Gönderen Konu: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar  (Okunma sayısı 1961 defa)

0 Üye ve 3 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #30 : 20 Kasım 2024, 09:53:13 »

islam Hakimiyetinin Devami
Cenab ı Kibriya Kur'anı Kerim En-Nars sûresinde buyu­ruyor:

Allan ın nusratı ve fetih gelince.

Sende insanlar ın küme küme Allanın dinine gireceklerini görünce hemen Rabbını hamd ile, teşbih et. Ondan mağrifet dile. Allah tövbeleri kabul edicidir.

Baz ı müfessir bu âyeti kerimenin, Peygamberimizin irtihallerine işaret olduğunu söylerler. Sahih Buharı bu surei serifenin Peygamberimizin vefatlarından iki sene evvel nazil oldu­ğunu nakleder. Yine bazı rivayetlere göre de bu âyetler ResulAllahın terki dünya etmek üzere olduğunu gösteren bir işa­rettir.

Her ne olursa ol sun Hicretin on birinci yılı ve Rebiülevvel ayı idi. Fahrikâinat bu fâni âlemden alâkasını kesip ruhi mübareki âlemi kudsiyete intikal etmek üzere idi. Refakati ulyayı arzulamakta idi. Arzusu yerine geldi.

Sal ât ve selâm sana... Ey akl-ı muazzam ve müebbet...

Rasulüllah, terki dünya edince eshabı, İslam devleti riyase tine birini intihab zaruretini duydular. O makam tabiatiyle bo ş kalamazdı. Peygamberin hayatında bulundukları devre, devri saadet demek isabetli olur. Ondan sonraki devirlere de islâm hükümranlığı demek doğru olabilir.

Peygamberimiz, Allahın her t ürlü lutfuna mazhar, şahsiye­ti üstün, sözü geçer, Peygamberlik nüfuzu her yerde hakim, şahsen son derece cesur, metin, soğukkanlı düşmanlarını hak ile yeksan eden büyük bir Peygamberdir. Bizzat kendilerinin neşrettiği din ile, bizzat başında bulundukları islâm hükümeti, kendi idareleri ve hayatları esnasında dünyanın bütün idareci­lerine ve tekmil beşeriyene numune olacak bir manzara arz ediyordu, îrtihallerinden sonra bu devlet halifeler ve emir-el mü'minler vasıtasiyle idare edilmiştir.

Muhtelif zamanlarda İslâm devletinde tabiatiyle dahilî me­seleler olmuştur. Fakat bu hâdiselerle islâmiyetin bir alâkası yoktur. Din tekemmül etmiş. Hatemül Enbiya efendimiz âhirete göç etmiştir, irtihali nebeviden sonra vuku bulan bütün hâdiseler, şimdiki müstamel tabiriyle birer iç mesele olup esasa taallûk etmez. Bu görüş farklarından mesele çıkarmak islâm aleyhinedir. Bitaraf ve samimi bir nazarla bakılacak olursa, is­lâmlar arasındaki ihtilâf, müslümanlığın esasına taallûk etme­yip. Resul Ekremden sonra islâm varlığının basına geçecek olan zatların tayini meselesinden çıkmıştır. Bu iç ihtilâf yahudi ve dönmeleri tarafından körüklenmiş, bir mesele haline so­kulmuştur. Öyle bir mesele ki islâmı iki parçaya bölmüş, kuv­veti yarıya indirmiştir. Her iki tarafın, her iki mezhebin müteassıp şahsiyetleri de bu ihtilâfı büyütmüş ve bu anlaşmazlığın derinleşmesine sebep olmuşlardır. Bununla beraber rnüslümanlar arasındaki ?esasa taallûk etmeyen? anlaşmazlıklara rağ­men müslümanlar yeni yeni memleketler fethinden, islâm nu­runu yeryüzüne yaymaktan geri kalmamışlardır.

