Gönderen Konu: Şefaat [12 Ocak 2009]  (Okunma sayısı 12406 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı SadakatNet

  • Administrator
  • araştırmacı
  • *****
  • İleti: 298
    • http://www.sadakat.net
Şefaat [12 Ocak 2009]
« : 11 Ocak 2009, 21:02:27 »



 
Hafta:    63


Mevzu: Şefaat


Araştırmalarınızı bekliyoruz..


(Araştırma yapmak demek bildiklerimizi aktarmak demek değil, bu mevzu hakkında elimizdeki mevcut kitaplardan iktibas yapmak demektir. Her üyemizden bir iktibas yapmasını istirham ediyoruz.)

Sadakat Yönetim Kurulu

Çevrimdışı zambak313

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 187
Ynt: Şefaat [12 Ocak 2009]
« Yanıtla #1 : 13 Ocak 2009, 00:08:01 »
Şefaat, lügat  itibariyle, cürüm ve günahların affını talep etmektir. Bütün Ehl-i sünnet alimlerine göre; peygamberlerin, seçilmiş kimselerin ve Kur’an-ı Kerim, oruç, Ka’be-i Muazzama gibi şeair-i islamın, büyük günah sahipleri için yapacakları şefaatleri haktır.1
 
Allah’ın lutuf ve keremiyle, ehl-i isyanın, şefaatsiz dahî mağfireti caiz olunca, şefaat sahibi bir zatın şefaatine nailiyyet halinde, Allah’ın rahmetine mazhar olunması evleviyyetle mümkündür.2
 
Cenab-ı Hak kâfirlerin düştükleri hallerin kötülüğü ve azaplarının şiddetini beyan ederken, “Şefaat edeceklerin şefaati, onlara bir fayda vermez.”3, buyurarak, şefaatin varlığına da işaret buyurur. Çünkü şefaat sabit olmadan, ondan mahrum kalan kafirlerin, hallerinin perişanlığından bahsetmek manasız olur.4
   
Yine,  “O günkü kıyama duracak, Ruh ve Melâike, saf saf. (Ne bir şefaat, ne bir talep, ne de her hangi bir maksat ile) bir kelime söyleyemezler, o kimseden başka ki, Rahman ona izin vermiş, o da doğruyu söylemiştir.”5 ayet-i celilesi de şefaatin sübutunu ve onun şartlarını beyan buyurur.6
 
Peygamber Efendimiz  S.A.V de, şefaat hakkında şöyle buyururlar: “Her Peygamberin müstecab bir duası vardır. Her peygamber o duayı yapmakta, acele etti. Ben ise bu duamı kıyamet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım. Ona inşaAllah, ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nail olacaktır.7
 
Yine: “Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.”8, buyururlar.

Bazı dalalet fırkaları şefaati inkar etseler de, ehl-i sünnet indinde, -teferruat müstesna- şefaat hakkında ihtilaf olmayıp,  şefaatin olacağına icma’ gibi kuvvetli bir delil mevcuttur.

Şu dikkat edilmesi icabeden bir husustur ki, bu nimete sahip olan kimseler, bu tasurruflarını çok dikkatli bir şekilde kullanırlar. Allah’ın izni olmadan hangi kimse şefaate cüret edebilir ki! “Kimin haddi ki, Allah’ın izni olmaksızın huzur-u kibriyada şefaat edebilsin.”9Ayet-i kerimesi buna delalet eder.

Allah dilerse, şefaat kapısı açılır ve şefaate mezun olanlar, kendi dilediklerine değil, yine Allah’ın dilediklerine şefaat ederler.10 Bu vasatta şu sual akla gelebilir: “Mademki Allah’ın, affını dilediği kimse şefaat olunuyor, niçin Hz. Allah, affetmeyi murad ettiği kimse için, bir şefaatçiyi vasıta kılıyor?”
Ehl-i Sünnet olarak inancımız, Cenab-ı Hakk’ın her işinde bir hikmet vardır. Şefaatin hikmeti: Şefaat edenlerin şanlarını yücelmek ve onları mükerrem kılmaktır.11 İşte bu kabilden bir hadis-i şerifte şöyle beyan buyrulur: Kıyamet günü, Cenab-ı Hak, emaneti olan Kur’an-ı Kerimden Levh-ı Mahfuza sorar. Levh-ı Mahfuz, emaneti İsrafil A.S’ma teslim ettiğini; İsrafil AS. Mikail AS; Mikail AS, Cebrail AS, Cebrail AS da Peygamber Efendimize teslim ettiğini söyler. Peygamber Efendimiz huzurullah’a davet edilir. Cenab-ı Hak habibine sorar: Ya Muhammed! Cebrail’in emaneti sana ulaştı mı? Peygamber Efendimiz: “Evet, Ya Rab! Onu ümmetime tebliğ ettim.”, buyurur. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: “Çağırın ümmet-i muhammedi, onlara emanetimden sual edeceğim.”,buyurur. Peygamber Efendimiz: “Ya Rab! Ümmetim zayıf kimselerdir. Senin huzuruna çıkmaya güç yetiremezler. Cenab-ı Hak: “Ey habibim! Onları getirmen lazım.’, buyurunca Peygamber Efendimiz: “Bana izin ver Ya Rab! Adem AS gideyim.”. İzin verilir ve Peygamber Efendimiz Adem AS yanına giderek şöyle buyurur: “Ya Adem! Sen beşerin babası, ben ise nebisiyim. Onlara bir sıkıntı isabet ederse, her ikimiz de üzülürüz. Sen ümmetimin günahlarının yarısını, ben de yarısını yükleneyim de, ümmetimin hepsi sualden kurtulsun.” Adem AS şöyle buyurur:  “Ya Muhammed! Ben kendi nefsim ile meşgulüm. Buna güç yetiremem.”  Peygamber Efendimiz bu cevabı alınca, üzgün bir şekilde Adem AS’ın yanından ayrılır ve Arş-ı a’lanın altına gelip, orada secdeye kapanarak, ağlamaya başlar. Bu ağlama esnasında, Cenab-ı Hakka şöyle yalvarır: “Ya Rab! Ben, senden ne nefsimi, ne kızım Fatıma’yı, ne de torunların Hasan ve Hüseyni istiyorum. Senden ümmetimi istiyorum, Ya Rab! Onları bağışla.” Bu iltica üzerine Cenab-ı Hak habibine seslenerek: “Kaldır başını Ey Habibim! Ümmetini affettim ve onları sana verdim.”, buyururlar.  İşte “Ve ileride Rabbın sana atâ edecek, öyle atâ edecek ki rızaya ereceksin.”12  Ayet-i celilesi bunu müjdeler.13

Peygamber Efendimiz S.A.V en büyük şefaatin sahibidir. İrşad ve Tasarruf sahibi olan varisleri de, bu şefaate veraseten sahip olup, milyarlarca ümmete şefaat edeceklerdir. Ayet-i Kerime, hadis-i şerif ve icma ile sabit olan şefaati inkar etmek, dünya ve ahiret husranını muciptir.



 1.El-Müntekad s.135
 2.Şerh-i Akaid ve Tercemeleri s.335
 3.Müddessir 48
 4.Şerhi akaid ve Tercemeleri s.335
 5.Nebe” 38
 6.Hak Dini, Kur’an Dili c.8 s.5547
 7.Buhari Daavat 1, Tevhid 31
 8.Tirmizi, Kıyamet 12 (2437)
 9.Bakara 255
 10.Hak Dini Kur’an Dili c.1 s.851
 11.Nur’ul-İslam s.287
 12.Duha 5
 13.Hak Dini Kur’an Dili c.8 s.5894


Çocuk olsam yeniden..
Bir tek düştüğüm için acısa içim.. Kalbim; çok koştuğum için çarpsa sadece...

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Ynt: Şefaat [12 Ocak 2009]
« Yanıtla #2 : 13 Ocak 2009, 18:00:38 »
Şefaat

970. Kıyâmet günü ben Peygamberlerin imamı ve şefa-at sâhibiyim. Bunu iftihar için değil, tahdis-i nimet için konuşuyorum. (İhya C. 4 S. 946)

971. Ben Âdem oğullarının efendisiyim, bununla ifti-har etmem, kendisi için yer ilk yarılacak (kıyâmette yer-den ilk çıkacak) olan benim, ilk şefâat edecek ve şefâati kabul edilen benim, Liva’ül Hamd Sancağı elimdedir, Adem ve ondan sonra gelen herkes bu sancağın altında-dır. (İhya C. 4 S. 946)

972. Her Peygamberin makbul bir duâsı var; ben duâmı âhirette ümmetime şefâat için bıraktım. (İhya C. 4 S. 946)

973. Ümmetimden yalnız bir kişinin şefaatiyle Rabîa ve Mudar kabîlelerinden daha çok kimseler cennete girer. (İhya C. 4 S. 949)

974. Kıyâmet günü Adem A.S.’a: “Kalk, şefâat et” denir. O da kalkar, kabîlesine, ehl-i beytine ve amelindeki kuvveti nispetinde bir veya iki kişiye şefâat eder. (İhya C. 4 S. 949)

İhya-i Ulumiddin'den Seçme Hadisi Şerifler

incemeseleler.com
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Mezher

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 127
Ynt: Şefaat [12 Ocak 2009]
« Yanıtla #3 : 13 Ocak 2009, 21:29:23 »
Şefaat ve Şefaat Ediciler
İnsanlar, dünya ve âhiret hayâtında, kendi güç ve salâhiyetlerini aşan işlerde şefâata muhtaç bulunmaktadırlar. Bunun bir tezahürü olarak, iki kimse veya topluluk arasını düzeltmek için sevilen ve sözü ne güvenilen bir kimseye duyulan şiddetli ihtiyacı misal gösterebiliriz. Bu ihtiyaç, âhiret hayatında daha fazla hissedilecektir. Zira ebedî ha yattaki zorluklar ve yardıma duyulacak ihtiyaç, dünyada olandan da ha şiddetlidir.
Müsebbib'ül-esbâp olan Rabbimiz, her şeyi bir sebep ve vâsıtaya bağlamıştır. Bu cümleden olarak bazı suç ve suçluların afvı için şefaatte bulunmayı meşru kılmıştır. Cenâb-ı Hakk'm kitabına aykırı olmayan bir hususta şefaatte bulunmak, İslâmî ve insanî bir vazifedir. Âhiret hayatında yapılacak şefaat ise Allah Teâlâ'nın iznine bağlı bulunmaktadır. Bu sebeple, bir âyet-i kerimede «Onun izni olmadıkça nezdinde şefaat edecek kimmiş»  (Sûre i Bakara: 255.)  buyrulmaktadır.
Dinî esasları ihatalı olarak kavrayamayan ve İslâmî ölçüleri tam olarak bilemeyen bazı kimseler; Rabbimizin rahmetinin büyüklüğüne akıl erdiremedikleri için, şefaati inkâra kalkışmışlardır. Zira gözü görmeyen bir kimse için herşey siyah ve her nokta bir uçurumdur. Şefaatle ilgili bunca âyet ve hadis karşısında inkâra teşebbüs, münkirin şefaatten mahrum kalmasına sebep olur. Bu hususa belge teşkil eden bir hadis-i şerifte «Kıyamet günü şefaatim hak (ve sabit) tir. Kim buna imân etmezse, şefaatime ehil olmayacaktır» (Feyz'ül-kadir c. 4, s. 163) buyurmaktadır.

