecek gerekçeleri de boldur.

 

“Artan nüfus, fakirleştirir. Halk sağlığı tehlikeye düşer. Gelir paylaşımında sorunlar yaşanır. Tarım alanları yetersiz kalacağından gıda krizi çıkar” türü propagandalar… Gerçekte olmadığı halde adına “küresel ısınma” dedikleri yalanlarına, doğadan kendi elleriyle tahrip ettikleri yeterli malzemeleri de vardır.

 

Şeytani plan gözlerimizin önünde cereyan etmekte  adına da “aile planlaması” denilmekte... En ürkütücü sonuçlardan biri de Brezilya ve ABD’deki Afrika kökenli kadınların yüzde 90’ının kısırlaştırılması… Türkiye’de ise 1970’lerde yüzde 2 seviyelerindeki kısırlık oranı, 2009’a gelindiğinde yüzde 25’lere çıkmış…

 

Şimdi ise tüm dünyada uygulanacak olan “domuz gribi aşısı” ile benzer bir projenin hayata geçirilmesi mukadderdir. Daha henüz aşısının bulunduğu resmen ilan edilmese bile insan üzerinde bazı deneylere başlandığı haberleri geliyor. Hacca gidecek olanlara bu aşı zorunlu hale getirilmeye çalışılıyor. İkna içinde Haccı yasaklamak gibi haberler yayarak bilinçaltı yönetimi yapılmakta. Bu oyuna ilk gelen ülke ise İran’dır.

 

Virüsü üretenlerin ellerinde tuttukları anti-virüs, insanlar iyice tedirgin edildikten sonra piyasaya sürülecek ve operasyon bütünüyle hayata geçirilmiş olacaktır.

 

Aslında yapılan şundan ibaret: Virüsü geliştir, bulaştır, yaygınlaştır, ilacını pazarla, kısırlaştır ve kurtul!

 

Bütün bunlar size komplo teorisi gibi mi geldi? Merak etmeyin bu bir komplo teorisi değil bütünüyle insanlığa yapılan komplodur. Ölüm uykusundan uyanmazsak gençlerimiz çocuk sahibi olamayacak, orta yaşlılarımız ise torun özlemiyle terki dünya edecekler.

 

Akledemeyen feraset yoksunlarımız 22. yüzyılda mensubu oldukları ırkın tarih olacağını göremeden terk edecekler dünyayı.

Kemal Özer
timeturk
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
O, dünyanın en tehlikelilerinden biri
« Yanıtla #43 : 04 Kasım 2009, 15:23:10 »
Demokratik açılımları tartışırken birden bire gündem değişti. Artık Türkiye’nin ana gündemi; domuz gribi ve GDO yönetmeliği.

 

Hem domuz gribi hem de GDO, Türkiye kadar dünyanın da ana gündemlerinden. Lakin domuz gribi hiçbir ülkede bizim ki kadar trajik komik gelişmiyor. Domuz gribi ve GDO konusundaki eleştiriler kimi çevrelerce ‘komplo teorisi’ olarak görülüyor.

 

Bu iddiaların sahibi mi doğru söylüyor yoksa gerçekten bazı güçler insanlığa komplo mu kuruyor?

 

Bunu anlamak için dünyanın en kritik grubu Rockefeller’i ve ekibini tanımak gerekiyor. Aksi halde ne dünya siyasetini ne de dünyanın geleceğini anlamak mümkün olamaz. Deniz Baykal’ı da bursuyla okutan Rockefeller, başlı başına bir dosya konusu. Bu konuyu bir başka yazıda ele almak üzere erteleyelim. Her taşın altında çıkan ve bu grubun en kritik elemanlarından biri var ki onu tanımamak dünyayı tanımamak anlamına da gelebilir.

 

O;

 

Nobel Barış Ödülü sahibi…

 

Mısır’ın İsrail’i tanımasını sağlayan kişi…

 

Londra’daki Tavistock Enstitüsü’ndeki grup terapilerinde beyni yıkanarak yetiştirilmiş ve “güvenli irrasyonellik” doktrininin sahibi…

 

10 Mayıs 1982’de  Chatham House’da yaptığı konuşmada kendisinin de itiraf ettiği üzere İngiliz ajanı…

 

Rockefeller’in eski başkan yardımcısı Nancy Maginnes’in kocası..