İran, Hindistan ve Kafkasyaya ulaşan islâm hududu Çin Ülkesine, Rusyaya ve şimaline kadar varmış, Sam ve Mısır, Şi­mali Afrika ve İspanyayı eline geçirmiş, Anadolu ve Balkanları.Kırım ve Ukranya'yı içine alarak karedeniz şimal sahillerine ulaşmışmıştır. İslam ordusu, Tüklerin bayraktarlığı altında Viya na kalelerine dayanm ıştır. Bu ilerleyiş, bu yeni yeni memleket­ler feth arzusu, islâm bayrağını ülkelerden ülkeye götürmek ve dinü ümem olan müslümanlığı bütün yeryüzüne yaymak ar­zusundan ileri geliyor ve bu iman sayesinde mümkün oluyordu. Bu inanç gevşediği gün bu fütuhat durdu ve gevşeme devri baş­ladı. Bu duraklamada en müessir amil, islâm nizamlarının ağır ağır terk edilerek yerine yabancı metodlar ve usullerin tat­biki olmuştur. îsîâm devletinin kendi nizamında ilerleyişi kendine mahsus tefekkürleri ve bidayetten beri gördüğümüz gibi bazı esaslı hakikatlere dayanılarak kat'edilen yol, bu dinin bu medeniyetin ve bu devletin temellerini kuvvetlendirmişti. Bu sebeple ilk yüz yıl içinde geniş bir mıntıkaya yayılmak imkânı hasıl olmuştur. Bu yayılış ve istilâ devam ettiği müddet zarfında müslümanlık yeni yeni pürüzler ve zorluklarla kar­şılaşmış ve onları hallü fasl edecek çareleri kendi kanunların­da bulmuştu. Bu suretle İranda, Irakta, Suriyede, Mısırda, is­panyada, Hindistanda, Kafkasyada ve diğer memleketlerde tesadüf edilen yeni hâdiselere islârn kanunlarının tatbiki bu memleketler halkının topyekûn müslüman olmalarına yaramıştır. Bu hal islâmı hakikatlerin ve müsüman hak ve kanu­nunun ince ve adil esaslarına, Kur'an ve sünnetten çıkarılan hükümlerin isabetine büyük bir delildir. Çünkü müslümanlığın doğruluğu ve hakikate uygunluğu, halk umurunda müsbet neticeler doğurmuş ve ayrıca Kur'an ve sünnette mündemiç büyük hakikatlerin ortaya çıkması ilerleyişin seri halindeki muvaffakiyetlerin sırlarındandır.

Bu il erileyiş ve muvaffakiyetler beşinci Hicret ve on birin­ci Milâdî asra kadar devam etmiş ve ondan sonra İslâm âlemin­de umumi bir gevşeme ve duraklama devri başlamıştır. Tek­rar etmeliyiz ki bu duraklama, gerileme ve gevşemede en mü­essir âmil islamların kendilerine mahsus kanun ve nizamlar­dan uzaklaşmalarıdır. Bizim bu gerilememizi fırsat bilen haçlı ordular müslümanlar aleyhine hareket gelmişler, müdhis. bir dini taasub ve ortaçağa yakışan bir zihniyetle toplanarak müslümanlara saldırmışlardır. Ehli Salibin mağlubiyetinden sonra Kölemenler islâm hükümetini ellerine almışlarsa da Kur'an ve sünnetten; islâm kanun ve nizamlarından habersiz oldukların­dan onların elinde islâm devleti kuvvetsiz ve gevşek bir hal­de kalmıştır. Bundan sonra Moğol tecavüzleri ve bunların zen­gin İslâm kütüphanelerini ve abidelerini yakıp yıkmaları müslümanlığa büyük darbe olmuş ve zafiyetini arttırmıştır. Müs­lümanların ana prensiplerden ve islâm hukuk ve nizamların­dan ayrılmaları, gayet kısa zamanda, yıldırım hıziyle yeryüzü­ne yayılmış olan İslâm kudretini zayıf düşürmeğe sebep olmuş­tur. Tarihin bu dönüm noktasında, İslâmın meş'alesi, Türk ırkının elinde yeniden parlamış ve eski şevketini kazanmıştır. Türk milletinin, haçlı seferleri esnasında ve müslümanlık dâ­vasında tarih boyunca gösterdiği fedakârlık ve dâvaya yaptığı hizmet asla inkâr edilemez.

İslâm bayrağı Osmanlıların eline geçtikten sonra bu livay-ı tevhid kısa zamanda Bizans surlarında ve Balkanlarda dalga­lanmış ve Türk milletinin idaresinde İslâm devleti yeryüzünün en kudretli varlığı olmuştur. Bazı Arab müellifleri Türklerin askerî kudretlerini ve İslâm bayrağını yeryüzünün üç kıt'asına büyük bir hulus ve imanla götürüp dikmelerini medih ve sena etmekte fakat bizim ilme ve fikriyata kıymet vermediğimizden de bahs etmektedirler. Hakikat hâlde Türklerin sadece silâh kuvveti ve ırkî kabiliyet ve cesaretleri sayesinde değil, daha zi­yade iyi idare ve İslâm adaleti sayesinde bu terakkilere mazhar oldukları muhakkaktır. Ecnebi müellifler Türklerin on üçün­cü yüzyılda Avrupada namlarının duyulduğunu yazarlar. Sa­yıları mahdut olan Türkler Orta Asyadan Moğolların şerrin­den dolayı hicret ediyorlardı. Bunlar merkezi Konya'da olan Selçuk Türklerinin imdadına yetiştiler ve Selçukların Moğollar ve Rumlar aleyhindeki seferlerine iştirak ve hizmet ettiler. Selçuklar bu hizmetlere mukabil kendilerine Anadolunun gar­bında bazı parçalar verdiler. Burası Büyük Osmanlı İmpara­torluğunun maskat re'si, beşiği ve doğuş mıntıkası idi. Osman ve orhan beğlerin yüksek deha ve istikbal için hazırladıkları dahiyane pl ân ve program, büyük bir imparatorluğun temelle­rini burada kurdu ve parçalara ayrılmış olan Selçuk beylikleri­ni birer birer kendi bünyesinde toplayarak 1683 Milâdî sene­sinde Viyana surları önüne kadar dayandı.

T ürklerin insaniyete ve İslâmiyete yaptığı hizmetlerin tamamiyle tebellür ettirilmesi gerekir. Her nedense gerek İslâm ve gerekse Garb müellifleri bazı sebeplerden ötürü bizim hiz­metlerimize lâyık olduğu değeri vermemişlerdir. 1453 de Şark İmparatorluğunun merkezi olan İstanbulun Türklerin eline geçmesi İslâmiyetin bir zaferi olduğu kadar insaniyet için bü­yük bir hizmet ve adalet numunesi olmuştur. Fatih Sultan Mehmed'in İstanbulu zaptedip, bir çağ kapayarak, yeni çağı açtığı o muhteşem günlerde hıristiyanlara bahşettiği imtiyaz­lar ve müslüman olmayan tab'aya gösterilen adalet ve iyi mua­mele İslâmiyetin üstünlüğünü gösteren ve büyük mânâlar ta­şıyan hâdiselerdendir. Bu böyle, olduğu için Trakyadaki Rum­ların yekûnu Türklerden çok fazla olduğu için
Trakyadaki Rumların yekûnu Türklerden çok fazla olduğu hâlde Rumlar kendi can ve mallarının emniyetini, Türk ve Müslüman adale­ti himayesinde daha müemmen gördüklerinden İslâm hâkimi­yetini, hıristiyan idaresine müreccah tutmakta idiler. Müslü­manların tutumu ve bu dinin umdelerindeki sarahat ve asalet Ortodoks mezhebindeki hıristiyanlara; katoliklerden daha ali­cenap ve daha hakikat olarak gözüküyordu. Müslümanlığın adalet ve kanun önünde müsavat prensipine mukabil; meselâ Garb müelliflerinden Klark'ın Amerikada basılmış olan Race of Turkey European kitabından şu parçayı alabiliriz :

«Fesada düşmüş asilzadeleri, kalabalık ve müstebit bir ruh­ban sınıfı, kötü tefsir edilen bir sürü kanun ve ferman, ehaliyi devamlı bir surette soyan bir hükümet ve en kötüsü hüküme­tin tahammül edilmez inhisarları, vergi tahsilindeki bozukluk lar ve adaletsizlikler, sürü halinde gümrük memurlatı ve tah­sildarlar sefaletin derin çukuruna düşmüş olan halkda ne hak, ne kurtuluş imkânı ve ne de bir zerre ümit bırakmamış idî»

