Gönderen Konu: Sözcük Türetme Laboratuvarında "Kelimelerin Hikayesi"  (Okunma sayısı 12943 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."

Müsafir


Kapı, uzun yolculuğun son noktası idi. Yolun bütün yorgunluğunu omuzlarında hissetti. Derin bir nefes aldı, zile uzandı. Vakit akşam üzeriydi. Zili çalıp çalmamak arasında mütereddit bir halde iç geçirdi. “Yıllar sonra tanır mı beni acaba?”

Nice zaman geçmişti. Yüz yıl önce Balkanlar’dan göçmek zorunda kalmıştı. iki nesil geçmişti aradan. Dostlukları babalarından yadigârdı. Bunlar yıldırım hızıyla aklında deveran ediyordu. “Ya bismillah!” deyip zile bastı. Kapıdan geri dönme korkusu, yerini umut dolu bekleyişe bıraktı.

Merdivenlerden aşağıya doğru yankılanan ayak seslerini işitti. Kapının iç tarafında duran, ardındaki kadar meraklı idi. Kapının kolu kıpırdadı; ama açılmadı. Anahtar iki defa döndü ve kapı aralandı. Evet, tanıyamamıştı onu. Sorma lüzumu hissetti. “Tanışıyor muyuz?”

“Evet tanışıyoruz muhacir dostum, müsafirim ben.”

“Müsafir misin, ‘misafir’ değil mi o?”

“Tanımadın mı, kapı komşusuyduk biz, ikimizde müfâle babından gelmiyor muyuz? Hatırlar mısın, sen muhacir kelimeydin küçükken, hala öylesin. Senin baban benim babama hitaben aynı kalıptan geldiğimizden dolayı ‘Bak müsafir, siz muhacir ile ensar gibisiniz.’ diye bizi kardeş ilan etmişti.”

“Tamam hatırladım; ama mevzuyu tam fehmedemedim. Buyur içeri, etraflıca konuşuruz. Herkes sana ‘misafir’ demeye başladığından beri gıyabında ‘Bu çok değişti bizi unuttu. Bir daha aramaz sormaz, uğramaz buralara’ diye düşünmedik değil.”

Muhacir dostum, kapısını açmıştı. Müsafirdim artık. Müsafirlik hayatımın en güzel giriş manzarası karşımda duruyordu. Beş katlı apartmanın bütün merdivenleri halı ile kaplıydı. Apartmanın girişinde apartman sakinleri ayakkabılarını çıkarıyor, içeri terlikleriyle giriyordu dairelerine. Bu adab-ı muaşeret haline taaccüp ettim, takdir ettim. Merdivenlerin temizliğini her daireden aileler sırası ile yapıyorlarmış.

Muhacir dostum yemek, çay, kahve, meyve hepsinden ziyadesiyle ikram etti. Duasını da ettik. Koyu bir sohbete koyulduk. Tabi ikimizde de atadan kalma bir ilim bereketi var. Arkadaşım:

“Sana niye ‘misafir’ diye hitap ediyorlar. Ben müsafir deyince bazı muhterem zevat bunu tuhaf karşılıyor. Doğrusu “misafir” diye de ilave ediyorlar. Nedir bu meselenin aslı, senden dinleyelim.”

“Şimdi azizim, kendimi takdim edeyim. Tabiki sarf/ kelime bilgisi kuvvetli insanlar beni daha iyi hatırlar. Aslım Arapça üç harfli “sefere” kelimesinden geliyor ki buna sülasi derler. Kamil manasıyla da müfâle babından ismi fail olurum ki “müsafir” diye bu kalıptan çıkarım. Bu babın bütün ismi failleri üç harfli fiillerin evveline bir mim harfi, ötreli yani “ü”, birinci harfin önüne de elif ilave edilmek suretiyle itmam olur. Sefera’dan müsafir olmam sarf/kelime gramer kaidesine göre böyledir.”

“Peki niye misafir doğrudur diye ayak diretiyorlar.” “Devam ediyorum azizim. Asıl manam berr ü bahrda sefer ve seyahat eyleyen yolcu, seyyah demektir. Diğer manam ise esnâ-yı râhda birinin evine konan, konuk, mihman, dayf. Günümüzde ise ziyaret için birinin evine dışarıdan, muvakkaten gelen kimse manasındadır.”

“Misafir demeyi bırak sana konuk diyenler de var.” “Evet misafir diyenler olduğu gibi konuk diyenler de mevcut. Konuk, konmaktan geliyor. Göçebe yaşayanlar bir yere konduklarından, oraya koyak
derlermiş. Konuk, yerleşmiş, göçebe hayatı sonlandırmış manasını daha iyi aksettiriyor. Konar-göçer aileler, çiftlik tarzı hayata geçince, kalıcı yaptırdıkları binaları konak ile tesmiye etmişler. Bu konuk kelimesi en fazla da tv’de kullanılıyor. ‘Değerli konuğumuz, stüdyo konuğumuz’ diye insanlara takdim ediyorlar. Bir de konukseverler var ki bunu hiç tasvip etmiyorum. Müsafirperverliğimize ne oldu da birden konuksever olduk, diye asabileşiyorum.”

“Ona da eyvAllah, biz müsafirperver bir milletiz.

Sana ‘misafir’ demelerinde bir mahzur var mı?” “Sadede gelelim o zaman. Bilirsin ki insanlar bu hayatta hep bir yolculuktadır. Kimimiz ensar kimimiz muhaciriz. Asrı saadetten beri bu böyledir. Şimdi sen benim muhacir arkadaşımsın ya, sana ‘mıhacir’ desem olur mu? Şu otobüsten inmek için kullandığımız “Müsait bir yer”e “misait” desek olur mu? Hatta otobüs yolculuğunda muavinlere “mıavin” desek olur mu? Dili en çok suistimal eden medya bile muhabirine “mıhabir” mi diyor? Biz Müslümanların ramazan ve kurban bayramı var. Onlar için “mıbarek” olsun mu deriz?

Münasip, muvafık, mutabık, murakıp, muharip, muhafız, mülayim, müdahil, münadi, muadil, müsavi, müdafi, muarız, mücahit gibi kelimelerle de mücavir/komşuyuz. Onlar da benimle müfâle babından geldiği için müsafir olarak kalmam hususunda ısrar ediyorlar. Müsafir tebeddül edip giderse hepimiz gideriz, diyorlar.”

“Aslına bakarsan muhacir dostum, harf inkılâbından evvel böyle problemlerim yoktu. Nasıl yazılırsam öyle idim. Okunuşum misafir olsa bile yazılışım müsafir şeklinde idi. Latin alfabesiyle beraber “ü” harfim dejenere oldu. Ancak, aslım da neslim de ak u pak müsafirdir.”

Bu uzun sohbetin ardından muhacir dostumla helalleştim. Her şey için teşekkür ettiğimde bana tebessümle nazar etti:

“Müsafir, on kısmetle gelir birini yer dokuzunu bırakır. Sen de ilminden bize hisse bıraktın, müstefît olduk.”


Ümit YÜKSEL | 02 Ağustos 2013 | İnsan ve Hayat Dergisi


Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Tuna'nın Keskin Kılıncı
« Yanıtla #1 : 02 Eylül 2013, 11:09:18 »
Tuna'nın Keskin Kılıncı



Batıdan doğuya doğru akan Tuna Nehri, serin karanlıkta yol alıyordu. Alpler ve Karpatlar’dan gelen akarsu kolları onu yıllardır besliyordu. Almanya’dan doğup ardından Avusturya, Slovakya, Macaristan, Sırbistan, Hırvatistan, Bulgaristan, Plevne, Rusçuk, Silistre vilayetlerinden geçiyordu. Romanya, Moldova ve Ukrayna’dan Karadeniz’e ulaşıyordu. Karadeniz’e döküldüğü Sulina limanına kadar uzunluğu 2779 kilometreydi. Karadeniz’den sular İstanbul Boğazı’na uğrayıp Marmara’ya öyle geçiyordu. Ardından yedi kıtayı dolaşıyordu. Plevne önlerinde serin karanlığa bakan Gazi Osman Paşa, Tuna Nehri’nin İstanbul’a bu şekilde ulaştığını biliyordu.

“Ah” dedi. “Suya haber salsam ulaşsa padişah’a, kavuşsak zafere.” Pay-ı tahtta ulu hakan İkinci Abdülhamit vardı. O an Padişah da Sarayburnu’ndan Boğaz’a uzunca baktı. Tuna Nehri’nden gelen serin esintiyi hissetti. Osman Paşa’ya inanıyordu, kılıcının hakkını veren bir komutandı. Dili duaya kalbi tevekküle büründü. “Tedbir bizden takdir Allah’tan.” dedi.

Ben, Osman Paşa’nın kınındaki kılıç, bütün bu olanlara şahittim. 1877-78 Osmanlı-Rus harbine iştirak etmiştim. Tuna Nehri’nin en fazla çağladığı mevsimdi bu zaman. Geçtiği yerlere can suyu veren Tuna Nehri “Bir daha ne zaman gelir bu leşker-i gaza ve dua ordusu” hüznüyle akıyordu.

Gazi Osman Paşa’nın kılıcı olmadan önce biliyordum ki birçok merhaleden geçmeliydim.

Sert ve mert olmadıkça komutan kılıcı olmanın bir manası da yoktu zaten. Plevne önlerinde, cenk meydanında at kişnemeleriyle dişe diş başa baş düşmanla mücadele ederken, yıllar sonra adıma bir marş söylendi. “Tuna Nehri akmam diyor/ Etrafımı yıkmam diyor”…“Kılıcımı vurdum taşa/Taş yarıldı baştan başa”

İşte, tam burada başladı benim hikayem, “Kılıç mıydım kılınç mı?” Evet, taşı baştan başa yardıysam “kılınç” olmalıydım ben. Nasıl mı? Etimolojik ve fonetik olarak tahlil edilmem lazımdı.

Ustam beni sıradan bir demir iken aldı. Kızgın ateşte dağladı. Hararetten yandım ha yandım.

