Gönderen Konu: Suzi libermanın Hatıra Defteri  (Okunma sayısı 276 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Suzi libermanın Hatıra Defteri
« : 24 Ekim 2024, 12:23:25 »


ÖNSÖZ (M. Fazli Akkaya)
Millet olarak 15. asırda katliamdan kurtardığımız, sine­mizde kendilerine barınma hakkı tanıdığımız bir milletin na­sıl bir engerek yılanı olarak zamanı gelince bizi sokup mah­vetmek istediğinin en açık izahını bu eserde bulabileceğiz. Bu eser Siyonizmin Filistinde yahudi devleti kurması için gi­riştiği türlü nimetleri ile beslendiği bir memlekette o millete karsı alçakça irtikap ettiği korkunç cinayet, hıyanetleri izah eden bir kaç sahifeden ibarettir. Hakiki Suzy Liberman vak'asını okuyup öğrenmek tarihteki lâyık olduğu yerini be­lirtip milletin istifadesine sunup en büyük hizmeti yapmak isteyen münevver ve vatanperverlerin, Arşiv dairesinde mevcut Suzy Liberman dosyasını dikkatle okumaları lâzımdır. Bu eser o dosya yanında çok küçük fakat hizmet bakımından kıymeti çok büyüktür.

Uzun yıllar milletimize, gençlerimize, Filistin Cephesinde Arapların müslüman kardeş dediğimiz: kimselerin bize hiyanet ettiklerini, geriden hançerlediklerini Propoganda etmiş­lerdir. Bu Propogandayı dünya çapında idare eden Siyonist­ler, aksine İslâm-Arap memleketlerinde de aynı şekilde arap memleketlerinde Türk idaresinin zulüm vesairesinden dem vurup onlarıda bize düşman etmişlerdir. Niçin? Çünkü Siyo­nizmin gizli kararlan, Osmanlı devletini yıkıp Filistin'de Yahudi devletini kurma Plan ve gayelerini, Filistin'de Ordumu­za ve milletimize karşı giriştikleri korkunç cinayetleri, hiyanetleri gizlimek içindir.

Basel'de toplanan dünya yahudileri Siyonizm denilen teş­kilatı kurmuşlardır. Bu Kongrede alınan karara göre Siyo­nizm kabaca manâsıyle yahudilerin bir millet olarak Filis­tin'de tekrar yerleşmek için yaptıkları teşkilatlı gayretten do­ğan hareketin adıdır. Yine bu Kongrede alınan karara göre, Filistinde yahudi devletinin kurulmasına en büyük engel Osmanlı devletidir. Bu devletin behamahâl yıkılması lâzımdır.

Türlü bahanelerle Filistinde muhaceret ve orada arazi sa­tın almalarına müsaade için merhum Sultan Abdülhamid Han'a müteaddit müracaatlar müsbet bir netice vermemiştir, merhuma 20 Milyon Altın, 12'si şahsına, 8'i hazineye ait ol­mak üzere rüşvet teklif edilmiştir. Aldıkları cevap huzurdan kavulmak ve vatan toprakları satılamaz alındığı fiyata veri­lir, olmuştur, keza tapu dairelerine de yahudilere Arazi satıl­masını yasaklamıştır, Merhum Abdülhamid han'ın sert hare­ketleri, Siyonistlerin yıkıcı faaliyetlerini artırmış, Padişah ve Devleti yıkmağa kafi karar almışlardır. Bütün yasaklara rağ­men 1882 de Filistin'e 3000 kadar yahudi girmiştir. Bu suret­le Filistine gelen Yahudi muhacirleri artık hacılık ibadet İçin değil, düpedüz memlekete iskân Coloniser etmek için geli­yorlardı. Bu hal yahudi alemi için İsrail Yurdunun ele geçi­rilmesine başlangıç sayılabilecek muslihane bir hululdü... Böylece 1882 de yafa civarında mevcut Mikve İsraelden son­ra Rişan. le Zion, daha sonra Zihrav Yakov, Raş-Pina ve Pitah-Tikva gibi küçük koloniler kurulmuştur. Celal Tevfik Karasapan: Filistin ve Şark Ül-Ürdün Cilt 2 sahife 38-1890 Pariste Merkez Komitesi teşkil olunmuştur. Bu komite yu­karda saydığımız kalemleri himayesi altına almış ve bu harekete Baran Edmandde Ratchild arka vermiş oluyordu. 1914 de Filistin'deki köylü yahudilerin yansı "Ratchild Grubu" na­mı altında bu zengin yahudinin himaye ettiği kolonilerde yaşamakta idi. Rachild bu kolonilerin idaresini J.C.A. remiz­leri altında tanınan Jevish Calanisatian Assriatian'a devret­miştir. Bu kuruma 1891 de Baran Hissch 2 milyon ingiliz li­rası hibe etmiştir. Osmanlı Hükümetinin 1888-1900 yılları arasında Filistin'e yahudi iskânına daha uzun müddet müsa­maha olunamıyacağını ilân etmesi üzerine (Düveli Muazza­ma) denilen devletler tarafından Protesto edilmiştir. 1912 Meşrutiyet meclisinde bu mesele ortaya konmuş ve o sene Filistin'deki Osmanlı Makamlarına ecnebilerin Osmanlı Top­raklarında yer sahibi olmalarının memnu olduğu yolundaki talimat verilmiş ve bu memnuşiyetin sıkıca tetkiki istenmiş­tir.

Bütün bunlara rağmen Filistinde 12.000 nüfusu olan 42 yahudi kolonisi meydana gelmiş ve bunların senelik geliri 200 bin İngiliz lirası ve sahip oldukları arazi ise 100.000 m2 idi. 1881 de Kudüs'te 14.000 Yahudi varken 1914 de bu mik­tar 45.000'i bulmuştur. Böylece 1909 da Bahar tepesi manası­na gelen TelAviv şehri, yahudi şehircilik şirketi tarafından kurulmuştur. Böylece 1914 yılında Filistindeki yahudilerin miktarı 80.000'i bulmuştur ki, kendilerini Osmanlı camiasın­dan büsbütün ayrı tutup kendilerine mahsus numune çiftlik­ler mektepler ve hayır kurumları tesis etmşilerdir.

Merhum Filistin cephesinde vatani vazifesini yaparken ordumuzu geriden hançerleyen vatan hainleri ile de uğraş­mış, onların hıyanetlerini tesbit ve mesullerini derhal divanı harbe verip idam ettirmiştir. Bunların içinde dünya çapında şöhreti haiz yahudi casuslan mevcuttu, Simi Simon, Suzy Liberman vesaire ki yahudiler bunların her biri için binlerce, on binlerce altın rüşvet teklif etmişlerdir. Taki idam olunmasınlar diye. Fakat Cevat Rıfat, pek az kimseye nasip olan bü­yük bir vatanperverlikle önüne serilen, kendisini ve aile efra­dını uzun yıllar refah içinde yaşatacak serveti reddetmiş, ha­inler layık oldukları akibete kavuşmuşlardır.

Ne hazindir ki askerlik hayatından çekilip sivil hayatta da kalemi ile bu vatan hainleri ile mücadeleyi kendisine şiar edinen Cevat Bey, hayatın çok kahrını çekmiş, ne işe atılmış­sa yahudi ve onların maşası olan masonlarca türlü felâketlere duçar edilmişdir.

Avrupanın zamanın en kudretli devleti olan Hitler Almanyası, Merhmun yahudiler hakkındaki düşüncelerini bil­diklerinden Almanya'ya davet edilmiş, büyük bir itibar gös­terilmiş, Hitler ile tanıştırılmış ve emrine açık ve istediği ka­dar para çekebileceği çek verildiği halde bunların hiç birisini kabul etmemiştir. O bildiği yolda memleket ve millete sırf Cenabı Allah'ın rızasını istihsa için çalışmıştır.

Fakat merhum ne kadar dürüst ve temiz haraket etse düş­manları onu adım adım takip etmekte olduklarından, bu de­fa 2. Cihan harbi içinde Cevat Rıfat Almanlardan milyonlar­ca lira para aldı diye iftiradan da çekinmemişlerdir. Zamanın idaresi bu ihbarı nazara alıp derhal merhumu tevkif ile, as­keri mahkemeye sevketmiş, aylarca mevkuf kaldığı gibi aile efradı da perişan olmuştur. Vaktaki merhum Maraşal Çak­mak işe müdahele ile, o zaman genelkurmayda askeri hakim olan Şevki Mutlugil Paşa'yı tahkikata memur etmiş ve bu fa­ziletli hakimde derhal İstanbul'a gelip tahkikata el koymuş­tur. Çok hürmet ettiğim Şevki Mutlugil Paşa'nm kendi ifade­sine göre, (etraftan malumat topladım. Subaylar ile konuş­tum. Dediler ki milyonlar aldığını bilmeyiz. Ancak burda kendisine verilen taynın bir kısmını kesip dilim yapıyor, ku­rutup ziyaretine gelen zevcisine veriyor. Evine gittim. Çoluk çocuğunun durumu çok perişan. Hemen tahkikatı bitirip beraat kararı verdim. Karardan bir nüshayı merhum maraşala götürdüm. Okurken gözyaşlarını tutamadı, dosyadaki kara­rın aslı göz yaşı ile ıslaktır. Biz kimlerle uğraşıyoruz dedi ve 2000 lira hediye gönderdi...) İşte merhum böyle idi. Fakat düşmanları onu nelerle nelere benzetmediler. Çünkü kalem ve fırça düşmanlarının elinde idi.

O bunlardan zerre kadar yılmadı. Hayatının sonuna ka­dar mücadelesine devam etti. Simi Simon, Suzy Liberman'ların Filistin cephesinde, genç zabit Adnan ve arkadaşlarını yoketmelerinin, kahraman bir ordunun arkadan hançerlenmesinin intakımını almağa uğraştı.

Devlet arşivlerinde, şüphesiz büyük tomarlar teşkil eden bu casusluk hâdiselerini bu kitapla milletinin, zabit kardeşle­rimizin önüne sermek istedi. Bunda da muvaffak olmuştur.

Ne mutlu onaki harp meydanlarında kılıcı ile, Sulhde ka­lemi ile milletine memleketine ve dinine şerefle, fedakar ve feragatle hizmet etmiştir. Ruhu şad ve makamının Cennet ol­masını Cenab-ı Allah'dan temenni ve niyaz eylerim.

8.11.1968 Cuma
Avukat M. Fazlı Akkaya

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #1 : 24 Ekim 2024, 12:23:55 »
SÖZ BASI (Cevat Rifat Atilhan)
1935'te bastırdığım "Suzy Liberman" adlı eser Erkân-ı Harbiye-i Umûmiye riyâsetince tekik edilmiş ve yararlı gö­rülerek 26 mayıs 1935 tarih ve 43782 sayılı remizle subaylara tavsiye edilmiş ve bütün birliklere tevzi edilmiştir.

Bu defa meşhur casusun hatıra defteri de ilâve edilerek tekrar milletin nazarı ibretine arz edilmiştir. Bu kitap bir müddet evvel siyonizmin propagandası mâhiyetinde olmak üzere Dünyanın her yerinde bir ânda milyonlarca nüsha ola­rak bastırdığı "Anna Frank'ın Hâtıra Defteri" kitabına benze­mez. O yalan bu ise, gözümüzün önünde geçmiş hakikî bir facianın tâ kendisidir.

Bu eserimizin hakikî olduğu, Erkân-ı Harbiyemizin tetki­ki ve hâdiseyi gözleriyle gören silâh arkadaşlarımızın şâhadetleriyle sabit olduğu halde, ötekisinin Yahudilerin ha­yali mahsûlü olduğu aşağıdaki izahla sabittir:

Birleşik Amerika'da çıkmakta olan "The Gross and the Flag" gazetesinin 18. yıl 9. sayı 18. sahifesinde ve yine Amerikada National Economic Concil Bulletin'in 15 Nisan 1960 tarihli sayısında ve İsveçte Stokholm'de çıkan Pria Ord gaze­telerinde Anna Frank hakkında aynen şu yazılar okunmuş­tur:

"Tarihte bir çok efsâne bulunur, fakat An Frank rezaleti gibi olanı görülmemiştir. Bu efsâne tamamiyle Yahudi ka­fasından çıkmıştır. Bu eseri yazan Mayer Levin, bizzat An Frank ismini de bir kızın kendi yazdığı şaheserle hiç bir alâkası olmadığını bildirmiştir. Bu sebeple New-York âli mahkemesine müracaat etmiş; An Frank adlı bir kızın bu eserle alâkası olmadığım isbat etmiş ve An Frank'ın babası geçinip bu sayede film, radyo, televizyon şirketleri ve neş­riyat evlerinden muazzam para sızdıran Mösyö Frank, âli mahkeme karatiyle eseri yazan Mayer Levin'e 50.000 dolar tazminat vermiştir.

Resmî şekilde yalanlanan uydurma ve tamamen hayalî bir propaganda eserine mukabil, yüzde yüz hakikat olan ve koca bir Türk ordusunun gözü Önünde cereyan etmiş; âdil ve âlicenap asker hâkimlerin kararlariyle kesinleşmiş hakiki bir faciayı olduğu gibi ve bütün çıplakığıyle halk efkârına, medenî milletlere, tarihe ve hak seven bütün in­sanlığa hediye etmeği şerefli bir insanlık vazifesi bildim.

Kitaba koyduğumuz imza, bu eserin ciddiyetine ve doğ­ruluğuna başlıca teminattır.

Cevat Rıfat Atilhan

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #2 : 24 Ekim 2024, 12:24:22 »
Çöller ve Filistin topraklari
1333(1917) senesi büyük boğuşma (cihan harbi) son bul­mamış ve 334(1918) senesi henüz başlamıştı.

Çöllerde ve Filistin topraklarında tatlı ve ılık bir rüzgâr esiyordu. O sırada bütün Dünyada hüküm süren karakıştan bu iklimde eser yoktu.

Bilâkis buradaki insanlar bütün yaz sıcaktan çektikleri azabın kefareti gibi munis ve serin bir hava içinde dinleni­yorlardı.

Cephelerde de aynı ılık rüzgâr esiyor ve aynı tatlı sükûnet vardı.

Askerler yorgunluklarını dinlendiriyor, noksanlarını ta­mamlıyor ve yaralarını tedavi ediyorlardı.

Cephenin bu manidar sessizliği havanın bu lâtif hali ay­larca müşkül muharebeler geçirerek ölümü kanıksamış ruh­lara ümitler ve yeni neşeler dağıtıyor. Bu anda her şey unu­tulmuş, her yara sarılmış ve her hastalık tedavi edilmişe benziyordu.

Bütün bu nikbinlikler, hoş bir koku ile esen sonbahar ha­vasının eseriydi.

Sanki füsûnlu bir el Arz-ı Mev'udun kana bulanmış top­rakları üzerinde dolaşmış kederleri dindirmiş, kırık gönülle­ri avutmuştu.

Güneş yaz aylarında olduğu gibi vahşi ve hırçın değil, munis ve müşfikti.

Bu vaziyette İnsan, yarın kopacak kıyameti, dökülecek kanları düşünmüyordu bile.

Hayat bazan rüyaya ne kadar benzer!..

* * *

Ateş ve güneş diyarının zümrüt gibi yeşil bir sırtına daya­nan HUDEYRA adındaki yahudi köyü çok lâtif meyiller ve güzel manzaralarla önünde uzanan araziyi ayakları altına sermişti.

Her biri, bir kaç saat ilerde kuru toprak üstünde yatan as­kerlerin çektiği müşkülâtla alay eder gibi duran zarif ve bahçelikli evler Lehistan'dan Türk Milletinin müşfik ve asil sine­sine sığınmış olan Polonya yahudilerinin meskenlerini teşkil ediyor.

Sekizinci Cevat Paşa ordusunun sağ cenah gerisine isabet eden bu koy bu mevsiminde hazin bir şîriyet erzediyor.

Muntazam açılmış sokakları süsleyen küçük villaların önündeki bahçeler bu iklimin hayatbahş sıcaklığile renkleri­ne koyulaştırmış ve güzelleştirmiş. Hafif bir rüzgâr bu tatlı çiçek kokularını etrafa yayıyor. Köyün biraz ilerisinde çadır kurmuş olan binbaşı Hakkı Bey kumandasındaki Sekizinci Ordu tâlim alayı da tabiatın lûtfundan bu kadarcık olsun is­tifade ediyordu.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #3 : 24 Ekim 2024, 12:25:04 »
Alay yaveri Adnan Bey
Alay yaveri Adnan Bey ceylân gibi bir arap atı üzerinde köyden geçerek karargâha gidiyordu. Duvarları sarmaşıklar ve balkoniyle bahçesi envai çiçeklerle süslü bir evin önünden geçerken iki koyu lâcivert göz bütün benliğini bir anda man­yetize eden sihirli bir elektrik cereyanı gibi mevcudiyetinidolaşmış, genç ve yakışıklı zabit sanki olduğu yere mıhlanmıştı...

Çevik arap atı sar'aya tutulmuş bîçareler gibi yerinden kıpırdayamıyordu.

Adnan'ın çiçekli balkonun pencereleri arkasından gördü­ğü bu bir çift lâcivert göz uzun boyu, mevzun endamı, ince beli, parlak kumral saçları ve mahir bir ressamın fırçasından çıkmış gibi yakıcı bir kavis ile uzanan kaşları, beyaz teni, mütenâsip burnu, uzun parmaklı güzel elleri ve bütün bu güzelliklere taş çıkaran çifte gamzesiyle SÛZY LİBERMAN adında on dokuz yaşında bir yahudi kızının eşkâlini tasvir ediyordu.

Suzy hiç farkında olmamış gibi Adnan'a tatlı bir tebes­sümle yüz gösterdi ve çifte gamzesini çukurlatarak süzüle süzüle ve kırıta kırıta balkondan içeri girdi. Bu iki sehhar gö­zün cazibesi Adnan'ı yıldırımla vurmuş gibi idi. Genç subay iradesini güçlükle elde eden insanlar gibi hayvanını mahmuzladı ve karargâha doğru uzaklaşmaya başladı.

Vazifesine döndüğü zaman alay yaveri kendisini tamamiyle hurdehaş buldu. Bu bir tek bakışın sersemliği günlerce üstünden gitmedi.

* * *

? "Siz burada... Böyle... Yalnız..."

Adnan sözünü tamamlıyamadı ve cümleyi muntazam söyleyemedi. Bu beklenmeyen tesadüf onu derin hayretlere ve heyecanlara düşürmüştü. Tâlim yerine giderken hayalin­den bir dakika eksik etmediği bu güzel mahlûku yolun üze­rinde hafif meyilli bir çimenlik üzerinde dolaşırken görmüş­tü. Orası pek tenha idi. Suzy kır çiçekleri toplamakla meş­guldü. Fakat öyle munis ve yakıcı bir bakışla genç zabiti süz­müştü ki; Adnan bundan cür'et alarak, âdeta kekeler gibi sormuştu:

? "Siz... Burada... Böyle... Yalınız..."

Yahudi kızı bu ilk suale yüzünde tatlı pembelikler ve vücûdunda tahrik edici eğilmeler yaparak lisan-ı haliyle ce­vap verdi.

Bu lisanı halde en kuvvetli bir hatibin nutkunu gölgede bırakan bir talâkat vardı. İkisinin de tavırlarında birbirini çok sevmiş insanların samimiyeti okunurdu.

Adnan, uzun boyu ve mütenâsip vücudu, iri ve parlak gözleri ve muntazam eşkaliyle tam mânasiyle bir erkek gü­zeli, bülent ve levent bir Türk zabiti idi...

Erkeklik cesaretini bir araya toplayan Adnan kıza tekrar sordu:

"? Bu hüsn-i tesadüfe çok sevindim matmazel! Böyle ten­ha kırlarda ne arıyorsunuz?"

"? Kır çiçekleri topluyorum."

"? Demek kendiniz gibi güzel ve kendiniz gibi saf çiçek­leri seviyorsunuz..."

Yahudi kızı güzel ağzının içine sıralanmış inci gibi dişleri­ni göstererek büyüleyen bir tebessümle mukabelede bulun­du. Gamzeleri bir defa daha gencin içini tutuşturdu.

"? Size böyle her vakit kırlarda rastlamak hoş bir saadet olacak...

"?- Benim için de öyle..."

Anlaşılan duyguları karşılıklı idi. Demek ki; bu kız da Adnan'ı seviyordu. Ve ihtimal ki; kendisini görmek için böy­le tenha kırlara çıkmak cesaretini göstermişti.

Genç Türk atından yere atladı ve hayvanının dizginini kolunun arasından geçirerek kıza biraz daha sokuldu.

"? İsminiz nedir matmazel? "

"? Suzy."

"? Ne tatlı isminiz var...'

"? ...................................."

"? Ne zamandan beri bu köyde bulunuyorsunuz?"

"? Beş seneden beri."

"? Aslınız nerelidir matmazel?"

?? Varşovalıyız efendim."

"? Otuz dokuz numaralı evde oturuyorsunuz değil mi?"

"? Evet otuz dokuz numara..."

Bu muhavere genç zabiti genç kıza biraz daha yaklaştırdı. Karşı karşıya, burun buruna idiler. Adnan tereddüt ve ihti­yatla yavaş yavaş kızın eline uzandı, güzel eli avuçları içine aldı, okşadı, okşadı. Hiç bir mümanaat (karşı koyma) görme­di. Bil'akis tatlı bir penbelik yeni baştan kızın yüzünü dolaş­tı, Adnan'ın sinirlerini kamçıladı. Bu sıcak iklimin harareti altında oldukça kavrulmuş olan sinirler bu kritik vaziyette daha fazla gerilmişti. Alay yaveri kızın iki elini de avuçları içine almış yahudi dilberini biraz daha kendine çekmişti.

Bunaltıcı bir buğu zabitin kafasını büyüledi ve iradesi elinden giderek dudaklarını kızın yanaklarına yapıştırmak istedi.

"? Rica ederim yapmayınız."

Umulmayan bu mümanaat delikanlıyı biraz şaşalattı.

"?Sizi rahatsız ettiysem, affediniz!"

"? Hayır bilakis."

"? Peki niçin aşkıma gem vuruyorsunuz?"

?? Henüz sırası değil de onun için..."

Demek ki iş sade sırasını bulmak meselesine gelmişti. Öy­le ise artık muvaffakiyet kafidir.

Duygulan ve düşünceleri pek saf olan genç zabit yarı mü­tereddit yarı memnun bir neş'e içinde sustu ve önüne baktı. Bir çok dakikalar yahudi kızının eli avuçlarında sessiz kaldı­lar. Suzy başını biraz kaldırdı, uzun kirpikli ve hareli lâcivert gözlerini manalı bir tarzda Adnan'ın yüzüne çevirdi ve:

"? Müsaadenizle" diye kekeledi.

"? Bir daha ne zaman görüşeceğiz Suzy?"

??İlk fırsatta."

?? Bu fırsat çok uzamaz değil mi?"

?? Hayır uzatmayız."

"? Öyle ise Allaha ısmarladık..."

Ve ayrıldılar... Genç Türk çevik bir hareketle atına atladı mağrur ve mütebessim, memnun ve müsterih atını kırlara doğru sürdü.

Türk zabiti bir casus kızın iğfalkâr tuzağına düşmüştü...

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #4 : 24 Ekim 2024, 12:25:43 »
Suzy ve Adnan
Günler geçti. Adnan'ın gözleri her gün kırlarda Suzy'yi aradı. Fakat heyhat. Belki on gün ne yolu üzerinde ne de kı­zın evinin önünden geçerken ona raslamak mümkün olma­dı. Bu sükût genç zabitin kalbine saçılan kıvılcımları tutuş­turmakta idî. Meşhur bir psikoloji nazariyesine göre "ayrılık, tıpkı rüzgâr gibi hafif ateşleri söndürür ve fakat büyük ateşleri alevler" dedikleri gibi bu "bir kaç günlük ayrılık Ad­nan'ın kalbindei ateşi cidden tutuşturmuştu. Demek ki; bu çocuk bu casus kızı çok sevmişti. Bu sevgisinde de haklı idi. Gençti, yakışıklı idi, aşka ve sevgiye muhtaçtı. Gördüğü kız da cidden güzeldi.

Didişmeler, silâh sesleri ve türlü zahmetler sinirlerini gevşetmişti. Bütün bunlara beraber genç bir kızın onu aldataca­ğını, cephe aleyhine istifâde etmek istediğini tahmin edeme­mişti.

Hem de bu insanlardan böyle bir hareket nasıl beklenebi­lirdi? Mensup olduğu devlet onlara bol toprak vermiş, zen­gin ve müreffeh olmalarına yardım etmişti.

Asil bir Türk çocuğu bu kadar âlicenap bir himaye ve ni­mete kahpece küfran edileceğini elbette havsalasına sığdıramazdı. Bilhassa kendilerine bunlar hakkında bîr ihtarda bu­lunan da olmamıştı.

Suzy'ye gelince, O'nun tavırlarındaki masumiyetle tabia­tın kendisine bahşettiği müstesna güzelliği görenler bu mahlûkun âdi ve hâin bir casus olduğunu asla akıllarına ge­tiremezlerdi.

Fakat bu evvelden yetiştirilmiş müthiş bir yahudi casusu idi...

* * *

Tâlim alayı yetiştirdiği askeri cepheye göndermekte ve yerine yeni acemiler almakta idi. Adnan böyle bir kafileyi ordu karargâhına götürmüştü, gece geç vakit alay kararghahına götürmüştü. Gece geç vakit alay karargâhına döndüğü zaman köyde ışıklar sönmüş, kırlar ve evler hazin bir loşluk içine gömülmüşlerdi. Adnan köyden geçerken ortalığın de­rin sessizliğini kendi hayvanının nal seslerile ihlâl ediyordu.

Otuz dokuz numaralı evin önünden geçerken atını, gayrî ihiyari yavaşlattı ve kalbinin heyecanla çarptığını hissetti.

Evin sokak üstündeki balkonlu odasında bir petrol lâmbasının hafif ışığı fark ediliyordu. Bir hiss-i kablelvuku (ön sezi) genç zabitin içini sardığı şu dakikada odada kısık bir halde yanan lâmbanın ışığı büyüdü ve yahudi dilberi peri kızları gibi beyaz bir gecelikle pencerenin önünde belirdi. Bu manzara genci büsbütün baştan çıkardı.

Gördüğü şey bir kadından ziyade müthiş, güzelliklere bürünmüş, uhrevi bir hayalete benziyordu. Atını durdurdu ve yüzünü kıza doğru çevirdi.

?? Adnan bey, Adnan Bey", diye bir fısıltının kulaklarına ulaştığını hissetti. Kalb çarpıntısını artırdı.

Suzy balkonun parmaklığından yere atlamış ve bahçenin parmaklığına yaklaşmıştı.

Yavaş yavaş konuşmaya başladılar.

?? Günlerden beri hiç gözükmedin Suzy.?

?? Babamdan müsaîd bir vakit bulamadım.?

?? Peki benim bu saatte buradan geçeceğimi nasıl tahmin ettin, henüz uyumadın mı?"

"? Yalnız bu gece değil, bütün gecelerim hep böyle uyku­suz, hep böyle bekleme içinde geçiyor."

"? Kırlara niçin çıkmadın?"

"? Annemle babam peşimi bırakmadılar..."

Bu görüşme çocuğu bütün bütün kavurdu. Ve casus kızın cazibesine biraz daha esir etti.

"? Ya şimdi baban ve annen seni burada görürlerse?"

"? Onlar derin uykuda şimdi..."

Hakikat hiç de öyle değildi. Casus dilberlerinin ebeveyni ve şeriki cürümleri (suç ortakları) değil, biz uykuda idik. Fet­tan kızın böyle zabitin geçmesini beklemesi ve böyle konuş­ması hep evvelden tertip edilen bir plânın icabı idi. Bunu te­miz ve saf zabit birden farkedemezdi. Hattâ yahudi kızı işi sezdirmemek ve Adnan'a daha ziyade emniyet telkin etmek için.

"? Ben odama gideyim, belki görürler? diye titizlenmeye, telaşlanmaya başladı.

"? Peki bir daha nerede görüşeceğiz?"

"? Yarın ben kırlara çıkacağım. Tâlim meydanına giden yolun vadiye saptığı noktada ve tâlim paydosundan bir saat sonra buluşuruz olmaz mı?"

"? Olur güzelim."

Adnan kızın güzel ellerini bir çok defa öptükten sonra ça­dırına doğru yollandı. Gece sessizliğini ve karanlık koyulu­ğunu arttırmıştı. Yalnız nöbetçilerin sesleri duyuluyordu.

"? Kimdir o! Kimdir o!"

* * *

Gece ne kadar da uzamıştı? Kış gecelerinin tabiî uzunlu­ğu bu gün sanki iki misli olmuştu. Sabah olmıyacak zannolunurdu.

Alay yaveri çadırındaki portatif karyolada sabahı edemiyeceğini anlayınca çadırlara dolaşmıya ve serin havada avunmıya başladı.

Bir kaç yerde nöbetçiler kendisine seslendiler:

"? Dur! Kimdir o!"

"? Yabancı yok, alay yaveri."

Bu sözler genç Türke cephe gerisinde bulunduğunu hatır­latan birer ihtar odu.

Çadırına döndü, karyolasına girdi ve sabahı etti.

* * *

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #5 : 25 Ekim 2024, 16:57:15 »
.
« Son Düzenleme: 25 Ekim 2024, 17:17:00 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #6 : 25 Ekim 2024, 16:57:55 »
Köyün Kahvehanesi
Ertesi akşam bir aksilik çıkmadan gelip geçti. Genç âşık çadırından çıktı, ağır ağır köye doğru yollandı. Akşamın loş­luğu yavaş yavaş ortalığa yayılmıya başlamış evlerde tek tuk lâmbalar yanmıştı. Adnan köy otelinin kahvesini pek yanlız buldu. Bu saatte herkes yemekte veyahud istirahatta idi. Kahve ocağındaki şişman Yahudi karısı Adnan'ı eski bir âşinâ ve dost gibi karşıladı.

Bu çocuk köyün biricik oturacak yeri olan bu kahveye belki yirmi defa gelmiş bir kenara oturmuş ya bir fincan kah­ve içmiş, arkadaşlariyle biraz vakit geçirdikten sonra vazife­sine dönmüştü.

Bu defa daha evvelinden beklenen bir dost gibi aşinalık görmesi nazarı dikkatini celbetti. Hüsn-i zan asaletin karde­şidir. Onun için asıl Türk zabiti bu iltifatı Suzy tarafından yapılmış bir tenbihe hamletti ve gözlerinden şeytanlık akan yahudi karısının getirdiği konyak kadehini içmeğe başladı.

Yarım saat hep böyle geçti.

Yüzbaşı Hüsnü Bey, bu sessizliği bozan ikinci müşteri ol­du, Alay yaverini selâmlıyarak Onun masasında bir sandalyaye oturdu. Bu tesadüf Adnan'ın yalnızlığına karşı ne ka­dar hoş olduysa biraz sonra geçecek aşk macerasına engel olacağı ve Suzy ile Adnan'ın buluşacakları vakit baş başa kalmalarına mâni olacağından da canını sıkmıştı. Hüsnü Bey bu endişeyi giderdi.

"?Adnan Bey, seninle bir domino oynayalım da ben er­ken bölüğe gideceğim!"

"?Pekâlâ..."

Yahudi karısı domino taşlarım getirdi ve iki zabit karşılık­lı vakit geçirmeğe başladılar. Yarım saat daha geçti -ve tam oyunun tatlı bir deminde- kısa boylu, şişman vücudlu, kır­mızı suratlı, kıranto saçlı, burun ve dudaklarından milliyeti anlaşılan yaşlıca bir adam ve onun yanında Suzy gazinoya girdi.

Sevgilisinin yanındaki adam babası Liberman adındaki Polonyalı bir yahudi idi.

Bu yeni gelenlerde zabitlerin oturdukları masanın yanına çöktüler. Hüsnü Bey, Adnan Bey'in yüzünde hasıl olan he­yecanı sezdi.

"? Galiba bu kız çok hoşuna gitti, rengin attı Adnan.!" dedi.

"? Bekârlıktan başka bir şey değil..."

"?Hepimiz bekârız amma bu kadar heyecanlı değil, yok­sa bu kızla bir maceran mı var?"

- Ne münâsebet daha ilk defa görüyorum."

- Gençlik, mazursun oyunumuza devam edelim, ben bölüğe gideceğim!" dedi.

Bu söz Adnan'ı tatmin etti. Arkadaşı gittikten sonra nasıl olsa bir kolayını bulup dildadesiyle görüşecekti. Adnan bu görüşmeyi istikbal içinde lüzumlu ve hayırlı buluyordu.

Renk vermemek kaygusu içinde oyunu güçlükle nihayete ulaştırdı. İki zabit karşılıklı oynarken Liberman da domino amatörü gibi meraklı meraklı oyunu seyrediyordu. Hüsnü Bey karargâha gitmek üzere arkadaşından ayrıldı ve Adnan kahvede yalnız kaldı. Bu fırsattan nasıl istifade edeceğini dü­şünmeğe mahal kalmadan sokulgan herif, sırnaşık ve yılışık bir suratla:

"? Ne kadar ustalıkla oynuyorsunuz!.." diye bir girişgâh bularak Adnan'a yaklaştı.

"? Bu oyunda ne ustahk olabilir ki, basit birşey."

"? Öyle demeyiniz domino deyip geçmeyiniz onun da İnceliklerive kendisine mahsus maharetleri vardır."

"? İhtimal..."

"? Siz aznif bilir misiniz mülâzım efendi?"

"? Bilirim."

"? Ben pek meraklıyım. İsterseniz bir parti oynıyalım."

"? Peki..."

Yahudi o zaman kendisini genç zabite takdim etti.

"? Liberman... kızım Suzy..!"

İki genç sanki iki üç defa buluşmamışlar ve birbirlerini hiç görmemişler gibi yeniden tanıştılar ve birbirlerinn elleri­ni sıktılar. Adnan, kızın babasına karşı takındığı masum tavrı ve bu tavrı temsildeki mahareti gözünden kaçırmadı. İçin­den, ne yaman kız, demeyi de unutmadı.

Öyle ya sanki kırlarda buluşup seviştiği ve pembe yanak­larından buseler aldığı, kendisini oraya davet edip bu plânı tanzim eden bu kız değilmiş gibi delikanlıyı ilk defa görmüş tavrını takınarak mahcup ve edalı, mütereddid ve lâkayd Adnan'a elini uzattı. Resmen tanışmışlardı.

Adnan'la Liberman epey süren bir domino partisi yaptı­lar. Yahudi oyunu kaybetmişti. Genç zabiti lüzumsuz ve mânâsız takdirlere boğuyor ve cam sıkılıp boş kaldıkça evle­rine de gelerek hoş vakit geçirmesini temenni ediyordu.

Aile ocağından senelerce uzak kalmış olan genç zabit bir sığıntının harim-i şeytanetinde teselli uman bir bedbaht gibi bu davete memnuniyet gösterdi. Bunda kendisine hak ver­mek lazımdı.

Liberman'm anlattıklarına göre memleketlerinde zulüm ve cefa çeken hemşerileri Türk Milleti'nin asil sinesinde bü­yük misafirpervelik ve geniş bir refah bulmuşlardı. Liber­man böyle söylüyor ve böyle ikrar ediyordu. Öyle ya, bura­da Erenköy ve Yeşilköy gibi güzel yerler, şirin villâlar ve ha­yat fışkıran bir arazi üzerinde saadet ve refah içinde ömür sürüyorlardı. Bizler ise birkaç saat ileride İngiltere Devle-ti'nin bütün servet ve kudretini temsil eden bir ordu ile ha­yat memat mücadelesi yapıyorduk. Bu mantık silsilesi Türk zabitinin kafasından geçtikçe:

"?Elbette bize karşı minnettardırlar, bunlardan fenalık gelmez!.." diye hükümler veriyordu. Heyhat, bin kere hey­hat... Saf Türk düşünemiyordu ki, karşısındaki insan onun en korkunç düşmanıydı?

Kahveden ayrılmak zamanı geldi. Tâlim Alayı çadırların­dan karanlıkları delip hazin hazin yayılan yat borusu sesleri, vaktin geldiğini hatırlatıyordu. Adnan gitmeğe hazırlanır­ken Liberman genç zabitten rica etmeği unutmadı:

"?Yarın akşam fakirhanemizi şereflendirirseniz bizi minnettar etmiş olursunuz!"

"? Rahatsız etmiş olmaz mıyım?"

"?Estağfurullah!.. Asil bir Türk zabitinin evimizi şeref­lendirerek bir fincan kahvemizi içmesi bizim için ne bahtiyarlık..."

"? Mümkün olursa yarın akşam ziyaretinize gelirim. Hangi evde oturuyorsunuz?"

"? Otuz dokuz numaralı evde..."

Bunu Adnan da biliyordu, Adnan'ın bildiğini şişko yahudi de biliyordu. Fakat bu numaralar zemin ve zaman icabı idi. Yalnız bir şey varsa alay yaveri kendisine kurulan tuzak­tan tamamen bihaber bulunuyordu. Bilâkis sevgilisi yahudi dilberini kendi yuvasında sık sık görmek fırsatını bulacağın­dan sevinç içinde idi. Ayağa kalktı ve yeni ahbaplardan mü­saade istedi:

"? Tekrar görüşmek üzere!"

"? Tekrar görüşmek üzere mülazım efendi!.."

Her şey yolunda idi. Sabah akşam tâlim. Karargâhta biraz yazı ve gün kararınca aşk. Bu gurbet elinde bu, ana baba yuvasından uzak harp ve ölüm diyarlarında böyle bir mazhariyet ne büyük bir saadetti...

Bu defa da günler uzamağa başladı. Yazı yazmak, vazife ile uğraşmak, kırlarda dolaşmak bütün bunlar güçlükle za­manı öldürüyordu.

Zaman.. Duygusu ve sinirleri olmıyan bir varlık... Allah'dan sonra Kâinatın en amansız kuvveti. Yolundan bir an şaşmıyan ve geri kamıyan, ah ve aman dilenmiyen bir kuvvet...

Dünya üzerinde en kuvvetli görünen varlıkları bile ihti­yarlatıp çürüten, çürütüp kokutan ve sonunda toprak yapan bu mefhum tabiî daha bir çok akşamlar idrak edecek ve hattâ Adnan'ın kara talihinde yazılı felâkete de tam vaktinde ulaşacaktı.

İşte şimdi bir akşam daha oldu. Cephede patlıyan top ses­lerinin hazin tarrakaları uzaktan uzağa yayılıyordu. Ortalık yeni bir hüzn ve melale bürünmüştü.

Genç zabitin ruhuna karanlık bir gurbet çöktü. Mikadına gitmek için bir hiss-i kablelvuku kendisine isteksizlik veri­yordu. Bir Türk zabiti bir yahudiye karsı sözünde durmamazlık edemezdi. Onun için Adnan aheste aheste düşünceli bir surette çadırını terk etti. Köyün yolunu tuttu. Orta cadde­ye gelince, evlerin iri İri yazılmış numaralarını okuyordu.

33 - 35 - 37 ve işte 39.. Maşukasının evi...

Burada durakladı. Bahçenin parmaklıklı kapısını yavaş yavaş itti. Bu kapının açılmasiyle iç kapının da kanatları açıl­mış bulunuyordu.

Orta yaşlı, henüz güzelliğinin sihrini muhafaza eden bir kadın iç kapıda misafirini beklemekte idi. Şimal iklimlerinin soğuk beyazlığına Filistin'in hararet ve servetinden pembe renkler katmış olan bu yahudi köylüsü Suzy'yi doğuran ana idi.

Adnan'ı ilk, defa gördüğü halde onu eski bir âşinâ gibi selâmladı ve henüz bir tek eksik olmıyan muntazam ağzının otuz iki dişini gösteren bir yılışıklıkla.

"? Buyurun Adnan Bey!.." diye misafirini karşıladı. De­mek ki çocuğun ismini bile öğrenmişti. Alay yaveri kendisini tanıtmaya lüzum görmeden sordu.

"? O halde siz de Madam Liberman olacaksınız!" dedi. Gülüştüler.

Antrede Liberman'a rastladılar. Bu da alaturka bir selâmla Adnan'ı istikbal etti.

Beraberce eve girdiler. Suzy henüz ortada yoktu. Oldukça muntazam döşenmiş bir salona girdiler.

Burası bir köy evinin odasından ziyade İstanbul'un ol­dukça hali, vakti yerinde ailelerinin kabul salonlarından aşa­ğı kalmayan asri bir salondu. Neden olmasın?

Bu, her karışından servet fışkıran toprak üzerinde bu ara­zinin hakiki sahipleri fakr zaruret, hatta ve hatta bir çokları açlıktan muztarip iken, memleketlerinde bir karış toprağa can veren sefil ve fakir sığıntılar bu memleketin servetinden öyle istifade etmişlerdiki. Göz alabildiğine uzanan geniş üzüm bağlarının mahsulâtı Rişon le Zion Fabrikası'nın nefis şarabına inkılâb etmekte ve zengin keselerden bol paralar bu yaban muhacirlerin ceplerini doldurmakta idi. Badem ve di­ğer mahsûllerden yılda iki sefer mahsul aldıklarından tıka basa midelerine indirdikleri miktardan arta kalan mühim bir kısım her sene zenginliklerine yeni servetler katmaktaydı.

Biz bu vaziyeti bir Türk necâbetiyle bir Türk kafasıyla dü­şündüğümüz zaman bu adamların bize karşı ebedi bir min­net ve şükran altında bulunduklarını zann ederiz. İşte bu zan ve lâkaydi bize koca bir kıtanın elimizden çıkmasına âmil olan sebeplerdendir. Şimdi orada emellerinin tahakku­kunu görerek gurur ve nihvetini arttırmış olan dünkü sefil ve nankör sığıntılar hükümrandır. Bizler unutmamalıyız kî; Türk mehmetçiği Çanakkale'de olduğu gibi Sina Cephesinde de aynı fevkalbeşer (insan üstü) kudret ve cesareti göster­mişti. Fakat cephe gerisinde alçakça casusluklar ve çöllerde isyanlar gibi arkadan saplanmış kahpe hançerler ordumu­zun hızını kesmiş ve bizi beyhude zararlara sokmuştur.

Umuyoruz ve istiyoruz ki; bundan sonra artık yabancı ırk ve dinden insanların bizi gafil avlamasına ve ekmeğimizi yi­yip kuyumuzu kazmasına müsaade etmeyecek, boş bulun­mayacağız. Bundan sonra ne milletten olursa olsun bir kadı­nın aşkına aldanmayacak ve tuzağına düşmeyeceğiz. Vatan aşkı her şeyden üstün olacak ve hayvanı şehvetler o aşka bir leke gelmesine sebep olamayacaktır...

Adnan bu güzel döşenmiş misafir odasında Lui Kenz stili geniş bir koltuğa yaslandı.

Henüz Suzy ortada yoktu. Bu yeni numara çocuğa hir şey sezdirmemek kaygusundan doğuyordu.

Liberman Şark âdeti üzere misafirini yeni baştan selâmladı ve ona bir defa daha;

"?Hoş geldiniz!.." dedi. Bir sandalyeye ilişti ve bir madun tavrı takınarak konuşmağa başladı:

"? Alayınızın köyümüze komşu olması bize ne kadar şe­ref veriyor. Ortalık şenlendi, sizler buraya gelmeden köy ne kadar ıssızdı... Askerler hayat getirdiler. Canlandık."

"? Kalabalıktan hoşlanıyorsunuz demek mösyö Liberrnan?.."

Alay yaveri bu sözleri belki de samimi sanıyordu. Bilmi­yordu ki; böyle riyâkârane samimiyetler ve yalancı tavırlarla bizi ne kadar çok avlamışlar, bizi ne kadar çok aldatarak ağ­zımızdan sözler kapmışlardı...

"? Güm, güm, güm!.."

Cephedeki top sesleri, fasılalı fasılalı karanlıkları deliyor ve gecenin karanlığına yeni hüzünler katıyordu.

"?Alayınız burada yanıbaşımızda olmasa bu top sesle­rinden doğrusu rahat uyku uyumak kabil olmıyacak."

"?Böyle uzaktan gelen top seslerinden de korkar mısınız mösyö Liberman?"

"?Sesten değil, fakat maazzAllah bir gün bir güllenin te­pemizde patlamasından korkarız doğrusu..."

"?Düşman buralara kolay kolay ulaşamaz, merak etme­yin..."

''? Ona şüphemiz yok mülâzim Bey!.. Siz çok muharebe­lere girdiniz değil mi?"

?? Tabiî."

"?Harp güç şey."

"?Okadar değil..."

"? Yeniden harbe gitmeniz ihtimali var mı?"

"? Askerlik bu belli olmaz."

"? Orası Öyle.. Alay giderse siz de beraber gideceksiniz değil mi?"

"? Ona ne şüphe, alayım nereye ben de oraya!.."

"? Bu günlerde alayın cepheye gideceği söyleniyor. Doğ­ru mu dersiniz?"

"? Henüz bir emir yok, fakat hazırlık emrini çoktan al­mıştık."

?? Siz giderseniz biz bir dost kaybederiz de..."

Bir dost kaybetmek endişesinin arkasına gizlenerek şu küçük mükâlemeden bir hakikat bilinmeyerek ifşa edilmiş oldu:

Tâlim Alayı da harekete hazırdır ve hazırlık emri almıştır. Bugünkü bu kadar malûmatı İngilizler'e yetiştirirlerse el­bette ceplerine birkaç kuruş girerdi- Kısa günün kârı az olur.

"? Sizinle bir parti aznif oynamayı isterdim mülâzim bey?"

"? Oynayalım mösyö Liberman"

Liberman çatlak ve genizden konuşan sesi odada çınladı: .

"? Suzy!,. Suzy!.. Suzy!.."

Bu ses Adnan'ın ruhunda derin akisler uyandırdı demek ki; güzel kız evde idi.ve şimdi gelecekti. İşte tatlı bir kız sesi cevap veriyor:

"? Geliyorum baba, geliyorum!.."

Ve elinde küçük bir tepsi için konulmuş kahve fincanlariyle Suzy odaya girdi.

Bugün her günkünden daha güzeldi. Parlak ve ince saçla­rını arkaya doğru taramış, altın yumaklar halinde uzanan İpek bukleleri çifte örgü ile arkadan dolaştırarak kulakları­nın üzerine indirmişti. Üzerinde sade fakat çok cazip bir el­bise vardı.

"? Size bir fincan kahve hazırlıyordum da onun için ge­ciktim affedersiniz. Adnan Bey!.." diye gencin elini sıktı. Bu beyaz ve yumuk eller Adnan'ın eline sarılınca müsbet menfi elektrik cereyanlarının kontakları gibi alay yaverinde bir derûnî bir ihtizaz meydana getirdi. Onun için:

"? Teşekkür ederim matmazel."

Derken, sesinde tabiîlikten bir az kaçmış bir titreklik var­dı.

Kahveleri yudumlarken oyuna da başladılar. Suzy Ad­nan'ın oturduğu yere bir sandalye çekti ve gencin yanı ba­şında oyunu seyretmeğe koyuldu. Alay yaverinin aklı oyun­dan ziyade yanı başında duran genç kızda idi. Bu yosmanın vücûdundan çıkan bekâret kokusu Adnan'ın ruhunu tütsülüyordu.

Sayıları gelişi güzel koyuyor ve lalettayin oynuyordu. Ya­rım saat süren partide Adnan kaybetti. Bol bol gülüştüler. Suzy bu fırsatı kaçırmadı:

"? Kumarda kaybeden aşkta kazanır, Adnan Bey!.." de­di.

Bu tatlı ses, neş'eli kahkahaların artmasına vesile oldu. Suzy'nin annesi likör hazırlamakla meşguldü. Liberman da oyundan sonra.

"? Bana beş dakika müsaade ediniz. Suzy misafirimizi yalnız bırakma" diyerek odadan ayrıldı.

Şimdi iki genç bu odada yapa yalnız diz dize ve başbaşa kalmışlardı. Adnan böyle fırsatların her defa kaçırılması bir erkek için ayıp olduğunu düşünerek canlı bulunmıya karar verdi.

"? Kumarda kaybeden aşkta kazanır mı dersin Suzy?"

"? Bu bir darb-ı meseldir Adnan Bey!"

"? Fakat çok güzel bir darb-ı mesel."

Bir elini kızın beyaz eli üzerine koydu, diğer eliyle Suzy'nin beline sarılarak gençliğinin bütün hararetiyle du­daklarından öptü. Bir karşılık görmedi. Böylece belki bir da­kika durdular.

"? Çok güzelsin Suzy."

"? Ona şüphe mi var?"

"? Mesele yok. Demek ki; birbirimizi seviyoruz. Harp bit­tikten sonra benimle Türkiye'ye gelir misin Suzy?"

"? Gelirim Adnan! Senin ebeveynin nerede oturuyor?"

"-?İstanbul'da."

"? İstanbul!.. Güzel İstanbul! Ben onu küçükken, buraya gelirken gördüm. Bosfor'un güzelliği!.. İstanbul'un güzelli­ği!.. Orası, dünyanın incisidir. Adnan Bey!.."

Alay yaveri derin bir göğüs geçirdi. İstanbul, onun mem­leketi, olanca azamet ve güzelliğile hayalinde tecessüm etti. Bu güzel şehrin göklere yükselen zarif minarlerini, babaları­mızın medenî, kudretlerini gösteren büyük mabetlerini ve Marmara'nın yeşil kucağında heybetle uyuyan büyük İstan­bul'u düşündü. Orada doğmuş orada okumuş, orada büyü­müştü. Anası, kardeşleri ve babası orada şimdi kendisinin hasretini çekmekte idiler.

"? Evet Suzy mukadderse harbden sonra güzel İstanbul'a gider orada mesut bir hayat süreriz!.. Ne dersin Suzy?"

"? Büyük saadet olur derim, Adnan!.."

Bedbaht genç Türk!.. Şimdiye kadar yabancı kandan bir kızın hangi erkeği bahtiyar ettiğini bilmiyordu bile!.. Bu gur­bet ellerinde yalnızlığın yabancılığın ve harbin ruhunda ya­rattığı galat hisler, O'na bu yahudi kızının harpten sonra ebedî bir hayat arkadaşı olacağını zan ettirmişti. Heyhat!.. Bu mahlûklar ne kadar güzel ve cazip olsalar nihayet kendi ırk­larından sümüklü birisinin hayat arkadaşı olabilirlerdi, Türk kızlarının altın oluklardan boşanan berrak sesleri ve Türk kızlarının asil ve lâhuti güzellikleri yanında bir yahudi kızı­nın hilekâr ruhu mukayesesine bile tahammül edilmeyen bîr şeydir. Fakat toy bir zabitin bir casusa gönül vermesi hep gafletten bu yolda ve ikaz edilmemesinden ileri geliyordu.

Adnan kızla yaptığı bu kısa konuşmalar esnasında Suzy'nin dudaklarından ve pembe yanaklarından bir çok de­fa öptü. Kızın güzel elleri gencin parlak ve dalgalı saçları üzerinde dolaşıyordu. Hislerinin bu en coşkun deminde Liberman'ın kalın öksürüğü duyuldu. Bu, ben geliyorum habe­riniz olsun, mânasına idi. Gençler birbirinden uzaklaştılar. Aralıklı koltuklarına çekildiler.

Liberman odaya girdiği zaman gençlerin hal ve tavırlarındaki şaşkınlığı görmemezlikten geldi. Suzy'nin annesi bir şişe şarab ile kocasının arkasından yetişti.

"? Adnan Bey, bir bardak şarabımıza tenezzül buyurur musunuz?"

"? Teşekkür ederim madam."

"? Bu şarabı çok seveceksiniz. Buraların taze üzümünden yapılmıştır. Nefasetine emin olunuz!"

Evvelâ iki genç karşılıklı ve sonra dört kişi kadeh tokuşturarak birer yudum şarap yuvarladılar. Hakikaten enfes bir şaraptı. Arz-ı Mev'ud bağlarının üzümlerinden yapılmış olan bu İçki gamlı gönüllere teselli, yorgun dimağlara güya kuv­vet vermekte idi. Adnan bardağı yarıya indirdikten sonra kafasında tatlı bir inşirah ve benliğinde hoş bir inkişaf hisset­ti.

Suzy ile bir daha kadeh tokuştururken fettan yahudi kızı sağ gözünü hafif kırparak ve vücudunun üst kısmına şehvetengiz inhinalar vererek:

?? Afiyetinize Adnan Bey!.." dedi.

"? Afiyetinize Suzy!"

Böylece yudum yudum, kadeh kadeh içtiler. Şarap buhar­ları kafalarda türlü hayaller yaratmakta idi. Adnan senelerce ana kucağından uzaklarda. Bu gurbet ve doğuş sahasında duyduğu yalnızlığı bir an için unutur gibi oldu. Neş'elenmişti güzel kız ve güzel kızın annesile babası da misafirlerini teşvik etmek için içmekte idiler. Keyfi yerine gelen genç zabit yahudi dilberine yavaşça sordu:

"? Müzik sever misin Suzy?"

"?Pek çok..."

"? Hangi parçayı çalarsın?"

"? Yazık ki ben birşey çalamam. Fakat eğer isterseniz size şu eski gramafonomuzla bir kaç plâk dinletebilirim..."

"?İyi edersin."

Köy evinin odasında borulu ve eski bir gramafon oldukça iyi parçalar çaldı.

"? Plâklarınız hep Almanca Suzy..." Ana dilimiz Almanca'dır. Harp bittikten sonra yenilerini alacağız.

Adnan derin derin, mahzun mahzun içini çekti.

"? İnşAllah!.." dedi... Sesinde tuhaf bir ümitsizlik sezili­yordu. Bu defa Lîberman sordu:

"? Harbin yakında biteceğini umar mısınız?"

"? O kadarını bilmem. Bildiğim birşey varsa, harp bitece­ği güne kadar devam edecektir."

"? Kazanacağız değil mi Adnan Bey?"

Bunu söylerken koca casusun necabetsiz suratında gencin ruhuna nüfuz etmek İsteyen şeytanî bir tecessüs belirdi. Bir ordu zabitinin haleti ruhiyesini ve harp hakkındaki fikrini öğrenmek ve bu malûmatı düşmana yetiştirmek kâfî derece­de ehemmiyetli bir vazife idi. Bir casusluk vazifesi...

Kahraman genç ırkının vârisi olduğu asalet ve necabete uygun bir cevap verdi.

"? Elbette kazanacağız... Onun için kan döküyoruz..."

Vakit ilerlemişti. Köyde ses-seda kalmadı yine cephede kesik kesik, uzaktan uzağa top sesleri ve yine karargâhta ha­zin hazin yat borusu..

.

"? Vakit geldi müsaadenizle."

"? Biraz yemek yiyip öyle gitmez misiniz?"

"? Teşekkür ederim geç gitmeliyim."

"? Her zaman bekleriz."

Mutad merasimden sonra Adnan bahçeye çıktığı vakit kendisini epey sersemlemiş buldu. Berrak Filistin semasının parlak yıldızları yere düşecek zannediyordu.

Bahçe kapısına geldikleri vakit iki genç yalnız kalmışlardı.

"? Yine gel Adnan her gün gel olmaz mı?"

"? Üç gün sonra yine gelirim Suzy."

"? Uzatma, yalvarırım..."

Yine çıldırtıcı bir cilve ile genç zabitin elini sıktı. Kıvrıldı, kıvrandı, büküldü ve ayrıldılar. Türk çocuğu çadırlara hafif tertip sallanarak geldi.

Aynı sesler kendisini karşıladı.

"?Dur! Kimdir o!"

"? Yabancı yok, alay yaveri!"

Bu suretle aynı ihtar kendisine tekrar edilmiş oldu:

Harp sahasındadır, vazife başındadır...

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #7 : Dün, 11:50:22 »
Casuslar Is Basinda
Adnan yorgun bir uykudan gözünü açtığı zaman saat dördü geçiyordu. Suzy uyku mahmurluğunun bütün güzeliği ve beyaz geceliğinin lâhuti letafetiyle başı ucunda yüzünü ve saçlarını okşamakta idi.

"? Sabah oluyor Adnan, çadırlara gitmelisin."

Delikanlı çevik bir hareketle karyoladan fırladı. Sevgilisi­nin yüzünü gözünü aksadı ve giyinmeye başladı. Çabucak hazırlandı acele vedalaştı.

"? Suzy Allaha ısmarladık. Yine görüşelim."

"? Güle güle Adnan. Yarın yine beklerim."

"?Yarın akşam gelemem. Fakat akşam talimi bittikten sonra, seni kırda vadi içindeki top ağacın altında beklerim."

"? Güle güle sevgilim..."

Alay yaveri çadırına döndüğü zaman alay karargâhında faaliyet yeni başlamıştı. Sabahın alaca aydınlığı çadırlara ak­setmiş, nöbetçiler değişmekte, uykudan kalkmış olan asker sabah temizliğini yapmakta idi. Genç zabit geceyi vazife ba­şında geçirmiş gibi soyundu ve yeni baştan karyolasına uzandı. Biraz daha dinlendi. Yüzünü yıkayıp kendisine çekidüzen verdiği zaman para çantasiyle evrak cüzdanının yerle­rini değiştirmiş olduğunu fark etti.

Ceketinin sağ cebindeki küçük portföyde bulunan annesi­nin ve kardeşlerinin resimleri yerlerini değiştirmiş her za­man muntazam ve sıra ile yerleştirdiği bazı evrakın intizamı­nı kaybetmiş olduğunu gördü, hayret etti. Para çantasındaki paralarını saydı tamamdı ve yerli yerinde idi. O halde, bu karışıklığı neye yükletmeli idi. Genç zabit bu şayanı dikkat nokta üzerinde fazla durmadı, kimbilir sarhoşluk, dedi ve dudak büküp geçti.

Halbuki casus kız, dalgın bir uykuya varan alay yaverinin bütün üstündeki kâğıtları karıştırmış, gözden geçirmişti.

Ertesi akşam, asker tâlimden dönmüş çadırlarda karavana faaliyeti başlamıştı. Adnan günlük vazifesini bitirmiş atına binmiş kırlarda koşuyordu. Top ağacı uzaktan görünce fet­tan hayaleti de seçti. Bu uzaktan görünüşte çok derin bir gü­zellik vardı. Atı dört nala sürdü. Kuvvetli bir cazibenin man­yetizmasına kapılmış gibi idi. Gittikçe bu beyaz gölgeye yak­laştı. Ve nihayet cennetten kaçmış bir peri kızı gözünün önünde canlandı. Onunla karşı karşıya geldi. Birden atından atladı. Beyaz ellere sarıldı ve dudaklardan Öptü, öptü, öptü. Artık hiç bir mümanaat görmüyordu. Birbirlerinin olmuş gi­bi idiler.

"? Nasılsın Suzy?.."

"? İyiyim. Teşekkür ederim. Sen nasılsın Adnan!.."

"? Seni gördüğüm vakitler çok iyiyim Suzy..."

"?Bende öyle."

Konuşmalarını kısa kestiler. Sevişmelerini uzattılar. Ağız­larından ziyade kalbleri ve heyecanlariyle konuşuyorlardı.

İki gencin bu şirin füsun diyarında bu lekesiz berrak sema al­tında bu güzel bahar kokulu tenhalıklarda âşıkdaşlık etmele­rinde görünüşte büyük bir kudsiyet vardı.

Hiç kimse hassaten bütün duyguları kamçılanmış coşkun bir genç, güzel ve körpe bir kızdan ve bu aşk perdesinin ar­kasından bir cinayet ve bir tuzak gizlenmiş olduğunu aklına getiremez, havsalasına sığdıramazdı.

Adnan'ın yüzü kıpkırmızı olmuş, gözleri ateş saçan bir cevvaliyyet içinde yan süzülmüştü. Suzy bu ani fırsatı gani­met bildi: "? Sevgini artık benden esirgemiyeceksin değil mi Ad­nan? Seni her gün görmek istiyorum."

Bu akşam eve gelir misin?

"? Bugün gelemem Suzy. Karargâhta vazifem var. Fakat yarın kolordu karargâhına gidip bazı emirler alacağım, ak­şam dönüşte sana uğrar bir kahveni içerim."

"? O kadar kısa mı Adnan..."

"? Vazifem var Suzy, onu ihmal edemem."

- Tabî... Demek vazifen mühim?.."

"?Elbet..."

"? Cephede bazı hazırlıklardan bahsediliyor, alayınızın bir tarafa gitmesinden ve seni kaybetmekten korkuyorum Adnan."

"? Muharebe hali belli olmaz, hazırlıklar tabiidir."

"? Hangi taraftan bir taarruz ümit edersin?"

"? Onu büyük kumandanlar bilir, alay yaverleri işin bu kadarım bilemez."

"? Orası doğru askerin işi bizi alâkadar etmez, anlamayız da, biz yalnız ordumuzun kazanmasına dua ederiz. Beni ise yalnız sen alâkadar edersin."

Bu sözleri söyliyen casus kızının takındığı masum ve sa­mimî tavrın arkasında gizlenen riya ve hıyanet asla sezilmi­yordu. Oynadığı rolde birinci sınıf sinema aktristleri kadar mahir ve muvaffaktı. Tekrarladı:

"? Demek yarım akşam dönüşte bir kahvemizi içecek ka­dar olsun bizi sevindireceksin..."

"? Geleceğim Suzy..."

Öpüştüler, seviştiler, vedalaştılar ve ayrıldılar...

Bulutlu ve kasvetli bir havada alay yaveri, bütün birlikle­rin emir zabitleri gibi kolordu karargâhından emir almıya gi­diyordu, ingilizlerin büyük cephe üzerinde geniş bir taarruza hazırlandıkları görülmüş, Türk kıtalarına lâzım gelen ter­tibat aldırılmış, takviye kıtaatı celbedilmiş, siperler tahkim edilmişti. Ortalıkta fevkalâdelik görülüyordu. Her İki taraf­tan birinin yapacağı bir taarruz hareketi kat'î neticeler için olacaktı.

İngiliz Ordusu'nun Gazze Cephesi'nde bir mağlûbiyeti Kanala kadar ric'atini icap ettirdiği gibi Türk Ordusu'nun muvaffak olmaması da Gazze-Şeria hattını terk etmesini icap edecekti. Ordular hazırlanmakta, süngüler bilenmekte idî...

Adnan alayına âid mahrem zarfı almış dört nala karargâha dönüyordu. Bu zarf içinde tâlim alayının hangi kı­taata ne kadar yetişmiş asker vereceği ve büyük taarruzda elinde kalacak usta efratla ne gibi vazifeler göreceği tafsüâtiyle yazılmıştı. Her ordu emrinde olduğu gibi dost ve düş­man kıtaata dâir de bir nebze malûmat vardı.

İste bu mühim emirler ve talimatlar alay yaverinin koy­nunda bulunuyordu ve genç zabit atını dörtnala karargâha sürüyordu.

Köyden geçerken sadece 39 numaralı evin önünde durdu. İçeri girmek istemedi. Sözünü yerine getirmek için at üstün­de selâmı kâfi gördü. Fakat bu mümkün mü idi?

Sinirleri gevşeten ve insan azmini zaafa uğratan kadın şeytanlığı ve yahudi fettanlığı bir genci vazifesinden alıkoya­cak kadar müessir oldu. İnsan bir defa kendisini bu akıntıya kaptırmamak idi. O girdaba kapıldıktan sonra kurtulmak mucize kadar zordu.

"? Bir fincan!.. Tek fincan kahvemizi içecek kadar içeri gi­remez misin Adnan!"

"? Giremem Suzy! Bak sözümde durdum, geldim, şimdi isim var. Karargâha yetişmeliyim. Vakit bulursam yine geli­rim."

"? Yalvarırım sana, atını biraz daha terletirsin kaybetti­ğin vakti telâfi edersin, gel, bir kahvemizi iç!... Sade o kadar."

"? Fakat ancak beş dakika Suzy..."

"? Peki öyle olsun..."

Suzy'nin küçük odasına girdiler. İkisi de geçen defa oldu­ğu gibi karyolanın üstüne yan yana oturdular.

"? Haydi Suzy, kahve pişireceksen çabuk getir de geç kalmayayım. Gitmeliyim."

Sahte âşık bu suale cevap vermedi. Adnan'ın omuzundan yakaladı, dudaklarına yapıştı, derin derin, içli içli, doya doya öptü.

"?Biraz daha Adnan; bir parça daha!., sevgime hürmet et!.. Ve yine uzun uzun öpmeler!.. Genç az sonra iki kadeh şarapla odaya döndü.

"? Kahve içecektik ya..."

"? Kahve de içeriz sevgilim, peşin bir kadeh şarap, yor­gunluğunu alır..."

"?Peki Suzy."

Adnan Rişon le Ziyon şarabının lezzetini tatmış ve çok be­ğenmişti. Bir kadeh içerse belki de dinlenir, ferahlanırdı.

"? Şerefine Suzy!.."
"? Şerefinize sevgilim!.."
"? Fakat benim başım çok dönüyor Suzy!.."
"? Biraz oda sıcak, biraz da sen yorgunsun Adnan..."
"? Hayır bildiğin gibi değil... Gayrı tabiî bir şey. Şarap fe­na halde dokundu."
"? Her zaman içtiğimiz şarap!.. Ben de beraber içtim. Bak bende hiçbir şey yok..."
"? Hiç anlamıyorum, hiç!.. Başım çok dönüyor, midem bulamyor, bir ağırlık duyuyorum..."
"? Azıcık karyolaya uzan!.. Başını soğuk su ile yıkayayım birşeyin kalmaz."


Çocuk istemiye istemiye boylu boyunca karyolaya uzan­dı. Casus kız ıslak tülbentlerle gencin başım uğuyor onu uyutmıya çalışıyordu. Adnan sızmıştı. Ona birkaç defa ses­lendi.

"? Adnan!.. Adnan yavrum!.. Adnan!.."

Ses yok. Ceketinin düğmelerini çözdü. Ses yok. Çıkardı, yine ses yok. Adnan efsunlu bir uykuda idi.

İki beyaz ve yumuk el, Türk zabitinin ceketine uzandı ve sarı zarftaki evrakı tomariyle aldı...

Suzy odadan ayrıldı. Birkaç dakika sonra aynı zarfı getirip yerine koydu ve Adnan'ın başı ucuna gelerek elindeki şi­şeyi birkaç defa burnuna götürdü.

"? Adnan, Adnan!.. Kalk yavrum geç kalma işine gitme­lisin..."

Başının sersemliği ve hissedilir derecede ağırlıkla Adnan gözlerini açtı.

"? Çok mu uyudum ben."
"? Hayır yarım saat kadar."

Hemen gitmeliyim, hemen!.. Giyindi. İtiyat şevkiyle göğ­sünü yokladı. Herşey yerli yerinde idi. Başı çok ağrıyordu, fakat münakaşa edecek sıra ve zaman değildi. Bir Allaha ısmarladıkla kendini bahçeye attı. Kızın babası Liberman O'nun atını tutmakta idi. Adnan hayvanına atladı. Karargâha doğru dört nala sürdü...

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #8 : Dün, 11:50:57 »
Pusu ve Gercekler
Güneş ufuklardan sıyrılmış, aydınlık azalmıştı. Alacaka­ranlıkta vadiye saptı ve atını yavaşlattı. Çimenli bir yoldan ağır ağır karargâha vardı. Cebinden zarfı çıkardı. Kumanda­nın çadırına doğru ilerliyordu. İçine bir kurt, şüphe düşmüş­tü. Zarfa dikkatle baktı ve bir değişiklik gözüne çarptı. Bu zarf açılmış ve sonradan kapanmışa benziyordu. Gerçi bunu yeknazarda anlamak mümkün değildi, fakat öyleye benzi­yordu. O anda Adnan beyninden vurulmuşa döndü. Herşey gözünün önünde canlanır gibi oldu... Demek son içtiği şara­bın verdiği sersemlik beyhude değilmiş. Şimdi bu şaraptan sonra daldığı ölüm uykusunu, etrafında dönen sahte aşk ko­medisini biraz anlar gibi oldu... Kendi kendine yavaş bir ses­le ve dişlerini gıcırdatarak mırıldandı:

"? Vay kahpe vay!,. Alacağın olsun!"

Alay kumandanı yaverinin getirdiği zarfı tetkik etmeden açtı. Esasen böyle bir şeye şimdiye kadar ihtiyaç olmamıştı. Kolordular gelen emirlere, talimatlara göz gezdirdi, ve asker yattıktan sonra birlik kumandanlarının çadırına çağırılmasını emretti. Adnan bilmeyerek ve istemeyerek vazifesini sûistimal ettiğinin farkına varılmadığına sevindi intikamını sabaha sakladı ve bölük kumandanlarını alay kumandanının çadırına davet etti.

* * *

Cephelerde büyük hazırlıklar vardı..İngilizler Gazze-Telli-şeria hattında büyük ve kati bir taarruza geçmek üzereydiler. Türk ordusu da bu vaziyete göre hazırlanmış, yeni vazifeler almıştı. Cephe baştan başa harekete gelmiş, canlanmıştı...

Ordular yeni bir savaşa hazırlanmış, süngüler bilenmiş, askerler kavgaya hazırlanmıştı.

* * *

Artık geceler gebe idi. Her sabah, büyük bir vak'a beklen­mekteydi. Adnan o sabah gözünü açtığı zaman, henüz bir şey olmamıştı.

İkindiye doğru müsaid bulduğu bir zamanda bir sabit fik­rin tesiri altında ağır ağır köye yollandı. Hem bazı noksanla­rını satın alacak hem de yahudi kızından hesap soracaktı.

Köye doğru giden derenin başına geldiği zaman elinde boş kum torbasile bir askerin kendisine doğru gelmekte ol­duğunu gördü. Bu, ilk defa Suzy'den ona mektup getiren arap idi.

"? Efendim size bir mektup daha var."

"?Kimden?"

"? O kızdan."

Sert bir tavırla mektubu neferin elinden aldı ve okumağa başladı:

Sevgili Adnan!..

Seni bu akşam behemmehal bekliyorum. Hiç olmazsa on dakika için gel, fazla bekletmem. Sevgiler...

Genç Zabitin dişleri öfkeden birbirine geçmişti. Dik dik karşısındaki askere baktı ve tekrarladı:

"? Hep sen mi görüyorsun bu kahpeyi?"

Sözünü bitirememişti. Dört nasırlı el, genç zabitin boğazı­na sarılmış, üç yahudi bir arap bedbaht çocuğu yere yatır­mıştı.

"?Alçaklar!.. Alçaklar!.."

Bu iki kelime gencin son sözleri oldu.

Hain casus kızının şehvet ateşinden kuvvet alan bu namertİer asil, genç, kahraman Türk zabitine pusu kurarak onu namussuzca şehid etmişlerdi. Bu mübarek şehidin mübarek cesedi Tayyibe İsminde başka bir yahudi köyünün çalılıkları­na gömülmüştü.

Sekizinci Ordu Divan Harbi hemen faaliyete geçti. Divan azaları ve alay zabitleri geceli gündüzlü çalıştılar. En küçük izler üzerinde yürüdüler. Köye sık sık giden neferleri sorgu­ya çektiler. Alay zabitlerinden, alay yaverinin Suzy ile mü­nasebetlerini öğrendiler ve bedbaht gencin cesedini Tayyibe Köyü'nün çalılıklarında bulup çıkardılar.

Suzy yakalandı, onunla beraber her iki Yahudi köyünden yirmiye yakın mücrim adaletin pençesine düştü. Casus kızın anası, babası da tevkif edildi. Katiller ve kaatil arap bu işi Suzy'nin aşkına âlet olarak ve rekabet hırsile yaptıklarım itiraf ettiler. Divanı Harb tahkikatının en şayanı dikkat noktası­nı bu esrarengiz cinayete yakayı ele veren iki Yahudi teşkil ediyordu. Mozes ve Hermut adında bulunan bu iki adam Hudeyra Köyü'nde bir dükkânda kırtasiye ve öteberi sat­makta idiler. Bunlar görünüşte ne iyi kalpli, ne sevimli adamlardı. Zabitlerin hepsi bu iki adamı sever ve sayardı, bu adamlar çok zarif, tok gözlü, güler yüziü, tatlı sözlü ve son derece cana yakın birer insan gibi gözüküyorlardı. Divanı Harp tahkikatı ve evlerinde yapılan araştırmalar bu herifle­rin ingiliz istihbaratında memur ihtiyat zabitleri olduklarını meydana çıkardı. Bunlar, (Suzy Liberman'ın üç seneden beri bilhassa casusluk için yetiştirildiği ve kızın müstesna güzelli­ğiyle kabiliyetinin kendilerine çok yaradığını naçar itiraf etti­ler.)

Diğer cususlar süt, yoğurt ve portakal satmak bahanesile seyyar hastaneler civarında ve cephe gerilerinde dolaşarak topladıkları malûmatı Mozes'le Hermut'a getirmekte idiler.

Suzy alay zabitanîyle münâsebet tesisin memur edilmiş ise de ancak Adnan'ı gözüne kestirdiği ve belki onu biraz da sevmiş olduğu anlaşılıyordu.

Hermut'ın bir iki defa kayıkla İngilizler tarafına gittiği ve birkaç defa da "Zimmarin" deki casusluk merkezine gönde­rildiği meydana çıktı. Caniler hapse tıkıldılar.

Suzy Divanı Harpteki ifadesinde hiçbir şey gizlemedi, inkâr etmedi. O sadece Adnan'ın Öldürülmesinden habersiz görünüyordu.

"? Nasıl olur, sevdiğim genç ve güzel bir zabiti Öldürü­rüm. Hem onun ne günahı var ki..."

Suzy:

"? Ben yanıldım, aldatıldım. Bu işe belki fena bir niyetle girmiştim fakat sonra o genci sevdim. O'na ben kıyamaın, bu yalandır, iftiradır!.." diye tepirliyordu. Suzy bu ifadede ölün­ceye kadar ısrar etti.

* * *

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #9 : Dün, 11:52:59 »
Casuslarin Son Dakikari
Suzy mahakeme edildiği Kalkilya Köyü'nün bir odasında hapis günlerini derin ıstıraplar ve müthiş kâbuslar içinde ge­çiriyordu.

Burada ölümün soğuk çehresi ve Azrail'in korkunç haya­linden başka kendisine arkadaş yoktu. Renginin pembeliği kayboldu. Güzelliğinin sihri azaldı ve işlediği büyük cinayetin, oynadığı nankör ve cani rolün bütün siyahlığı ru­huna aksetmiş oldu. Gençliği ve güzelliğine veda edecek, ci­billiyetsizliğin ve küfranın cezasın çekecekti. Şehvet, korku ve endişe ile karışık garip bir haleti ruhiye İçinde kıvranmak­ta ve mukadder saati beklemekte idî.

Öldürttüğü genç delikanlının bedbaht hayali gece uykula­rında onu vicdan azabının ölümden beter mengenesinde ezi­yor, kırıyordu. Geceler uzamış, uykusu kısalmıştı. Kış gece­lerinin tabiî uzunluğuna uğradığı felâketin azabı da yükle­nince rahat uyku kendisine büsbütün haranı olmuştu.

Ve o gün, saatlerce yatağında kıvranmış, korkulu rüyalar görmekten müthiş kâbuslar geçirmekten çekiniyor gibi saba­ha kadar gözünü yummamıştı.

Serin sabah rüzgârı sinirleri yatıştırdığı anda yorgunluğu galebe çalıp ta biraz dalmış korkulu rüyalar âlemine dahil ol­muştu. Bunlar rüya değil yakında aynen vaki olacak kara mukadderattı.

Kapının önünde toplu ayak seslerinin gürültüsü onu he­nüz daldığı uykudan uyandırdı. Bunlar onu kısas meydanı­na götürecek olan askerlerdi.

Kalbi yerinden kopacak gibi idi. Rengi bir anda simsiyah olmuştu. Bütün vücudu köpek gibi titriyodu. Ne var demeğe vakit kalmadan tunç yüzlü bir nefer heykel gibi karşısında belirdi. Ölümle karşı karşıya idi. Büyük günahının sıkleti onun mecalsiz sırtına abanmıştı. Düşmana yetiştirdikleri malûmat yüzünden kanına girdikleri masum askerelerin ha­yalleri kendisini boğacak gibi idi.

Şu karşısında dikilen asker ona sanki:
"? Arkadaşlarımın intikamını alacağız!.." diye haykırı­yordu:
"? Kalk orospu kalk; ölüm seni bekliyor!.." diyordu.

Bu yağız askerin merhametten ziyade nefret ve istikrahı ifade eden sesi işitildi:

"? Haydi giyin, hazır ol!..." dedi.

Casus kız bunun sebebini soracak, tafsilât isteyecek halde değildi. Ne cesareti ne de canı kalmıştı. Dünya kapkara bir zindan olmuş başına göçmüştü.

Pek az sonra bu güzel vücudun yok olması muhakkaktı. Yahudi kızı kendini kaybetti, olduğu yere yıkıldı.
Karabulutlu ve kasvetli bir sabah. Hafif yağmur çiseliyor. Cephede top gürültüleri erken başlamıştı.

Tayyibe Köyü'nün Önünde, kaatillerin Adnan'ı gömdükeri çalılığın üzerine sıra ile birçok kazıklar çakılmış. Bir takım asker intizar vaziyetinde bekliyorlar... Mücrimler perişan bir kafile halinde ve süngü takmış askerlerin muhafazası altında cinayet mahalline getirildiler.

Suzy'nin ipek saçları ıslanmış ve bedbaht bir intizamsız­lıkla dağılmıştı.

Yüzünün pembeliği gitmiş sapsarı, simsiyah bir renk bu casus kızın bütün güzelliğini silmiş, simasına ruhunun bü­tün çirkinliği ve hıyanetini aksettirmişti.

Ana, baba, kız yan yana birer kazığa bağladılar. Diğer ka­tiller ve casuslar onların sırasındaki kazıklara bağlandılar.

Divan-ı Harb'ın kararı okundu. Canilere bir dilekleri olup olmadığı soruldu. Bir haham son duasını yaptı, canilerin gözleri bağlandı.

Ve yüzbaşı Hüsnü Bey'in gür sesi ıslak ve tenha vadide çınladı:

"?Ateşşşş!"

Mücrimler birer birer kıvrandılar. Suzy'nin ağzından tek söz çıktı: "Adnan!.."

Bu onun son sözü oidu.
Dokuz kurşun casus kızın dolgun ve sert memeleri üze­rinden geçmiş bu alçak facia perdesini kapamıştı.....Polonya'da Liseli Yahudi Kizi
Karakovi, 15 Ağustos 1911.

Bugün nasıl oldu, Viladimir, kapımızın önünden mağrur geçiyor. Kendisini çok beğenmiş bu asilzade, yahudi evleri­nin önünden geçmeği bile kendisine günah sayardı. Tabiat, beni nasıl bu gencin cazibesine kaptırmış ise onu da pervane gibi benim etrafımda dolaştırıyor. Önce, yahudilik bir ateşmis gibi kendisini yakacağından korkuyor. Hiç unutmuyo­rum, geçen sene karşımızdaki parkta gezinirken yanıma so­kulmuştu. Mektepte ırkımız aleyhinde söylediği sözleri dü­şünerek yüzümü biraz yan tarafa çevirmiştim. Bundan alın­dı:

"? Pis yahudi!.." diyerek yanımdan hızla uzaklaştı.

Yarabbi bu insanlar neden bu kadar taş yürekli ve bize karşı merhametsiz!.. Babalarımızdan işittiğimiz hikâyeler ka­nımı donduruyor. Geçen sene, Varşova'da bir kaç yahudinin kanına giren hâdiseyi düşünüyorum da aklım başımdan gi­diyor. Bir şüphe içimi kemiriyor. Acaba, bize yılanlar gibi, akrepler gibi tehlikeli ve pis mahluklar gibi bakan bu insanların bu kadar devamlı ve inadlı düşmanlıklarında kendileri­ni haklı gösterecek bir tarafı var mı? Hep iğneli fıçı hikâye­leri, hile ve ihtikâr ve karaborsanın günahını bize yüklüyorlar. Kimbilir!.. Geçen gün babama sordum, bu iğneli fıçı ma­salları doğrumu diye... Tuhaf şey; yalandır, inanma, iftiradır bunlar demedi. Sadece:

"? Senin aklın henüz böyle şeylere ermez. Bana bir kahve pişir!.." dedi ve beni başından savdı.

Neden aklım ermesin. Onsekiz yaşına geldim. Bu sene cimnazyomu[2] bitiriyorum. Evet bu da bir mesele. Fizik ho­camız Jakovski bana o kadar düşman gözüyle bakıyorki, hayret. Halbuki ben onu yahudi zannediyorum. Değilmiş. .Aksine koyu bir yahudi düşmanı. Mektepteki bütün yahudi talebe onun dersinden top atıyor. Ben ise, fiziğe o kadar iyi çalıştım ki, adeta bütün mektepte kolumu tutacak bana yeti­şecek yok.

Gece ilerledi. Öyle yorgun ve uykusuzum ki, bugünün hislerini tamamiyle defterime dökemîyeceğim. Sabaha kal­sın.
21 Ağustos 1911

Tarih hocamız Viladislas bugün derste bir pot kırdı. Bana 1905 Rus-Japon harbinde, Rus İmparatorluğunun mağlup ol­masında yahudilerin büyük rolü varmış. Bir Japon miralayı­nın, meyhane açıp, mujiklerin her türlü taşkınlıklarına aldır­madan kurduğu casusluk merkezine bütün yahudiler haber getiriyorlarmış. Herkesin meyhaneci zannettiği bu adamın, Port-Artur Muharebesinde bir erkân-ı harb miralayı olduğu meydana çıkmış... Fakat hocamız ne bu miralayın ismini söy­ledi, ne de meyhanenin nerede olduğunu bildirdi. Ders esnasında goyimler[3] bana beni yiyecekmiş gibi bakıyorlardı.

Ders biter bitmez sınıfta patırdı koptu. Şımarık zengin ço­cuklar Yahudilere çatmağa başladılar. Pis yahudi, hain ca­suslar, partizanlar gibi sözlere kulaklarımız çok alışık. Kor­kudan bahçeye çıkmadım. Mektebin idare âmirleri meydan­da yok. Goyimlerin çocukları ne rahat, ne serbest kavga edi­yorlar. Ellerini tutan yok!.. Bir gürültü koptu, çığlıklar yük­seldi. Alber'in kafasına bir taş indi, yüzü gözü kanlar içinde. Yahudi çocukları birer kenara büzülmüş, ötekiler aldırış bile etmiyorlar. Çocuk kendiliğinden mektep doktorunun odası­nın yolunu tuttu. Şu çirkin şu merhametsiz sözler kulakları tırmalıyor:

"? Oh olsun pis yahudi... İnsan kanı içer misiniz, çocukla­rımızı diri diri öldürür müsünüz? Gibi sözler işitiyoruz. İçimde garip istifhamlar düğümleniyor, acaba şu olup biten­ler, söylenenler, İthamlar doğru mu? Doğru ise çok feci! Yılanlar ve akrepler gibi insanların bizden iğrenip, bizi ayakları altında çiğnemek istemeleri ne acı şey yarabbi!

Yok eğer bunlar haksız iseler, bize yapılan ithamlar bir kıskançlık, bir taassubdan doğuyor ise, insanlar ne kadar merhametsiz ve alçak...

Zihnimi bir nokta kurcalıyor ve huzurumu alt üst ediyor. Geçen gece babam bize şöyle nasihat ediyordu:
"? İyilik ve şefkat yalnız bizlere, yani İsrail oğullarına karşı yapılır. Goyim köpeklerine karşı hiç bir insanlık ve ahlak ile mukayyed değilsiniz. Onların mallan, canlan, ırzla­rı helâldir. Talmutumuzda büyük haham Jakop Maymunides diyor ki:
"? Yahudi olmayan bir insan hayvandır"...

Ama neden? Acaba goyimler bunu biliyorlar mı? Eğer bi­liyorlarsa bize karşı reva gördükleri muamelede haklı ola­mazlar mı?

Sonra babam ilâve etti:
"? Komşun eğer yahudi değilse ona yapacağın zarar ve ziyanla dinimize büyük bir hizmet etmiş olursun..."
"?Niçin baba!." diyecek oldum, kıyamet koptu. Annem ve babam üzerime yürüdüler...
"? Sen böyle şeylerden ne anlarsın, sen yahudi değil mi­sin? Bizim hahamlarımız ne emrediyorsa, onları aynen ve hakikat olarak kabule mecbursun. Biz "goy" değiliz. Biz Talmut'un emrinden çıkamayız. Çıkacak olursak bu canavarlar bizi bir lokmada yutarlar!

Anamın ve babamın gözleri yuvalarından fırlamıştı, içim­de müthiş bir korku, bin zorlukla ve asabım bütün kudret ve kuvvetini kaybetmiş bir halde, kâbuslu bir uykuya terk ettim kendimi...

Sabah yaklaşmakta idi. Belkide ben yeni uykuya dalmı­şım. Bir ara Viladimir, o mahud mağrur bakışiyle, fakat bu defa bir parça mutebessim yatağının yanına sokulmuştu. Kâhkülleri alnına düşmüş, yüzü penbeleşmiş, gözlerinin par­laklığı çok artmıştı. Sanki:
"? O safsataları bırak, o yahudi martavallarından uzaklaş. Aşkın sıcak ve mukaddes ağuşuna sığın!.." diyordu.

Birgün içinde insan bu kadar fazla güzelleşir, bu kadar değişir mi idi? Bana pis yahudi diyen bu güzel asilzade şim­di ne kadar yakıcı, ne kadar insan ruhunu değiştirici idi. Uzun parmaklı, yumuşak ve kibar ellerini saçlarımda gezdir­di. Kendimi, dünyâdan uzaklaşmış, bam başka bir âlemde farzediyordum. Birbirine zıt hisler, karma karışık ruh haleti içinde eziliyordum, belki de bu, bir ölüm hali İdi.

Viladimir'in elleri vücudumda dolaşıyordu. Bir ara o eller o kadar kabalaştı hoyratlaştı ve sertleşti ki... Hududları aşmış en mahrem yerlerimi dolaşıyordu. Onun şiddetinden bir denbire uyandım...

Aman yarabbi, bu bir rüya değil, bu korkunç ve iğrenç bir hakikat: Eğer şu dakikada, halâ kulaklarımda çınlayan onun sesini, "pis yahudi" diyen sesini bir daha işitsem ve hakika­ten Viladimir'i görmüş olsa idim belki de onu kucaklar, bağ­rıma basar, lâhuti bir âlemin boşluğuna kendimi terk eder, ona teslim olurdum. Din ve ırk ayrılığı ne olursa olsun.

Hayır, hayır! Bu Viladîmir değil, benim öz babamdı. Rampa çıkan bir şimendifer lokomotifi gibi soluyordu. Yü­zünün rengi kaçmış, gözleri dönmüştü:
"? Baba ne yapıyorsun, çıldırdın mı, ben senin kızın değil miyim?"
"? Sus köpek!.. Senin böyle şeylere aklın ermez! Sesini çı­karırsan gebertirim seni. Goyimlerin mağrur delikanlılarına gönül vereceğine, kendi zevklerimizi aramızda paylaşalım. Talmut oku, hahamların tefsirlerini oku da adam ol!"

Yavaş yavaş, kudurmuş bir köpek gibi başı önünde, salya­lı ağzını sile sile yatak odasına çekildi gitti.

Bu ne müthiş kâbustu yarabbi!

Artık mektepte goyimlere eskisi gibi nefretle bakmıyo­rum. Aksine onların bizden nefret etmeğe bakmıyorum. Ak­sine onların bizden nefret etmeğe haklı olduklarını zannedi­yorum. Bütün insanlığın bizden iğrenmesi, bizden kaçması, bize düşman olması her halde bütün bütün boş olmasa ge­rek?

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #10 : Dün, 11:54:26 »
Hareketlilik Izleri
12 Eylül 1911

Mektebin bahçesinde Viladimir'le yanyanayız. Gözlerimiz birbiriyle konuşuyor. Onun parlak ve yakıcı gözlerinin ateşi içimi kavuruyor. Gururumu kırdım ve Dünya'ya geldi­ğim günden beri beni tesiri altına alan hislerden sıyrılmak için nefsimi zorladım ve gülümseyerek Viladimir'e sokul­dum:
"? Bu nefretle bakış, bu bizden uzaklaşsın, bu yabancılık neden Viladimir?"
"? Yalnız sana değil, senin ırkına karşı biz böyleyiz. Az şeyler mi işittik hakkınızda?.. Bunlarda ne kadar mübalâğa olsa, yine de bir hakikat vardır içinde.. Polonya'nın felâketi ne sebep sissiniz, insanlığın tümü sizden şikayetçi..."
"? Acaba? Fakat benim şahsen bu olup bitenlerde ne his­sem olabilir ki?.."
"? Suzy! Senin yüzünde hiç de fena insana delâlet eden çizgiler yok. Yok ama ne olsa terbiye aldığın muhitin telâkkileri altındasın. Yüzünde bir masumiyet, bir cazibe ve müthiş sevimlilik var... İnsan zıt tesirler altında kalıyor. Göz­lerimiz başka bir lisan, hislerimiz başka bir lisan, mantıkları­mız başka bir dil konuşuyor...

Teneffüs bitmiş, arkadaşlarımız dershanelere girmişti. Biz ikimiz sanki başka bir âlemden dönüyor gibi şaşkın şaşkın sınıfa girdiğimiz zaman arkadaşlarımız hayretler içinde bize bakıyorlardı. İkimizin de yüzü kızarmış, ikimizin de halinde bir gayri tabiilik göze çarpıyordu.




16 Eylül 1911

Mektepten eve döndüğüm zaman, şimdiye kadar hiç yü­zünü görmediğim bir hahamı baş köşeye kurulmuş olarak buldum. Anam babam bu adamın karşısında iki büklüm bir tazim ve ihtiram heykeli gibi büzülmüşlerdi. Ben de kemal-i hürmetle bir yere iliştim. Uç İnsanın gözü üzerime dikilmişti.

Bu gözlerde öyle korkunç mânalar okunuyordu ki... Hele Hahamın bakışları... Sanki, uğursuzluk canlanmış, bu ada­mın gözlerinde teşahhus etmişti. Bana neler anlattı neler...

?? Şunu bil ki, yahudi olmayan her şahıs bizim düşmanımızdır. Onlarla samimi münasebet kurulmaz. Onlarla alış veriş edilmez. Onlar insan yerine konmaz! Onlar asırlarca milletimize zulüm etmişlerdir. Onlar birer hayvandır. Onla­rın eti, kemiği, ırzı, namusu, malı canı bize mubahtır. Bir yahudinin bir goyim ile dostluğu dinimizin asla afvetmeyeceği büyük günahlardandır.

Ve bunları öyle bir eda, öyle meş'um çatal bir sesle söylü­yordu ki; kendimi âdeta "Moloh" ilâhın huzurunda zannet­tim. Korktum, tüylerim ürperdi. Her şeyi, her şeyi hatta ken­dimi unuttum. O, mektep ve şu koca şehir bana dar gelmeğe başladı. Acaba bu adam, daha doğrusu anam, babam benim Viladîmir'le olan münasebetimi biliyorlar mı? Nereden bilecekler... Düne kadar bu oğlan beni ve milletimi tahkir ediyordu. İlk defa, iki insan gibi birbirimizle konuştuk. Bu da garip bir şey... O gün bende hasıl olan ruh haletini anlamışa benziyordu. Şuna inanıyorum ki, ruhlar âlemi birbiriyle alâkalı bir tasnife tabidir. İnsanlar bu sayede birbirini sevi­yor, bu sayede birbirini anlıyor, ve yahud aksine.

Bütün bu işittiklerim, bu tanımadığım hahamın hakîmâne ve âmîrane sözleri. Peki ama bunlar ne kadar ibtidâî, ne ka­dar vahşi şeyler!.. Biz bu düşüncelerle mi insanlara kendimi­zi sevdireceğiz, ortadan kaldıracağız. Başka bir şey daha var: Acaba onlar çocuklarına milletlerine bizim hakkımızda neler söylüyorlar. Mektepte çocukların bize kaatil yahudi, pis çıfıt demelerinin ilham kaynağı ne olabilir ki?..

Sonra babamın halini düşünüyorum, yatağımın ucunda, insanlıktan çıkmış korkunç haline ne mâna vereyim? Bu da mı Talmut'un emri? Sen bunlardan anlamazsın, sen dinimizin inceliklerine ve sırlarına vakıf değilsin diye birde kendi­sini haklı görmesi... Benim aklım bu muammaları bir türlü kavrayamıyor. Bir şey anlamıyorum, anladığım tek şey ruhu­mun kökünden sarsılmış, maneviyatımın bozulmuş olması­dır, uykuda gezen insanlar gibi, canlı bir cenaze gibi dolaşı­yorum. Bakışlarım,görüşlerim, idrakim değişti. Bambaşka bir insan oldum. Şimdi iki ruhlu bir insan gibiyim. Yoksa; ço­cukluğum, masumiyetim safiyetim ve hattâ aşkım yerini baş­ka bir halet-i ruhiyeye mi devretti. Şimdi ben eskisinden bambaşka bir insan, bir şahsiyet oldum.

Artık Viladimir'i de gözüm görmüyor. Sanki aşkımı, sev­gimi bir daha dirilmemek üzere görünmez bir el katletmiş, öldürmüş.

Bir kaç gün evvel, teneffüsde, bahçede benimle konuşan Viladimir de birdenbire değişti. Yüzünü dönüp bana bakmı­yor bile... Şimdi ben şuna inanıyorum: İnsanlar çok defa iki ruh taşırlar. Bende mevcut bu iki ruhdan iyisi öldü, vücu­dum ve benliğim ağır ağır kötülüğe kaçıyor. Bu ikincisi yani kötü ruh bende karar kılacak... Nereye kadar ve ne kadar? Bir şey bilmiyorum, birşey!..

Evimizde de bir tatsızlık hüküm sürüyor. Babamın mânâsız bakışları, mücrimlere mahsus çekingen tavrı ve hele hele iki günde bir evimize gelen o menhus suratlı haham. Arada bir, aktörler gibi pozlar alarak ve kendisine çeki dü­zen vererek, o iğrenç suratına bir ciddiyet takarak bana hitab etmesine tahammül edemeyeceğim.

?? Goyimlere karşı vazifeni iyi bilmelisin, Talmutu iyi anlamalısın kızım. Biz bu sayede canavar gayrı yahudilerin zulmünden ve esaretinden kurtulacağız. Sadece bu kadar de­ğil... Biz, onları kendimize köle yapacağız. Malları, mülkleri bizim olacak!.. Dünyânın tek hâkimi olacağız. Binlerce sene­lik zulüm işkence ve esaretin acısını onlardan çıkaracak, intikamımızı alacağız. İçimizde yahudi olmayanların cümlesine karşı sönmez bir kin var. Sen bu kini zaman zaman körüklemelisin, onun alevi içini ısıtmalı, sana bu mukaddes yolda yürümek İçin kuvvet vermelidir. İleride ana olduğun zaman bu hissi çocuklarına aşıla!.."

Kendisine yeniden çeki düzen vererek, daha tok ve daha âmirâne bir sesle şunları ilâve etti:
?? Yahudi olmayan her insan bir hayvandır, bir köpektir, onun malı, canı, ırzı bize helâldir!"

Bu ne müthiş bir telkindi yarabbi Tevekkeli değil, insan­lar bizden vebadan kaçar gibi kaçıyor, bizden tiksiniyor, biz­den nefret ediyorlar. Anne ve babanın bu budala hahamın karşısındaki vaziyetlerini düşündükçe nefretim kat kat artı­yor. O ne tazim, o ne ihtiram. Bu çatal sakallı herifin içimi sızlatan, vicdanımı tazyik eden câniyâne sözlerini birer hik­met gibi dinliyorlar. Ne yalan söyleyeyim bu böyle giderse, bütün benliğime rağmen bende kendimi bu tesirlere kaptıra­cağımdan korkuyorum. Yarabbi Sen niçin bizi böyle zelil, böyle hakir, böyle vicdansız, böyle canavar ruhlu yarattın. Bizden olmıyanların samimiyetine, saflığına, ruhlarının asa­letine bakıyorum da kendimden iğreniyorum.

Bizim hahamın yumurtladığı herzelere bir bakın:
"Mektebinizdeki yahudî olmayan çocuklara fikirlerinizi aşılayınız. Onların inandıkları dinlerin sahteliğini onlara tel­kin ediniz ve büîün bu dinlerin sahteliğini onlara telkin edi­niz ve bütün bu dinlerin bizden çalınmış ve şekilleri değişti­rilmiş sahte şeyler olduğunu söyleyin. Onların Peygamberle­rini, hele İsa'yı gülünç bir şekle sokarak onu alay mevzuu ya­pınız. Size birkaç hücum ederler, isyan ederler, küfür eder­ler, belki de döğerler. Mukavemet ediniz sonunda yavaş ya­vaş ruhlarında bir aşağılık duygusu doğar, mukavemetleri kesilir ve derin bir tereddüt ve şaşkınlık çukuruna düşerler, ondan sonrası kolaydır. Güzelliğinizle, gururunuzla onları elde ediniz. Onlan hissinizin esiri kılınız ve sonra bu hamuru istediğiniz gibi yuğurunuz.

Bizden olmayan bütün arkadaşlarınızın ahlâklarını ifsad ediniz, onlar bir parça güzelliğinizden istifade etsinler. Tatlı bir gülüş, hafif bir müsamaha ile öylelerini tuzağınıza düşü­rüp bizim mukaddes fikirlerimizi onlara telkin ediniz."

"Mekrebinizdeki zengin ve asilzadelere karşı fakir talebeyi kışkırtınız. Allah insanları müsavi bir şekilde yaratmıştır. Aradaki farkları elinizde silâh olarak kullanınız. İleride bü­yüdüğün vakit, ilahe kadar güzel bir kız olarak zenginlere, devlet adamlarına, politikacılara sokularak onlara kendi fi­kirlerimizi telkin, üstünlüğümüzü kendilerinin aşağılıklarını aşılayınız. Bütün bunları yapmak için her türlü hile, desise yalan ve hattâ iftirayı dinimiz bize mubah kılıyor, hatta em­rediyor. Biz; ancak kendi aramızda birbirimize karşı son de­rece dürüst, faziletli ve ahlâklı olmak mecburiyetindeyiz. Bu­nun haricinde bizden olmayanları daima bir hayvan yerine koyarak her türlü hareketler bize mubah ve hattâ farzdır."

Aman yarabbi! Hergün bu telkinler, bu aklımın almadığı, vicdanımın kabul etmediği âdi hisler... Biz bunlarla mı, bu günah, bu gayrımeşru bu ahlâksız telkinlerle mi dünyaya ha­kim olacağız. Bunlara ne hacet!.. Tevekkel değil, herkes biz­den nefret ediyor. Onlara bakıyorum, yani bizden olmayan, yahudi olmayanlara bakıyorum, ne vakur, ne sakin, ne asil insanlar... Benim bunlar hakkında işittiklerimle hakikat ara­sında ne büyük, ne müthiş mesafe var. Günahda bu kadar ıs­rar, kötülük de, cinayette, ahlâksızlıkta bu kadar inat. Haddin varsa bu fikrini anneme, babama ve o uğursuz suratlı ha­hama aç!.. İnsanı parçalarlar vAllahi!.. Bir hakikate daha vakıf oldum: İnsan, ne kadar gayri tabii, ne kadar kötü ne kadar vicdansız olursa olsun bir fikrin devamı bir surette kini kar­şısında bir vakte kadar mukavemet ediyor, sonra yavaş, ya­vaş kendinden geçerek benliğini o fikirlerin tesirine terkediyor, morfinlenmiş büyülenmiş bir halde akıp gidiyor. Artık bundan kendini sıyırmak mümkün değil!.. O kadar ki; baba­mı, kudurmuş bir köpek gibi, şehvet sar'ası içinde yatağımın ucunda görmek bile bana artık tabiî gelmeğe başladı. Onun çatlak sesi halâ kulaklarımda çınlıyor:
"? Senin buna aklın ermez. Talmutu oku!"

Evet babam evde bizi etrafına toplar ve nur şualarını din­leyiniz diye bize Talmut okurdu. Bunlar nasıl nur şuaları, bunlar nasıl akıl almaz şeyler!.. Sınıf arkadaşlarım bana ken­di dinlerinden bâzı parçalar okudukları vakit, iliklerime ka­dar titrediğimi hissediyorum. İsa ne büyük adam! Bize şey­tanın oğulları demiş. Hiç te yalan değil!.. Diyor ki: Birisi bir yanağına bir tokat vursa, ona öteki yanağını uzat. Mütecaviz olma. Sulh sever ol!.. İnsanlar birbirinin kardeşi ve dünya fa­nidir.

Bu kadar ulvî ve asil ahlâk prensipleri yanında bizimkisi ne adar adî, ne kadar çirkin, ne kadar kaba kalıyor. Fakat gel de bunu, bizim eve gelen çatal sakallı, çirkin yüzlü hahama anlat. Haddin varsa tek itiraz et. İnsanı parçalarlar.Göç Planlari
21 Teşrinevvel 1911

Aman yarabbi ne soğuk bir gün. Yağmur insanın ilikleri­ne işleyor. Öğleden sonra sulu ve cıvık bir kar yağıyor. Kas­vetli bir gün!.. Esasen aylardan beri ruhum karanlıklara gö­mülü. Kararsız, ümitsiz ve şaşkın bir haldeyim. Yoksa Viladimir'i, bu bizden olmayan, bizden tiksinen hristiyan çocuğunu seviyor muyum, o da beni seviyor mu? insanlardan ni­çin böyle türlü düşünceler ve saçma fikirlerle birbirine düş­man kesiliyor, birbirinin inancı ve görüşü onları yekdiğerine düşman ediyor, yoksa tabiatta mı var bu? O kadar kararsı­zım ki... İnsan denilen mahlûk, telkin denilen canavarın tesiri altında, bu muhakkak. Eğer ben, bir yahudi ana, babadan Dünya'ya gelmeyip te meselâ budist bir anadan doğmuş olsa idim, şimdi Dünya'yı bambaşka görecek ve insanları seve­cektim, insanlar da bizi sevecekti.

Canımın sıkıntısını gidermek için sinemaya gitmeye karar verdim.Viladimir hiç bir filmi kaçırmaz. Fransiska Bertini'nin bir filmi var onu görmeğe gidiyorum...

...............

Ben talihe ve tesadüfe çok inanırım. Bu inancım bugün bir kat daha arttı. Sinemaya bilet alıp hole girdiğim zaman Viladimir'i dolaşır gördüm. Bir masaya oturdum. Çocuk epey te­reddüt ve şaşkınlık geçirdi. Kalbden kalbe yol vardır derler. Fakat bu yollar bazen saçma telkinler ve yanlış telakkiler yü­zünden kapanıyor. Viladimir önümden geçerken gayri ihti­yari durakladı, yüzü kızarmış ve hali değişmişti. Benimle alakadar olmasa bu sekte girmezdi. Cesaretimi topladım, ona seslendim.

"? Viladimir, asilzadem!.. Tenezzül buyurup masaya oturmaz mısın?.."

İcabet etti ve sevindi bile. Bir müddet, hem de epey bir müddet sessiz kaldık. Söze kim başlayacak ve ne konuşacak­tı. Filmin başlamasına yirmi dakika var. Ben bunun yirmi sa­at olmasını ne kadar İsterdim. Bu sessizliği Viladimir bozdu ve düşüncelerimi allak bullak etti.

"? Filmden hoşlanırsın tabii!.. Suzy; Sen yaradılışta iyi kalbli bir kızsın. Tabiatın eli, seni itina ile süslemiş. Müstesna bir güzelliğin var. Fakat sizin şu insanlara olan düşmanlığı­nız, tarih boyunca insanlara reva gördüğünüz kötülük, berbat ve sakin inançlarınız yok mu, bütün bunlar aramızda bi­rer buz deryası gibi bizi birbirimizden ayırıyor. Hakkınızda işittiğimiz korkunç hikayeler, senin bütün güzelliğini siliyor, perdeliyor.? Ve sonra birdenbire sustu. Garsona iki portakal şurubu ısmarladı. Aradan dakikalar geçti. Söz altında kal­mak istemiyordum. Cesaretimi kıran şey, bizden olmayan insanların hakkımızdaki kötü nazarları ve kötü düşünceleri idi. Buna rağmen sükunetle kendisine cevap verdim:

"? Haksızlık ediyorsun Viladimir. Biz insanlara değil, in­sanlar bize asırlar boyunca zulüm ettiler. Sürgünler, katliam­lar ve hele bugün yapılan poğrumlar nedir, yazık değil mi âciz bir ekalliyete zulüm??

"? Bir noktayı düşün Suzy! Yeryüzünde milyonlarca in­san yaşıyor. Bu beşer topluluğun her şeyi bırakıp husûmet ve nefretini yalnız sizin üzerinizde toplamış olması boş bir şey mi??

Zil çaldı, kapular açıldı. İkimizin yeri ayrı ayrı idi, sözü yarıda keserek birbirimizden ayrıldık. Bu ayrılışın son oldu­ğuna dair içimde bazı hisler belirdi. Kimbilir?




19 Teşrinisani 1911

Babam eve çok telâşlı ve heyecanlı geldi. Annem sebebini sordu, öğrenemedi. Nihayet yatma zamanı geldiği vakit bu­nu bize söyledi. Bâzı mojikler Senpetersburg'un kenar ma­hallelerine taarruz ederek bir çok bîçâre yahudiyi öldürmüş­ler. Küçük çapta bir pogrum. 'Babamın bize nasihati ve kat'î talimatı: Bu hafta hiç sokağa çıkmayacak, alış verişi evin kar­şısındaki bakkaldan yapacağız. Bu bir nevi mahbusiyet hali. Ama ne yapacaksın. Muhammed'i, Titos'ü, Buhtunnâsır, Babil'i düşündükçe teselli buluyorum.




17 Kânunuevvel 1911

Bu gece yeni bir haberle, yahud müjde ile, daha doğrusu neticesi nereye varacağı meçhul bir macera haberiyle sarsıl­dık. Sevindik, ürktük, oynayıp zıpladık ve sonunda başımızı önümüze eğip düşünmeğe başladık. Yarı sevinç, yarı keder ve bir sürü tereddüt içinde kendimizi yatağa attık.

Gece rüyalarımızda yeni ufuklar, yeni beldeler, ümitlerle dolu tatlı hayaller bize gözüktü. Yoksa İsrail oğullarının rü­yaları gerçekleşiyor mu? Adonay sen bilirsin bunları!

Babam, anneme kat'î talimat verdi. Fazla eşyaları satın al­mak için yarın evimize Rabinoviç gelecek. Yolda götüremiyeceğimiz bütün eşyayı ona vereceğiz. Kıymetini kendisi takdir edecek.

Nereye gideceğiz? Adanmış topraklara! Roçild yol para­mızı ve oradaki iaşe ve evlerimizin parasını üdüyormuş. İna­nılır şey değiî!:. Yeruşalim (Kudüs), ey mukaddes belde! En nihayet sana kavuşuyoruz ha! Bu ne bahtiyarlık.

Babam diyor ki:
"?Orada Muhammed'in en sâdık ümmeti Araplar var­dır, vahşi, hunhar ve merhametsiz Araplar!.." Ve sonra ilâve ediyor, "bereket versin, şimdi Kudüs'ün sahibi olan Türk İm­paratorluğunun başında o müstebit padişah Abdülhamîd yok. Bundan senelerce evvel bu mübarek topraklara göç eden ırkdaşlarımızı yurduna kabul etmeyen, onların hakkını tanımayan, onları vapurlarda açlıktan öldüren Türk hükümdarı. Babam ağzını köpürterek, gözleri yuvasından fırlamış bir halde anneme adeta haykırıyor:

"? Irkımıza yapılan bu zulmün altında kalmadık. Bizim kardeşlerimiz, bizim tükenmez hazinelerimiz bu padişahı devirdi. Yakın bir gelecekte Rus Çarı'nı da devireceğiz, hane­danını yok edeceğiz. Mujiklerden, goyimlerden öcümüzü alacağız. Ve hemen Tevrat'ın şu parçasını okudu:

"Ve İsrail kendisine âid olan her şeyle beraber göç etti, ve Bi'rissebâ'ya geldi ve babası İshak'in Allah'ına kurbanlar kes­ti. Ve Allah'ın İsraile gece rüyalarında şunları söyledi: Jakop, Jakop! Ve o dedi: İşte ben. Ve dedi: Ben Allah, babanın Allahıyım, Mısır'a inmekten korkma! Çünkü orada seni büyük bir millet edeceğim."

Bir heyecan dalgası evimizi kapladı. Gece sabaha kadar uyumadık. Evde hummalı bir hazırlık başladı. Arzı Mev'uda doğru hicret edeceğiz. Bizimle beraber yedi yüze yakın ailenin de göçe iştirak edeceğini babam söyledi. Demek ki; asırlardan beri hayal zannolunan devletimiz hakikat olacak!..

Bir hafta bu heyecan, bu neşe ve buna karışan endişe için­de yaşadık. Babamın büyük bir parası yok. Orada sakın bizi yokluk ve sefalet beklemesin. Üstelik bilmediğimiz yerler, sı­cak iklim. Fakat bu düşünceden kaçıyor, onu kendimize saklıyoruz. Böyle bir tereddüd ve yahud kötümserliği babam hissetse bize yapmayacağı yoktur. Onlar kendi safsatalarına o kadar inanmışlar ki... Acaba biraz olsun hakları var mı dersiniz? Belki, fakat benim kafam almıyor!...

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #11 : Dün, 11:55:39 »
Israil'e Dogru Yolculuk
1 Kânunsâni 1912

Bugün goyimlerin yıl başı. Dün gece ne çılgınca eğlendi­ler. Sokaklar onların naralariyle çınladı. Sanki Senpetersburg'da hiç bir şeyler olmamış gibi!.. Bunu düşündükçe bu kâbustan ebediyen kurtulamıyacağımızdan dolayı sonsuz bir sevinç duyuyor, ümitlere kapılıyor, istikbale emniyetle bakı­yoruz. Onbeş gün sokağa çıkmadık. Babam diyor ki:

"? Artık önünüze kesin ufuklar açılıyor, hür ve serazat yaşayacağız! Böyle havası bozulmuş, kalabalık bir goyim şehrinde değil, ufukları geniş, kalabalık bir goyim şehrinde değil, ufukları geniş, havası bol, hayatı sakin ve yalnız ırkdaşlarımızdan ibaret köyler, kasabacıklarda yaşayacağız.

Bizden evvel, bin zorlukla oralara göç edenlerin şimdi mes'ud bir hayat sürdüklerini ve zengin olduklarım söylü­yorlar... Adanmış topraklar hâlâ barbar Türklerin bayrağı al­tında... Fakat Türkiye'de bir tek yahudinin burnunun kanadığı, şimdiye kadar bir kimsenin hayatiyle oynandığı işidilmemiş. Üstelik Türkler'in son derece müsamehakâr ve iyi insan­lar olduğunu söylüyorlar!"

O halde niçin barbar diyoruz ki bunlara? Pogromun ismi işidilmemiş o diyarda. Öyle olsaydı biz bu yeni maceraya atılır mı idik? Babam; sizin bu işlere aklınız ermez diyor. Ha­kikaten de ermiyor.

20 Kânunsani 1912

Ne müthiş bîr soğuk var. Hazırlıklarımız bitti. Muhacir aileler Romanya'nın Köstence şehrinde toplanacaklarmış. Ya­rın bize tahsis edilen trenle. Karakov'dan hareket edeceğiz. Bu yarın ne kadar uzun geldi bize!.. Gece gözümüzü kırpma­dık. Sabahın erken saatlerinde, bir araba tutan eşyalarımızla istasyona geldik. Üçüncü mevki vagonlara yerleştik ve bu vagonlar içinde gece yarısına kadar oturduk. Cemaat ve avrupalı teşekküller bizi mükemmelen iaşe ettiler. Yahudi bir doktor ve iki de hemşire bizimle geliyor. Gecenin zifiri ka­ranlığı ve vagonların dondurucu soğuğu içinde yol alıyoruz. Polonya topraklarındayız. Fakat şimdiden kendimize İsra­il'in ülkesinde farz ediyoruz.

22 Kânunsanî 1912

Köstence'deyiz. Irkdaşlarımız bizi çok mükemmel karşıla­dılar. Herbirimize çeşitli hediyeler getirdiler. Karadeniz'de müthiş bir fırtına hüküm sürüyormuş. Şubat ortasına kadar bu şehirdeyiz. Yerleştiğimiz misafirhaneye demir karyolalar koymuşlar, yataklarımızı açtık. Yemekler hazır olarak geli­yor, cümlemiz sonsuz neşe içinde yiyoruz. Annem durgun ve düşünceli, babam çılgınca mes'ud!.. Vakitlerimiz muhtelif aile reislerinin nutukları ve parlak vaadleriyle geçiyor. Kom­şumuz Antikacı Mojej Şalaman umûma bir nutuk çekti:

"?İsrail'in Güneşi doğuyor. Asırlarca karabulutlar arkasında kalmış ve ziyasından bizi mahrum etmiş olan Güneş, ufuk­lardan sıyrıldı şimdi kalblerimizi yakıyor ve ziyasını İsrael Devletinin istikbali üzerine döküyor. Asırlar boyu zulüm ve işkence çekmiş olan İsrail oğulları, cihan hükümdarlığının tahtıgâhına doğru yol alıyor. Bu yol şimdiye kadar dikenler ve manialarla dolu idi. Fakat bütün bunlar ümitlerimizi ve cesaretimizi kırmadı. İşte bugün geniş ve mes'ud bir yolun dönemindeyiz- Sevinelim, oynayalım ve gülelim.?

Romanya'nın her tarafından heyetler halinde ırkdaşlarımız akın akın bizi ziyarete geliyor ve bize müstakbel İsrael Devleti'nin Öncüleri, Sayhun Dağı'nın fâtihlerisiniz, diyorlar. Gururumuz kabarıyor.

Zaman zaman arkama, maziye bakıyorum. Viladîmir'in parlak kumral saçları, hâfeli yeşil gözleri ve polenez asilzadelerine mahsus vakur tavrı, sesindeki halâveti hatırla­maktan kendimi alamıyorum. Acaba gideceğimiz yerde bun­dan alâsını bulacakmıyız. Yoksa hakikaten bu yeni ufuk bize herşeyi unutturacak mı? Birbirine zıt hisler, birbirini nakze­den mütalâalar ve çeşitli sinir buhranları içindeyim. Benden başkaları böyle değil. Onlar yeni bir ülkenin fâtihi gibi gurur, neşe ve şevk içindeler.

1 Şubat 1912

Misafirhanede mühim bir hareket göze çarpıyor. Ayın on yedisinde bizi alacak bir vapur Köstence'den Yafa'ya doğru yol alacakmış. Onyedi gün daha burdayız. Babam, annem Bükreş'i gezmeye gittiler. Biz misafirhanede kaldık. Çarşı, pazarda gezmek, sinemaya gitmek için bize Romen parası verdiler. Romanya çok zengin bir memleket. Babam diyor ki;

Burada yarım milyonun üstünde bir ırkdaş topluluğu varmış. Ormancılık ve ziraat Romanyalılar'ın servetlerinin kaynakları imiş. Ne iyi, ne iyi... Bu çam yarması herifler ça­lışsın biz yiyelim. Biz diyorum ama, bizden kimler, onu bil­miyorum. Babamın fukaralık ve zaruretinin ıstırabı içime çöktü. Her halde bunda da aklımızın ermediği bir şey var.

16 Şubat 1912

Yolculuğa hazır ol emri verildi. Bir heyecan dalgası ruhla­rımızı kapladı. Bu gece hiç kimse uyku uyumadı dersem mü­balağa etmiş olmam. Sabah o kadar uzadı; Güneş o kadar nazlı ki!.. Bir türlü doğmak bilmiyor. Ama muhakkak doğa­cak, her gecenin bir sabahı olacak. Hem de şimdi İsrail'in Gü­neşi doğuyor. İsrail'de sabah oluyor. Goyimler kahrolsun! Viladimir sen de kahrol!

17 Şubat 1912

Şafak henüz sökmemişti. Herkes sefere hazır bir vaziyette idi. Eşyalarımız toplanmıştı. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra saat onda da misafirhaneye gelen arabalarla Köstence rıhtımına yanaşmış olan "Nor Doyçer Bremen" vapuruna eşyalarımızı göndermeye başladık. Öğle yemeğini vapurda ye­dik. Alyans İsrailite Üniversel ve Roçildler tarafından vapur biletlerimiz alınmış, iaşemiz temin edilmiş. Hepimiz heyecan içinde idik. Saat üçte Bükreş baş hahamı gemiye geldi ve ge­mide dinî merasim yapıldı. Cümlemiz vecd ve huşu içinde idik. Yeni uruklara, yeni istikbale doğru yola çıkıyorduk. Yarın tarih, doğacak büyük İsrail Devleti'nin, bizi öncüleri diye anacaktır:

Baş haham da bize bir nutuk çekti. Vapuru dolduran in­sanlar, sanki bir anda taş kesilmişti. Aklımda kalan parçalar şu:

"İsrail çocukları!.. Asırlar boyu azab ve ıstırab İçinde yaşa­dınız. O kara günler şimdi yerini mes'ud günlere terkediyor. Güneş doğuyor, ufuklar parlıyor Tevrat'ın bize vaadettiği günler geliyor. Kavmimize adanmış olan topraklara gidiyor­sunuz orada müstakbel devletimizin kökünü teşkil edeceksi­niz. Bu temeller üzerinde devletimiz kurulacaktır. Önünüzde daha aşılacak maniler vardır. Onları da cesaretle ve gayretle aşacaksınız. Yolunuz açık ve istikbaliniz mes'ut olsun."

Rıhtımı Romanya'nın ve hatta Avusturya ve Macaristan'ın her tarafından gelmiş binlerce ırkdaşımız doldurmuştu. On­lar da vecd ve heyecan İçinde idiler.

Saat beşte, geminin acı acı düdüğü öttü ve yavaş yavaş li­mandan süzülmeye başladık. İçlerimizden bir çoğu dualar okuyor, bir çoğu da rıhtımdaki insanları selamlıyordu. Gece gemimiz, Karadeniz'in karanlık sularında sanki gâib olmuş gibi idi. Çok sallanıyoruz. İçimizde deniz görmüş çok az in­san var. Hepimiz perişan bir halde kendimizi yataklarımıza attık.

18 Şubat 1912

Bugünün şafağı söküyor. Tarihî İstanbul Boğazı'na yakla­şıyoruz. Karadeniz'den, Akdeniz'e geçmek üzereyiz. Saat do­kuza doğru karalar gözükmeğe başladı ve saat onda Boğaz'a girmek üzereyiz.

Karantina memurları bizi Boğaz'ın medhalinde karşıladı.

Gemi sarı bir bayrak çekmişti. Şimdi Ruslar'ın Çarıgrat de­dikleri meşhur Konstantînipolos'un tarihi sularındayız. Durmadan geçeceğiz. Gemi şehre yaklaşırken herkes sağ ta­rafa üşüştü. Rabinoviç diyor ki:

"? Şu tepeyi görüyorsunuz. Orası aşılmaz, geçilmez bir kartal yuvası idi. Orası Türk Padişahı Abdülhamîd'in otur­duğu yerdi. Arz Mev'ud'da bize yer ve hak tanımayan, ırkdaşlarımız bu sulardan geçerken onları memleketine kabul etmeyen, mukaddes topraklara gitmemize izin vermeyen müstebid hükümdar. Onu kavmimiz tahtından indirdi, inti­kamımızı aldı.

Tarihî şehri geride bıraktık, Marmara Denizi'nde sefer ediyoruz. Gemimiz erzak ve su almak için ancak iki saat li­manda durdu.

Geceyi Marmara Denizi'nde geçiriyoruz. Hava sâkinleşti. Geç vakit uykuya daldık. Sabah olduğu zaman kendimizi sı­cak denizde bulduk. Gemide yeknasak bir hayat var. İştihamız fevkâlade, yiyip, içip neşe içinde vakit geçiriyoruz.

20 Şubat 1912

Beyrut limamndayız. Arkasını Lübnan dağlarına yaslamış olan bu şehrin uzaktan manzarası çok güzel. Kimseyi şehre çıkarmadılar. Üç saat kadar limanda kaldık ve akşam saat beşte hareketle cenuba doğru yol alıyoruz. Geçtiğimiz sahil­ler çok tatlı. Karanlık basıncaya kadar etrafı seyrettik, yemek yedik ve yattık.

Rüyalarımızda hep büyük devletimizin hayalini, David saltanatım ve Salamon ihtişamının yaldızlı günlerini düşün­dük.

Sanki koskoca bir denizde kaybolmuş gibiyiz. Gökyüzü ile denizden başka bir şey göremiyoruz. İçimizden taşan he­yecan dalgalan, sabırsızlık duvarlarına çarpa, çarpa varlığı­mızı hırpaladı, geceyi zor geçidik ve sabahı dar ettik. Uyku­larımız intizamını kaybetti..

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 181
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #12 : Dün, 11:55:48 »
Israil'in fedakâr kizlari!
22 Şubat 1912

Şu, hayaliyle gençliğimizi doldurduğumuz, ruhlarımızla yaşattığımız Karmel Bağları, ta uzaklardan bize kucak açmış, bizi bağrına basacak gibi olanca azamet ve heybetiyle karşı­mıza dikildi. Bir çok hikâyelerini ve efsanelerini dinlediğimiz Karmel... Yeruşalemî, Akdeniz'in mavi sularından kıskanı­yor ve goyimlerin nazarlarından saklıyor gibi deryalara per­de çekmiş yüce dağlar!.. Gemi süratie Hayfa limanına yakla­şıyor. Saat tam on iki... Hayfa limanındayız.

Gemi uzakta demir attı. Bize daha evvel Hayfa'ya çıkaca­ğımızı söylemişlerdi. Gemi içinde bir hareket yok. Karantina memuru geldi, gitti. Vapurda hafif dedikodular başladı. Türkler bizi karaya çıkarmayacaklar. Yaşlılar ve aklı erenler diyor ki:

"? Ne münasebet; şimdi artık yahudi düşmanı Sultan Abdülhamid idare başında değil... Uniyyon'e Progre (İttihat ve Terakki demek) partisi iş başında. Onlar bize söz vermiş­ler. Böyle kara düşüncelere kapılmağa lüzum yok."

Saat üçte, Vapura Hayfa hahamı riyasetinde bir heyet gel­di, bizi selâmladılar ve hepimize hediyeler getirdiler. Bol yi­yecek de verdiler. Hayfa hahamı, gizlemeğe muktedir olma­dığı bir heyecanla ve yüksek bir sesle şunları söyledi:

Arz-ı Mev'ud'a hoş geldiniz! Atalar diyarındasınız. Birgün buraları yine Davidin ve Salamonun göz kamaştırıcı ihtişamına kavuşacaktır. Sizler bu büyük idealimizin müj­decileri ve öncülerisiniz. Yahova yardımcınız olsun!"

Sevinçten ağlayanlar, bayılanlar, vecd ve heyecan içinde kendinden geçenler!.. Ve derin bir ölüm sükûtu!.. Akşam na­sıl oldu bilmiyoruz. Sahiller dindaş ve ırkdaşlarımızla dolu!.. Akşam sekizde gemi demir aldı, ağır ağır cenuba doğru sü­zülmeğe başladı. Kıyılardan çılgın sesler geliyor. Bir müddet sonra yine karanlıklara gömüldük. Herkes güvertede. Gece geç vakitlere kadar vapurun muttarid sesi ve denizin hafif dalgalı hışırtıları.

Şafak sökerken Yafa uzaktan, sislere bürünmüş, duvağını açmak istemeyen nazlı bir gelin gibi yarı süzgün didarını göstermeğe başladı. Tam saat ikide liman önündeyiz. Yafa oldukça büyük bir şehir!.. Kayıkçıları insanı hayrete düşüre­cek kadar mesleklerinde maharet sahibi. Evvelâ ihtiyarlar ve çocuklar kayıklara bindirildi ve sonra biz karaya çıktık. Yafa hahamı, yahudî cemaati ve Türk hükümetinin bir mümessili, bizi karşılıyorlar. Yafa sanki bir mahşer yerine dönmüştü. Programlardan, goyimlerden uzakta İsraii'n topraklarında, Arz-ı Mev'ud'dayız. Yerlere kapanıp toprağı öpenler, birbir­lerinin boyunlarına sarılıp öpüşenler, ağlaşanlar, sevinçten çılgına dönmüş insanlar.

Acaba biz, hakikaten büyük İsrail Devleti'nin öncülerimiyiz? Bunu düşünmek bile insanın aklını başından almağa kâfi!.. Kendimizi kaybetmiş, âdeta uyur gezer insanlar gibi­yiz. Kaba ve mutaassıb kendini beğenmiş Polonyalılarda, kaatil Ruslar'dan şimdi artık uzaklardayız. Kendi topraklarımızdayız. David'in yaşadığı, Salamon'un saltanat sürdüğü diyardayız. Demek ki; rüyalarımız hakikat oluyor. Hepimiz karaya çıktığımız vakit, bizi Rocildler'imizin vekili Vavzman karşıladı. Cümlemize:

"? Hoş geldiniz!.." dedi ve Almanca olarak şunları ilâve etti:

"? Artık kendi evinizdesiniz. Irkımıza mahsus bir çalış­kanlıkla buraları imar edip cennete çevireceksiniz. Size her türlü yardım yapılacaktır. Buraları ecdadımıza lâyık bir üm­ran ve medeniyete kavuşacaktır!"

* * *

Sıra sıra dizilmiş arabalar. Bizden evvel yerleşmiş yahudi köylülülerinin tekmil vasıtaları şehrin kenarında bizleri bek­liyordu. Daha evvelden hazırlanmış bir listeye göre arabala­ra yerleştirildik. Bir ilkçağ kervanı gibi yola düzüldük. Led'den geçerek geceyi yirmi kilometre kadar Yafa'dan uzakta. Ramla Kasabası'nda geçirdik. Burada o gece için ki­ralanmış odalar ve çadırlarda sabahı ettik. Gece güzel ye­mekler ve erken saatlerde yollara çıktık. Bize tahsis edilen Hudeyra Mevkiine gidiyoruz.[4] Burası gayet tatlı manzarası olan yeşilliklerle çevrilir bir yer...

Bu araziyi Roçild Araplar'dan satın almış. Bir ilkçağ ker­vanı gibi, neş ve saadet içinde köye geldiğimiz vakit, bir za­manlar bu mukaddes topraklardan Bâbil'e sürülmüş masum İsrail oğulları sanki bir ba'sü badelmevt'e mazhar olarak ka­file halinde geri dönmüş gibi idik.

Roçild'in vekili Kudüs baş hahamı ve etraftan gelmiş bir çok ırkdaşlarımızın hazır bulunduğu bir törenle köyümüzün temellerini attık, dualar ettik, sevinç göz yaşları döktük. Bu göz yaşları, sanki Yeruşalem'deki ağlama duvarlarında asır­larca gözlerden boşanan matem nehirlerinin makûs ve mes'ud bir tecellisi idi. Çoluk, çocuk, genç, ihtiyar hepimiz göz yaşları döküyor ve saadetten çılgına dönmüş bulunuyor­duk. Roçild'in vekili Almanca olarak bize şu nutku çekti:

"İsrail oğullarının kahraman öncüleri!.. Aziz dindaşla­rım ve ırkdaşlarım!.."

Asırlar boyu, Yahudi olmayan milletlerin zulüm ve iş­kenceleri altında ezilmiş ve çok ıstırab çekmiş olan milleti­miz, gayesine ağır fakat kat'î adımlarla ilerliyor ve yaklaşı­yor. Uğrunda üç bin seneden beri inatla savaştığımız mu­kaddes gayeye varmak üzere olduğumuza inanınız. Sizler, buraya Salamon ve David saltanatının yeniden ihyası için geldiniz. Dünya'nın dört bucağında bulunan ırkdaşlarımız da yakında hep burada toplanacak, hayallerimiz hakikat olacak ve David'in şanlı bayrağı, bu bize adanmış toprak­larda tekrar dalgalanacaktır.

Sîze kat'îyet ve emniyetle temin ederim kî ırkımız ve milletimiz en geç bîr çeyrek asır içinde bu toprakların, bu ülkenin, hatta hatta Nil'den Fırat'a kadar uzanan büyük İs­rail Devletinin şanlı, şerefli sahibi olacaktır.

Irkımız; Allah'ın mümtaz millet olarak yarattığı kavmi­mizi, hâiz olduğu üstün zekâ ve kıymetli vasıflar sayesin­de gayesine çabuk ulaşacaktır.

Siz, burada, bu köyde büyük ve müstakbel İsrail Devleti'nin temellerini atıyorsunuz. Bu temellerin çok kuvvetli olması ve bu temeller üzerinde güçlü ve azametli İsrail Devleti'nin, çabuk kurulması için elinizden gelen gayreti esirgemeyeceğinize eminim. Sizler burada birleşip kök tutuncaya kadar, bizler ve yeryüzündeki ittihadımız ve teşkilâtımız elinden gelen her türlü yardımı yapacaktır.

Gece, gündüz çalışınız, ekiniz, biçiniz, iktisat ediniz, zengin olunuz, vazifesinizi yapınız. Gün yaklaşıyor, ufuk­lar ışıldıyor ortalık aydınlanıyor. Yarın kopacak büyük bir fırtına[5] goyimleri yere serecek, bitap düşürecek ve o zaman hiç kimse, hiç bir kuvvet bizi yolumuzdan alıkoyamayacaktır. Buna inanınız, azminize güveniniz ve bu hedefe sağlam ve cesur adımlarla ilerleyiniz. Muhakkak muzaffer olacaksınız, mutlaka muzaffer olacağız!"

Göz yaşları ve ihtiyarların feryatları arasında dinlediği­miz bu hitabe bize, sanki Salamon'un muhteşem mabedinde akisler yaratıyor, hissini vermekte idi. Varşova ve Karakovi'den, bu mukaddes topraklara gelmek ve burada asırlarca milletimizin gönlünde yaşattığı bir mefkureyi gerçekleştir­mek ve Dünya tarihinde bu muhteşem davanın öncüleri ol­mak ne büyük şerefti bize!.

Artık Viladimir'in mağrur aşkı, goyim asilzadelerinin al­çak tahakkümü yerine, İsrail'in hükmü yürüyecek, İsrail'in sesi duyulacak! Bütün mîlletler yere serilecek, onların dört ele sarıldıkları ahlâk kanunları paçavralaşacak, kitapları yır­tılıp çöp sepetine atılacak. Bize "Pis Yahudi" diyenleri, biz öyle kirleteceğiz ki; öyle pisleteceğiz ki, onlar kendilerinden tiksinecek, kendilerinden iğrenecekler... Polonyalı mağrur asilzadeleri, Rus zadeganı uşak gibi, köpekler gibi, esir gibi karşımızda el pençe görmek ne büyük zevk, ne tatlı bîr ha­yal...

Pogromlar diyarı Rusya yıkılacak, onun imparatorundan, prenslerine, beyzadelerine kadar bütün asillerin dilendiğini göreceğiz. Evet bizi bu mefkure ile yetiştirdiler ve bu gaye için buralara getirdiler. Getirdiklerine pişman olmayacaklar, onların, büyüklerimizin yüzlerini kara etmeyeceğiz.