Ümmetine karşı son derece esirgeyici bulunan, dünya ve âhirette onların saadete ermesi için çalışan Peygamberimiz, bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: «Her peygamberin kabul olun (ması vâ'd olun) muş bir duası vardır ve her peygamber duasını yapmada acele hareket etmiştir. Fakat Ben, ümmetime şefaat etmek için duamı kıyamet gününe sakladım. Ümmetimden kim hiçbir şeyi Allah'a şirk koşmadan vefat ederse, inşâAllah bu şefaate nail olacaktır»  (Müslim c. 1. s. 131.).

Âhiret hayatında bir takım kimselere şefaat izni verilecektir. Bunlardan kimi bir kişiye, kimi kabileden daha fazla bir kalabalığa, kimi de bu ikisinin arasında kalan topluluklara şefaat edecektir. Bunların kimler olacağını bilen bir müslüman, ya onlardan biri olmaya veya bu kimselerden bir arkadaş edinmeye gayret sarf eder. «Şefi'ul-ümmet» Efendimiz bir gün, «Ümmetimden bir adamın şefaati ile Benî Temim (kabilesin) den daha kalabalık kimse cennete girecektir» buyurmuştu. (Ashap tarafından): «O şahıs sizden başkası mı olacak?» denildi. Resûlüllah (s.a.v.) «(Evet) Benden başka bir kimse olacak» buyurdu (Ibni Mâce c. 2, s.  1444.).

Âhiret hayatında şefaat edecek olanlardan kimi sıfatlarını da ismen haber verilmiş bulunmaktadır. Bunları şöyle sıralayabi liriz: Kur'ân-ı kerim, Peygamberimiz  Hz. Muhammed,  diğer enbiyâ, Resûl-i Ekrem Efendimizin ehl-i beyti, âlimler, şehitler, Kur'ân-ı Ke rim'in hafızları, rahim (akrabalık hukuku), korunan emânetler.
Bu hususun bilgisini sunan ve belgesini teşkil eden hadis-i şerifler le mevzuu zengin ve rengin hâle getirmek isteriz. Akılların muallimi ve iman esaslarının tebliğcisi bulunan Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: «Kıyamet günü olduğunda Ben, peygamberlerin önderi, onların hatibi ve şefaat sahibi olacağım. (Bunda) kendini beğenme (düşüncesi) yoktur» (İbni Mâce c. 2. s. 1443.).

«Kıyamet günü üç (sınıf kimse); enbiyâ, sonra âlimler, sonra şehitler şefaat edecektir» (et-Tâc c. 5. s. 356.). «Şefaatçiler beştir: Kur' ân, rahim, emânet, Peygamberiniz (olan Ben) ve ehl-i beyt (im)» (Feyz'ül-kadir c. 4, s. 176,).

Kendisine şefaat salâhiyeti  verilecek olanlardan biri de Kur'ân-ı Kerim'i ezberleyen hafızlardır. Bir müslüman, Kitâb'ullâh'ın lafızları nı aklına, nurlarını kalbine yerleştirecek ve hükümlerini hayatının rehberi yapacak olursa şefâatçılar zümresine dahil olur. Bu noktayı tesbit eden bir hadis-ı nebevide şöyle buyrulmaktadır: «Kim Kur'ân'ı okur da ezberler, helâlinı helâl ve haramını haram kabul ederse, AlIah da buna karşılık o kimseyi cennete koyar ve hanesi halkından ken dilerine ateş (azabı) vacib olmuş on kişi hakkında şefaatçi kılar» (Tuhfet'ül-ahvezi c.8, s.217.).

Hadis-i şeriflerde ismi tasrih edilen şefaatçilerden bir örnek vermeyi mevzuu ikmâl bakımından faydalı bulmaktayız. Hulefâi lâşidin'-in üçüncüsü, Peygamber Efendimizin iki kerimesi ile evlenme şerefine ermiş ve cennetle müjdelenmiş bulunan Hz. Osman (r.a.) hakkında şöyle buyrulmaktadır: «Osman bin Afi'ân, kıyamet günü Rabia ve Mudar (kabilelerinin) misli (kalabalık) bir cemâate şefaat edecektir» ( et-Tâc c. 5. s. 356.).

Şefaatçilerin serdârı ve çaresiz ümmetlerinin halaskarı bulunan Peygamberimizin kimlere şefaat edeceğini dile getirerek mevzuu etraflıca açıklığa kavuşturmak isteriz:
a)   Kalbinde zerre kadar iman bulunanların cehennemden çıkarılması için yapacağı şefaat bunlardan biri bulunmaktadır. Bu müjdeyi bizlere haber veren Resûl-i Ekrem, «(Ümmetimden bulunan) bir topluluk, şefaatimle ateşten çıkarılacaktır ki onlara (ateşte çok kalma ları sebebiyle) CEHENNEMLİKLER adı verilmiştir» "(İbni Mâce c.  2, s.  1443.) buyurmaktadır.
b)   Cehennem azabını haketmiş bulunan bir takım kimselerin ate şe girmelerini önlemek için yapacağı şefaat.
c)   Bazı şahısların hesaba çekilmeden cennete konulması için ya pacağı şefaattir ki bir hadis-i şerifte şöyle açıklanmaktadır: «Allah' tan ümmetim için şefaat (izni) istedim. «Sana hesapsız ve azâbsız (cennete girmeleri için) yetmişbin kişiye şefaat izni verildi» (Feyz'ül-kadir c.  4. s. 78.) buyurdu.»
d)   Cennet ehlinin derecesinin yükseltilmesi için yapacağı şefaattir. Bu hususu gün ışığına çıkaran Resûl-i Ekrem şöyle buyurmakta dır: «Ben, cennet içinde şefaat edecek olan insanların ilkiyim. Ben, (kıyamet günü) kendisine tabi olan kimseler yönünden enbiyanın en çok (ümmeti) olanıyım» (Müslim c.1. s. 130.).
e)   Ehl-i beyte sevgi besleyenlere yapacağı şefaattir. Bunu tesbit eden bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: «Şefaatim, ümmetim den ehl-i beytime mahabbet eden kimseye mahsustur» (  Feyz'ül-kadir c. 4,s.163. ).
f) Mahşer halkının rahata erdirilmesi ve hesaplarının çabuk gö rülmesi için yapacağı şefaattir. Buna «Şefâat-i kübrâ» adı verilmek tedir. Cenâb-ı Hak, Peygamber (s.a.v.) e ümmetinin yarısının cennete girmesi ile onlara şefaat etme salâhiyeti arasında bir tercih hakkı tanıdı. Resûl-i Ekrem de şefaati tercih buyurdu. Zira bu büyük şefaat daha umumî ve yeterli bir kurtarma şeklidir (İbni Mâce c. 2, s. 1441.).
Kıyamet günü ta hakkuk edecek bu şefaat salâhiyetine «Makam-ı mahmud» adı veril mektedir (Feyz'ül-kadir c. 6, s. 275.).

Ey rahmetine nihayet ve afvına hudut çizilemeyen Rabbim! Habibin ve Resulün Hz. Muhammed'i biz ümmetleri hakkında şefaatçi eyle.

Mehmet Emre
« Son Düzenleme: 13 Ocak 2009, 21:34:07 Gönderen: Mahi »

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Ynt: Şefaat [12 Ocak 2009]
« Yanıtla #4 : 13 Ocak 2009, 22:11:38 »
Mizan ve Şefaat

Mizan mahşerde kurulur. Allahü Teâlâ (meâlen: ‘ Vezinde o gün de haktır. Artık her kimin tartıları ağır gelirse, işte kurtuluşa erenler onlardır. ), ‘Kimin de mizanları hafif gelirse  bunlar da işte ayetlerimize zulmetmeleri ile kendilerine yazık ederler.’
(Âraf,8-9) buyruldu.
8.Âyet-i kerime mü’minlere, 9.âyet-i kerime de imansızları beyan etmektedir.Mahşer yerinde terazi kurulup, hayırlar ve şerler tartılır. İyiliklerin ağır olanların şerleri yoksa veya af ile, şefaat ile affedildi ise cennete girerler. Günahları ağır olanlar cehenneme girerler. Yahut Peygamberlerden, evliyadan ve âlimlerden, şehitlerden ve diğer salihlerden şefaat ile günahlarından ve azabtan kurtulurlar. Eğer bir günâhkâr âhirete imanla gittiyse ona mağfiret ve şefaat edilmesi caizdir.
Cennette de derecelerinin yükselmesi için şefâat olunur.

Herkesten önce Peygamberler, sonra şehidler şefaat ederler. Bunun gibi salihler ve müttakiler de şefâat ederler. Kur’an-ı Kerim dahi kendisini tecvid ile okuyanlara şefaat eder; hakkını gözetmeyip, tecvide riayet etmeyip, teganni ile yanlış okuyanlardan şikayet eder. Küçük çocuklar anasına ve babasına şefâat ederler. Hatta düşük olanlar bile anasına ve babasına şefâat ederler.