Ustam bir taraftan “Olmak için yanmalısın, ham kılıç duvarda gerek.” derdi. Böylece metanetim arttı. Sonra ateşten çıkardı beni. Çekiç ile vurdu da vurdu. Hiç ses çıkaramadım da. Ustam “Keskin kılınç olmak için çok tokmak yemeli” sözünü ikrar edip durdu. Sabırla bilendim. Çekiçle vurdukça şekil aldım. İşin püf noktası ise kızgın ateşten çıkarılıp çekiç ile dövüldükten sonra su verilme maharetiydi. En son merhale dayanılır gibi değildi, yüz dereceyi aşan sıcaklıktayken, Tuna Nehri’nden getirilen buz mu buz suya batırıldığımda “cıss” ettim. Su verilmek suretiyle çelikleştirilmiştim.

Sonra ismim verildi. Arapça “seyf”, Farsça “şemşir”, Türkçe de ise kimileri kılıç, kimileri kılınç diyordu. Kılıç demelerinin kendine göre bir izahatı vardı. Kıl-mak fiiline, -ıç isimden isim yapma eki getirilmek suretiyle bir eşya imal edilmiş oluyordu. Tıkmaktan tıkaç, tokuç da müşabih şekilde türetilmişti.

Bence bu kılıç halim fonetik açıdan keskinliğimi pekiştirmiyor, tahkim etmiyordu.

Diğer izah ise beni düşmanların gözünde daha keskin kılıyordu. Kılınç derken -ınç ekinin isim yaptığı muhakkaktı. Ancak bu -ınç eki ismi daha da pekiştiriyordu. Bazıları buna berkitme (pekiştirme, sağlamlaştırma, tahkim etme) sıfatı da yapar demişler. Bana müşabih “kazanç, kıskanç, gülünç, basınç, inanç, sevinç, korkunç.” gibi kelimelerde bir meşakkat/zorluk, pekiştirme var. Mesela “helal kazanç”, derken helal yollardan para kazanmanın kolay olmadığı -anç seslerindeki vurgudan anlaşılabilir. “Gülünç” duruma düşmekte -ünç eki, hadisenin tebessüm etmekten çıkıp başka bir hal aldığını ifade etmekte daha tesirlidir. “Korkunç” kelimesinde korkma durumunun ileri derecede olduğunu anlamak bu -unç te’kidi ile mümkündür.

Şimdi gelelim kılınç olma meseleme. Kaynaklarda kılıç ve kılınç da yazıldığım vakidir. Şunu fehmetmek lazım ki Tuna Marşını söylerken “Kılıncımı vurdum taşa” diye söylemek, devamındaki “Taş yarıldı baştan başa” ifadesini daha keskin ve daha tekid edecektir. Kılıcın taşı bir hamlede yardığı -ınç aks-i sedasıyla kulağa daha iyi gelecektir.

Hissî mevzularda kılıç diye kullanmak ifadedeki inceliği daha iyi anlatacağı gibi, meramın sert şekilde ifade edileceği Plevne gibi cenk meydanlarında kılınç denilmesi benim hoşuma daha çok gidiyordu. Bu arada kalemin kağıt üzerindeki sesi ile kılıcın savaş meydanındaki sesinin benzerliği dikkatimi çekti. Boşuna dememişler “Kalem kılınçtan keskindir.” Kılıcın en keskin halinden bile kalem daha üstündür. Kılıç ve kalem ehli olanlar bilirler ki “Kalem yazmadan kılıç kıpırdamaz.”

Tuna Nehri’nde başlayan maceramın kalem ile son bulması tesadüf değil elbet. Kılıcı çelikleştiren su, kalemi yetiştiren ağaca da can veriyordu. Er için, kaleme sarılmakla “kılınca” sarılmak arasında bir fark yoktu. Gazi Osman Paşa’nın kılıcının hakkını verdiğini müşahede ettim. Kaleminin de hakkını vermesi, kalem ehline nasihatimdir.

“Kaleminiz keskin ola… ”


Ümit Yüksel | 02 Temmuz 2013 | İnsan ve Hayat Dergisi

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
'Şehir'den 'Kent'e Göç Var
« Yanıtla #2 : 18 Eylül 2013, 10:59:37 »
'Şehir'den 'Kent'e Göç Var


Mevsim, “Ayva sarı, nar kırmızı sonbahar.” Rüzgâr, yaprakları birer birer yere düşürüyor. İhtiyar amca, evin ön tarafına düşen kuru çınar yapraklarını her gün tek tek yerden topluyor, bir kenarda biriktiriyordu. Yapraklara bu kadar ihtimam ve itina göstermesini ise en küçük torununa anlatırken, “Çınar ağacının yaprağının şekli Arapça Allah lafzının yazılışına benzer. Kimse bu yapraklara basmasın, hürmetsizlik olur.” diyordu. Yıllardır şehirde yaşamış, o kültürde yetişmiş o kültür ile beraber köye yerleşmişti. Şehrin hakiki manası hayatına sirayet etmişti.

İhtiyar Amca, ekin-harman, meyve-sebze bütün kış hazırlıklarını ev hanesi ile hasat ederdi. “Ne varsa bu kara toprakta var.” derdi. Bereketli hasadın ardından göçler başlardı. O hasadı toplarken yapraklar, göçmen kuşlar ve talebeler yola koyulurdu. Çehrelere sonbaharın sarı soluk rengi çökerdi. Anneler çocuklarının çantasına dua, babalar da ceplerine bir miktar para koyarak ilim tahsili için şehre gönderirlerdi. Bu göç tablosunun en kesif yaşandığı en eski yerlerden biriydim ben. Yani, köydüm.

Köy olarak göçlerin yaşandığı sonbahar, hüznümdür benim. Şimdi kent diyorlar, yıllardır göç verdiğim şehirlere. Biz bütün köylerin hayali zaten şehir olmaktı. İhtiyar amca gibi hassasiyetleri olan insanların yaşadığı belde olmak.

Şimdi onların da sayısı azaldı. Çünkü insanlar şehre göç etmiyordu artık; ama kent kuruyorlardı. Bu kent, hep kendine yontuyordu, şehirleri işgal etmeye başlamıştı. Zahireler toplanıp şehre yolculuk başlayınca ben de şehre haber saldım, “Bu kent nereden zuhur etti diye?” yola koyuldum. Gördüm ki çoğu şehir kentleşmeye yüz tutmuştu. Şehirle dertleşmeye başladım. Sordum şehre “Bu taaccübe tezat binalar da ne oluyor. Senin ilk mana taşın nerededir?”

Şehir cevap verdi. “Fransızca borg, Yunanca polis, İngilizce city, site ve urban farklı dillerdeki adımdır. Lakin şehir ‘Kale ve surdan müteşekkil duvarlarla çevrili, rakamlarla nüfusu ifade edilen insan yerleşimleri’ gibi tariflerle hapsedilemez.

Aslım Arapça, Medine’dir benim. Medeniyet ile eşdeğerim. İslam’ın ilk şehri Medine, yani sistemleşmenin, bilginin ilmin medeniyetin ilk teşekkülüyüm. Medineleşmek, medenileşmekti sonra bütün şehirlere timsal oldu Medine. Hepsi birer ilim medeniyeti beşiği şehirler kuruldu: Bağdat, Şam, Horasan, Merv, Buhara, Konya, Bursa, İstanbul. Bu şehirler âlim yetiştirdi, medeniyeti geliştirdi. Şehirle birlikte yer adları kuruldu. ‘Alaşehir, Viranşehir, Nevşehir, Kırşehir, Suşehri, Gülşehri’ Bu arada şehir Farsça bir kelime; lakin lisanımıza o kadar yerleşmiştir ki söküp atmak kabil değildir.”

Köy, şehri görmenin heyecanı ile kentin ne olduğunu anlatmaya başladı:

“Kentin ilk manası benim. Yani, kentin ilk manası köy, kır, mezra demek. Tabi kendisinin Farsça’nın antik bir kolu olan Soğdça’dan geldiğini unutmuş olmalı. Kent, aramıza soğuk taş duvarlar gibi girdi. Benim şehir olma hayalime nasıl betondan setler çekti?”

Şehir meseleyi izaha koyuldu: “Öz Türkçe adı altında lisanı tahrip edenler, şehri Türkçe bir kelime zannettiler. Onun yerine Soğdça kent kelimesini gökdelenler gibi lisanımıza ikame etmeye çalıştılar. Kent kelimesinin şehirleri talan edişi işte bu lisanımız üzerinde taş üstünde taş koymama faaliyetleri esnasında peyda oldu.”

“Türkçe’nin ilk devrinde Türkistan coğrafyasında kent kullanılması normaldi. Azerbaycan’da köy için
‘Bunlar şehirlerimizin kentleridir.’ diye köy manasını muhafaza ediyor. Lakin bizim ellerde kent istilası her yerde. Atakent, Yenikent… Kentsel dönüşüm, kent soylu…”

Mütecânis zannedilen bir kelimenin tegayyürü ihtiva ettiği mananın değiştiğine şahit oluyordum. Yıllardır şehir olma hayali ile yaşarken benim gibi köy demek olan kentin, şehrin yerini almasını mizan-ı akla vurdum. Şehre hâkim bir tepeye cülus ettim. Kent ile şehrin, mazi ve muzarideki manasını tefrik etmeye çalıştım.

“Şehir doğuludur, yani İslamî bir vasıf taşır, medeniyet ile beraber zikredilir. Kent, batılıdır, uygarlık gibi sonradan türetilmiştir. Şehir ilimdir, kent ise bilgi. Kentsoylular için bilgi güçtür, şehirliler için ilim hikmettir. Şehir, manevi hassasiyetler üzerine inşa edilirken, kent maddi rantların ve kaygıların gölgesinde büyür. Şehir, kente dönüştürülürken mahalle, sokak, pazar, çarşı gibi tarihi binalar dışarıda öksüz kalır. Kentte güvenlik kaygısı içinde korunaklı binalar yapılırken şehir aynı safta bulunanların samimiyetini aksettirir. Kent, alışveriş merkezlerinin etrafına kurulur. Şehirler ise camiler etrafında yeşerir.”

Şehre hâkim noktadan bakınca kent ve şehir böyle görünüyordu. Kent, damdan düşer gibi hazır beton yığınlarının kısa zamanda dikilen gösteriş budalası binalarıydı. Tüketime dayalı sanayi çarkının bir parçasıydı. Şehir huzur ile yâd edilirken kent hayata kaygı ve karmaşa ile bakıyordu. Şehri son defa temaşa ettim. Şehir baştanbaşa sistemleşen bir medeniyet, kent ise sonradan dikte edilen bir uygarlığı sembolize ediyordu. Şehirle vedalaşma vaktiydi.