 

ABD ile SSCB arasındaki nükleer mücadelesinin temelini atan siyaset Profesörü…

 

Eski ABD’nin Dış İşleri Bananlığı, Ulusal Güvenlik Kurulu, Psikolojik Strateji Kurulu, Operasyon Araştırma Dairesi, Silah Sistemleri Değerlendirme Grubu danışmanı ve Nükleer Silahlar ve Dış Politika Görev Gücü üyesi...

 

Rocekefeller’in Brothers Fund’un eski yöneticilerinden…

 

Nükleler silahların kullanılmasında ısrar edip ‘Berlin Krizi’ni çıkardığı için Başkan Kennedy tarafından görevden alınan ancak daha sonra Nixon ve Ford dönemlerinde Ulusal Güvenlik Kurulu başkan yardımcısı…

 

ABD vatandaşı, Almanya doğumlu bir Yahudi (Siyonist)…

 

Eski bir dış işleri bakanı…

 

Halen herkesin kurtarıcı(!) gözüyle baktığı Obama’nın Dış Politika Başdanışmanı…

 

Fritz Kraemer’in tabiriyle o, “küçük ama tehlikeli bir Yahudi” Henry Alfred Kissinger.

 

Politikasını 1974 tarihli NSSM200 isimli raporundaki “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!” cümlesiyle özetleyen bu kişiyi anlamadan ve günah galesini görmeden ne GDO’yu anlamak mümkündür ne de grip domuzluklarını.

 

NSSM200, Kissinger’in Başkan Gerald Rudolph Ford’a GDO’nun ve diğer tehlikeli politikaların daha doğru bir ifadeyle insanlık için kurulan komplonun planlarını içeren raporu.

 

Bu raporun ayrıntılarına geçmende önce Kissinger’in günah galerisinden bir çok başlık daha sunalım.

 

- Başkan Nixon’u Vietnam’dan çekilmeye ve Ortadoğu’da barış sağlamaya ikna eden Dışişleri Bakanı William P. Rogers’in planını suya düşürüp Kamboçya ve Vietnam’da soy kırım suçu işlemek.

 

- Rusya ve Batı Avrupa ülkelerinin de katkısı alınan ve Ortadoğu’da çözümün eşiğine gelen William P. Rogers’in ile Ulusal Güvenlik Kurulu Başkan yardımcısı Joseph Sisco’in İsrail’i 1967 sınırlarına zorlayan “Rogers Planı’nı deşifre ederek suyu düşürmek.

 

- Lübnan’ı, İsrail ve Suriye arasında bölüştürmek için Lübnan’da iç savaş çıkarmak ve FKÖ’yü parçalamak.

 

- Lyndon LaRouche’ın Araplarında desteğini alarak, altın rezervine dayalı yeni bir uluslararası para birimi çalışmasını, Paris’i gıda ambargosuyla tehdit etmek suretiyle sabote etmek.

 

- Başta Aldo Moro olmak üzere planlarını çözen veya engellemeye kalkan sayısız yabancı lideri ortadan kaldırma suçlaması. Zülfikar Ali Butto, kendisine yapılan darbe ve idamını Kissinger’la Pakistan’a enerji bağımsızlığı sağlayacak uranyum zenginleştirmesi tesislerini durdurma isteğine şiddetle karşı çıkmasına bağlar. Bunlara Başkan Nixon’u yiyen Watergate skandalını da eklemek gerek.

 

Reagan, seçim vaatlerinde Kissinger’la hiçbir bağının olmayacağını ve görev vermeyeceğini taahhüt eder. Seçildikten sonra buna dayanamayarak Kissinger’ı Dış Haber Alma Danışman Kurulu üyeliğine atar. Bu görev Kissinger’in ABD’nin en gizli belgelerine erişmesini sağlar.

 

1952’den bu yana ABD başkanlarından çok daha etkin rol alan Kissinger’a en büyük şoku Arap ülkelerinin ‘Arap-İsrail Savaşı’nda İsrail’i destekleyen batılı ülkelere petrol ambargosunda yaşar. Arapların yakın tarihindeki ilk ve tek boykot/ambargoyu Kissinger Arap ülkelerinin burnundan fitil fitil getirir.

 

Kendilerinin “dünyanın açık kaderi” dedikleri Yahudi üstünlüğüne dayanan ve İngiliz hayranı çoğunluğu Siyonist ya da Mason çevrelerin en önde gelenlerinden olan Kissinger ve bağlı olduğu Rockefeller ekibinin ana amacının; başta ABD olmak üzere ülkeleri kendi standartlarına getirmek, hatta gerekiyorsa yıkmaya dayalı politikalar ve projeler yürüttüklerini bilmek gerekiyor.