Herkesten önce Peygamberimiz SallAllahu Aleyhi Vesellem şefâat edecektir. Bir hadis-i şerifte : “ Kıyâmet günü herkesten önce ben şefâat edeceğim ve herkesten önce benim şefâatim kabul olacak.” buyurdu. Allahü Teâlâ kıyâmette mü’min kullarına yüz rahmeti ile merhamet edecektir.

Bir kimse eğer âhirete imansız gittiyse-bundan Allahü Teâlâ’ya sığınırız.-ona asla mağfiret ve şefâat olmaz ve girdiği cehennemden hiç çıkmaz. Bütün imansızlar böyledirler. Zirâ Allahü Teâlâ küfrü afvetmez. Küfürden başka günâhları mü’min kullarından dilediğinden afveder. Âhirete imanla gidip, mizânda günâhı ağır gelip Allâhü Teâlâ’dan ve şefâatlardan mağfiret ve şefâat erişmediyse cehennemde üst tabakada günahı kadar yandıktan sonra Allâhü Teâlâ’nın izni ile çıkıp cennete girecektir.


Fazilet Takvimi
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Ynt: Şefaat [12 Ocak 2009]
« Yanıtla #5 : 13 Ocak 2009, 22:13:13 »
Şefâat ve Amellerin Karşılığı

Hâkim-i Tirmizi’nin Nevâdiru’l- Usûl kitabında Ebu Hureyre’nin bildirdiği bir hadis-i şerif şöyledir:

“ Şefâatim ancak kıyâmette ümmetimden büyük günâhlar işleyip tevbesiz âhirete gidenler içindir. Büyük günâh işleyenler, cehennemde üst tabakada olurlar. Yüzleri kara, gözleri gök olmaz. Bukağılar (pranga) ile bağlanmazlar. Kamçı ile dövülmezler. Cehennemin aşağı katlarına atılmazlar. Bunlardan kimisi bir saat kalıp çıkar. Kimisi bir ay kalır çıkar. Kimisi bir yıl kalır çıkar. Hepsinden çok kalan dünya yaratıldığından kıyamet kopuncaya kadar geçen müddet kadar kalır ve çıkar.”

İmam Müslim, Ebû Saîd-i Hudrî’den (r.a) bildirdiği hadis-i şerifte: “ Cehennemde olanlar ölmezler. Bir faydalı hayat ile de hayat bulmazlar. Amma mü’minlerin âsillerinden bir sınıfa günahları sebebiyle ateş isabet eder. Allahü Teâlâ onlara bir ölüm verir. Onlar ateşte kömür gibi olunca Allâhü Teâlâ şefâate izin verir, bölük bölük getirilip cennet ırmaklarına sokulur. Sonra cennette bulunanlara, “bunların üzerine su dökünüz” sesi gelir. Bir anda sel üzerinde köpük hâsıl olur gibi vücudlarına taze et ve deri hâsıl olur.” buyruldu.

Ehl-i sünnetin icmâ’ı şöyledir: Mü’minlerin âsîlerinden bir tâifeye şefâat olmayıp, cehennemin üst tabakasında günahlardan temizlenmek için kalacaktır. En son çıkan yedi bin sene sonra çıkar da denildi. Zerre kadar imanla giden elbette cehennemden çıkacak ve cennete girecektir. Yedi bin yıldan çok cehennemde kalan âsî yoktur. Zerre kadar iman demek, imânın icmâlî olması veya hiç sâlih amel işlemeyen kimsenin imânı demektir. Meselâ bir kimse İslâm’ı kabul eylese ve hiçbir iyi amel yapmadan ölse, onun îmânı, amel-i sâlih işleyen diğer kimselerin imânı yanında gûyâ zerre kadardır.

Fazilet Takvimi

Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

Çevrimdışı ikra03

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 48
Ynt: Şefaat [12 Ocak 2009]
« Yanıtla #6 : 14 Ocak 2009, 15:41:09 »
NAMAZI TERK EDENİN ÂHİRET'TE ŞEFAAT EDENİ OLMAYACAK

"(Kitab'ları sağ ellerinden verilenler) Cennettedirler:
 "miicrim'lerden" sorarlar. "sizi bu sakar cehennem'ine sokan nedir?" Onlar şöyle derler. "biz namaz kılanlardan değildik", yoksula yedirmezdik, batıla dalanlarla beraber dalıyorduk, "hesab gününüde yalan sayardık". Nihayet bize ölüm gelib çattı. Fakat (o vakit) "şefaat'cıların şefaat'ı onlara fâide vermez".
Müdessir sûresi: 40/41/42/43/44/45/46/47/48

Âyet'i Kerîme'deki zikredilen "mücrim'lerin" yanı Âhirette "şefaat'cıların şefaat'ından mahrum olmalarının sebebi" dört şey'e binaen'dir.
1- Namaz kılanlardan olmadıkları için.
2- Yoksula yedirmedikleri için.
3- Kâfir'lerle oturup kalktıkları için.
4- Hesab gününü yalanladıkları için.

Bu dört sıfat ile muttasıf olan "mücrim'ler" yarın Âhiret'te kendilerine hiç bir "şefaat'cı" bulamıyacaklardır. Zikredilen bu dört sıfatların en tehlikelileri, "namaz'ın terki ile hesab gününü yalanlamaktır" bu iki sıfat'ın herbirisi mustakillen sahibini "İslâm'dan çıkaran" hasletlerdir. Kişi de bu iki sıfattan birisinin olması "İslâm'dan çıkmasına ve âhirette şefaat'cıların şefaat'ından mahrum olmasına kâfidir" illa bu iki sıfat'ın bir arada olması gerekmez. Eğer illâ bu iki sıfat'ın bir kişide mevcud olduktan sonra ancak"İslâm'dan çıkar ve şefaat'cıların şefaat'ından o zaman mahrum olur" diyen çıkarsa bizde deriz ki, bu bir kaç bab önceki "namazı terk edenin âhireti yalanladığı babı"nda biz bu mes'eleyi güzelce açıkladık. Öyle de olsa zaten "namazı terk eden âhiret-i de yalanlamıştır" Binâen aleyh "şefaat'cıların şefaat'ından mahrum olacaktır" halbuki, Resûlullah (S.A.V.)'in Şefaat'ı "ehli kebâir" içindir. Eğer "namazı terk eden" İslâm'dan çıkmayıp büyük günahkârlardan olsa idi "âhirette şefaat'cıların şefaat'ından mahrum olması gerekmezdi."

Enes İbnu Mâlik (R.A.)'dan, Resûlullah (S.A.V.)'den, naklederek şöyle dedi:
Resûlullah (S.A.V.) şöyle dedi: "Benim Şefaat'ım, Ümmetimin ehli kebâirinedir."
Bu Hadis'i Ebû Dâvud (4739) Tirmizi (2435) İbnu Mace (4310) ve Ahmet (3/213) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

Mevzumuza daha da açıklık getiren başka bir Hadis'i Şerif de Resûlullah (S.A.V.) şöyle buyuruyor:
Ebu Said el-Hudri (R.A.)'dan, (şöyle dedi:) Resûlullah (S.A.V.) (bir gün) hutbe irad eyledi de tam şu Âyet'e geldi. "Her kim Rabbine mücrim olarak varırsa, şübhesiz ki ona cehennem var; orada ne ölür ne de hayat bulur". Kim de ona mu'min olarak, sâlih ameller işlemiş olduğu halde varırsa, işte onlarada en yüksek dereceler var.
Taha Sûresi: 74/75

"Cehennem ehli olanlar, (ya'ni ebedi orada kalacak olanlar) oralıdırlar, ne ölürler ne de yaşarlar". Amma ebedi Cehennem ehli olmayanları ise, Cehennem hafif bir ölümle öldürür, sonra (ya'ni azâblarının müddeti bitince) "şefaat edecekler gelirler şefaat ederler". Onlardan bir topluluk alınarak "hayevan veya hayat" denilen bir nehre getirilirler. (Orada yıkanırlar) sonra da sel kenarında biten otlar gibi hayat bulurlar."
Bu Hadis'i Ahmed (3/20) ve İbnu Mendeh Kitab'ul-İman'da (820) sahih bir senedle rivayet etmişlerdir.

"Ey Allah'ın kulu! Yukarıda da okuduğun gibi kim Rabbine "mücrim" olarak kavuşursa, ya'ni namaz kılmaz olarak ölürse" ona Cehennem vardır, orada ne ölecektir, ne de yaşayacaktır. Artık o mücrim'ler" kendileri için Cehennem'de neler hazırlandığını düşünsünler." Subhanehu ve Teâlâ öyle demiyor mu Kur'an da?

"Artık "müslüman'lara, mücrim'lere davrandığımız gibi mi davranacağız"
O Kıyamet gününde Rabbul-İzzet'in "sâk'ı" açılacak da, bütün "mücrimler secde'ye çağrılacaklar; Fakat güçleri yetmeyecektir. Gözleri düşkün bir halde, kendilerini bir zillet saracaktır. Halbuki, vaktiyle (dünya'da) başları selâmette iken, bu "namaza davet olunuyorlardı da kılmıyorlardı". O halde (Ey Resulüm) (namaz kılmayarak) bu Kur'ân-ı yalanlayanları, sen bana bırak. Biz onları, bilemiyecekleri yönden derece derece azaba yaklaştırırız. Ben onlara mühlet veririm; çünkü benim azabım çok şiddetlidir.
Kalem Suresi 35/42/43/44/45

"Yiyin, zevk edin dünyada biraz; çünkü "mücrim'lersiniz" (nasıl olsa âhirette "sakar" Cehennem'ine gireceksiniz). Allah'ın hükümlerini yalanlayanların o gün vay haline Onlara: "namaz kılın, denildiği zaman", itaat etmezler. Allah'ın hükümlerini yalanlayanların o gün vay, haline. Artık (bu ahmaklar) Kur'ân'dan sonra hangi söze inanacaklar?"
Murselat Sûresi: 46/47/48/49 /50

"Muhakkak ki "mücrim'ler" şaşkınlık ve çılgın ateşler içindedirler. O gün, yüzleri üstü ateşte sürünecekler; (ve onlara) Tadın "sakar" Cehennem'inin dokunuşunu denilecek."
Kamer Sûresi: 47/48


mazhar

  • Ziyaretçi
"Biz şefaat ederiz, bizi sevenler de şefaat ederler."
« Yanıtla #7 : 11 Aralık 2014, 21:49:27 »
el-Hisâl adlı eserde Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Üç grup, Allah katında şefaat ederler ve şefaatleri de kabul edilir: Peygamberler, sonra âlimler ve daha sonra da şehitler."[313]


HADİSLER IŞIĞINDA ŞEFAAT
Şeyh Saduk'un "el-Emâlî" adlı eserinde Hüseyin b. Halid'in, İmam Rıza'dan (a.s), onun da atalarından, onların da Emir-ül Müminin Ali'den (a.s) şu sözleri aktardıkları rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Benim Havuzuma inanmayanı, Allah Havuzumun başına getirmeyecektir. Benim şefaatime inanmayanı Allah şefaatimin kapsamına almayacaktır." (Sonra şöyle buyurdu:) "Benim şefaatim, ancak ümmetimden büyük günahlar işleyen kimseler içindir. Muhsin kimselere gelince, onların aleyhine kullanılacak bir yol yoktur." Hüseyin b. Halid diyor ki: İmam Rıza'ya (a.s) şunu sordum: "Ey Resulullah'ın oğlu, Allah Teala'nın; 'Ancak Allah'ın razı olduğu kimselere şefaat ederler.' sözü ne anlama gelir?" Dedi ki: "[Bu] Ancak Allah'ın, dininden hoşnut olduğu kimseye şefaat ederler [anlamındadır]."[293]
"Benim şefaatim, ancak..." sözüne gelince, bu anlamı pekiştirici birçok hadis, hem Şia ve hem de Ehlisünnet kanallarınca aktarılmıştır. Yukarıdaki ayetlerden de bunu pekiştiren sonuçlar çıkarıldı.
Tefsir-ül Ayyâşî'de yer alan bir hadiste, Semaa b. Mehran, İmam Musa Kâzım'ın (a.s), "Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır." [294] ifadesiyle ilgili olarak şöyle dediğini rivayet eder: "Kıyamet günü insanlar kırk yıl kadar bir süre kalırlar. Güneşe emredilir, insanların tepesine dikilir. Bu yüzden kan-ter içinde kalırlar. Yeryüzüne emredilir, onların tanıdığı hiçbir şeyi kabul etmez. İnsanlar Âdem peygamberin yanına gidip kendilerine şefaat etmesini isterler. O, Hz. Nuh'u gösterir onlara. Hz. Nuh da Hz. İbrahim'i gösterir. Hz. İbrahim de onları Hz. Musa'ya gönderir. Hz. Musa da Hz. İsa'ya gitmelerini söyler. Hz. İsa ise onlara şöyle der: Beşeriyetin son peygamberi olan Muhammed'e gidin."
"Hz. Muhammed (s.a.a) der ki: 'Sizin için şefaat edeceğim.' Sonra gidip cennetin kapısını çalar. 'Kim o?' diye seslenilir. Allah onun kim olduğunu bildiği hâlde o: 'Muhammed' diye cevap verir. 'Ona kapıyı açın.' diye seslenilir. Kapı açılınca Rabbi ile karşılaşır, hemen secdeye kapanır. Kendisine; 'Konuş, iste, istediğin verilsin; şefaat et, şefaatin kabul edilsin.' diye seslenilinceye kadar başını secdeden kaldırmaz. Başını kaldırınca, Rabbi ile karşılaşır; tekrar secdeye kapanır, az önceki gibi kendisine seslenilir, o da başını secdeden kaldırıp ateşte yanan kimseler için şefaatte bulunur. O gün gelmiş geçmiş tüm ümmetlere mensup tüm fertler, kıyamet günü kendisine şefaat etmesi için Hz. Muhammed'e (s.a.a) başvurur. İşte yüce Allah'ın: 'Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır.' sözünden maksat budur."[295]
Bu anlamı içeren ifadeler yaygın biçimde, bazen özet, bazen de ayrıntılı biçimde değişik kanallardan hem Şia, hem Ehlisünnet kaynaklarında rivayet edilmiştir. Bu ifadelerde, ayet-i kerimede işaret edilen "övülmüş makam"ın şefaat makamı olduğu vurgulanmıştır. Burada Peygamberimizin dışındaki peygamberlerin ve başkalarının şefaat edebilmeleri açısından bir olumsuzluk söz konusu değildir. Çünkü diğer peygamberlerin ve başkalarının şefaatleri Peygamberimizin şefaatinin bir ayrıntısı olabilir. Dolayısıyla da şefaat olayı Peygamberimizin eliyle başlar.
Tefsir-ül Ayyâşî'de, İmam Bâkır veya İmam Sadık'tan (a.s) birinin, "Belki böylece Rabbin seni, övülmüş bir makama ulaştırır." ifadesi ile ilgili olarak, "Bu makam şefaattir" dediği rivayet edilir.[296]
Yine Tefsir-ül Ayyâşî'de, Ubeyd b. Zürâre'nin şöyle dediği rivayet edilir: İmam Sadık'a (a.s); "Mümin için şefaat var mı?" diye soruldu. "Evet" dedi. Bunun üzerine topluluk içinden bir adam ona; "O gün mümin kimsenin Hz. Muhammed'in şefaatine ihtiyacı var mıdır?" diye sordu. "Evet" dedi. "Müminlerin de birtakım hataları ve günahları olur. O gün Hz. Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur." Sonra bir adam Resulullah'ın: "Ben Ademoğullarının efendisiyim, ama kibirlenecek bir durum yoktur." şeklindeki sözlerinin ne anlam ifade ettiğini sordu. "Evet" dedi. "Resulullah cennetin kapısının halkasını tutarak açar, ardından secdeye kapanır. Yüce Allah ona: "Kaldır başını, şefaat et, şefaatin kabul edilsin; iste, istediğin verilsin." der. Bunun üzerine Peygamberimiz başını kaldırır, şefaat eder, şefaati kabul edilir; istekte bulunur, istediği şey kendisine verilir."[297]
el-Furât tefsirinde, Muhammed b. Kasım b. Ubeyd'den, zincirleme olarak Bişr b. Şureyh el-Basri'den şöyle rivayet edilir. Muhammed Bâkır'a (a.s) dedim ki: "Allah'ın kitabında yer alan hangi ayet daha çok ümit vericidir?" "Senin kavmin bu konuda ne düşünüyor?" dedi.
Dedim ki: "Benim kavmime göre, Kur'ân-ı Kerim'de ki en çok ümit verici olan ayet şudur: "Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." [298] Bunun üzerine, "Ama biz Ehlibeyt böyle demiyoruz." dedi. "Peki size göre en çok ümit verici olan ayet hangisidir?" diye sordum. Dedi ki: "Bize göre en çok ümit verici olan ayet şudur: "Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın." [299] Bu şefaattir. VAllahi bu şefaattir. VAllahi bu şefaattir."[300]
"Belki böylece Rabbin seni övülmüş bir makama ulaştırır." sözü ile şefaatin kastedilmiş olduğunu ifade eden çok sayıdaki hadislerden başka ayetin ifade tarzından da bunu anlamak mümkündür. Çünkü "ulaştırır" ifadesi geleceğe dönüktür ve bu makamın Peygamberimize kıyamet günü verileceğine işaret etmektedir. "Övülmüş" ifadesi de mutlaktır, hiçbir kaydı yoktur. Herhangi bir sınırlandırma getirilmeyen bu övgü, bunun öncekiler ve sonrakilerle beraber tüm insanlık tarafından dile getirileceğini göstermektedir. Övgü, isteğe bağlı olarak gerçekleştirilen güzel bir şeyin yüceliğini ifade etmektir. Bu da herkesin yararlanacağı, istifade edeceği ve övgüyle anacağı bir fiilin Peygamberimiz (s.a.a) tarafından gerçekleştirileceğini gösterir. Bu yüzden İmam (a.s) Ubeyd b. Zürâre'nin aktardığı rivayette şöyle diyor: "O gün Hz. Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur..." Bu anlamı, ileride daha güzel bir açıdan da ele alıp açıklayacağız
"Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin." ayeti yerine, "Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın." ayetinin Allah'ın kitabındaki en çok ümit verici ayet olması meselesine gelince; Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin yasaklanmasına Kur'-ân'da sıkça rastlanmasına rağmen, bu ifade bir keresinde Hz. İbrahim'in dilinden hikâye ediliyor: "Sapık bir kavimden başka kim Rabbinin rahmetinden ümit keser?" [301] Bir keresinde de Hz. Yakub'un dilinden aktarılıyor: "Kâfir kavimden başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez."[302] Konunun da tanıklığıyla bu iki ayet, varoluşla ilgili tekvinî rahmetten ümit kesmeye işaret etmektedir.
"De ki: Ey nefislerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar. O, çok bağışlayandır, çok merhametlidir. Rabbinize dönünüz..." [303]ayetlerinde "Nefislerine karşı aşırı giden" ifadesinden anlaşıldığı kadarıyla burada teşriî rahmetten ümit kesme yasaklanmış olmakla birlikte bu ümit kesmenin günah nedeniyle olduğu da anlaşılıyor. Yüce Allah da istisnasız tüm günahlar için bağışlamayı genelleştirmiş olmakla beraber bunun devamında hemen tövbe, İslâm ve salih amel emrini vermektedir. Bu da gösteriyor ki, nefsine karşı aşın giden kul, tövbe, İslâm ve salih ameli seçme imkânı olduğu sürece Allah'ın rahmetinden ümidini kesmemelidir.
Kısacası, söz konusu rahmet şartlı rahmettir. Yüce Allah kullarına O'na yönelmeyi emretmiştir. Şartlı bir rahmeti umma, Yüce Allah'ın âlemler için rahmet olarak gönderdiği Peygamberine bahşettiği genel bir rahmeti ve sınırsız bir bağışı ve hoşnutluğu umma gibi değildir. Bu vaat ile Yüce Allah elçisinin gönlünü hoş tutuyor, ona moral veriyor: "Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın."
Bunu şöylece açıklamak mümkündür: Ayet-i kerime minnet ve bağışı vurgulama amacına yöneliktir. Ayrıca burada Peygamber efendimize özgü bir vaade yer verilmektedir ki, yüce Allah yarattığı canlılar arasında hiç kimseye böyle bir vaatte bulunmamıştır. Peygamberimize yönelik bu bağışını da hiçbir şeyle sınırlandırmamıştır. Dolayısıyla bu, sınırsız bir bağıştır.
Yüce Allah buna benzer bir lütfu, cennetteki bazı kullarına da bahşetmiştir: "Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır." [304] "Orada onlar için diledikleri her şey vardır. Bizim katımızda ise, bundan fazlası vardır." [305] Burada, onlara dilediklerinin de ötesinde nimetler bahşedildiği ifade edilmektedir. Dileyiş ise, insanın aklına gelebilecek her türlü mutluluk ve iyilikle ilgilidir. Ama, öte yandan insanın aklına gelmeyecek nimet ve bağışlar da vardır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Hiçbir nefis kendileri için gizlenen göz aydınlatıcı şeyleri bilemez." [306] Yüce Allah'ın iman edip salih ameller işleyen kullarına bahşettiği nimetlerin miktarı bu olduğuna göre, yüce Allah'ın minnet ve bağış anlamında Peygamberine bahşettiği nimetler ne kadar geniş kapsamlı ve görkemli olacağını anlamış olmalısın.
Yüce Allah'ın bağışının niteliği budur. Peygamber efendimizin (s.a.a) hoşnut kalışına gelince; bu hoşnutluk, yüce Allah'ın, emri doğrultusunda bahşettiği nimete razı olmak değildir. Çünkü yüce Allah her şeyin sahibidir ve zenginliği sınırsızdır. Kul ise, zorunlu olarak yoksulluk ve muhtaçlık pozisyonundadır. Bu yüzden, Rabbinin bahşettiği az veya çok nimete razı olmalıdır. Rabbinin kendisi ile ilgili olarak verdiği karara rıza göstermelidir, bu karar ister onu sevindirsin, ister üzülmesine neden olsun, fark etmez.
Ne var ki bu rıza, bağışın karşısına konulduğu zaman başka bir anlam ifade eder. Bu rıza yoksulu, yokluğundan şikayetçi olduğu şeyi vererek, aç insanı doyurarak hoşnut kılmaya benzer. Dolayısıyla bu, sınırsız bir bağışla hoşnut etmedir.
Bunun benzerini yüce Allah kimi kullarına da vaat etmiştir: "İman edip salih ameller işleyenler, yaratılmışların en iyileridirler. Onların Rableri katındaki ödülleri; altlarından ırmaklar akan cennetlerdir. Orada ebediyen kalacaklardır. Allah onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan razı olmuşlardır. Bu, Rabbinden korkanlar içindir." [307] Hiç kuşkusuz bu bağış da minnet ve özgü kılma niteliklidir. Onun için müminlere bahşedilen nimetlerden daha geniş boyutlu ve daha üstün olmalıdır.
Nitekim yüce Allah, Peygamberini (s.a.a) tanımlarken şöyle buyuruyor: "Müminlere karşı şefkatli ve merhametllidir." [308] Burada yüce Allah Peygamberimizin müminlere karşı acıma duygusuyla dolu ve şefkatli olduğunu vurguluyor. Peki, bazı müminler korkunç alevli ateşin içinde yanarlarken, Allah'ın rabliğini kabul ettikleri, Allah'ın elçisine ve peygamberlik misyonuna inandıkları, Peygamberin getirdiği ilâhî mesajı onayladıkları hâlde cehaletlerine yenik düştükleri, şeytânın oyununa geldikleri, bu yüzden inatçılık ve büyüklenmeye kapılmaksızın birtakım günahlar işledikleri için ateşin katmanlarında zindan hayatı yaşarlarken Peygamber efendimiz hoşnut olabilir mi? Gönlü hoş olabilir mi? Cennet nimetlerinin zevkini çıkarabilir mi? Cennet bahçeleri içinde mutluluktan coşabilir mi?
Herhangi birimiz ömrünün geçen kısmına dönüp baktığında, yarım kalmış olgunlukları, tamamlanmamış iyilikleri gördükçe büyük bir öfkeye kapılıp gücü dahilinde olan bu hususları yerine getiremediği için kendini kınar. Ama gençliğin cehaletine, tecrübe yetersizliğine bakınca, büyük bir ihtimalle öfke ateşi söner, kınayıcı tutumunu terk eder. Yüce Allah'ın öz yaratılışına yerleştirdiği sınırlı ve eksik acıma duygusu depreşiverir.
Ya sen, sırf insanın cehaletinden ve zayıf karakterinden kaynaklanan bir hareket karşısında âlemlerin Rabbinin rahmetini ne sanıyorsun? Müminlere karşı acıma duygusuyla dopdolu olan şefkatli ve merhametli Peygamberin cömert karakterini nasıl değerlendiriyorsun? Merhametlilerin en merhametlisi ulu Allah kullarına acımaz mı? Üstelik günahkâr insan, kıyamet gününün o dehşet verici ortamını, günahının dayanılmaz ıstırabını sonuna kadar hissetmiştir.
Tefsir-ül Kummî'de "İzin verdiklerinin dışında, O'nun katında şefaat fayda vermez." ayeti ile ilgili olarak Ebu Abbas el-Mükebbir'in şöyle dediği rivayet edilir: İmam Zeynelabidin'in (a.s) karısının Ebu Eymen adında azatlı kölesi bir gün İmam Muhammed Bâkır'a (a.s) gelip şöyle dedi: "Ey Ebu Cafer, insanları kandırıyorsunuz ve Muhammed'in şefaati, Muhammed'in şefaati deyip duruyorsunuz. İmam Muhammed Bâkır (a.s) bu sözlere çok öfkelendi ve yüzünün rengi değişti, ardından şöyle dedi:
"Yazıklar olsun sana ey Ebu Eymen! Karımın ve avret yerini iffetli tutman seni aldattı mı? Hiç kuşkusuz kıyametin dehşetini gördüğün anda Muhammed'in şefaatine muhtaç olacaksın. Yazıklar olsun sana, Muhammed, ateşi hak edenden başkasına mı şefaat edecek? Önceki ve sonraki ümmetlerden, kıyamet günü Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur."
Ardından İmam Bâkır (a.s) devamla şöyle dedi: "Resulullah ümmeti için şefaat edecek, biz de Şiilerimiz için şefaat edeceğiz. Şiîlerimiz de ailelerine şefaat edeceklerdir." Sonra dedi ki: "Hiç kuşkusuz bir mümin Rebia ve Mudaroğulları sayısında insana şefaat eder. Mümin hizmetçisi için şefaat eder ve der ki: Ya Rabbi! Bu, bana hizmetinin hakkıdır, beni sıcaktan ve soğuktan koruyordu."[309]
"Önceki ve sonraki ümmetlerden, kıyamet günü Muhammed'in şefaatine muhtaç olmayan hiç kimse yoktur." ifadesi gösteriyor ki, bu şefaat genel niteliklidir ve "Yazıklar olsun sana. Muhammed, ateşi hak edenden başkasına mı şefaat edecektir?" ifadesinde vurgulanan şefaatten ayrıdır. Buna benzer bir anlam da Ayyâşî'nin Ubeyd b. Zürâre'den, onun da İmam Sadık'tan (a.s) aktardığı rivayette ifade edilmişti.
Bu anlamı pekiştiren, Şia ve Sünnî kanallardan aktarılan birçok rivayet vardır. Buna kanıt oluşturan da yüce Allah'ın şu sözü de delâlet eder: "Ondan başka yalvardıkları şeyler, şefaate sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler bunun dışındadır." [310] Bu ayet gösteriyor ki, şefaatin özünde şahitlik yatmaktadır. Şu hâlde şahitler, şefaat yetkisine sahip şefaatçilerdir. "Böylece sizi orta bir ümmet yaptık ki, insanlara şahit olasınız, Peygamber de size şahit olsun." [311] ayetinin tefsirinde bu meseleyi daha detaylı biçimde açıklamışız. Buna göre, peygamberler insanlar üzerinde şahittirler, Hz. Muhammed de peygamberlerin üzerinde şahittir; şahitlerin şahidi, dolayısıyla da şefaatçilerin şefaatçisidir. Eğer şahitlerin şahitliği olmasaydı, kıyametin bir dayanağı olmazdı.
Tefsir-ül Kummî'de; "İzin verdiklerinin dışında, O'nun katında şefaat fayda vermez." ifadesiyle ilgili olarak şöyle bir açıklama yer almaktadır: "Allah izin vermedikçe, hiçbir nebi ve resûl şefaat edemez. Ama Resulullah (s.a.a) bu genellemenin dışındadır. Çünkü yüce Allah, kıyamet gününden önce ona şefaat iznini ve yetkisini vermiştir. Şefaat etmek, öncelikle onun ve soyundan gelen imamların hakkıdır; bundan sonra da peygamberlerin hakkıdır."[312]
el-Hisâl adlı eserde Hz. Ali'nin (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: Resulullah (s.a.a) dedi ki: "Üç grup, Allah katında şefaat ederler ve şefaatleri de kabul edilir: Peygamberler, sonra âlimler ve daha sonra da şehitler."[313]
Büyük bir ihtimalle bu hadisin orijinalinde geçen "şüheda" kelimesinden maksat, savaş alanında öldürülen kimselerdir. Ehlibeyt İmamlarının dilinde bu kelime daha çok bu anlamda kullanılmaktadır. Yani burada, Kur'ânî bir kavram olan "amellerin tanıkları" kastedilmemiştir.
el-Hisâl adlı eserde, "dört yüz hadisi"nde şöyle deniyor: İmam (a.s) dedi ki: "Biz şefaat ederiz, bizi sevenler de şefaat ederler."[314]
Kadınların efendisi Hz. Fatıma'nın (a.s), İmamların dışında Fatıma'nın soyundan gelen kimselerin, müminlerin ve hatta müminlerin düşük çocuklarının bile şefaat edeceğine ilişkin birçok hadis rivayet edilmiştir. Meşhur bir hadiste Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Evleniniz, çoğalınız; çünkü ben kıyamet günü diğer ümmetlere karşı, düşükleriniz dahil, sizinle övüneceğim. Düşük çocuk, kıyamet günü cennetin kapısına dayanır. Ona; 'İçeri gir' denir, ama o; 'Annem-babam girmedikçe girmem' der..."
el-Hisâl adlı eserde belirtildiğine göre, İmam Sadık (a.s) babasından, dedesinden ve nihayet Hz. Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: "Cennetin sekiz kapısı vardır. Bir kapıdan peygamberler ve sıddıklar girerler. Bir kapıdan şehitler ve salihler girerler. Beş kapıdan da bizim taraftarlarımız (Şia) ve sevenlerimiz girerler. Ben de o sırada yol üzerinde durur şöyle dua ederim: "Rabbim, benim Şiama, sevenlerime, yardımcılarıma ve dünya yurdunda bana dost olanlara esenlik ver." O sırada Arş'tan şöyle bir ses gelir: "Duan kabul edildi. Şian için şefaat edebilirsin." Şiama, dostlarıma, yardım edenlerime ve sözlü ve fiili olarak düşmanlarıma savaş açanlara mensup her bir kişi, komşularından ve akrabalarından yetmiş bin kişi için şefaat eder. Bir kapıdan da "Allah'tan başka bir ilâh olmadığına" tanıklık eden ve kalbinde, biz Ehlibeyt'e karşı en ufak bir kin kırıntısı bulunmayan diğer Müslümanlar girerler."[315]
el-Kâfî adlı eserde belirtildiğine göre, Hafs el-Müezzin İmam Sadık'ın (a.s) ashabına gönderdiği mektupta şöyle dediğini rivayet eder: "Biliniz ki, Allah'ın yarattıklarından hiç kimse, ne seçkin bir melek, ne gönderilmiş bir peygamber ve ne de başka birisi, Allah'a karşı size bir yarar sağlayamaz. Kim, Allah katında şefaatçilerin şefaatinden yararlanma mutluluğuna ermek isterse; Allah'tan kendisinden razı olmasını dilesin."[316]
el-Furât tefsirinde, İmam Sadık'a (a.s) dayandırılan bir rivayete göre, Cabir İmam Bâkır'a (a.s) şöyle demiştir: "Sana feda olayım, ey Resulullah'ın oğlu! Bana büyük annen Fatıma hakkında bir hadis aktar. Bunun üzerine, Hz. Fatıma'nın kıyamet günü şefaat edeceğine ilişkin bir hadis anlattı ve şöyle ekledi: "Allah'a andolsun ki, Allah'ın dininden kuşku duyandan veya kâfirden ya da münafıktan başka hiç kimse ateşte kalmaz. Bunlar ateşin katmanlarına sürüklendikleri zaman, yüce Allah'ın da vurguladığı gibi, 'Bizim için ne şefaatçiler ve ne de sıcak bir dost vardır. Eğer bir kez daha dünyaya dönseydik, hiç kuşkusuz müminlerden olurduk.' diye seslenirler." İmam Bâkır (a.s) dedi ki: "Ne mümkün! İstekleri geri çevrilir. Şayet tekrar dünyaya gönderilseler, yine de kendilerine yasaklanan şeyleri yaparlardı, onlar yalancılardır."[317]
İmamın (a.s) "Bizim için şefaatçiler yoktur." sözünü ele alması gösteriyor ki; İmam, ayetlerin şefaatin gerçekleşeceğini kanıtladığına işaret etmek istemiştir. Şefaati inkâr edenler de bu ayeti şefaatin gerçekleşmeyeceğine yönelik bir kanıt olarak değerlendirmek istemişlerdir. Biz de daha önce, "Şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez." ifadesinin şefaatin varlığına kanıt oluşturduğunu ana hatlarıyla ortaya koymuştuk. Eğer ifadeden maksat sırf şefaatin gerçekleşmeyeceğini vurgulamak olsaydı, o zaman ifadenin şu şekilde olması gerekirdi:
"Bizim için ne bir şefaat eden ve ne de sıcak bir dost vardır." Çünkü olumsuzluk pozisyonunda çoğul bir ifade kullanmak, şefaatin bir cemaat tarafından gerçekleştirildiğini, ama onlar hakkında bir yarar sağlamadığını gösterir.
Bunun yanı sıra; "Eğer bir kez daha dünyaya dönseydik, hiç kuşkusuz müminlerden olurduk." ifadesi, "Bizim için ne şefaatçiler ve ne de sıcak bir dost vardır." ifadesinden sonra yer alıyor ve bu sözler, yaşanan realiteden duyulan hasreti ifade ediyorlar. Bilindiği gibi, hasret çekmek, kaybolan bir şeyden dolayı gündeme gelir ve bu hasreti ifade eden sözler, hasreti duyulan şeyi de ifade ederler. Buna göre, "Eğer bir kez daha dünyaya dönseydik..." sözünün anlamı şudur: Keşke dünyaya dönüp müminlerden olsaydık da şu müminler gibi biz de şefaatçilerin şefaatinin kapsamına girseydik. Şu hâlde bu ayet de tıpkı diğer ayetler gibi şefaatin gerçekleşeceğini kanıtlamaktadır.
et-Tevhîd adlı eserde, İmam Musa Kâzım'ın (a.s), babasından, o da atalarından aktararak Peygamber efendimizin (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir: "Benim şefaatim ümmetimden büyük günah işleyenler içindir. Muhsinlere gelince, onlar aleyhine kullanılacak bir yol yoktur." İmam Kâzım'a (a.s) denildi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu! Büyük günah işleyenler için şefaat olur mu? Yüce Allah 'Ancak Allah'ın razı olduğu kimse için şefaat ederler.' demiyor mu? Büyük günah işleyenler Allah'ın razı olduğu kimseler olabilirler mi?" Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle dedi:
"Hiçbir mümin yoktur ki, bir günah işlediği zaman üzülmesin ve pişmanlık duymasın. Peygamberimiz (s.a.a) buyuruyor ki: 'Tövbe için pişmanlık yeterlidir.' Ve yine buyuruyor ki: 'Kim iyi bir işten dolayı sevinir, kötü bir işten dolayı üzülürse, o, mümindir.' Buna göre, işlediği bir günahtan dolayı pişmanlık duymayan kişi mümin değildir, onun için şefaat gerekmez ve o, zalimdir. Yüce Allah böyle biri ile ilgili olarak; 'Zalimlerin yakın bir dostu ve sözü yerine getirilen bir şefaatçisi yoktur.' buyuruyor."
Bunun üzerine denildi ki: "Ey Resulullah'ın oğlu! İşlediği günahtan dolayı pişmanlık duymayan kişi nasıl mümin olmaz?" Buna karşılık olarak şöyle dedi: "Büyük bir günah işleyip de bundan dolayı cezaya çarptırılacağını bilen hiç kimse yoktur ki, işlediği günahtan dolayı pişmanlık duymasın. Ne zaman pişmanlık duyarsa, tövbe etmiş [Allah'a dönmüş] olur ve şefaati hak eder. Ama pişmanlık duymazsa, günahta ısrar ediyor sayılır."
"Günahta ısrar edeninse, bağışlanması söz konusu değildir. Çünkü o, işlediği suçtan dolayı cezalandırılacağına inanmıyordur. Eğer cezalandırılacağına inansaydı pişmanlık duyardı. Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: 'İstiğfar edildikten sonra büyük günahtan söz edilmez. Israr edilince de küçük günahtan söz edilmez."
"Yüce Allah'ın; 'Ancak Allah'ın razı olduğu kimseler için şefaat ederler.' sözüne gelince, bu demektir ki, ancak Allah'ın dininden razı olduğu kimseler için şefaat ederler. Din ise, iyiliklerin ve kötülüklerin belli bir günde karşılıklarını göreceklerine inanmaktır. Buna göre, dininden razı olunan kişi, kıyamet günü cezalandırılacağını bildiği için işlediği günahlardan dolayı pişmanlık duyar."[318]
İmamın "o zalimdir" sözü, kıyamet günü zalim olanlar tanımlamakta, aynı zamanda Kur'ân-ı Kerim'in tanımlamasına da işaret etmektedir: "Aralarında bir seslenici, 'Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun!' diye seslenir. Onlar ki, Allah'ın yolundan men edip, onu eğriltmek isterler, ahireti de inkâr ederlerdi." [319]
Buna göre zalim, amellerin karşılık göreceği güne inanmayan, Allah'ın emirlerine uymamaktan dolayı üzülmeyen, Allah'ın koyduğu haramları çiğnemekten dolayı içinde bir ıstırap duymayan kimsedir. Bunun sebebi ise, ya tüm hak nitelikli mesajlara ve dini öğretilere inanmaması ya da hak içerikli mesajları küçümsemesi ve amellerin karşılık göreceği gerçeğine gereken özeni göstermemesi, din ve ceza günü ile alay etmesidir.
İmamın, "tövbe etmiş olur ve şefaati hak eder." sözünün anlamı şudur: Yani, razı olunmuş bir dinin sahibi olarak Allah'a döner ve böylece şefaati hak eder. Yoksa, ıstılah anlamıyla "tövbe" başlı başına bir şefaatçidir, bir kurtarıcıdır.
İmamın, "Nitekim Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmuştur: İstiğfar ile birlikte büyük günahtan söz edilmez..." şeklindeki değerlendirmesi, gösteriyor ki, İmam meseleye ısrar açısından yaklaşmıştır. Israr ise, günahtan kaçınmamak ve günah işlemekten dolayı pişmanlık duymamaktır. Bu durumda günah asıl niteliğinden soyutlanıp başka bir niteliğe bürünür. Yani günah, günahlıktan çıkıp ahireti yalanlamaya, Allah'ın ayetlerine karşı haksızlık etmeye dönüşür; dolayısıyla bağışlamanın kapsamına girmez. Çünkü günah, ya tövbe aracılığı ile ya da hoşnut kalınmış bir dine dayalı olarak gerçekleşen şefaat aracılığı ile bağışlanmanın kapsamına girer. Burada ise, ne tövbe ve ne de hoşnut kalınmış bir din söz konusudur.
Buna benzer bir rivayet de el-İlel'de Ebu İshak el-Leysi kanalıyla aktarılmıştır: İmam Muhammed Bâkır'a (a.s) dedim ki: "Ey Resulullah'ın oğlu! Bana haber ver: Acaba bilgi ve kemalin son noktasına ulaşmış basiretli bir mümin zina eder mi?" "Kesinlikle hayır." dedi. "Homoseksüel ilişkide bulunur mu?" dedim. "Kesinlikle hayır." dedi. "Hırsızlık yapar mı?" dedim. "Hayır" dedi. "Peki şarap içer mi?" diye sordum. "Hayır" dedi. "Sözünü ettiğimiz bu büyük günahlardan veya hayasızlıklardan birini işler mi?" dedim. "Hayır" dedi. "Peki bir günah işler mi?" dedim. "Evet, dedi, o mümindir, günahkâr Müslümandır." dedi. "Müslüman ne demektir?" dedim. "Müslüman, günahı alışkanlık hâline getirmez ve günahta ısrar etmez." dedi..."[320]
el-Hisâl adli eserde, çeşitli kanallardan İmam Rıza'nın, (a.s), atalarından şu hadisi rivayet ettiği belirtilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu ki: "Kıyamet günü yüce Allah mümin kuluna tecelli eder. İşlediği günahları birer bire ona bildirir, sonra onu bağışlar. Yüce Allah hiçbir seçkin meleği ve hiçbir gönderilmiş peygamberi onun durumundan haberdar kılmaz. Kimsenin onun durumunu öğrenmemesini sağlayacak şekilde onu örter. Sonra onun işlediği kötülüklere, iyiliğe dönüşün, der."
Sahih-i Müslim'de merfu olarak Ebuzer'e dayandırılan bir hadiste Peygamberimizin (s.a.a) şöyle dediği rivayet edilir: "Kıyamet günü bir adam getirilir ve şöyle denir: "Küçük günahlarını ona sunun, büyük günahlarını da ondan uzaklaştırın." Sonra şöyle denir: "Falan gün şu şu günahları işledin." O da hepsini kabul eder, ama büyük günahlarından korkar. Bunun üzerine şöyle denir: "İşlediği her kötülük yerine bir iyilik verin." O der ki: "Benim bazı günahlarım vardı, onları burada göremiyorum." Ebuzer der ki: "Bunu söylerken Resulullah'ın azı dişleri görülecek şekilde güldüğünü gördüm."
el-Emali'de İmam Sadık'ın (a.s) şöyle dediği rivayet edilir: "Kıyamet günü yüce Allah rahmetini yayar; o kadar ki, İblis bile rahmete nail olma ümidine kapılır."[321]
Sunduğumuz son üç rivayet Mutlaktır. Gerek Ehlibeyt kanalıyla ve gerekse Ehlisünnet kanalıyla Peygamberimizin (s.a.a) kıyamet günü şefaat edeceğini ortaya koyan hadisler tevatür düzeyine ulaşmış bulunuyorlar.
Aslında bu hadisler hep birlikte aynı anlama işaret etmektedirler: İman ehli günahkârlar şefaatten yararlanacaklardır. Bu yararlanma, ya ateşe girmekten kurtulma ya da girdikten sonra çıkarılma şeklinde gerçekleşecektir. Bundan çıkan sonuca göre, iman ehli günahkârlar sonsuza dek ateşte kalmayacaklardır. Bildiğin gibi, Kur'ân-ı Kerim de bundan fazla bir açıklama getirmiyor.
A'DAN Z'YE ŞEFAAT(ŞEFAAT ÜZERİNE)

Muhammed Hadi ESEDΠ & Şehit Ayetullah Mutahhari & Allame Muhammed Hüseyin TABATABAİ
 
Muhammed Hadi ESEDÎTercüme: Cafer BENDİDERYA

http://alperensaka.tr.gg/%26%23351%3Befaat-.ue.zerine.htm

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Şefaat [12 Ocak 2009]
« Yanıtla #8 : 06 Mayıs 2015, 16:13:16 »
57:Beyit

و مررجوّ شفاعة اهل خير   لاصحاب الكبائر كالجبال

Dağlar gibi kebâir ehline, ehli hayrın şefeati ümit  olunur.

İzah:
Enbiya,evliya,ulema ve suleha gibi  ahyar, rûzi kıyamette dağlar gibi  günahı olanlara şefeat edib müstehag oldukları azab ve ıkabdan tahlisina vesiledirler.


يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا

"O gün şefaat faide vermez, ancak Rahmânın izin verdiği ve sözüne razı olduğu kimseler müstesnâ" (Sad/109)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Ynt: Şefaat [12 Ocak 2009]
« Yanıtla #9 : 06 Mayıs 2015, 16:48:18 »
Ali EREN
 
Şefaat ve tevessül…
 
Bu iki kelime mânâ bakımından birbirinden ayrı gibi gözükse de, her ikisi de Peygamberimiz’le ve İslam büyükleriyle tevessül ve onların yardımlarını istemek mânâsına geldiklerinden aslında aynıdırlar.
 
Bu iki hususun başka bir cihetten bir yakınlığı daha var. O da şudur: Bunlardan birini inkâr edenler diğerini de yani şefaatı inkar edenler tevessülü de inkar ediyorlar. Onun için, birçok kitapta tevessül şefaatla yanyana anlatıl-maktadır.
 
Hadis-i şerifte haber verildiği-ne göre, âhirette sıkıntıya düşen insanlar Peygamberimiz’den yar-dım isteyeceklerdir. Bu da şefaat ve tevessülün hak ve gerçek olduğunun bâriz bir delilidir. Mah-şerde halk şiddetli bir sıkıntıya düşüp Âdem Aleyhisselam’dan başlayıp sırasıyla büyük peygamberlerden medet dileyip en sonunda Peygamberimiz’e müra-caat edecekler, Peygamberimiz de şefaatte bulunacak ve böylece Resûlüllah efendimizin büyüklüğü bilfiil herkes tarafından anlaşılmış olacaktır.
 
Şefaat hakkındaki hadis-i şerifler ile ilgili rivâyetler o kadar çoktur ki bunlar tevatür derecesine ulaşmıştır. Bu hususta, Kadı İyaz’ın Eş-Şifâ fî Hukûki’l-Mustafa’sında, Hâfız Münzirî’nin Et-Terğîb ve’t-Terhîb’inde, İmam Sükî’nin Şifâü’s-Sikâam’ında, Ve-liyyü’ddin Tebrizî’nin Mişkâtü’l-Mesâbih’inde, İmam Kastalânî’nin El-Mevâhibü’l-Ledünniyye’sinde, Hâfız Süyûtî’nin Câmiüs’-Sağîr’in-de bu hususta bir hayli malûmat bulunuyor.
 
Ebû Hüreyre radıyallâhü anh’in rivâyetinde, Peygamberimiz mah-şerdeki sıkıntıyı anlatıyor. Hadiş-i şerife göre, insanlar düz ve geniş bir alana, mahşer yerine toplanır-lar. Güneş iyice yaklaştırılır. İnsan-lar tahammül edemeyecekleri bir sıkıntışa düşerler. Bu sıkıntıdan kurtulmak için bir şefaatçi ararlar. Bazıları, insanlığın babası Âdem Aleyhisselam’a gidip bu sıkıntıdan kurtulmak için ondan şefaat istenmesinin uygun olacağını söy-ler.
 
Bunun üzerine insanlar Âdem Aleyhisselam’a giderler ve içinde bulundukları sıkıntıdan kurtulmaları için kendileri hakkında Allah’a şefaatte bulunmasını isterler. Â-dem Aleyhisselam, cennette kendi-sine yasak edilen meyveden yediği için kendi namına korktuğunu, kendi nefsini düşündüğünü ve şefaat edemeyeceğini söyleyip in-sanları Nuh Aleyhisselam’a gön-derir.
 
Nuh Aleyhisselam da mazeret beyan ederek İbrahim Aleyhisselam’a gönderir. İbrahim Aleyhnisselam Musa Aleyhisse-lam’a, Musa Aleyhisselam İsa Aleyhisselam’a ve nihayet Îsa Aleyhisselam Peygamberimiz’e gönderir.
 
Peygamberimiz Arş’ın altına varıp secdeye kapanır. İnsanlara şefaat eder. Ve şefaatı kabul edilir…
 
Peygamberler, esas şefaat sahi-binin son peygamber olan sevgili resûlümüz olduğunu elbette biliyor-lar. Buna rağmen, insanları önce diğer peygamberlere göndermelerinin sebebi, Peygam-berimiz’in şeref ve değerini ortaya çıkarmak içindir.
Bu halin âhirette yaşanacağını bu hadis-i şeriften bilen kimselerden de muhakkak ki Hazreti Âdem, Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve Hazreti İsa’ya gidecek olanlar olacaktır. Fakat Hazreti Allah büyük şefaat sahibinin Peygamberimiz olduğunu ortaya çıkarmak için o zaman onlara bunu unutturacaktır.
 
Âhirette böyle olacağı, hadis-i şerifle sabittir. İnsanların o gün peygamberlere müracaat edecek olmaları, onlarla tevessülün de açık bir delilidir.
 
Tirmizî, İbni Abbas radıyallâhü anhin rivâyetine göre şu hadis-i şerifi tahric ediyor:
 
“Ashabı kiram oturmuş, kendi aralarında konuşurlarken, Resû-lüllah, (s.a.v.) onlara yaklaştı ve konuşmalarını dinledi. Bir kısmı şöyle diyordu:
 
“Allah gerçekten İbrahim’i dost edindi.”
 
Başka biri,
 
“Musa’ya kelamı ile konuştu” diyordu.
Bir başkası,
 
“İsa Allah’ın kelimesi ve ruhudur.”
 
Başka biri,
 
“Allah Âdem’e imtiyaz verdi.”
 
Resûlüllah onlara yaklaştı ve şöyle buyurdu:
 
“Konuşmalarınızı işittim. Söy-ledikleriniz aynen öyledir. Dikkat ediniz! Ben de Allah’ın habibiyim. Bunda öğünmek yoktur.
Kıyamet günü Livâül hamd sancağını taşıyacak olan benim. Âdem de başkaları da bu sancağın altında olacaktır. Bun-da övünmek yoktur.
Kıyâmet günü ilk şefaat ede-cek ve şefaati ilk kabul olunacak olan benim.
 
Ben cennet kapılarının halka-larını ilk tıkırdatacak olanım. Allah benim için cennetin kapısı-nı açtırır. Beni ve benimle bera-ber olan mü’minleri cennete ko-yar. Bunda da övünmek yoktur.
 
Ben öncekilerin de sonrakilerin de Allah indinde en şerefli olanıyım. Bunda da övünmek yoktur.”
 
Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, “Benim şefaatım üm-metimden büyük günah sahiple-rine olacaktır” buyurmuştur. Evet, esas ana ve büyük şefaat, günahkâr mü’minlerin cehennemden kurtulmaları için olacaktır. Fakat şefaaatın başka kademeleri de vardır. Ezcümle şefaat beş kademedir:
 
1- Mahşer korkusundan rahatlatmak için şefaat.
2- Hesaba çekilen ve azabı hak eden günah-ı kebâir sahibi mü’min-lerin, azap olunmadan cennete konulmaları için şefaat.
3- İsyankâr mü’minlerden ce-henneme atılanların cehennemden çıkarılmaları için şefaat.
4- Bir kısım mü’minlerin hiç hesaba çekilmeden cennete konul-maları için şefaat.
5- Cennetteki mü’minlerin dere-celerinin yükseltilmesi için şefaat.
***
Peygamberimiz’le tevessül et-mek, daha O dünyaya gelmeden çok önce de vardı. Şöyle ki:
 
Âdem Aleyhisselam, cennette kendisine yasak edilen meyveden yeyip dünyaya indirildiğinde, bu hatasından dolayı çok gözyaşı döküp istiğfar etmişti. “Yâ rabbi, eğer beni affetmemiş isen, Muhammed (s.a.v.) hakkı için affımı diliyorum” dedi. Hazeti Allah, (c.c.): “Yâ Âdem, ben onu henüz yaratmadım. Sen Muham-med’i nasıl biliyorsun? Dedi. Âdem Aleyhisselam şöyle cevap verdi: “Yâ rabbi, sen beni kudretinle yaratıp ruh verdiğinde başımı kaldırıp baktığımda Arş’ın ayaklarında lâ ilâhe illAllah Muhammedün Resûlüllah yazılmış olduğunu gördüm. O zaman zatının ismine yanına ancak yaratılmışların en sevimli-sinin yazılacağını anladım” dedi.
 
Bunun üzerine Cenab-ı Hak buyurdu ki: “Yâ Âdem doğru söyledin. Gerçekten o bana yaratılmışların en sevimlisidir. Onun hürmetine benden affını dilediğin zaman ben de seni affettim. Şayet Muhammed olmasaydı seni affetmezdim.” Bunu, Hakim’in sahih olduğunu kaydederek tahric ettiği hadis-i şeriften öğreniyoruz.
 
Resûlüllah Efendimiz vasıtasıyla istekte bulunmak, pek tabii ki bizzat ondan istekte bulunmak değil, Allah indinde yüce kıymet, büyük değer ve yüksek mevki sahibi olan O Hazret’in hatırına aslında Allah’tan istekte bulunmak-tır. Onun yüzü suyu hürmetine Allah’tan bir istekte bulunanın iste-diğine kavuşması, ona ait bir şereftir. Bunu inkâr edenler için bu inkârları hor ve hakir olmaları için yeterli bir sebebtir.
 
Tevessülün faydaları, Peygamberimiz’in hayatında da vefatından sonra da sık sık görülmüştür. Birgün, anadan doğma bir zat Peygamberimiz’e gelip, gözlerinin açılması için duâ etmesini istedi. Peygamberimiz de ona güzelce abdest almasını ve şöyle duâ etmesini söyledi:
 
“Ey Allahım, rahmet nebisi olan peygamberin Muhammed (s.a.v.) ile senin zatından istiyor ve sana yöneliyorum. Ey Muhammed Aleyhisselam! İhti-yacımın giderilmesi için senin ile rabbime yöneliyorum. Ey Alla-hım, onu bana şefaatçı kıl.” Beyhakî bu hadisin sahih olduğu kaydını koyduktan sonra şu ilaveyi yapıyor: “O âmâ şahıs gözü görür halde ayağa kalktı.”
 
Korkarız ki, bu dünyada gözleri gördüğü halde şefaat ve tevessülü inkâr edenler, âhirette âmâ olarak haşrolunsunlar…
Peygamberimiz’in, kendisi duâ etmeyipte o âmâ zatın duâ etmesini istemesine dikkat etmek lâzım. Görüldüğü gibi, Resûlüllah Efendimiz o zata kendisi vasıta-sıyla yardım istemesini tarif etmektedir…
 
Büyük zatlarla tevessülün sade-ce o zatlar hayattayken olacağını, dolayısıyla vefatlarından sonra te-vessülün câiz olmayacağını söyle-yenlere şunu hatırlatmakta fayda var:
 
Ashabtan, bu göz açılma hadisinin râvisi olan Osman ibni Huneyf, (r.a.) Hazreti Osman radı-yallâhü anh Efendimiz’in halifeliği zamanında yani Peygamberimiz’in vefatından sonra, bir sıkıntısı olan bir kişiye bu duâyı öğretti. O kişi denileni yaptı ve o sıkıntısından kurtuldu ve ihtiyacı görüldü.
 
Vefatlarından sonra da tevessülün câiz olduğuna delillerden birisi de Peygamberimiz’in duâları-dır. Peygamberimiz sallallâhü aley-hi ve sellem bizzat kendileri “Ya rabbi, peygamberinin ve benden önceki peygamberlerin hakkı için…” diye duâ ettiği kesindir.
Bu duâdan, tevessül edenin, tevessül ettiğinden daha aşağı mertebede olmasının şart olmadığı da anlaşılıyor.
 
Peygamberlerle vesile etmek câiz olduğu gibi peygamber olma-yanlarla, velilerle tevessül etmek de câizdir.  Hazreti Ömer radıyal-lâhü anh efendimiz, yağmur yağ-ması için Hazreti Abbas’i vesile etmiş ve onun hürmetine yağmur yağdırılması için duâ etmiştir. Bu yaptığı da ashabı kiramdan hiç biri tarafından akla ve dine aykırı görülmemiştir. Bu hadise kendisin-den üstün olmayanlarla te-vessü-lün câiz olduğunun da delilidir. Buna ister tevessül, ister vesile, ister istiğâse isterse şefaat denil-sin. Hepsi de aynıdır. Bunların hepsi de câiz olup, müşriklerin başkasına ibâdet ederek Allah’a yaklaşmayı dilemesi kabilinden bir şey değildir. Çünkü müşriklerin yaptıkları küfürdür.
 
Müslümanlar ise tevessül, vesi-le, istiğâse ve şefaat ile Allah’tan başkasına ibâdet etmiyor, fayda ve zarar vermekte Allah’tan başka bir şeyi kabul etmiyorlar ki müşriklerle bir tutulsunlar.
 
Peygamberler ve evliyânın, ve-fatlarından sonra da imdat etme tasarrufları vardır. Çünkü onlar bizim keyfiyetini anlamadığımız bir şekilde câvidânî bir hayatla berzah hayatıyla diridirler. Namaz kılarlar, haccederler. Nitekim Peygamberimiz sallallallâhü aleyhi ve sellem, İsrâ yolculuğunda Musa Aleyhisselam’ı, kabri üzerinde kızıl topraklı bir tümsekte namaz kılarken gördüğünü haber vermiştir.
 
Peygamberlerin müslümanların imdatlarına yetişmeleri bir mûcize, evliyanınki ise bir kerâmettir. Islam inancına göre mûcize de kerâmet de hak ve gerçektir. Bunu nasip-sizlerden ve inancı bozuk olanlar-dan başkası inkar etmez ve etmemiştir. Allâme İbni Hacer, “Böylelerinin sonlarının kötü olacağından korkulur. Nitekim bir çok kimse bu hataya düşmüş ve helak olmuştur” demektedir.
 
Âlimlerin bildirdiğine gore, velile-rin ve diğer mü’minlerin ruhları ile kabirlerindeki cesetleri arasında bir irtibat vardır. Kabirdekilen kndilerini ziyarete gelenleri tanırlar. Canlıla-rın eziyet ve sıkıntı duydukları şeylerden onlar da eziyet ve sıkıntı duyarlar. Kabir/türbe ziyareti yapanları suçlayanlar büyük bir yanılgı içindedirler.
 
Çünkü bu zamana kadar peygamberlerin ve velilerin ölümünden sonra onları ilâh kabul eden tek bir müslüman çıkmamıştır. Maamafih, hıristiyan-lar Hazreti İsa’yı, gulât-ı şîa ise Hazreti Ali’yi ilah kabul etmektedir ama, bu yanlışlıklar müslümanları bağlamaz. Zaten onların sapıklıkla-rı, Hazreti İsa ve Hazreti Ali’nin kabirlerini  ziyaret etmekten dolayı da değildir. İnsanların kulluk bakımından en aşağıda olanları, Allahü Teâlâ’ya ortak koşan kâfirlerdir. Putlara tapanlar ile Hazreti İsa’yı ilah kabul eden


http://www.gurabamecmuasi.com/Dergi/13-sayi/100-sefaat-ve-tevessul.html