Mevsim sonbahar, hafif bir esinti, ufukta güneş göz kırpıyordu şehre. Bu manzara eşliğinde aklıma şair Nedim’in beyti geldi:

“Bu şehr-i sıtanbul ki bî-misl-ü behâdır/Bir sengine yekpâre Acem mülkü fedâdır” beytindeki şehir, kent kelimesi ile tek kalemde yıkılmaya teşebbüs ediliyordu. Sonra şehir Beyefendisi İhtiyar Amca aklıma geldi. Onun zamanında herkes aynı şehirden manasına “Hemşehri” diye hitap ederlerdi. Kentsoylu hiç kimse kente bakıp da birbirlerine “Hemkentli” diyemezdi.


Ümit YÜKSEL | 04 Eylül 2013 | İnsan ve Hayat Dergisi

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Yazar mı Yazmaz mı?
« Yanıtla #3 : 12 Ocak 2014, 01:47:20 »
Yazar mı Yazmaz mı?


Günlerden cuma, vakitlerden akşamdı. Şehzadebaşı’ndan Çemberlitaş’a doğru yürüyordu. Tramvayın gürültüsüne maruz kalan İkinci Mahmud türbesine yaklaşmıştı. Duasını yaptı, çantasını eline aldı.

Beni ilk defa İkinci Abdülhamid’in türbesine bakan tarihi binanın camında görmüştü. Veya ben onu türbenin önünde görmüştüm. Yahut birbirimizi aynı anda görmüştük. Beni aklına orada takmıştı ya da aklına orada girmiştim. Müteessir olmaktan ziyade taaccüp ile nazar eyledi bana. Manamın derinliğini tefekkür etmeye çalışıyordu. Belki de tashih edilmesi icap eden bir kelime olarak görüyordu.

Ben kim miydim? Karlı bir günde dört köşemden tarihî bir mekanın penceresine çift taraflı bantla yapıştırılmış, “yazarlık atölyesi” yazan bir ilanın üzerindeydim.

“Yazarı” ilk burada keşfetmiş. “Ne demek bu yazar?” diye kendine sormuştu. İyi bir yazar olmak için her cuma buradan atölyeye giderdi. Aklından bir sürü şey süratle geçmişti. “Tamam yazar olayım da bu yazar ne demek, nereden gelir, nereye gider, yok mudur bunun bir mazisi?” sorularını şimşek gibi sıralamıştı. Hemen yazara müteşabih kelimeleri saydı. Yazarın yazıcı, yazarkasa gibi kelimeleri çağrıştırması dikkat çekiciydi. Yazar, sadece yazar mıydı?

Yapıştırıldığım pencerede gelecek cumayı beklemeye başladım. Yazar adayı mutlaka yine geçecekti. Zaten başka kimsenin de dikkatini celbetmemiştim. Bu defa, nereden geldiğime dair bir şeyler bulmuştu.

Aslında biz beş şekilde tesmiye olunuyormuşuz: Musannıf, muharrir, müellif, edip, münşi. Nasıl olduysa bizi gümbürtüye getirip beşimize birden yazar demişler. Beş kişinin yaptığı bir işi, yazarın tek başına yapması mümkün mü acaba? Sonra da diyorlar; ortalıkta kaliteli yazar yok. Yazar tek başına kaldırabilir mi o kadar yükü!

Bir hafta daha geçti. Artık ilanım yağmurların etkisiyle nemlenmiş, yazım siliniyor, eskiyordu. Tramvaylar ise, durmak bıkmak bilmeden geçiyordu. Muhtemelen bu hava şartlarına bir hafta daha mukavemet gösterebilirdim. Yazar adayı, beş kelimeyi şerh etmeliydi ki buralara kadar nasıl geldiğimi öğrenmeliydim. Evet, beni tahlil etmiş, aslıma rücû etmem için diğer kelimeleri de zihnine ikame etmişti. Bunu bakışlarından anlayabiliyordum, zeki çocuktu. Kesin, yazı atölyesindeki hocasına sormuştu. Beş adımı tek tek ezberlemişti:

Muharrir derlermiş bana; yazan, tahrir eden, kâtip, gazetede yazı yazan manasında. Şeyh’ül muharririn, yaşadığı zamanın en büyük yazarı demekmiş..

Müellif derlermiş ki ülfetten gelirmiş. Te’lif eden, kitap tertip eden, kitap meydana getiren manasında. Farklı kitaplardan malumatları bir araya getirip bilgiler arasında ülfeti sağlarmış.

Musannıf derlermiş, bir ilmi sınıflandırıp, tasnif ederek kitap yazan manasında. Bu musannıf, kitaplardan bilgi toplama ihtiyacı hissetmeyecek seviyede, ilminde mütebahhir alimmiş. Dinî kitapları kendi sınıfına göre yazanlar için söylenilmesi daha muvafık imiş. Mesela, Arapça nahiv/cümle bilgisi kitabı olan Avamil’i yazan zât için, bu kitabın musannıfı İmamı Birgivî Hazretleri denilirmiş.

Edip derlermiş; edebiyatçı, güzel, sanatlı söz söyleyen veya yazan manasında. Edepli, terbiyeli söz söyleyene de çok edibane yazıyor derlermiş. Edip ifadesi umumiyetle şairlere atfedilirmiş. Hiciv şairi Nef’i de böyle edibane bir söz ser detmiş:

“Akla mağrur olma Eflatun-ı vakt olsan dahi
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mektep ol’’


İzah etmek lazım ise, şair burada der ki; “Eflâtun kadar akıllı bile olsan, kibirlenip büyüklük taslama! Kâmil bir edîb ile karşılaştın mı, küçük bir mektep talebesi gibi ol, onun feyzinden, ilminden istifade etmeye çalış!”

Bir de münşi varmış. Neş’et kelimesinden gelen. İnşa eden, yapan, iyi nesir yazı yazan adam manasında söylenirmiş.

Asıldığım ilanın mekanla reklam sözleşmesi bir aylıkmış. Bu, son haftanın son cumasıydı.

Bizim genç yazar biraz daha ileri gitmiş “Hocasına yazarlığın sırrı nedir?” diye sual eylemiş. Hoca da “Bizde yazar yoktur.” diye beni inkar etmiş: Yazardan önce alim olmak gerek. Her alim, yazar olabilir; ama her yazar, alim olamazmış. Bilmek, yazmaktan evvel gelirmiş. Sonra amil olmak, sonra da amel etmek lazım ki yaşadığını yazabilesin. Satırdan önce sadrı doldurabilesin ki samimiyetin satırdan sadra intikal edip gönüllere ilaç olsun. Yoksa gönül tarlasını zehire döndürürsün.” Mevzu ile alakalı çok kelam etmiş. Gururuma dokundu biraz. Sonra düşündüm ki, çok da doğru söylemiş.

Bir de Osmanlıca cümle kullanmış. “İlk önce teallüm, sonra tefekkür, ardından yazmaya tenezzül etmek icap edermiş.”

Dedim ya, bu ayın son cuması. Hafiften kar atmaya başlamıştı. Gün batıyordu. Birazdan beni de buruşturup atarlar bu tarihi mekandan. Ama burada durmam iyi oldu, çok şey öğrendim. Yazar adayı ile beraber bir ayda hayli mesafe katetmiştik. Tramvay bu defa Çemberlitaş’tan Şehzadebaşı’na doğru gidiyordu. Bu tarihi mekanların arasına tramvay yapmak, tam da bir travma, diye de söylenmedim değil. Bir aydır buradayım, tramvay geçerken zangır zangır titriyorum.

Bizim yazar adayı ise az ilerde Sultanahmet medanına çıkan Yeniçeriler Caddesi’nde Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nin maksadına mugayir kullanıldığını yeni fark etmişti. Tramvay, türbe, medrese ve ben; tarihi mekanda asılı “Yazar” ibareli Yazı Atölyesi, yazar adayımızın zihninde şu edibane nazmı oluşturmuştu:

Cumamız pazar oldu
Ne olduysa azar azar oldu
Edip, musannif, muharrir, müellif, münşi
Hepsi birden “yazar” oldu


Ümit YÜKSEL | 03 Ocak 2014 | http://insanvehayat.com/yazar-mi-yazmaz-mi/

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Sözde Ucuz Fiyatta Pahalı 'Outlet'
« Yanıtla #4 : 18 Nisan 2014, 11:39:58 »
Sözde Ucuz Fiyatta Pahalı 'Outlet'


Piyasada, her daim moda üzerine dedikodu kabilinden, rivayetler dolaşırmış. Her sene bir renk moda olurmuş yahut yapılırmış. Bu senenin modası da okyanus yeşili imiş. “Kiminin okyanusu az, kimi fazla yeşil.” diye üzülenler mi dersin, bir küçük beden elbise bulamayınca evladını kaybetmiş gibi yüzünü asanlar mı dersin. En çok da benim olduğum mağazalarda vuku’ buluyordu bunlar. Zaten olmadığım mağaza da kalmamıştı.

Bulunduğum mağazalara, akvaryumdan çıkıp da okyanusa dalan balıklar gibi girilmesine hep taaccüp ediyorum.

Hikayeye mevzu olan moda hastalarını, en fazla vitrin/ camekanlardaki indirim yazıları celbediyordu. indirim yazısı, mağazanın isminden sonra bâki kalan unsurlar arasındaydı. Ben ise ‘postmodern’ denilen yıllarda her türlü mağazanın tabelasına ilave edilivermiştim. Yüksek rakımlı avm’lerin bil-hassa elbise mağazalarının bir numaralı kelimesiydim.

Sözü fazla uzatıp, ukalalık yapmak istemem. Kendimi takdim edeyim size: Kitabet itibariyle ‘outlet’, hitabet esnasında ‘autlet’ olan, manası kendinden meçhul bir kelimeyim.

insanlar beni görüyorlar, okuyorlar; ama tam manasıyla bilmiyorlardı. Akıllarında sadece “ucuz” manasında yer işgal etmiştim. O kadar ucuz bir kelime miydim? Bütün mağazalara haber saldım. insanların akıllarında olan mana ile hakiki manam arasındaki uçurumu ifşa etmek istiyordum.

ingilizcede ‘Pazar, çıkış, satış yeri, açılma fırsatı” gibi manalara geliyordum. ingilizcenin tahakkümü altındaki yerlerde “outlet center” çıkış yeri olarak tabelalara asılıyorum. Fabrika satış mağazası manasında da kullanıldığım vakidir.

