Gönderen Konu: Sonu Gelmez İnkar Zincirinden  (Okunma sayısı 3774 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Sonu Gelmez İnkar Zincirinden
« : 07 Mayıs 2013, 10:40:40 »

Sonu Gelmez İnkar Zincirinden

Kitap değil, sanki halkaları sonsuz yanlışlar zinciri. İçindeki yanlışlar yazmakla bitecek gibi değil. Hangi yanlışına baksanız ona bağlı başka bir yanlışla karşılaşıyorsunuz.

Kitabın yazarı, kendinin sayısız yanlışlarına bakmadan bir de üstüne üstlük onu bunu tenkide kalkmaz mı!..

Onun tenkidine maruz kalmak için, sıkı bir ehl-i sünnet mensubu olmanız kâfi. Başka bir suçunuzun olmasına lüzum yok. Ama onun tenkit etmesi için tek sebep bu değil. Bir yerde, ehl-i sünnet veya ehl-i bid’ad olmanız da mühim değil. Eğer onun yerleştirmek istediği bir maddeye ters düşerseniz, acımasız bir tenkidine hazır olun. Meselâ bir önceki sahifede, işine geldiği için -yanlış olmasına rağmen- İbni Teymiyye’nin sözlerini delil olarak ele alıyordu. Bu sefer de –söylediği doğru olmasına rağmen- aynı İbni Teymiyye’yi tenkit ediyor.

Çünkü o, ehl-i sünnete uygun her doğruya itiraz etmeyi kendine vazife edinmiş. Öyle ki, Peygamberimiz’den 8 asır sonra, ileri sürdüğü sözlerle ehl-i sünnete ters düşen ve Vehhâbîlerin fikir babası olan İbn-i Teymiyye bile onun tenkidinden nasibini alıyor.

İbni Teymiyye ehli sünnete ters düştüğü için, gerçi biz de onun en sert tenkitçilerindeniz. Ama Sayın Yazarın tenkidi ile bizimkisi arasında mühim bir fark var. Şöyle ki:

Sayın Yazar Şiîlere karşı sevgi, ve hayranlık hisleriyle dolu olup onları herkes gibi şiî kelimesiyle değil, “Ehl-i beyt mektebi, ehl-i beyt okulu, ehl-i beyt mezhebi” gibi gizleyici ve sevdirici ifadelerle anıyor. İbni Teymiyye ise Şiîlere karşıdır. Mustafa İslamoğlu’nun İbni Teymiyye’yi tenkidinin esas sebebi işte budur. Yani Ehl-i sünnete ters olması değil, şiîleri tenkit ediyor olması.
Yazarın kendisinden öğrendiğimize göre, İbn-i Teymiyye, Es-Sarîmi’l-Meslûl… isimle eserinde “Bir Peygambere hakaret edenin öldürülmesi gerektiğini” ifade ederken, şu sert ifadeyi kullanıyormış:

“Kim bir peygambere hakaret ederse o öldürülür. Kim onun sahabesine hakaret ederse derisi yüzülür.”

Es-Sarîmi’l-Meslûl isimli eseri okumadığımız için, İbn-i Teymiyye aynen böyle mi yazmış bilmiyoruz. Ama gerçekten, “Derisi yüzülür” diye yazdıysa, bu aşırı bir ifade. Öyle yazacağı yerde, “Öldürülür” denilmesi yeterdi. Biz onun bu cümlesini Mustafa İslamoğlu’nun Üç Muhammed kitabının 79. sahifesinden aktarıyoruz.

Her ne kadar Üç Muhammed kitabı böyle yazıldığını söylüyorsa da bunda da şüphem var. Çünkü İslamoğlu’nun, kendi fikrini kabul ettirmek için, olmayan şeyleri varmış gibi göstermek gibi bir huyu olduğunu biliyorum. Tereddüdüm bundan dolayı…

Ancak ortada bir gerçek var. Şiîler, sıradan sahâbîler şöyle dursun, ashabın en büyüklerine bile dil uzatıyor, hakaret ediyorlar. Bunu bi kere kimse inkar edemez. İslamoğlu, İbni Teymiyye’yi bizim gibi ehl-i sünnete ters düştüğü için değil, “Peygamberimiz’e ve onun sahabesine hakaret edenlerin öldürülmesi gerektiğini” yazdığından dolayı tenkit ediyorsa, kendi düşüncesine göre haklı. Çünkü, eğer İbni Teymiyye’nin yazdığı kabul edilecek olursa, neredeyse derisi yüzülmeyecek şiî kalmaz. Zira Şiîler ashabın bir çoğuna ağız dolusu hakaret etmeye devam ediyorlar…

İTİRAZ AMA NE İTİRAZ…

Üç Muhammed kitabının yazdığına göre, İbni Teymiyye’nin kitabında şu cümleler de yer alıyormuş:

“Kendi sesini Peygamber’in sesinden fazla yükselttiği sabit olan kimsenin, bundan dolayı, haberi olmadan küfre düşmesinden ve tüm yaptıklarının boşa çıkmasından korkulur.”

Biz gerçi Müslümanların Resûlüllah’a karşı hassasiyetlerinin nasıl olması icap ettiğini İbni Teymiyye’den öğrenecek değiliz. Ama kim söylemiş olursa olsun doğru doğrudur; dolayısıyla İbni Teymiyye’nin bu sözü de doğrudur. Ve ehl-i sünnetin hatta hiçbir müslümanın bu hususta bir itirazı olamaz. Çünkü herhangi bir şekilde bu söze itiraz, -Allah korusun- doğrudan doğruya Kur’an’a itirazdır. Zira bunu İbni Teymiyye’den önce Kur’an-ı Kerim söylemektedir:

“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (Hucurât sûresi, âyet: 2)

Peygamberimiz’in huzurunda yüksek sesle konuşanlar hakkında Kur’an’ın hükmü böyle. Ama yazar İslamoğlu için bu hüküm hiçbir bir şey ifade etmiyormuş gibi, şunları yazmakta hiçbir mahzur görmüyor:
“Bırakınız kendisinden yüksek sesle konuşan mü’mini, kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan rauf ve rahim bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi? sorusu, bu tür durumlarda sorulması gereken en doğru sorudur.” (Üç Muhammed, sa: 79)
Bu ne demek şimdi değerli okuyucu Allah aşkına!

Her şeyden önce, bu hükmü veren Hazreti Allah’tır.

Kur’an böyle ferman buyurduktan sonra kime ne demek düşer?
Bu emir karşısında bir Müslümana düşen, başım gözüm üstüne demek değil midir!

Kur’an-ı Kerim’i insanlara okuyup anlatan Peygamberimiz değil mi ki yazar, “böylesi hükümleri görse, ne derdi?” diyebiliyor?

Peygamberimiz, Kur’an’daki bu hükmü görmemiş midir yani?
Tabii ki görmüştür ve görüp ashabına anlatmış, ashab da o Resûl’ün huzurunda seslerini yükseltmemiştir. Var mı daha ötesi!..
Bunu Kur’an söylüyor. Kur’an, Peygamberimiz hakkında böyle bir hüküm verdikten sonra, o kitaba inanan ve onun mânâsını bildiğini iddia eden bir kimsenin buna itirazı mümkün müdür?

Bu söz karşısında, “Bu şahıs ya Kur’an’ı bilmeyecek kadar câhil veya Kur’an’ın verdiği hükmü kabul etmiyor” demez misiniz?
Lütfen altını çizdiğimiz yukarıdaki satırı bir defa daha okuyunuz. Gördüğünüz gibi, Bay İslamoğlu Peygamberimiz hakkında, “Kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse ne derdi… ” diyebiliyor.

Ne diyecek; rabbimin emri başım gözüm üstüne derdi.
Bu ne demek Allah aşkına?

Kur’an Peygamberimiz’e indirilen bir kitap değil midir?
Peygamberimiz, (s.a.v.) Kur’an’ın kendisi hakkında verdiği bu hükmü görmemiş olabilir mi?

Bütün âyetler gibi bu âyetin hükmünü de ümmetine tebliğ eden, öğreten bizzat Hazreti Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellemin kendisi değil midir?
Bu hükmü indiren Hazreti Allah olduğuna göre, “Kendi canına kastedenleri dahi bağışlayan bir peygamber, kendisi adına verilmiş böylesi hükümleri görse, ne derdi?” demek, ne demek oluyor?

Yazarın bu sözü Allah’ın verdiği hükme itiraz değilse neye itirazdır?
“Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstünde yükseltmeyin. Konuşurken birbirinize bağırdığınız gibi (çağırmak için) ona bağırmayın. (Yoksa) siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir” beyanı bizzat Allah’a aittir, var mı daha ötesi?

İslamoğlu, bu itirazıyla Hayrettin Karaman kadar olamamıştır. Hayrettin Karaman, “Abdest alırken biz bizeyken ayağımıza meshedelim ama başkalarının yanındayken yıkayalım” diyormuş.
Yazar İslamoğlu da, bu hükmü kendisi kabul edemeyebilir. Ama Müslümanları mânen mahvedecek olan bu itirazları kitabına koymamalıydı.

Neyse… Artık haddini bilmeli ve “Peygamber görse ne derdi? diyerek buna Hazreti Resûlüllah’ı da ortak etmeye kalkışmamalı…

Müslümanlıkta esas olan, Allah’ın her hükmünü kayıtsız şartsız kabul etmek değil midir? Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenlerin fâsıklar, zâlimler ve kâfirler olduğu Mâide sûresinin 44, 45 ve 47. âyetlerinde açıkça beyan buyurulmuyor mu?

Her neyse… Biz fazla ümidimiz olmasa da, “Allah’tan ümit kesilmez” diyerek, bu gerçekleri kendisine hatırlatmayı bir vazife addediyoruz.

TÂBİÎNE DE İTİRAZ…

Kitabının 28 sahifesinde, “Ümmetin her ferdi Peygamber gibidir” diyerek, Peygamberimiz’le diğer insanlar arasında bir fark olmadığını söylemek cüretini gösteren zatı alkışlayan yazar, Hazreti Resûlüllah’ın diğer insanlardan üstünlüğünü kabule bir türlü yanaşmıyor. Hazreti Resûlüllah’ın üstünlüğünden bahsedenleri “Aşırı yüceltmeci” görüyor ve “O kadar da abartmayın” demeye getiriyor.
“Aşırı yüceltmeci peygamber inancı” diye bir suç uydurmuş, onun için Hazreti Resûlüllah’ın üstünlüklerini bildiren her sözü bu suç içine sokarak itiraz üstüne itiraz ediyor. Bundan dolayı, tâbiînden mübârek bir zat olan Vehb bin Münebbih Hazretleri’nin Peygamberimiz (s.a.v.) hakkındaki şu sözüne de haliyle itiraz ediyor:

“Yetmiş bir kitabı okudum. Tümünde şu gerçeği gördüm: Dünyanın başından sonuna kadar, gelmiş geçmiş tüm insanlığın aklıyla Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin aklı kıyaslandığında, bir tek kum tanesi karşısında dünyanın tüm kumları kadar tüm insanlığa üstün olduğu görülür.”

***

Meşhur âlimlerin eserlerinde yer alan Peygamberimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifleri de İslamoğlu’nun tenkidinden kurtulamıyor:
“İsrâ (mirac) gecesinde semaya yükseltildiğimde, orada ilk gördüğüm şey, yazılı olan ismimdi: Muhammed Allah’ın resûlüdür, Ebûbekir Sıddık da halefim (halifem)dir.”

İslamoğlu, bu hadis-i şerife itiraz edilmemesini kabullenemiyor. Bu hadis-i şerifi El-Hasâisu’l-Küsrâ isimli eserine alan İmam Süyûtî’ hakkında da, “Bu hadise hiç itiraz etmemiş” diyor. (Aynı eser, sa: 81)

Haklı da… Öyle ya canım, âlim dediğin hadislere itiraz etmeli ki onun büyük âlim olduğunu bilelim.(!)

Hatta İmam Süyûtî hadislere itiraz etmemesi bir tarafa üstelik hadislere o kadar değer vermiş ki 200.000 hadisi ezbere bilen bir hadis hâfızı yani küçücük bir âlim iken, İslamoğlu bütün hadis ilmi CDdeki/Elfiye’deki hadislere bağlı olan kocaman(!) bir âlimdir. Demek ki bundan dolayı İmam Süyûtî’yi tenkit ediyor. Öyle ya, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır.
İmam Süyûtî, 500 senedir hâlâ okunan Celâleyn gibi bir tefsirin ortak müellifi olan küçücük bir âlimdir. İslamoğlu ise, Hayat Kitabı Kur’an isimli tefsirî bir meâl hazırlamıştır ki, mâşAllah bu eseri tenkit eden kitaplar eserden daha fazla sahife tutmaktadır. Hangi fâniye böyle bir bahtiyarlık nasip olur.
Öyleyse, İslamoğlu kendi eserinin tenkitleriyle meşgul olacağına, o küçücük âlimi, İmam Süyûtî’yi tenkit eder daha iyi. Çünkü, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır.
İmam Süyûtî, İslam tarihinde büyüklü küçüklü 600 civarında eser sahibi olan belki de tek kişi olan küçücük bir âlimdir. İslamoğlu ise onun eserlerinin isimlerini bile sayamayacak biri olsa bile, eserleri hakkında yapılan tenkitler Süyûtî’nin eserlerinin sayısına erişmek istidadında olan bir âlimdir. Bu durumda İmam Süyûtî’yi tabii ki tenkit edecektir. Çünkü, her zaman büyüğün küçüğü tenkide hakkı vardır değil mi ya.

İslamoğlu, yukarıdaki hadis-i şerifin, “Hazreti Ebûbekir’in halifeliğine karşı çıkılmaması için uydurulmuş olduğu” kanaatında. (Sahife: 80)
Netice:

İmam Süyûtî, nihayet 200.000’cik hadisi ezbere bilen, sadece 600 tanecik ilmî eser verebilen küçücük bir âlimcik. Haliyle İslamoğlu gibi büyük bir âlim gib olamaz. Öyleyse rica edelim, Bay İslamoğlu ilim eksikliğinden dolayı yukarıdaki hadis-i şerife hiç itiraz etmemesini hoş karşılayıversin. Affetsin, kusuruna bakmasın artık. Bir hatadır olmuş.

Mühim olan bu hadisin uydurma olduğunu öğretmek değil miydi. Nasıl olsa, uydurma olduğunu Sayın İslamoğlu vasıtasıyla öğrenmiş olduk. Öyleyse gaye tahakkuk etmiştir. Mesele yok…
Ama Bay Yazar, niçin itiraz edilmediğini bir türlü kabullenemiyor. Onlardan ümidini kestiği için konuyu kendisi ele alıyor ve meseleye hayret edilecek şekilde yaklaşıyor. Ama ne yazık ki kuru, sığ, itaatten uzak ve itiraza dayalı bir mantıkla. Kitabını okuyan görür…
Peygamberimiz’in hiçbir kimseden okuma-yazma öğrenmediğini hatırlatarak, semadaki yazıyı nasıl okuyabildiğini İmam Süyûtî’nin sorgulamadığına da itiraz ediyor…

İyi de Sayın İslamoğlu!

Habibini göklere davet eden Hazreti Allah celle celâlühû, “Ey habibim! O gördüğün yazıda şunlar şunlar yazılıdır” diye bildiremez mi? Veya Cebrâil Aleyhisselam bildirmiş olamaz mı?

Değerli okuyucu! Bu konu için lütfen 32. makaleye de bakınız…

HATIRLAYALIM; MİRACA İTİRAZ EDEN KİMLERDİ?..

Sayın yazara şunu soralım:
Meseleye imânî bir düşünceyle değil de sadece dünyevî bir mantıkla, şüphe ve itiraz açısından bakacak olursak, Mirac gecesinde Peygamberimiz’in Mekke’den Kudüs’e, oradan göklere ve Allah’ın dilediği yerlere nasıl gittiğini, tekrar geri nasıl döndüğünü ve bunların bir anda nasıl gerçekleştiğini de sorgulamamız ve itiraz etmemiz icap etmez mi?

Öyle mi yapalım yani? İtiraz mı edelim?

Nitekim böyle bir sorgulama olmadı değil. Fakat bu sorgulamayı yapanlar mü’min değil müşriklerdi.

Peygamberimiz sallallâhü aleyhi ve sellem, Mirac gecesi sabahı bu yolculuğu anlatınca, meseleyi imanla değil inançsız akılla değerlendirmeye kalkışan bazı Müslümanlar, anlamadıkları için İslamdan dönüp mürted olmuşlardır. Zaten mâneviyatsız kuru akıl, insanı götürse götürse ancak ve sadece inkar ve mürtedliğe götürür…
Öbür taraftan, Peygamberimizin Mirac yolculuğunu, “Resûlüllah söylüyorsa doğrudur” diye, tereddüt etmeden, duraklamadan, şeksiz-şüphesiz kabul eden Hazreti Ebû Bekir radıyallâhü anh de “Sıddîkiyet” makamına erişmişti.
İnsanların zihinlerini bulandırmaya çalışanlara şunu soralım:
Âdem Aleyhisselam’dan önce hiçbir insan yoktu. Dolayısıyla hiçbir insandan bir şey öğrenmesi mümkün değildi. Ama Kur’an’da haber verildiğine göre Allah’ın öğretmesiyle her şeyin ismini bilir hale geldi ve bunu meleklere de tekrarladı. (Bakara sûresi, âyet: 31, 32, 33)

Hazreti Âdem kimseden bir şey öğrenmedi diye şimdi buna itiraz mı edelim?
Allah’ın öğretmesi yok mu?

Hazreti Âdem’e eşyanın isimlerini öğreten Hazreti Allah, habibine bir yazıyı niçin bildirmemiş olsun?

Yine Âdem Aleyhisselam cennette her yaprakta “Lâ ilâhe illAllah Muhammedün resûlüllah” yazısını gördüğü için, yasak meyveden yeyip yeryüzüne indirildiğinde, “Yâ rabbi beni habibin Muhammed hürmetine affet” diye ilticâ etmiş ve affedilmişti.

Âdem Aleyhisselam da kimseden okuma-yazma dersi almamıştı.
O zaman Âdem Aleyhisselam’a bu yazıları okumayı kim öğretmişse, Peygamberimiz’e de semada kendi isminin ve Hazreti Ebî Bekir radıyallâhü anhin isminin yazılı olduğunu da o öğretmiştir…

Var mı bunu kabul etmeye bir engel!..

Yoktur, olamaz!.. Yeter ki, kalblerde ötelerin ötesine inanmaya meyil ve kâbiliyet olsun…

DERDİ NE?..

Bütün gayretini bu ümmetin mevcut Peygamber inancını değiştirmeye yoğunlaştırmış gözüken Bay İslamoğlu, abartılı bir hâdiseye misal olarak, Kadı İyaz’ın Şifâ-i Şerif’inde geçen bir meseleyi gösteriyor. Abartılı bulup kabul edilemez bir mesele olarak sunduğu hadise şöyle:
“Abdullah b. Ubeydullah el-Ensârî’den rivayet edildi:
Sabit b. Kays b. Şemmas’ın defni sırasında orada bulunanlar arasındaydım. O Yemâme’de öldürülmüştü. Onu kabre indirdiğimizde ondan şöyle bir ses duyduk:

Muhammed Allah’ın resûlüdür. Ebûbekir sıddıktır, Ömer şehiddir, Osman iyi ve merhametlidir.

Bunun üzerine dönüp baktık, ama o ölüydü.” (Aynı eser, sa: 82)
İslamoğlu’nun kabule yanaşmadığı bu hadisenin, bir Müslüman için kabul edilemez tarafı var mı değerli okuyucular?

İslamoğlu, galiba mûcize ve kerâmet gibi şeylerin varlığını kabul edemediği için böyle şeyleri bir mitoloji olarak görüyor. Mâlum, mitoloji bir şeyi hayalinde büyültmek demek.

Bay Yazar, Müslümanların Hazreti Resûlüllah’ı zihinlerinde gereksiz bir şekilde büyülttüklerini, aslında Resûlüllah’ın Müslümanların zihinlerinde büyültüldüğü kadar büyük olmadığını yana yakıla anlatmaya çalışıyor.

Ona göre, bu yanlışa düşenler sadece avam veya müfrit (aşırı) sufiler değil. Adı sanı belli değerli âlimler de bu yanlışı beslemişlerdir. Bir de misal veriyor. Diyor ki:

“Meselâ Buhârî şârihi Bedrüddin Aynî, Hazreti Peygamber’in yeryüzündeki tüm dilleri bildiğini söyleyebilmiştir.” (Üç. Mu. Sa: 82)

Meseleye maddî açıdan bakarsak tabii ki böyle bir şey olamaz. Ama bir mûcize olarak bakarsak niçin mümkün olmasın ki!..

Onun bakışı her nasılsa, İslamoğlu’na göre böyle bir şey mümkün değil…

Değerli okuyucu!

Peygamberler diğer insanlar gibi değildir. Onlar, Allah’ın vahyine mazhar olan sevgili kullarıdır. Onun için, Peygamberimiz’in bir mûcize olarak bütün dilleri bilmesi imkansız değildir. Ama tabii ki bu bizim inancımız. Peygamberleri diğer insanlar gibi görenlerin ise bizim gibi inanmaları tabii ki beklenmez; beklemiyoruz da...

SAHABENİN SEÇKİNLERİNİ BARİ ÂLET ETMESE…

Her şeyin en doğrusunu anlayabilmek için sadece aklını kullanan yazar, Sahih-i Müslim’deki şu hadisi de diline doluyor:
“Resûlüllah sallallâhü aleyhi ve sellem Enes’in evinde uyudu ve terledi. Enes’in annesi bir bardak getirdi ve terini bir bardağa topladı. Resûlüllah bunu ne yapacağını sorduğunda, o da dedi ki: “Kokumuzun içine katacağım; çünkü o kokuların en güzeli.”
Bu hadis-i şerifi inkar etmek için bir şeyler bulması lâzım ya; ortaya şöyle bir soru atıyor:
“Bu tavır, (Peygamberimiz’in terini bardağa toplamak) sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır?”
Sorusunun cevabını da kendisi veriyor:
“Elbette ki hayır.”

Hayır derken ilmî bir dayandığı olsa bari. Ama yok. Olsa canımız yanmayacak da ne gezeer!

Onun derdi zaten meseleye ilmî bir izah getirmek değil, Peygamberimiz’in terinde bir üstünlük olmadığını söylemek…

Bir meseleye ilmî izah getirebilmek için insanda ilim olması lâzım? Ne yazık ki onda da işte o yok…

Herkes gibi, İslamoğlu’nun her sözüne itimat eden kimselerden bu satırları okuyanlar, “Allah Allah! Adama bak, İslamoğlu’nun ilmi olmadığını söylüyor” diyeceklerdir. Haklıdırlar. Çünkü İslâmî ilim sahibi olmayan ve başka âlimleri görmeyenler öyle zannederler. Ancak böyle kimselerin, İslamoğlu’nun bu cümlelerinde ortaya koyduğu ilmî kaideler olup olmadığına bakmalıdırlar.
Tanıdığınız, bildiğiniz âlimlerden lütfen şunu sorunuz:

Yüksek İslam Enstitüsü’ne girip bitiremeden ayrılan, Ezher Üniversitesi’ne girip orayı da bitiremeyip, ikinci sınıfı bile geçemeden orayı da terk eden bir kimsede ne kadar dinî ilim olur?

İlmi olmadığı içindir ki ilimle değil de kendi sakim mantığı ile bir şeyler yapmaya çalışıyor. O sakim mantığıyla, yukarıda anlatılan Resûlüllah’ın teri meselesine şöyle bir izah getiriyor:
“Öyle olsaydı, (Peygamberimiz’in terinin toplanmasını sahabenin seçkinleri onaylamış olsaydı demek istiyor) aynı şey, Hz. Peygamber’in her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi.”
Hani nerede bu itirazlı izahın ilmîliği? Bu itirazda ilim de yok ilimden bir milim de yok. Zaten ortaya koyduğu itiraz herhangi bir âlime ait olmayıp kendisinin bulduğu yanlış ve tutarsız bir açıklamadır.
Hazreti Enes’in evinde gerçekleşen bir hadiseyi, Peygamberimiz’in eşlerinin, Hazreti Ali veya Hazreti Fâtıma’nın rivayet etmeleri için onların da orada bulunmaları icap ettiğini düşünemiyor.

Bu sözüyle eğer, “Peygamberimiz’in teri güzel kokuyor olsaydı, onu eşleri de, Hazreti Ali veya Hazreti Fâtıma da toplarlardı. Terinin güzel kokması falan yoktu” demek istiyorsa onu da açıkça söylesin de ne onu da bilelim.
Ama bilsin ki, Peygamberimiz’in mübârek terinin ve teninin mis gibi koktuğuna dair kendisinin kitabına aldığından başka birçok rivâyetler var. Bir sokaktan geçse mübârek vücudunun kokusu o sokakta, bir çocuğun başını okşasa mübârek elinin kokusu o başta epey bir müddet hissedilirdi.
İkide bir tenkit ettiği İmam Süyûtî gibi hadis hafızı olmayan İslamoğlu, başkalarının hazırladığı Elfiye’ye bakarak bu son paragrafta söylediğimiz rivâyetleri bol bol görecektir.

Ama rica edelim, lütfen diğer meselelerde yaptığı gibi “400.000 hadis taradım ama böyle bir şey bulamadım” demeye kalkmasın. O zaman biz de istemeye istemeye kendisi hakkında “Yalan” kelimesini kullanmak mecburiyetinde kalırız. Bizi bu mecburiyette bırakmamasını arzu ederiz.

DEMEK İSTEDİĞİ…

Yazar yoksa bu meselede başka bir şey demek istiyor da, ifade kabiliyeti kâfi gelmediği için söylemek istediğini tam anlatamıyor mu?. “Her gece yanlarında yattığı eşlerinden, kızı Fatıma’dan, damadı Ali ve diğerlerinden rivayet edilirdi” derken, yoksa “Onların da Peygamberimiz’in terini topladıkları rivayet edilirdi” demek mi istiyor?

Ama şu kadarcığını düşünemiyor ki, Peygamberimiz (s.a.v.) zaten her zaman yakınlarıyla beraberdi. Dolayısıyla onlar zaten O’nun mübârek kokusuyla yüzyüzeydiler. Onun için O’nun mübârek terini toplamalarına ihtiyaç yoktu…
Sahabeden diğerlerinin toplamamalarına gelince:

Resûlüllah Efendimiz sırasıyla her gün bir sahâbînin evinde uyuyor ve uyuduğu yerde terliyor değildi ki, ashabın hepsi de Peygamberimiz’in terini toplamış olsun…

Sayın inkarcı şu soruya ne cevap verecektir:
Hazreti Enes’in annesinin, Peygamberimiz’in terini bir bardağa toplaması hakkında, “Bu tavır, sahabenin seçkinlerinin onayladığı bir tavır mıdır?” diye soran yazar, “Elbette ki hayır” diyor. O salahiyeti nereden aldıysa, ashabın seçkinleri namına hüküm veriyor ve kendi sorusunu yine kendisi cevaplıyor.
Yani ilmî bir cevap ver(e)miyor, onun için de kanaatını söylüyor.
Ona göre ashabın seçkinleri “Elbette ki hayır” dermiş, bize göre de “Elbette ki evet” derlerdi.
Ve iddia ediyoruz ki bizim dediğimiz doğrudur. Çünkü hiçbir seçkin sahâbî Hazreti Enes’in annesine, “Resûlüllah’ın terini niçin bardağın içine topladın?” diyecek değildi. Nitekim dememişlerdir.

Biz, inkârcı yazar gibi kanaat serdetmiyor ilmî cevap veriyoruz. İşte cevabımız:
Peygamberimiz’den veya seçkin sahabîlerden, Hazreti Enes’in annesine bu hareketinden dolayı herhangi bir itiraz gelmemiştir. İnkârcı yazar tersini iddia ediyorsa, kendi kanaatını bıraksın da ilmî cevap versin, buyursun belge getirsin.

İnkârcı yazar, Peygamberimiz’in terinin çok güzel koktuğunu inkar etmek için uğraşadursun, yukarıda da yazdığımız gibi, eserler Peygamberimiz bir çocuğun başını okşadığı zaman o çocuğun üzerinde mübârek kokusunun günlerce gitmediğini yazıyor. Bir sokaktan geçse, mübârek kokusundan, biraz önce o sokaktan geçtiği anlaşılıyordu.

Her sahabî, Peygamberimiz’in mis gibi kokan terini toplamamıştı ama, birçokları tıraş olduğu zaman mübârek sakalından ve saçından bir kıl temin etmek için uğraşmış ve onu teberrüken taşımıştı.

Bunların hepsi siyer kitaplarının yazdığı gerçeklerdir…

Sayın yazar buyursun inkâr edebiliyorsa bunları da inkâr etsin…
Son olarak, sahabenin seçkinlerinin onayından bahseden Sayın Yazar’a bir soru soralım:

Sahabenin seçkinleri, Hazreti Ebû Bekir’in de Hazreti Ömer’in de Hazreti Osman’ın da (radıyallâhü anhüm) halifeliklerini, itiraz etmeyip onaylamışlardı. Bunu siz de onaylıyor musunuz?..



Ali Eren |06.05.2013 18:18 | www.haberkita.com