Bütün Mart ayı gece gündüz faaliyette geçti. Çadırlardan yeni evlerimize taşınıyoruz. Hemşehrimiz olan mimar Sar, Câuna'dan ve Yeruşâlemden gelen mühendisler ve kadınlı erkekli, geceli gündüzlü çalışmamız sayesinde şimdi şirin, zarif, lâtif bir köy ve mes'ud bir yuvanın sahibiyiz. Varşova ve rutubetli evleri yerine şimdi aydınlık, güneşli ve müstakil bir evimiz var. Polonya'da, mağrur goyimlere on paralık mal sarmak için loş ve tozlu dükkânlar yerine şimdi kır çeçekleriyle bezenmiş, kuş sesleriyle tatlılaşmış, hür ve serazâd bağ­larımız, bahçelerimiz, tarlalarımız var.

Bağ yetiştirmek İçin asma fidanları ve ziraat memurları göndermişler. Ayrıca bize badem ağacı fidanları da verdiler. Roçild'in Bankası, gelecek senelerin üzüm ve badem mahsul­lerine mahsuben bize faizsiz para ve avans verdi. Elimiz pa­ra, gözümüz saadet gördü, şevkimiz, gayretimiz cesaretimiz arttı. Mazi ne çabuk unutuluyor. Şimdi artık biz; dünün ka­ranlık ve acı günlerini değil, yarının vaadler dolu, saadet do­lu günlerini düşünüyoruz. Kalbimiz, ruhumuz, benliğimiz bu heyecanın ateşiyle sarılı. Kimbilİr, belki birgün, belki pek yakında burada barbar Türk'ün bayrağı inecek, yerine bizim; David'in bayrağı dalgalanacak. Asırlarca bu mukaddes yer­lerde, Arz-ı Mev'ud'da haksız yere hüküm süren vahşi Türk saltanatı yıkılacak ve kızıl sultanların evlâtları buralardan kovulacaktır!

Yerusâlem Mâbedi'nin göz yaşlarımızdan silinmiş duvar­ları, Dünya milletlerinin tek kıblesi olacak, büyük Salamon mâ'bedine temel olacak.

Şimdi herbirimizin ruhunda bu hayal yaşıyor. Hepimizin kalbi ve gönlü ümit ve emniyetle dolu... biz bugüne ulaşmak için az mı fedakârlık ettik. En geç on sene içinde tarumar ola­cağını göreceğimiz Çar Rusyası'nda az mı ırkdaşlarımız Pog-romların, katliamların pençesinde can verdi. Yığın, yığın Yahudi cesetleri, yarının büyük İsrail Devleti'nin, yerinden kalkmaz, kımıldanmaz birer temel taşı oluyor. Bir zamanlar Türk Sultanı, kızıl padişahın soydaşlarımızı bu topraklara ayak basmaktan meneden fermanlarım biz şimdi paçavra gi­bi yırtıp kâğıt sepetlerine atmadık mı?! O'nun tahtını, tacını başına geçirmedik mi? Bizim kinimiz, bizim imanımız önün­de Yeryüzünde hangi kuvvet karşı durabilir? Şimdi, Polonyada'ki şu tarih hocamızı bir düşünüyorum. O bizi ne kadar hakir, ne kadar âciz, ne kadar zayıf görüyordu. Kimbilir bel­ki bütün bu haller bizi gayemize yaklaştıran, irade bütün bu haller bizi gayemize yaklaştıran, irade ve azmimizi kamçıla­yan birer âmil olmuştur da...

* * *

Şimdi aradan bir sene geçmiş bulunuyor. Başardığımız esere bakarak kendimizi David zamanından beri burada yaşıyoruz zannediyorum. Bu kısa zaman içinde ne büyük iş­ler başardık. Tenbel ve miskin Araplar'ın çöl halinde, yaradıldığı gibi vahşi ve iptidaî bıraktığı bu yerler şimdi İsrail oğullarının azimlerini ve gayretleri sayesnide cennete dön­müş gibi mâmur bir hale geldi. Köyün bütün genç kızları bu yabani dağları bağ haline getirdik. Bağlarımızı çapalamaktan, zamanında filiz almaktan; ne büyük zevk duyuyoruz. Badem bahçelerimiz gelişiyor. Geçen gün koy kahvesinde Viyanalı bir ziraat mühendisi bağları ve badem bahçelerini gezerek İslahı için lâzım gelen bilgileri öğretti bize...

Babam Varşova'da ve Karakoy'de alıştığı rahat işe zaman zaman hasret çekiyor. O; budala goyları aldatarak, onların kıymetli eşyalarını yok bahasına satın alıp hakiki değerine satmak ona kolay ve tatlı geliyordu. Şimdi tarlada çalışmak O'na zor geliyor. Fakat, gözümü kapayıp kafamda maziyi canlandırmak istediğim günler, âdeta kâbus altında ezilmiş gibi oluyorum. O karanlık, rutubetli, tozlu, küflü dükkân!..

En devamlı müşterilerimizin bile bize tiksinerek, nefretle ba­kışları, mektepte, en ufak bahanelerle:

?? Pis yahudi!. Çıfıt!., iğneli fıçı kaatilleri... Gibi bitmez tükenmez hakaretler... Bunların neresine ve hangisine hasret çekilir... Bunlar aranılır şeyler mi?..

Bu satırları yazarken babam başımın ucunda dikildi. Onun bana her yaklaşımı ruhumda menfi ihtizazlar meyda­na getiriyor, neden acaba?.. Evet; bu da mazide geçen bir kâbus idi. Şimdi bana, keskin bir ifade ile ihtar ediyor:

?? Bırak şu pis hâtıraları. Onlar çok geride kaldı. Kor­kunç bir rüya idi o günler!.. Uzun ve kasvetli gecelerdi. Sa­bah oldu, Güneş doğdu, ruhlarımız aydınlandı, vücutlarımız ısındı, ufuklar genişledi. Şimdi o karanlıklara değil, ışıklara güneşe ve önümüzde hududsuz acıtan istikbale bak Suzi! Bugün köyün bütün genç kızları Yafa'ya gideceksiniz."

?? Orada ne işimiz var baba?"

"? Orada size yarını ve yarınki vazifelerinizi anlatacak­lar. Annen de beraber gelecek. Ben de iki gün için Jerusalem'e gideceğim."

?? Orada ne yapacaksın baba?"

?? ................................"

Ve odadan çıkıp gitti.

Dilijans köyümüzün genç kızlarını doldurdu. Yafaya doğ­ru gidiyoruz. Ne güzel kırlar, ne güzel manzaralar, ne tatlı arazi. Neşe içinde, şarkılar söyleyerek yol alıyoruz. Zaman akıp gidiyor. Bizim gibi yeni kurulmuş bir Yahudi köyünden geçtik, biraz evvel başka bir dilijans oranın genç kız ve ka­dınlarını alıp Yafa istikametinde ayrılmış. Öyle vaktini epey geçmişti büyük bîr çiftliğe geldik bu; Roçild'in ve Alyans İsraelit Üniversel'in parasiyle kurulmuş cidden asri bir çiftlîkti. Muntazam ve geniş bir binası var. Bizi karşıladılar ve san­ki birbirimizi çok evvelden tanıyormuşuz gibi kucaklaştık, konuştuk ve seviştik. İşte bu, bir yahudi tesânüdüdür: Solidarite Juİf... Bahçede kurulmuş sıra sıra masalarda bize çok lezzetli yemekler ikram edildi. Bunların hepsi çiftlik mahsûlü, Tavuk, sebze ve meyve, hattâ ekmek bile çiftlikte yapılıyormuş. Hepimize bol Rişon le Zion şarabı ikram etti­ler. Biz yemeğe oturduğumuz zaman, bizden evvel gelen Ya­hudi köylüleri Yafa istikametinde yola çıkmışlardı. Yemek­ten sonra biraz istirahat ettik ve yola düzüldük. Ayrılırken bu çiftliğin müdürü Zebulun bizi selâmetlerken şunları söy­ledi:

?? David saltanatının kurulacağı yere gidiyorsunuz. Sizler müjde melekleri gibi orada lâzımgelen dersi alacak ve size gösterilen yolda yürüyeceksiniz. Bu yol bazen di­kenli de olabilir. Onları çiğneyip geçeceksiniz, yolun niha­yetinde, binlerce senedir hasretini çektiğimiz mes'ud bir hayat var, sizi bekliyor, bizleri bekliyor, İsrail oğullarını bekliyor."[6]

Bu ateşin hitabenin tesiriyle hızla ilerliyoruz ve kısa za­manda kendimizi Yafa'da bulduk. Zengin bir ırkdaşımızın evinde toplandık. Orada bulunan insanlar içinde Varşo­va'dan, Karakoy'dan tanıdığım âşinâlar çıktı. Fakat artık bu, bir fevkalâdelik teşkil etmiyor. Biz, hepimiz uzun ve mesud bir seyahate çıkmış, muhteşem bir transtlantik yolcularına benziyoruz. Cümlemiz aynı gemi içinde, cümlemiz aynı yo­lun yokuşuyuz. Akla gelebilecek bir tek şey, geminin bir ka­zaya uğraması ihtimalidir. Hayır, hayır bu olmayacak, asla! Yehova bizim koruyucumuz, bizim rehberimizdir. Odadan muhterem bir ihtiyar içeri girdi. Şimdi hep bir ağızdan ve ayakta hem onu karşılıyor, hem de şunu okuyoruz.

Rabba terennüm edeceğim, çünkü gayetle yükseldi
Atı ve atlısını denize attı.
Rab kuvvetim ve mezmurumdur;
O bana kurtuluş oldu;
O benim Allahımdır, ve ona hamdedeceğim
Babamın Allah'ı, ve onu yükselteceğim.
Rab cenk eridir,
İsmi Yehova'dır.
Firavıın'un cenk arabaları ve ordusunu denize attı.
Ve seçme araba cenkçileri kızıl denizde battılar.
Enginler onları örtüyor;
Taş gibi derinliklere indiler.
Senin sağ elin, Yarab, kudrette celildir.
Senin sağ elin, Yarab, düşmanı ezer.
Ve sana karşı ayaklananları, azametinin çokluğunda yıkarsın;
Gazabını gönderirsin, onlun muz gibi yer.
Ve öfkenin soluğu ile sular yığıldılar,
Akıntılar yığın gibi durdular.
Düşman dedi:
Kovalayıp yetişeceğim, çapulu bölüşeceğim;
Onlardan canım doyacak;
Kılıncımı çekeceğim, elim onları helak edecek.
Yelinle üfürdün, deniz onlun örttü;
Büyük sularda kurşun gibi battılar...
ilâhlar arasında senin gibi kim vardır, Yarab?
Kudsiyette celil, senalarda heybetli,
Harikalar yapan, senin gibi kim vardır?
Sağ elini uzattın,
Yer onları yuttu.
Kurtardığım kavme inayetinle rehber oldun;
Mukaddes meskenine kudretinle onlara yolu gösterdin.
Kavimler işittiler, titrediler;
Filistin'de oturanları ağrı tut.
O zaman Edomun emirleri korktular;
Moabın yiğitleri titreme aldı;
Kenan'da oturanların hepsi titrediler
Onların üzerine korku ve dehşet düştü;
Senin kavmin geçinceye kadar, Yarab.
Edindiğin bu kavm geçinceye kadar,
Senin buzunun büyüklüğü ile taş gibi hareketsiz oldular.
Onları içeri getireceksin, ve mirasın dağında,
Yarab kendi oturmam için yaptığım yerde
Yarab, ellerinin sabit kıldığı
Makdiste onları dikeceksin!..

Hepimiz ayakta, büyük bir vecd ve heyecan içinde, titrek sesler, nemli gözlerle okuduğumuz bu ilâhiden sonra Aşer Levi ismindeki muhterem ihtiyar gür ve manâlı sesiyle bize hitap etti:

"İsrail'in fedakâr kızları!

Ecdadımızın yıllarca sefalet ve ızdırap içinde kıvrandık­ları Sina Çölü'nün eşiğinde Ba's-übâ'del mevt sırrına ulaş­manın arefesinde sizleri, herbirinizi birer kurtarıcı melek gi­bi karşımda görüyorum. Dikkatle bakınız, farkedeceksiniz; koyu ve zifiri karanlıklar dağılıyor. Güneş Sahyun Dağları'nın arkasından bizlere didarını göstermek için hazırlanı­yor. O, gün yakındır. Hürriyet ve İstiklâl günü!.. Alah'ın mümtaz milleti olarak yarattığı ve sonra bizleri imtihan et­mek için asırlar boyu işkenceden işkenceye, sefaletten sefalete sürüklediği kavmimiz çilesini doldurmuş, imtihanını vermiş ve bütün miletlerin efendisi olmak hakkını kazan­mıştır. İktidar ve kudret elimize geçecektir. O zaman bütün bâtıl dinler lağvedilecek, bütün mâbedler yıkılacaktır, yer­yüzünde yaşayan bütün insan sürüleri, tekmil milletlerin mabedi olacak olan İsrail Kâbesi'ne yüzlerini dönerek hür­met ve tazimle yerlere kadar eğileceklerdir. O gün geliyor. Siz o günün, o mukaddes günün habercileri, müjdecilerisi­niz. Kendinizi küçümsemeyini z, varlığınızı asla küçük gör­meyiniz. Göklerin manevî gürültüsüne kulak verin; Yehova sizlere sesleniyor: Yarın buralarda, bu mukadds topraklar­da, bu Arz-ı Mev'ııd'da kıyametler kopacak, Türk ve Arap asırlar boyu bu temiz topraklar kirletmiş olan gasplar, müstevliler hâk ile yeksan olacaklar, onların tahtları, taç­ları sernügûn olacaktır.

Yakında bütün milletlerin birbirlerinin boğazlarına sa­rıldıkları günleri yaşayacak ve göreceksiniz.[7] O zaman herbirinize vazifeler düşecektir.

İsrailin fedakar ve cesur kızları!

O güne hazırlanınız. Gecelerinizi gündüzlere katınız, David saltanatınn temelleri olacak olan bu güzel yerleri imar edip cennete çeviriniz. Yarın ırkdaşlanmz, yeryüzünün her bucağından buralara fevc fevc göç ettikleri zaman hazır ve mamur bir vatan bulsunlar.

Yarın buralarda kopacak fırtınalar Önünüze bir çok fır­satlar serecektir. O fırsatlardan istifade etmeğe, sizlere ve­rilecek vazifelere can ve yürekten cesaret ve fedakârlıkla lâyık olmağa çalışınız. Sizlerden büyük fedakârlıkla lâyık olmağa çalışınız. Sizlerden büyük fedakârlıklar istenecek­tir. Bunları seve seve yapacağınıza eminim. Irkdaşlarınıız yıllar yılı, asırlar boyu bu fedakârlığı isbat ettiler. Muhamnıedin dinini yıkacak, ümmetini mahvedecek ve barbar Türklerle, bedevi Araplar, bu ülkeden kovacağız.

Görüyorsunuz ne büyük bir vazifenin, bir kıyametin arefesindeyiz. O gün geldiği vakit bu sözlerimi hatırlayarak cesaretinizi bileyiniz. Bugün yine, biraz evvel terennüm etti­ğiniz ilâhileri okuya okuya, neş'e ve ümit içinde yuvalarını­za dönünüz. Yehova sizinle beraber olsun!"

Bu defa bizi getiren dilijanslara bir kaç araba daha ilâve ederek hepimiz birlikte yollara düzüldük, bütün arabalardan yek avaz ve yek ahenk aynı ilâhiler duyuluyor, seslerimiz se­malar yükseliyordu.

?Yehova sen bizimle berabersin! Yehova sana güveniyoruz. Yehova goyimlerin efendisi olacağımız günler gelsin ar­tık!"

Yollar kısaldı, sanki uçuyoruz. Vücudlarımız arabalar içinde, ruhlarımız o kadar yükseklerde, hayallerimiz o kadar enginlerde ve uzak ufuklardakî, köyümüze ne kadar zaman­da ve nasıl geldiğimizi fark edemedik bile...

Fakat bu gece o kadar uzadı ki; sabah gelmeyecekgibi zannolunur. Uyku gözlerime girmedi. Yarın bize verilecek vazife ne olacaktır acaba! Bütün gece bu istifhamı, bu düğü­mü çözmeğe çalıştım. Elbetteki bizi Gettolardan bu ser'âzâd yerlere kavuşturanların daha büyük gayeleri vardır. Bu yol­da bize de, bana da bîr vazife düşecek olursa hiç şüphesiz onu tekmil kalbimle, aşk ile, seve seve yapacağım. Yaşasın İsrail İmparatorluğu!

* * *

Günler geçiyor. Köyümüzde faaliyet arttı, herkes arı gibi çalışıyor. Böylece hummalı faaliyetler içinde 1914 senesi Ni­sanım bulduk. Biz Polonya'da iken bu mevsim buz gibi so­ğuk olur. Burada ise ortalık yemyeşil, buğdaylar yükselmiş, asma kütükleri canlanmış... Ortalık sıcak, adam akıllı bir yaz mevsimi yaşıyoruz. Badem bahçelerim o şekilde düzenledik ki; manzarası bile insana zevk ve ümit veriyor. Babam geçen akşam inceden inceye hesap ediyordu; şu kadar ağaç, şu ka­dar badem ve şu kadar altun!..

Bugün köyün bütün delikanlıları ve kızları kırlarda çalış­tık. Babam ayrıca civar köylerden iki de işçi tutmuştu.

"? Buna ne lüzum var baba dedik," biz yetmiyormuyuz, kendi topraklarımızda kendimiz çalışır, zevkini biz sürer, hasılatını biz toplarız. Amele parası vermekte mana ne?"

"? Şu köpek gayri yahudileri, beş on para karşılığı eşek gibi çalıştırmanın zevkini bir bilseniz!.."

Mısır ehramlarında on binlerce ırkdaşlarımızın döktüğü alın teri ve harcadığı emekleri bir düşününüz... Bir fellâhın yok bahasına, Güneş altında ve hükmümüz altında çalışma­sını seyretmekteki zevki bir düşününüz. Gün gelecek, mısır ehramlarında döktüğümüz alın terleri seller olup goyimleri boğacak ve bütün beşeriyet bizim pençikli kölemiz gibi çalı­şacaktır. Yüz milyonların emek ve gayretlerimizden hasıl olacak bütün servetler bizim kasalarımıza akacak ve İsrail oğulları bu esirler sürüsünün sırtından ebedî ve hudutsuz bir refah içnide yaşayacaktır. Goyimlerin bütün kazançları, sa'y ve gayretleri, emek ve alın terleri san san altınlar şeklin­de bizim hazinelerimize akacaktır."

Babam sesini birdenbire yükselterek, yüzüne keskin bir ciddiyet vererek sözünü şu cümle ile bitirdi:

"? Kendinizi o günler için yetiştiriniz ve o günlere ha­zırlanınız!"