Türkçeye ithal bir kelimeydim. Ticarî bir kaygının ürünü oldum. Seri sonu ürünler, vitrinde kullanılmış, iade edilmiş, defolu hasarlı ürünler, ikinci kalite, ihraç fazlası gibi ticarî manalara maruz kaldım.

Ucuz alışveriş sinyali veriyordum insanlara. işin tuhaf tarafı her markanın bir ‘outlet’i olması gerekirken hemen her ilde ve avm’de outlet vardı. Yıllanmış bir ürünü, üzerine bir çizik atıp ‘fiyatı 299 liradan 199 liraya düşürmek de bir ‘autlet’ hilesiydi.

Ucuz manasına hamledilip insanları alışverişe teşvik için kullanılmıştım. Nerde ‘autlet’ orada ucuzluğu ifade eder hale geldim. Diğer mağazalardan aldığım istihbarata göre fiyatlarım çok da ucuz değildi. Anladım ki müşteri çekmek için yem niyetine tabelalara konulmuştum.

Outlet ile insanlar elbisenin ucuz olacağı zannına kapıldı. Dikkatimi en çok da şekle ehemmiyet veren, keyfiyeti görmezden gelen, israfın adını tüketim ile değiştiren nev-zuhur hayat tarzına meyilli insanlar çekti.

Oysa bu dil coğrafyasında benim gibi bir kelimeye ucuz manası yüklenilip pazarlama ve tüketim taktiği şeklinde sunulacağı aklımın ucundan geçmezdi. Zira elbise, libas, kisve hususunda insanı teraziye koyan güzel sözler, misaller bu topluluğun hafızasında varmış zaten. Bunları söylemek bana düşmez; lakin yeri gelmişken susmak da bana yakışmaz. Outlet olarak birkaç tanesini müsaadenizle hatırlatayım:

Vakti zamanında merhum Nasreddin Hoca “Ye kürküm ye.” fıkrasıyla kıyafete dikkat çekmiş. Benim oradan aldığım ders: Kifâyet olmadan kıyafete kıymet verilmesi, makbul değilmiş.

İmam-ı Gazali Hazretleri, Kimya-yı Saadet adlı eserinde “Dünyanın aslı üç şeydir: Yemek, elbise ve ev edinme.” diye yazmış. Ve ehl-i tasavvuf meclislerinde bu elbisenin, libas-ı takva; yani, takva elbisesi olduğu söylenirmiş.

Ulvî mahlaslı divan şairi Bursalı Hüseyin, bu denî dünyayı gardıroba teşbih etmiş.

Gurur etme libâs-i fahr ile ömrüm cihandır bu

Kabâ-yî cismini kor bunda herkes camekândır bu


Beyti, ilmim iktizasınca şerh etmem icap ederse şu mana daha muvafık olur: “Ey ömrüm, içinde bulunduğun yer fânî bir cihandır; öğünme elbisesi giyip de mağrur olma. Bu dünyâ, bütün fânilerin, sırtlarındaki elbiseleri çıkarıp teslim ettikleri camlı bir esvap dolabından/gardıroptan başka bir şey değildir.”

Nüzhet mahlaslı divan şairi Rıdvan Paşazâde ise Nasreddin Hoca misali ‘Zât olmadıkça libas bir kıymet ifade etmez.’ manasında bir beyit serd etmiş:

Zât olmadıkça fâide vermez nizâm-ı hâl

Lât ü Menât’a revnak ü zîb-i kaba abes


Şair, telmih sanatı yaparak cahiliye devrini bir beyitte çok iyi resmetmiş.”İnsanın kendinde bir cevher olmadıkça, üstündeki muhteşem elbisenin hiçbir faydası yoktur. Putperestlerin, cahiliye devrinde Kâ’be’ye diktikleri Lat ve Menat isimli putları altınlar ve gümüşlerle süslemeye çalışan gafiller idrâk edemiyorlar ki, bu ziynetler Lat ve Menat’ı yine âciz ve nâciz birer put olmaktan kurtaramamıştır.”

Bu kadar kelam, arif olana kâfîdir zannımca. Her ne kadar, cebinizdeki parayı çekmek için ucuz manasında outlet olarak yazılsam da bir söz ile kendimi tanıtmaya hitam vereyim:

Paranız çok olmasa da outlet’in tam ne manaya geldiğini bilmeseniz de ilk intiba için bu sözü kulağınıza küpe etmenizi isterim: “İnsanlar kıyafetleri ile karşılanır, fikirleri ile uğurlanır.”


Ümit Yüksel | 11 Mart 2014 | http://insanvehayat.com/sozde-ucuz-fiyatta-pahali-outlet/

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
İmeceden Hayır Çarşısına
« Yanıtla #5 : 12 Haziran 2014, 10:54:52 »
İmeceden Hayır Çarşısına



Eski bir harman yerinde, yabani armut ağacının gölgesine oturup o bereketli yıllarımı yad ediyorum. Madde ve manamın alın teri ile yaşandığı ve yaşatıldığı günlerdi. Kuzey yarım kürede yaz, güney yarım kürede kış mevsimiydi. 36-42 kuzey enlemleri arasındaydım. Hasat başlamıştı. Ekinler, biçildikten sonra develerle harman yerine getirilirdi. Deste deste dizilirdi. Sap samandan, tane kılçıktan ayrılırdı. Muhtemelen ailenin en ihtiyarı ve tecrübelisi şunları söylemişti:

‘Her insan yedi göbek nesebini bilmesi lazım. Bunu, nesep ile övünmek için değil de nereden geldiğini nereye gittiğini bilmesi için icap eder. Bilirsiniz ki evlilikte de nesebi temiz bir aile olmasına ihtimam gösterilir… ‘ Sadede gelirsek dört nesil evvel çok canlı hareketli bir kelime imişim. Darda – zorda kalanlara hep ben yetişirmişim. imece demişler adıma. Hikayem tarım toplumunda saklı.

Sosyolog ve toplum mühendislerinin insanlık tarihini tarım toplumu, sanayi toplumu ve teknoloji toplumu diye tasnif etmediği yıllardı, o zamanlar. Ve de tarımla uğraşan nüfusun azaltılmasının sanayiyi geliştireceği muamması, daha söylenmemişti.

Böyle süslü akademik bilgilere boğmak istemem sizi. Size, gün görmüş, saçına ak düşmüş, yüzünde nur belirmiş dört nesil evvel ihtiyarın, harman zamanını anlatmaya devam edeyim. Yaz güneşinin altında, alınteriyle meydana gelen bir emekten, beraberlikten dem vurayım. O zamanlarda, tan yeri ağarmadan, gecenin serinliğinde ayazlamış su ile yüzünü yıkayarak, abdest alarak güne başlanır, akşam güneşi üzerine batmadan tertemiz yüzlerinde alınteriyle dönülürdü evlere.

Daha akşamdan haber verilirdi. “Yarın Mehmet, Hasan, Ali, Bekir… imecesi var.” diye. imece demek, onların dilinde birlikte yapılacak ve beraberce bitirilecek iş demekti. Seher vaktinin bereketiyle girilirdi tarlalara. Erkekler, oraklar ile kadınları ise hasada yardım edenlere yemek yaparak koşardı tarlalara. Tarlaya ilk önce gelen geçerdi en öne. Elci denirdi ona. imeceye gelenleri o yönlendirirdi. En geç gelene de kuyruk derlerdi. Akşama kadar ne zaman yemek yenilecek, ne zaman mola verilecek hepsine elci karar verirdi. Elci’yi geçmek isteyenler olsa da bu gençler arasında bir yarışa dönüşürdü. Elci, ihtiyar biri ise hürmeten o akşama kadar elciliğe devam ederdi. Zaten her aile reisi kendinden sonra elci olabilecek bir evlat yetiştirmeye gayret ederdi. Bir nevi tasavvuftaki el verme, hasatta usta-çırak şeklini almıştı.

işte o günler böyle günlerdi. Anlat anlat bitmez. Birlik beraberlik, yeni neslin dayanışma, yardımlaşma dedikleri şeydi bu. Yani, imeceydi. Güzel bir manam vardı; lakin nereden geliyordum. Kimileri Türk lehçelerinde ‘üme’ yardım etmekten ‘ümeci’ diye getirmişler. En isabetli tahmin, benim de tasvip ettiğim menşeimi izah edeyim: Arapça ‘âmme’ halk, kamu manasından ‘âmmece’, oradan da imece şeklinde hayat bulmuşum. Umumun yardımıyla ve el birliğiyle görülen işe ıtlak olunmuşum. ‘Emece’ ve ‘mecî’ şeklime kitaplarda rastlayabilirsiniz.

‘Nerde o eski imeceler, imece mi kaldı şimdi?’ diye hayıflandığınızı duyar gibiyim. Siz de haklısınız. Sanayi toplumuna geçtiğimiz fikri ya da tarımda makineleşme ile biçerdöverlerin meydanlara çıkmış olması beni ürkütmüyor. Kendimi tükenmiş, tedavülden kalkmış gibi
hissetmiyorum.

Sizi kermes ile tanıştırayım. Eskilerin imece dedikleri bugün kermes kelimesi ile icra ediliyor. Kermes Flemenkçe’de; pazar, panayır yeri manasında olsa da Anadolu coğrafyasında çok güzel bir manaya bürünmüş. ‘Hayır çarşısı’ ismi ile lisanımıza ne güzel yakışmış. Bunu neye isnat ederek söylüyorsun derseniz ‘Din, üzerine konduğu çiçeğin rengini alan ve kendine yabancılaşan bir Hint kelebeği değildir.’ sözünü söylerim. Din, Kutuplarda Eskimo evlerine de girse Afrika sahralarında da olsa Ekvatorda balta girmemiş ormanlara da ulaşsa kendisini muhafaza eder. Tabi bazı toplum mühendisleri kermesin dinle alakasını kurup bunun tüketimi artırma vasıtası gibi gösterme garabetlerini yazmaktan ar duymamışlar.