 

Bu projelerin hayata geçirilebilmesi, ilacı –dolayısıyla virüs ve aşıları–, gıdayı ve enerjiyi bir silah olarak kullandıklarını, bu sayede kendilerine bağımlı ülkeler, meydana getirerek insanlığın kendilerine bağımlı modern kölelere dönüştürülmesi hedefini bilmeden ne salgın hastalıkları, ne bunlar için geliştirilen ilaç ve aşıları, ne de GDO’yu anlamak mümkün olamaz.

 

Kissinger’in danışmanlığını yürüttüğü ABD’nın dolayısıyla dünyanın yeni kurtarıcısı, Hüseyin Barack Obama’nın seçim vaatleri arasında ilginç bir ayrıntı göze çarpar. “Zero to Five Plan” diye bilinen 0-5 yaş arasındaki Amerikan çocuklarının eğitimlerinin “Siyonist Öğretmenler” diye adlandırılan ve Amerikan Öğretmenler Federasyonu (AFT)’nu çatısı altında faaliyet gösteren örgüt eliyle yürütülmesi.

‘Bir silah olarak gıda’ başlıklı makalemizde de temas ettiğimiz gibi NSSM200 raporunda dünya nüfusunun 2075’de 22 milyar olacağı varsayımından hareketle en fazla 8 milyarda tutulması ön görülür. Nüfusun artması durumunda savaşların ve devrimlerin artacağını, bu durumda da kontrollerinde olan ülke ve yönetimlerin ellerinden bir bir çıkacağını, kontrol edebilecekleri kadar nüfus olması içinde gıdanın bir silah olarak kullanılması ön görülür.

 

Zaten bu amaçla Rockefeller tarafından kurulmuş “Dünya Nüfus Konseyi” adlı illegal bir yapı vardır. Bu yapının elde ettiği başarının sürdürülebilmesi ve artırılması için GDO ve dolayısıyla gıda alternatifsiz bir silahtır.

 

Bunun içinde eldeki verileri oynayarak artan nüfusun beslenme sorunları çıkacağı tezini ortaya atarlar. Bu iddiayı dillendirmek için dünyada sayısız taşeron akademik ve medya mensubu ve örgütün yanı sıra, başında ‘Dünya’ kelimesi olan ticaret, tarım, sağlık ve banka örgütlerini adeta bir silah olarak kullanırlar.

 

Taşeron ve işbirlikçi olmasa bile buralardan gelen her veriyi gerçek gibi sunabilecek bilinçsiz sürülerin olduğunun da bilincindedirler. Yalanda olsa zihinlere işlediğiniz verilerin temizlemenin imkânsızlığının da fevkindeler.

 

Kissinger’in imzasını taşıyan NSSM200 raporu daha öncede belirttiğimiz gibi 13 ülkeyi hedef seçer. Çin’in dışındaki bu ülkeler dünya nüfus artışının yarısını sağlayan Türkiye, Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Meksika, Nijerya, Endonezya, Brezilya, Mısır, Taylan, Etiopya, Kolombiya ve Filipinler’dir.

 

Tarım Bakanlığı’nın bu hafta hayata geçirdiği GDO bu projenin ürünüdür ve adı geçen bu 13 ülkeden sadece Türkiye yüzde yüz fethedilememiş bir ülke idi. Yeni yönetmelikle artık bu hedef adım adım işleyecek.

 

Herkes dört gözle bu kime nasip olacak diye bekliyordu ki bu, bugünkü Tarım Bakanımıza nasipmiş. Bu duruma bizler isyan etsek de hatırı sayılır çevreler ‘ellerine sağlık’ diyecektir. Hem GDO’yu yasal zemine taşıyıp hem de GDO’yu yasakladık deme talihsizliği sanırım başka hiçbir ülke siyasetçisine nasip olmaz.

 

‘Yaşa var ol Türk siyasetçisi! Dünyanın senden öğrenecek çok şeyi var!’ diye zil takıp oynayacak Kissinger ve Kissinger’lar çoktur. Ama bir gün hesap döner sap döner. Kim bilir insanlar ah etme ferasetine erişmeseler bile, bitkilerin ve onlardan beslenen, haşerat ve hayvanatın âhı, elbet ulaşır Bari’gâh’a.

Kemal Özer
timeturk
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim