Stres merkezli birkaç yazı yazdım. Zaman zaman yazmaya devam edeceğim bu konuyu. Aslında böyle bir konu üzerinde yazı yazmama sebep olan iki gerçek var.
Birincisi öğrencilerim…
Sınavlar yaklaştıkça bir tedirginlik başlıyor. Sadece öğrencilerde değil ailelerinde de aynı tedirginlik var.
Stres konusunu işlememin tek nedeni öğrencilerim değil elbet. En ufak sıkıntı karşısında ilaç kullanmaya başlayan insanların sayısının çoğalmış olduğunu bildiğim için bu ve benzeri yazılar yazmaya başladım.
Avrupa’da ilaçla tedavi olan, ilaçla ayakta duran, depresyon ilaçlarını peynir ekmek gibi tüketen binlerce insan olduğunu biliyorum. ABD halkının neredeyse %70’nin “depresyon” ilacı kullandığını okuduğum zaman şaşırmıştım. “Bu kadar da olmaz!” dedirtecek bir rakam.
Beni daha çok şaşırtan ise bizim insanlarımızın, özellikle de dindar insanların, bu kadar ilaç tüketmeye başlamış olmasıdır.
Dindar insanlar strese giremez mi?
Dindar insan üzülmez mi?
Dindar insan ağlamaz mı?
Dindar insanın derdi yok mu?
Bu ve benzeri soruları bana soran okuyucularıma “Elbette dindar insan da üzülür, ağlar, strese girer” diye cevaplıyorum.
Ancak dindar insan, streste boğulmaz. Stresten çıkmasını bilir. Üzülmek ile üzüntüden hasta olmak aynı şey değildir. Ağlamak başka bir şeydir, hayata küsmek başka bir şey.
Depresyon ilaçları hakkında yazılacak çok şey var aslında. Şimdilik sadece “Bu ilaçları icat edilmeden önce insanlar nasıl sakinleşiyordu?” sorusunu zihinlerde bıraksam yeterli olacak.
Stres ve din arasındaki ilişkiyi anlamayanlar, “psikoloji” kelimesinin “ruh-bilim” anlamına geldiğini, dinin de manevi dünyamız olan ruhumuzu rahatlattığını anlamamış olabilirler.
Aslında temel problemimiz sadece dini yada ruhu doğru anlamamak değil. Hayatı doğru anlamak zorundayız. Hayat insanı sürekli güldüren, sürekli mutlu eden bir yer değil ki. Mutluluk ise her şeye sahip olmak değildir.
İnsanın her istediğinin anında istediği gibi olduğu yere “cennet” derler.
Burası cennet değil ki! Dünya!
Huzur yüreğimizin sükûn bulabilmesidir.
Bir gün bir kral, ama halkı tarafından sevilen bir bilge kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan eder.
Yarışmaya çok sayıda sanatçı katılır. Günlerce çalışırlar birbirinden güzel resimler yaparlar.
Sonunda eserleri saraya teslim ederler. Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlanır. Ama birinciyi seçmesi için karar vermesi gereklidir.
Resimlerden birisinde sakin bir göl vardır. Göl bir ayna gibi etrafında yükselen dağların görüntüsünü yansıtmaktadır. Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü
süslüyorlardı. Resme kim baktı ise onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.
Diğer resimde de dağlar vardı... Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli bir gökyüzünden yağmurlar boşanıyor ve şimşek çakıyordu. Dağın eteklerinde ise köpüklü bir şelale çağıldıyordu. Kısaca resim hiç de huzurlu gözükmüyordu.
Fakat kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklardaki çatlaktan çıkan mini minnacık bir çalılık gördü. Çalılığın üstünde ise anne bir kusun örttüğü bir kuş yuvası görünüyordu. Sertçe akan suyun orta yerinde anne kuş yuvasını kuruyor...
Harika bir huzur ve sükûn örneği…
Ödülü kim kazandı dersiniz.
Tabii ki ikinci resim.
Kralın açıklaması şöyle idi:
"Huzur, hiçbir gürültünün, sıkıntının yada zorluğun bulunmadığı yer demek değildir. Huzur bütün bunların içinde bile yüreğimizin sükûn bulabilmesidir."
* * * * * * *
Bakın Mevlana ne diyor!
Ey burnu kanasa hemen kadere küsüp yüzünü ekşiten, gülden hiç ders almıyor musun?
Bütün yapraklarını tek tek yolsan gül yinede gülmekten vazgeçmez.
Hale razı oluş, şükürdür.
Gül’de daima şükür makamındadır.
Hem bilmez misin ki, başına gelen sıkıntılar aslında daha büyük sıkıntıya set olurda, başındaki belayı def ederler.
O halde yüzün gülsün yahu!
Sait Çamlıca