Halbuki bilmeliler ki, köylerdeki imece usulu şehirlerde yerini hayır çarşısına bırakmış, iş birlikteliği gönül birlikteliğine dönüşmüş. Bunu görmezden gelmek akıl kârı değildir. Bu sıcakta böyle şeyler düşünmek yoruyor beni. Hem de onca beraber yapılacak iş varken.

Toplum mühendislerinin unuttuğu bir tasnifi söyleyeyim. Onlara göre tarım toplumu toz toprak oldu, sanayi toplumu makineleşti, teknoloji toplumu gününü gün ediyor, paraya para demiyor. Lakin gönül toplumu diye bir topluluk var ki her şeyi imece usulu yaptıklarından ne dünyaya külfetleri var ne de başkasına yük oluyorlar.

Her ne kadar bütün bunları harmandaki armut ağacının gölgesinde düşündüysem de dört nesil evvelki ihtiyarın bir şeyler söylemek istediğini duyar gibiyim.

“İnsanoğlunun yer çekimini bulması için kafasına elma düşmesi iktifa ederken, gönüllerin birbirini çekmesi için gönle rahmet pınarı düşmesi gerekmez mi?”

Bu sıcakta benim de başıma armut düşebilir. Hemen toparlanıp gideyim yeni manamın hayat bulduğu bir ‘hayır çarşısı’nda, soğuk bir şeyler içeyim, ferahlayayım.


Ümit YÜKSEL | 03 Haziran 2014 | http://insanvehayat.com/imeceden-hayir-carsisina/

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Çıbışka
« Yanıtla #6 : 24 Temmuz 2014, 13:10:31 »
Çıbışka


Çocukluğunun ilk bilmecesini Kudret Amca’dan duymuştu. “Çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane.” Sağa sola bakmış, ipucu istese de cevabını hemen bilememişti. Büyüdüğünde ne tevafuktur ki, nar ile alakadar oluyordu. Öyle ki bir müddet sonra ismi Nar Ali olmuştu. Çok iyi nâra attığından ‘Naralı’ da denilirdi.

Zaman geçti Nar Ali büyüdü. İnovasyon dünyasında yerini almıştı. İktisat mecmualarında yılın genç müteşebbisleri arasında gösteriliyordu. Nar Ali işleri büyütmüş Kudret Amca’nın tecrübesiyle kendi meyve bahçesini kurmuştu. Çıbışka adında bir meyve restorantı açmıştı. Fast food/şekerleme ve aşırı çikolata düşkünlüğüne karşı meyve soymaya üşenenler için meyve salatasını tavsiye ediyordu. Mevsimine göre her meyve tabakta hazır bir şekilde sunuluyordu. Bu fikri ile yılın girişimcisi olmuştu. Çıbışka ile adını herkes duymuştu. Dört bir tarafta şubeler açmıştı. Ama Nar Ali’yi meşhur eden nar değil, çıbışkaydı.

Çıbışka, bir Çin yemeği değildi, kapuska hiç değildi. Nar Ali’nin Çıbışka ismini bulması onun hayat hikayesinde saklıydı. Nar Ali’nin çocukluktan çıkıp dini mükellefiyet yaşına girdiği zamanlardı. Yaramazlığa meyyaldi biraz. Evin tek oğlu olmasının da tesiri vardı bunda. Babasının şefkatli olmasını fırsat biliyordu. Ali’yi Nar Ali yapan hadise, bir sonbahar günü vuku bulmuştu.

Yaz bitip, yapraklar sararmaya başladığında 10 dönümlük nar bahçesi kıpkırmızı olurdu. Bahçenin sahibi Kudret Amca, zenginliği nispetinde cömert ve müşfik bir insandı. Nar zamanı kim nar isterse verir, çocukları ise hiç kırmazdı. Küçük çocuklar için narları poşete koyup “Hadi alın bunları, evde size anneniz yedirsin. Elbisenizi kirletirsiniz yoksa.” diyecek kadar da ince fikirli idi.

Başka şeyler peşinde olan Ali ve arkadaşları bir gün Kudret Amca’nın bahçede olmadığı anı fırsat bilip narları sandıklara doldurdular. Sonra mahallenin içinde bu narları, nâra ata ata çocuklara sattılar. Epey de paraları olmuştu. Akşam eve geldiğinde babası Ali’ye:

“Duydum ki ticarete atılmışsın. Nar ticaretine girmişsin, ne kadar kazandın bugün?”

Ali’nin yüzü nar kırmızısı gibi kızarmıştı. Cebinden paraları çıkardı. Bir şey diyemedi:

“Sana iki teklifim var. Birincisi bu paraları harcamadan yarın gideceksin Kudret Amca’dan helallik isteyeceksin. İkincisi ise yüz tane çıbışkaya razı olacaksın?”

Ali, yaptığının doğru olmadığının farkına vardı. Kudret Amca’dan helallik isteyecekti; ama bu çıbışka neydi onu da soracaktı.

Kudret Amca helallik için bir şart koştu bir de hikaye anlattı Ali’ye.

“İmam-ı Azam Hazretleri’nin babası Sâbit bir gün ırmakta abdest alırken, kıpkırmızı bir elma, suyun içinde yüze yüze kendisine doğru gelir. Elmayı alır, ısırır. Sonra da pişman olur. İçine şüphe düşer. ‘Kimse görmese de bu elma helal değil.’ der. Heyhat, az da olsa elmanın suyu ağzına kaçmış, tat bırakmıştı. Elmanın sahibini ırmağı takip ederek bulur. ‘Ya elmanın parasını al ya da hakkını helal et.’ der. Hâlbuki elmayı dalından koparmamış, elma ona kendiliğinde gelmişti. O yine de helallik istemişti. İhtiyar Amca ‘İki yıl bahçemde çalışacaksın. Ondan sonra tekrar düşünürüz.’ der.

Sabit, iki yıl bu ihtiyar amcanın bahçesinde çalıştı. Bu defa da ‘Hakkımı helal ederim; ancak
benim bir kızım var ki, gözleri kör, kulakları sağır, dili lâl, ayağı topaldır, onunla evlenirsen.’ der.

Madem hakkını helal edecek, evlenmeyi göze alırım, der. Evlendirirler. Ancak kız, babasının anlattığı gibi değildi. Gözleri görür, kulağı duyar, dili söyler, ayağı yürürdü. Niye böyle olduğunu, sorduğunda:

‘Kördür, harama bakmaz. Sağırdır, haram dinlemez. Lâldir, dili haram söylemez. Topaldır, dinin haram kıldığı yerlere gitmez.’ cevabını alır. İşte bu evlilikten Numan bin Sâbit yani İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri doğar ve ilmiyle, ameliyle, fıkhıyla, itikadıyla insanlara hidayet yolunda rehber olur.

“Şimdi sana iki yıl bahçemde çalış desem, ahir zaman nesli o kadar sıkıya gelemez. En iyisi nar sezonu bitene kadar bana yardımcı ol, hakkımı helal ederim. Bunu da her haram teşebbüsün bir külfeti vardır, bunu bilmeni istiyorum.”

Ali, Kudret Amca’ya yardım etti. Ama bu kadar vukuatın üstüne çıbışka nedir diye de soramazdı. Nar sezonunun sonunda sordu. Kudret Amca anlattı:

“Çıbışka, nar, erik, elma gibi ağaçların ince sürgünlerinden yapılan ince değnektir. Eskiden yaramaz çocuklar kötü bir iş işlediklerinden hafifçe çıbışka ile yola getirilirmiş.”

Ali yüz çıbışka yemenin manasını anlamıştı. Kudret Amca devam etti:

“Küçüklüğünde sana bir nar bilmecesi sormuştum ya.”

“Çarşıdan aldım bir tane.diye başlayan mı?”

“Evet, o bilmeceyi bir maksat için sordum. Bu dünyayı bir nar gibi düşün. Yaptığın bir iyiliğin mükafatı 1000 olarak karşına çıkar. Eğer bir kötülük yaparsan ki, nar ateş manasına gelir ki, cezası 1000 olarak karşına çıkar.”

“Yeri gelmişken bir de divan şairi Usulî’den söyleyeyim “Vâizin nâr-ı cehennem dediği firkat imiş.”

“Yani.”

“Bunu da sen şerh et… “


Ümit Yüksel | 07 Temmuz 2014 | http://insanvehayat.com/cibiska/

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Dolaptaki Kelime "LUKATA"
« Yanıtla #7 : 12 Ağustos 2014, 15:35:34 »
Dolaptaki Kelime "LUKATA"


Evin dedesi, bulunduğum kitaba son defa bakmış, evladını öpüp koklar gibi bağrına basmış Bir gün seni okuyacak bir nesil elbet gelecektir.’ diye besmele ile, gömmeli dolaba usulca beni bırakmıştı.
İçinde bulunduğum gömmeli dolabın kapağını evin en küçük çocuğu açmak üzereydi. Annesi ‘Yaramazlık yapmadan duramazsın bir beş dakika değil mi?’ cümlesiyle çocuğu, dolabın önünden yere indirdi. Ne kadar da yaklaşmıştı bana. Belki hırpalayacaktı, yırtacak, karalayacaktı ama yıllar sonra gün yüzü görecektim.

Dolabın iki kapağı, ardında tahtadan çevirmeli bir kilidi vardı. Evin en dokunulmaz yerinde ikamet ediyordum. Makus talihim, mekanım, hapsedildiğim yer dededen kalma bir evdeydi. Evin en küçük ama aynı zamanda en yaramazı beni bulur, diye de umutla geçirdim günleri.

1928 yılından beri tek hücreli bir dolaba hapse mahkum edilmek beni içten içe bitiriyordu. Kağıdımın metaneti iyiden iyi azalmış, sayfam kurtçuklara yem edilmiş, göz göre göre ölüyordum. Ama umutluydum, Hazreti Yusuf misali zindanlara atılsam da her şeyi Allah’tan bekliyordum.

Evin annesi bir taraftan ev ile meşgul olurken çocuklarını terbiye ve ilim hususunda eğitmeyi de ihmal etmiyordu. Evin ortanca oğlu yaramazdı biraz. Annesinden babasında izin almadan sağda solda gezer, türlü yaramazlıkla meşgul olurdu. Ama benim için bir fırsattı bu. Çünkü, bu yaramazlık sayesinde evin annesi tarafında telaffuz ediliyordum. Annesi oğlunun kendini kaybedecek şekilde çok gezmesi ve bir iş yapmamasından dolayı “Lokata lokata gezme ortalıkta” derdi. Tabi ‘lukata’ yerine ‘lokata’ demesi beni üzse de bu şekilde ara sıra ismimin geçmesi karanlık dolapta bir muştu gibi geliyordu bana. “Sabret daha ölmemişim, beni bilenler var daha.” diye kendi kendime moral veriyordum.

Yıllar yılı kovaladı. Yaprak yeşile sonra sarıya boyandı. Su buharlaştı, yağmurdan kara döndü. Duvardaki takvimden yapraklar, bir bir koparılıp her akşam okundu. Kayıp bir neslin kayıp bir kelimesi olmak istemiyordum. Ben sadece bu kelimelerden bir tanesiydim. Çoğu kelimenin sürgününe şahit olmak mecburiyetinde bırakılmıştım.

O gece, harflerin değiştirilmesi ile binlerce kitap ölüme mahkum edilmişti. 13. yüzyıldan itibaren yazılan Türkçe eserler, 700 yıllık gelenek inkıtaya uğratılmış, benim gibi nice kelimeler sadeleştirme, özdeşleştirme hareketi ile sürgüne gönderilmişti. Tarihte ne dolaplar çevrilmişti. Evin dedesi, bulunduğum kitaba son defa bakmış, evladını öpüp koklar gibi bağrına basmış ‘Bir gün seni okuyacak bir nesil elbet gelecektir.’ diye besmele ile, gömmeli dolaba usulca beni bırakmıştı. Tek hücreli gömmeli dolapta hep düşündüm “Acaba tarih sahnesinde böyle bir devir daha gelecek, geçecek mi?” Sabrı tesbih, kelimeleri dua yapıp, cümleleri niyaz edip dilimi sukuta yaslayıp bekledim.

Evin dedesi mekanını kabre taşıdı. Baba da torun sahibi oldu. Ortanca çocuk, baba olduğunda kendisi gibi yaramaz bir oğlu ortalıkta cirit atmaya başladı. En küçük çocuğu ise kütüphanelerin tozlu raflarını silecek ilmin peşinden gitti. Ev ise bakımsız kalmış, kedi ve farelerin muharebe meydanı olmuştu.

Günlerden bir gün, yani üç kuşak sonra, bulunduğum mahallede “kentsel dönüşüm” adı altında evin yıkılma kararı geldi. Tarihî bir ev olmasa da tarihe şahitlik etmiş bir evdi. Ahşabın insanı ferahlatan kokusu, evin yazın serinliği burada cildimi bozmamıştı. Hemen yanı başımdaki ambar eskisi gibi buğday ile dolmuyordu. Sedirlerdeki çiviler paslanmış, örümcekler yer yer ağlarını tavandaki köşelere örmüştü.

Kapılar, asırları aralar gibi ardına kadar gıcırdayarak açıldı. Ayak seslerini, kapının
kenarında duran baston yere düşerek tamamladı. Sesler nezaretinde heyecanla bekliyordum kapağın ardında. Bir el uzanacaktı ve beni bu tozlu raflardan çekip alacaktı.

Mevzu şöyle gelişmiş. “Dedenin torunlarından biri yolda bir eşya bulmuş. Çocuk aklınca bunu ne yapacağını bilememiş. Babasına sormuş, babası da ilim avcısı kardeşine durumu arz etmiş. Ancak ilim avcısı kardeşin meseleye cevap verecek kitabı yanında değilmiş. Evin ninesi ‘Dedenizin, gömmeli dolapta kitapları var. Böyle meseleler için lukata hükmü uygulamak lazım derdi. Belki onlar arasında bu meseleye temas etmiş kitaplar da vardır’ diye gömmeli dolaba yönlendirmiş.

Ve bir kelime olarak, bir el sayesinde lügat sahnesine adım atmıştım. Üzerimde Kudurî Şerif yazıyordu. Musannıfı Ahmet bin Muhammed bin Kudûri el-Bağdadî Hazretleri idi. İlim avcısı, Kitâbü’l Lukata bahsini açtı, Arapça olduğu için hızlıca Türkçeye tercüme etti. Hemen yanımda bulunan Büyük İslam İlmihali’nde kerahiyyet ve istihsan kısmında izimi sürdü. Ve manamı, hükmümü söyledi:

“Bir yerde bulunup sâhibi bilinmeyen bir mala ‘lukata’ denir. Bunu o yerden alıp kaldırmaya ‘iltikat’, kaldıran kimseye de ‘mültekıt’ denilir. Lukataları alıp sahiplenmek de haramdır, bu gasb sayılır.

Bir kimse, bir yerde bir miktar para veya eşyâ bulsa, bunu sahibine vermek üzere başkalarını şâhid tutarak alabilir. Sonra bunu münâsip bir sûretle ilân eder ve lukatanın kıymetine göre münâsip bir müddet bekler. Sâhibi çıkar ve sâhip olduğunu da ispat ederse teslîm eder. Çıkmaz ise onu sadaka olarak verir.”

Küçüklüğünde merak ettiği, ancak açamadığı gömmeli dolabı neredeyse yarım asır sonra açmanın tebessümünü taşıyordu. Ben ise bir kelime unutturulunca bir hükmün de zamanla unutulmaya yüz tuttuğunun bariz bir misaliydim.


Ümit YÜKSEL | 05 Ağustos 2014 | http://insanvehayat.com/dolaptaki-kelime-lukata/

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Kendi İle Selfie
« Yanıtla #8 : 20 Kasım 2014, 12:23:29 »
Kendi İle Selfie


Bir insan kendini nasıl çekebilir? Hep düşünüp, kendimle konuşup durdum. Cep telefonunu elime alır kendime doğrultur, kafama denk getirmeye çalışırdım. Çoğu zaman yarım kafa çıkardım. Bazen kendi fotoğrafımı çekmeyi başarır, arkadaşlarım Ben ve Öz’e gösterirdim. Tabi Ben ve Öz, benim kendi çektiğim fotoğrafları saçma bulurlardı. Niye zahmet ediyorsun, biz çekeriz senin fotoğraflarını, burnun, gözün yamuk çıkıyor diye de biraz alaycı konuşurlardı. Bir de Arapçadan Ene kardeşim vardı, o hep ‘enaniyet’ yapma derdi.

Ene’ye hak verdim; enaniyet, kendini beğenme, egositlik, narsistlik gibi kelimeler bu halimi teşhis etmeye yeterli dedim. Kendi kendimi çekmekten vazgeçtim. Lakin bana nispet yapar gibi cep telefonun önüne bir kamera eklemesinler mi, zamanla bunun çözünürlüğünü de artırmasınlar mı! Benim o acayip, garip ve tuhaf halim cereyan olup bütün dünyaya yayılıp enani hisleri kabartmadı mı! Şaşırdım kaldım. Bu hareketi kendim başlatmama rağmen benim ismimi de vermemiş TDK bilirkişileri. Özçekim ne demekse artık, onu da kendi manasızlığı ile baş başa bırakıyorum.

Kendimi takdim edeyim. Türkçede dönüşlülük zamiri olarak kullanılan, adı sıkça değişen hazırlık sınavlarında sorulan öz, ben ile kardeş olan: Kendi’yim.

Bu hadiselerin faili olan Selfie’nin peşine düştüm. Ingitere’ye tek kişilik gidiş dönüş uçak bileti aldım. Hava alanında self-servis diye bir şey gördüm. Bu Selfie’ye benzemiyordu, çayı kendim aldım. Uçakta, yanıma aldığım çeşitli lügatlerden de Selfie hakkında malumatlara bakıyor, diğer diller ile irtibatını araştırıyordum.

Oxford Ansiklopedik Sözlük’te Self; kendi, nefis, öz, karakter, kişilik, bencillik gibi manalara geliyormuş. İngilizce Redhouse’da ise self- ön ek olarak kullanıldığında kendi, kendinden, öz, özün,  otomatik manaları katıyormuş ilave edildiği kelimeye. Mesela, self-ish, self-interest; kişisel çıkar, egoist, bencil, hodbinlik; self-help, kendi kendine yetmenin adı imiş. Selfie ise, kendi kendini cep telefonu ile kol hizasından kafayı görecek şekilde çekmek manasında. Oxford Üniversitesi tarafından 2013’te yılın kelimesi seçilmiş. Bize de bunun karşılığı ne olmalı tasası mı düşmüştü!

Mesele, karşılık bulmak değildi. Kelimenin iç yüzünü, ihtiva ettiği manayı tahkik etmekti. Londra Heathrow Havalimanı’na sabah vakti indim. Tabi beni karşılamaya Selfie gelmemişti. Ne de olsa şöhretinin zirvesindeydi, burnundan kıl aldırmazdı şimdi. O da ne! Arkadaşım Ene ile tevafuken havaalanında karşılaştık. Yıllardır görüşmüyorduk. Gelme sebebimi anlatmama fırsat vermeden o da Selfie’nin sosyolojik tarafını araştırmak için geldiğini söyledi. Self-servis bir çay aldık oturduk masaya.

Ben yeterince araştırdım. Yorma kendini sen, dedi. Meseleyi felsefî bir temele oturtmak gerekirse “Doğu görür, fakat susar; batı, görmez; ancak konuşur.” cümlesi buraya münasip. Görmekten maksat hakikattir diye, şerh etmeli burada.

Niye böyle söyledim şimdi, izah edeyim. Bu biraz fotoğrafları doğru okumak ile alakalı. 21. yüzyılda kameranın, sinemanın ve de fotoğrafın propaganda, ekseriyetle de mahremiyeti öldürmek için bir silah gibi kullanıldığı gerçeğini kabul etmeliyiz.

Ene, allemeyi cihan havasında koltuğuna yerleşti, anlatmaya devam etti, belli ki meseleye vakıftı.

Sana üç kıtadan üç misal vereceğim. ilk misal Asya kıtasından. ABD’li fotoğraf muhabiri Steve Mccurry Sovyet ve Afganistan savaşında 1984 yılında Pakistan mülteci kampında bir Afgan kızın fotoğrafını çeker. 1985 yılında National Geographic dergisinde savaşın acılarını yansıttığı için her yerde bu savaşın fotoğrafı olur. 2002 yılında aynı kadının fotoğrafı çekilir ve isminin Şarbat Gula olduğu öğrenilir. Zihnimizde Afganistan savaşında bırakılan kare budur. Bu Afganistan’ın başkası tarafından çekilen selfiesidir.

ikinci misal Afrika’dan. Pulitzer Ödülünü duymuşsundur. Yahudi kökenli Joseph Pulitzer adlı bir gazeteci tarafından kuruldu. Newyork’ta, Columbia Üniversitesi tarafından veriliyor. 1994’te
Pulitzer ödülü kazanan Kevin Carter’ın çektiği fotoğrafta, Sudan’da aç bir çocuğun ardında akbaba beklemekte, çocuk ise Birleşmişler Milletler kampına gitmeye çalışmakta. Tabi çocuğun akıbetini bilmiyoruz. Kevin Carter ise aynı yıl arabasının içine egzoz vererek girdiği bunalımdan intihar eder.

Üçüncü misal Amerika kıtasından. Yine bir Pulitzer Ödülü ve savaş. ABD savaş uçakları 1972’de Vietnam’da bir sığınağa saklanan insanların üzerine Napalm bombası atar. Patlama sonrası acı tabloyu Nick Ut adlı fotoğrafçı fotoğraflar. Savaşın bu karesiyle kendisine Pulitzer Ödülü verilir.

“Tamam da Ene, bunları niye anlatıyorsun. Sadede gelsen.”

“Diyorum ki, yıllardır sanki Batı, Doğu’nun her halini çekmek için fotoğraf makinesini icat etmiş. Ödüllerini bile çoğu zaman kendi savaşı ya da başkasının savaşından vermiş. İnsan sormadan edemiyor. Ödül fotoğrafa mı yoksa fotoğrafçıya mı? Ya da niye böyle insanın içini karartan, umutsuzluğa düşürülen fotoğraflar derece alır da bu fotoğraflara sebep olan esas saikler, failler fotoğraf makinesinin arkasında, kadrajın dışında durur? Ben de anlamış değilim.”

“Tamam, anladık da bu mevzunun Selfie ile alakası ne?”

“Fotoğraf makinesi ile yıllardır başka milletler hakkında kötü intiba verdirecek fotoğrafları hafızalara kazıdılar. Afganistan deyince gözlerinden korku fışkıran bir kız, Afrika deyince kara kıtada akbabalara yem edilmiş çocuklar ve Vietnam deyince savaşla korkutulmuş bir nesil kalmıyor mu aklında. Şimdi selfie ile kendileri hiçbir şey yapamamış, hiç bir şey yokmuş gibi kendilerinin mutlu mesut hallerini, zevk u sefalarını paylaşan bir akım salmadılar mı dünyaya.”

“İşte bunu iyi dedin, konuşma uzadı, var mı ilave edecek sözün? Uçağını kaçıracaksın. ”

“Mecbur kalmadıkça fotoğraf çektirme. Çünkü, kötü bir iş içinse şahit tutmuş olabilirsin, hayırlı bir iş içinse riya ve kibre fırsat verebilirsin.”


Ümit YÜKSEL | 08 Ekim 2014 | http://insanvehayat.com/kendi-ile-selfie/

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Sözcük Türetme Laboratuvarında "Kelimelerin Hikayesi"
« Yanıtla #9 : 16 Şubat 2015, 12:46:54 »
Sözcük Türetme Laboratuvarında "Kelimelerin Hikayesi"



Hikâye şudur ki, dilden dile dolanır, günümüze ulaşır. Hayatlarında pek kuş görmeyen köylüler çok bilen adamın birine leylek getirirler. “Sen çoğu şeyi bilirsin, bu nasıl kuş?” derler. Adam çok bilmiş edasıyla “Bu nasıl bir şeymiş öyle?” der. Ve devam eder:

“Şu bacaklar ne uzun değil mi! Gaga çirkin, kocaman boynu da var! Kırpayım biraz da zarif olsun.”

Evvela leyleğin boynunu keser, yarısı kalır. Bir vurur, sonra bacaklar kısalır. Leyleği gösterir hâziruna ve yüksek sesle sorar.

“Bakın, şimdi kuşa benzedi değil mi?”

İşin sonunu baştan size tahkiye ettim, ancak ben leyleğe benzemem, kuş da değilim. Benim adım ‘kelime.’ Çocukları dünyaya leylekler getirmediği gibi kelimeleri de getirmedi. Fakat ‘ideolojik takıntı’sı olanlar leyleği ‘bu kuşa benzemiyor’ diye kırpar gibi beni de lime lime kırptı, ‘sözcük’ yaptı.

Leylek ile alakam sadece mevzunun anlaşılması içindir. Beni kırpıp sözcük yaptılar ya, sözcük kelimesine hiç alışamadım. Bir de ‘ikizsiniz müteradif/eş anlamlısınız’ diyorlar. Hayır efendim, ne münasebet, ben Arapçadan geliyorum, o ise ‘sözcük türetme laboratuvarı’ndan geliyor. Sözcük’ü rencide emek değil maksadım, meselenin aslını tespit etmektir. Söylemek istediğim, ikimiz aynı şeyi ifade etmiyoruz. Galiba yeterince ikna olmadınız, lügat açalım o zaman. Bakalım ben “kelime” olarak lügatlerde nasıl tarif edilmişim.

“Kelime; manalı lafız, ifade-i meram için kullanılan sözlerin her biri, söz, lâkırdı, kelam.

Sarf ilminde kelime; isim, fiil ve harf olarak üçe ayrılır. Cem’isi; kelimât, kelim’dir. Mevsûku’l-kelim; sözüne inanılır, mutemed. Nâfizü’l-kelim; sözü geçer, nüfûzlu.

Bir de asırlardır deyim ve atasözlerinde nasıl yer bulmuşum onu görelim.

“Kelime-be-kelime; her sözü ayrıca ve hiç birini atlatmaksızın tercüme etmek. Kelimeleri tartarak konuşmak, kelimenin tam anlamıyla, kelimeler boğazıma dizildi, kelime hazinesi…”

Haydi gösterin, sözcük ile alakalı bir deyim atasözü, var mı? Bu ‘sözcük’ün, ‘sözcük türetme laboratuvarı’nda üretilen daha toy bir kelime olduğunu göstermez mi?

Olsa olsa ben ‘kelam’ ile müteradif olurum, onu kendime yakın sayarım. Beni dilin dışına attığınızda kelam gibi bir kelimeye de uzak kalacaksınız. Kelamdan uzak kalanlar “Kelâm-ı kadîm; Kur’ân-ı Kerim. Önce selam sonra kelam. Kelam kelamı açar. Kelamın fizza ise sükûtun olsun zehep. Hasıl-ı kelam. Kelam-ı kibar. Kelamında mefhum yok.” tabirlerini duyunca ne diyecektir.

‘Amma da mübalağa ettin, kendini de bu bahane ile medh u sena ettin’ diyebilrisiniz.

O zaman kelimelerden kuvvet alarak, dünya edebiyatından size bir misal arz etmek isterim.
Maksim Gorki edebiyat dünyasında yerini almadan önce, fırıncı çıraklığı yapar. Akşamları boş kalınca Tolstoy’un bir hikâyesini okumaya başlar. Roman öyle tesir eder ki kendisine, acayip bir ruh haline bürünür. Kâğıdın içinde sihirli bir şey mi var, diye kağıdı havaya kaldırır, bakar da bakar. Tabiî beyaz sahife üzerinde siyah harflerden başka bir şey görmesi ne mümkün! O fırıncı çırağı Maksim Gorki’yi ve bütün saf okuyucuları kendisine çeken şey, beyaz sahife üzerinde yazılı kara kelimelerden başka bir şey değildir.

“Harfler, seslerin işaretleri, remzidir. Kelimeler ise seslerden teşekkül eder. Yazılı veya sözlü işaretlerle, göz önünde bulunmayan her şeyi göz önüne getirebilir.”

Gelelim şimdi yanıma ikame edilmeye çalışılan, müteradifim olduğu söylenen ‘sözcük’e. Evvela şu nazariyeyi hatırlatayım: Kelimeler, fen ilimlerinde olduğu gibi laboratuvarda üretilmezler, geliştirilmezler, büyümezler. Tarihin seyri içinde tabiî seyrinde gelişirler veya değişirler. Nasıl bir ırmağın yatağı değiştirildiğinde o ekosistemde yer alan canlıların hayatı tehlikeye girerse, dili ve kelimeleri de suni yollarla değiştirmek bir milletin felaketine sebep olmanın ta kendisiymiş.

Türkçenin dil coğrafyasında, Osmanlı devrinden sonra bir “sözcük türetme laboratuvarı” kurulmuş, kelimelerin genetiği ile oynanmış. Sözcük de bunlardan biridir. -cık, -cük küçültme eki söz kelimesine uydurularak ‘sözcük, tilcik’ türetilmiş. 1966 yılında TDK saflarında yerini almış. Sözcük ile sözün küçüğünün kastedilemeyeceğine dair tenkitler gelmiş. Bu mantığa göre ‘sığırcık’ kuşunun, sığırın küçüğü manasına mı geldiği misali taşı gediğine koymuş.

Leylek ile başladım, sığırcık ile bitirmeyeyim. Bütün misallerden bir netice hasıl oldu. ‘Sözcük türetme laboratuvar’ında üretilen her ‘sözcük veya tilcik’ başka bir kelimeyi katlediyor. Düşünsenize kelimeyi bilmeyen “kelimetullah, kelime-i tevhid, i’la-yı kelimetullah, kelime-i şehadet” gibi kelimeleri duyunca ne hale gelir!


Ümit YÜKSEL | 30 Aralık 2014 | http://insanvehayat.com/sozcuk-turetme-laboratuvarinda-kelimenin-hikayesi/

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Zehirden Sanata: Zırnık Koklatmamak
« Yanıtla #10 : 25 Mart 2015, 13:04:56 »
Zehirden Sanata: Zırnık Koklatmamak




Ağustos sıcağında arılara duman körüklüyordu. Bir taraftan da bal peteklerini çıkarıyordu. Arının kilometrelerce yol kat edip bin bir emek ile kovana taşıdığı balı, arıdan almak her babayiğidin hakkı değildi. O esnada yoldan geçenler kendisine “Akşam geliyoruz inşAllah, bakalım balında şeker var mı?” diye latife ederdi. Usta arıcı da “işin ucundan tutmayın, size zırnık koklatmam.” cevabını nakşederdi.

‘Zırnık koklatmak’ deyimini söylerken, arıcının ağzından bal damlıyordu. Oysa zehir gibiydim ben, zırnıktım. Aslım Farsça, noktalı h ile zırnıh’tı. Attarların raflarında sıçanotu ve kükürtten mürekkep karışımdım ki tüyleri dökmekte kullanılırdım. Kimya dilinde arseniktim.

Deyimleşmeden evvel ise usta ellerde ve usta kalemlerde tutulurdum. Kalem erbabı aşk ile meşk etti beni. Hat sanatında bir mürekkep çeşidiydim. Beyaz, kırmızı ve sarı çeşitlerim vardı. Sarı olana zırnıh-ı asfar, kırmızı olana altınbaş zırnığı veya zırnıh-ı ahmer denilirdi. Beyazımı müzehhibler, kırmızımı sanatkârlar, sarımı nakkaşlar ve hattatlar kullanırlardı.

Sarı mürekkep imâlinde istifade edilirdim. Çok sert, kükürtlü madde olduğumdan destesenk ile havanda, toz haline gelinceye kadar döğülürdüm. Sonra bir mermer veyâ kalın cam sirke ilâve ederek ezilirdim. Yeteri karar Arab zamkı koyulup bir müddet daha ezilir, su ilâve edilir, kaba boşaltılır ve durulmaya bırakılırdım. O kadar dövülmek ve ezilmek boşuna değildi. iyi bir mürekkep olmak için bu merhaleler şarttı. Belki de mürekkepçiler böyle yapmakla zehrimi alıyorlardı. Nihayetinde hat yazmaya hazır bir mürekkep kıvamına gelirdim. Tahriş edici bir zehir olduğumdan ağza alınmazdım. Ancak hattatlar benim gibi bir zehri, sanata çevirecek kadar maharetli idiler.

Hattatlar bilirler ki siyah zeminde, sonradan harflerinin etrafı iğne ile delinip kalıp ittihaz edilecek olan celî (iri) yazıların hazırlanmasında tercih edilirdim. En büyük kusurum ise gün ışığında solup rengimin uçmasıydı. Buna rağmen, celî gibi fazla tashihe muhtaç yazılarda, meselâ elden fena bir harf çıksa, bunu zeminin rengi olan siyah mürekkeple hemen örtüp, üzerine yeniden zırnıkla yazma imkânı olurdu.

Son devrin celî hattatlarından Ömer Vasfi Efendi (1880-1929) bu şekilde çok kere yazılıp bozulmuş bir zırnıklı yazısını, hocası meşhur Sami Efendiye (1838-1912) götürmüştü. Üstadı her zaman olduğu gibi kendisine takılmış “Zırnıkla yaz, mürekkeple sil, tekrar yaz… Sen bu kâğıdı yazmadan evvel tarttın mıydı?” demişti.

Kalem sanatında süzülüp kelam sanatında “zırnık koklatmamak” deyimi ile yer bulmuştum. En ufak parçasını, en ufak bir şeyi, zerresini bile vermemek manasında halk arasında söylenirdim. Hattatlar meşk eden çıraklarına veya hatta meyli olmayanlara “sana zırnık bile koklatmam” demişler miydi, orası mazide saklı.

Bir kamış kaleminin ucundan çıkıp deyimlerde yer bulmuşken geçenlerde bir haber duydum.

Göz dinlendiren bir sanattan tekrar zehre münkalip olmuştum.

Bir şehirde, hamamda birçok insan zehirlenmişti. Sebebi ise aktarda kilosu on beş liraya satılan hamam otuydu. Haberin beni alakadar eden kısmı ise hamam otunun yanına ‘zırnık’ diye yazılıvermemdi. O kadar sanat yüklü halden sonra bu şekilde haber olmam üzerime gölge gibi düştü.

Vakayı, sosyoloji ve kültür cihetiyle tahlil edersem bir nihayete raptedebilirim. Kur’an yazısı kaldırılınca hattatlar da kalemden el çektirilmiş oldu. Sözde okur yazarlığı artırmak için yapılan maarif ve harf inkılabı beni hattattan uzaklaştırdı. Zira bu ilimleri fahriyyen/bilabedel okutmak isteyenlere “Memlekette Tevhid-i tedrisat kanunu yürürlüktedir; hilafına hareket şiddetle cezayı müstelzimdir!” cevabı verilmişti. Zaten zehirdim, bir de benimle hayatı dünyayı iyice zehire çevirmeye çalışmışlardı.

Sadece attarlarda satılan hamam otu mesabesine indirilmeye çalışılmıştım. Bana bu şekilde kastedenler, Kur’an yazısı gibi bir yazıdan zırnık koklamak nasip olmamıştı. Biiznillah vav çekilmek ve mim koymak deyimleriyle beraber kıyıda köşede kalem erbabının elinde bir kamış kalemin ucunda nakşedildik. Kader yazısı bu şekilde imiş. Onlar bilmezler ki ‘Yazan eli görmeyen kalem yazıyor sanır.’


Ümit YÜKSEL | 02 Mart 2015 | http://insanvehayat.com/zehirden-sanata-zirnik-koklatmamak/

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Akşam Oldu ÖD Çöktü
« Yanıtla #11 : 14 Nisan 2015, 10:41:24 »
Akşam Oldu ÖD Çöktü



Saatin olmadığı zamanlardı.

Gün batmış, akşam olmuştu. O zamanlar, akşam vakti için “Öc çöktü” deniliyordu. Bu tabir, bir kuşun ötmesine bağlanmıştı. İlmi Felek bilenler içinse, güneş ve ay, zaman mefhumunun iki gezegeni idi. Güneş ve aya bakarak ilk önce gece ve gündüzü tefrik ettiler. Güneş varsa gündüz, ay varsa geceydi.

Hazreti İbrahim (a.s)’ın, güneş ve ayı takip ederek Hazreti Allah’ın varlığına ulaşmıştı. Nemrud’un zamanında, insanlar da, yıldızlara ait bilgilerle uğraşırlar; güneşin, ayın tutulacağı tarihi hesaplarlar, yıldızları ve mevkilerini belirlerlerdi. Yıldızlar ve feleklere ait yaptıkları âletlerle onlardan birtakım hükümler çıkarırlardı. İbrahim Aleyhisselam başını göklere doğru kaldırıp baktığı zaman bir yıldız görmüştü ki, o, Müşteri yıldızı idi.

İbrahim Aleyhisselam, yıldızı, ayı, güneşi görerek Hakk’a erişmişti.

Ay ve güneş vaktin tayini içindi. Lakin gündüzün ve gecenin belirli vakitlere taksim edilmesi için daha ince hesap gerekiyordu. Öd kelimesi, insanoğlunun tabiata bakarak vakitlere bir isim vermesine götürdü. Öd, zaman vakit manasında yerini aldı. Seher vaktinin, sabah namazının horozun ötmesiyle başlaması sabah vakti için bir alamet oldu. Sonra çobanlar, sürünün ağıllara kapatılma vaktini ilginç bir metot ile tayin ettiler. Açık havalarda, güneşin batışını gözlemleyerek akşamın olduğunu bilebiliyorlardı.

Lakin kışları bulutlu ve kapalı havalarda akşamın olduğunu tespit etmek zordu. Zira karanlığa kalmaları, sisli havalarda kurdun saldırısı ihtimali vardı.

Onlar bir kuşun ötmesine kulak verdiler. Bu kuşu “karatavuk” diye isimlendirmişlerdi. Bu kuş simsiyah renginden dolayı bu ismi almıştı. Cüsse olarak kargadan küçük, ardıç kuşu, güvercin ve keklik büyüklüğündeydi. Kış mevsiminde güneşi en çok alan kuytu yerleri seçerlerdi. Bu sebepten konar göçerlerin yaşadığı yerlerde daha çok bulunurlardı. Hatta ağıllar, kışın onlar için en sıcak yerlerdi. Karatavuklar en çok gün doğarken ve gün batarken öterlerdi. Güneş akşama kavuşmadan karatavukların ötüşleri birbirini takip ederdi. Konargöçerler “Öc çöktü, karatavuklar yuvalarını çekiliyor, birbirlerine haber veriyorlar.” derlerdi.
Akşam vakti için “öc çöktü” tabiri, sabah için ise Karatavukların ötüşlerinin artmasından “gün ağardı” tabiri ortaya çıktı. Horozun ötmesi de buna eşlik ederdi. Öd’ün, öc olarak söylenmesi c ile ç’nin birbirine yakın hançerelerde olmasıydı. Kuşların ötüşünde bir zaman saklıydı. Onun için ötmek kelimesi kuşlarda daha çok kullanıldı.

Mesela, keklik yavrusu palazların ötmesi baharın gelişi demektir. Palazın büyümesiyle ötüşü de değişir ver artık yazın sonu gelmiştir. Ötüşün değişmesi bir şeylerin ters gittiği ya da bir tehlikenin yaklaşma zamanına işaret ediyordu. Hayvanlar arasında, tehlikenin ilk habercisiydi bu ötüşler. Bülbülün gül aşkına seherde ötmesi yine bir vakti belirtiyordu. Öd, vaktin taksiminde bu şekilde yer aldı.

Öd’ün diğer manası ise, ciğer üzerinde yer alan safra kesesiydi. Ödüm çıktı, ödüm koptu deyimleri zaman cihetinden bir bitişi anlatıyordu. Şöyle ki, ciğerin üzerindeki öd alınsa ya da bir canlının ödü patlasa dünya hayatının bittiğinin alametiydi bu. Ciğerin ödü alındığında ciğer kısa bir zamanda kupkuru bir hal alırdı.

Ödlek, kaba bir tabir olsa da ödünün patlamasından korkan, yüreksiz kişi demekti. Efrasiyab için bir ağıtta böyle söylenmişti.

Alp Er Tunga öldi mü?

Isız ajun kaldı mu?

Ödlek öçin aldı mu?

Emdi yürek yırtılur.


Hakikate karşı ödlek olmamak lazımdı. Kuşların ötüşünden vakti tayin etmek bir marifetti. Güneşe bakıp da Hazreti Allah’ın kudretini anlamak da bir ariflikti. Öd çökmeden bu hakikati anlamak, ebedi kurtuluşa bir kapı aralamaktı.



Ümit Yüksel | 01 Nisan 2015 | http://insanvehayat.com/aksam-oldu-od-coktu/