Bu mütalaaya müvazi olarak, diğer bir milletin, bir rus tarih çisinin şu yazısını da aşağıya alırsak iyi bir mukayese yap­mak imkânı hasıl olur; Bizans hakkında diyor ki:

«Kanunun hükmü olmayan bir imparatorluk, ağzında diz­gin bulunmayan bir at gibidir. Kostantin ile ondan evvelkiler kendi büyük memurlarını halkı ezmek için serbest bırakmış­lardı. Artık mahkemelerinde adalet, kimsenin kalbinde cesaret kalmamıştı. Masumların göz yaşından, kanından hakimler servetler yapıyorlardı. Rum askerleri, muhteşem üniformalarının altında mağrur ve mütehakkim vatandaşlar ise vatan haini ol­maktan utanmıyorlardı. Askerlerin harbden kaçması tabii idi. En nihayet Allahıb gazabı bu halkın kafasına indi ve âlemle­rin Allahı, kendi yolunda cihadı mukaddes bilen ve bundan zevk alan, hakimleri adalete hiyanet etmeyen büyük hüküm­dar Fatih Sultan Mehmed Hanı meydana çıkardı.»

Bu yaz ı ortodoks hıristiyanı olan bir Rus müverrihi tara­fından yazılmıstır. Müslüman Türkün, islâm kanun ve nizam­larına uyarak nasıl mükemmel ve adil bir idare kurduğu ve ' bu nizamlar gevşeyinceye kadar yüzlerce sene nasıl bir zafer ve istilâ yolunda yürüdüğümüz canlı ve şahidli, isbatlı delille­rindendir.

Şimdi; Müslüman Arab müelliflerine göre islâm hüküm­ranlığı hakkındaki mütalâaları sıralayalım:

Arab m üellifleri islâm hükümranlığını muhtelif şekillerde tarif eder ve iktisadî ve içtimai meselelerde muayyen hüküm­lere göre icrai hükümet eden halifelerin şahıslarında toplarlar. Onlara göre bu makamlara bağlı umumî valilikler geniş salâhiyetlere sahip, müstakil reis hükmünü verdirerek ,adeta müsta­kil birer hükümet olarak emirülmüminini tanımak ve hutbe­lerde namını zikretmekle iktifa etmişler ve hükümranlık kud­reti ellerinde olduğundan bağımsız devletlere benzemişlerdir. Meselâ Hamdâniler ve Selçuk hükümdarları gibi devletler, is­lâm birliğine bîr tesir yapmamıştır. Başka bir misal; Mısırda Asi oğlu Omrun vaziyeti, Samda Ebu Süfyan oğlu Muaviyenin vaziyeti umumî valilik mahiyetinde idi. Bununla beraber bun lardan her hangi b îri emir-elrnümininin emrinden hariç tek ba­şına bir şey yapmamıştır. İslâm hükümetinin başında bulunan zatların kuvveti sayesinde islâm devletinin birliğine halel gel­memiştir. Fakat başın kuvvetine zaaf gelince müstakil ve umu­mî valiler birer müstakil devlet olmak yolunu tutmuşlardır. Halbuki islâm hükümranlığının reislerinin kuvvetli bulunduk­ları devirlerde ayrı gibi gözüken bu hükümetler, haddizatında bir makama bağlı yekpare bir devletin parçalan sayılırdı. Ta­rihte bazen müslüman hükümetlerinin tek basma kaldığı gö­rülürse de, bunlar yine bir tek makama bağlı ve muti kalmak­ta devam ettiler. Endülüs'te zuhur eden halifelik Mısırda pey­da olan Fatimîlerin bazı Arab müverrihleri umumî valilikten başka bir şey olmadığı ve islâm devletinin bütünlüğüne halel getirmediği kanaatındadırlar. Osmanlı devletinin hükümranlı­ğı zamanında iran'ın da vaziyeti bunun aynı idi.

H ülâsa yeryüzünün üç kıt'asında asırlar boyunca müslümanlığın üstün hükümranlığı, yekpare bir kal'a gibi devam et­miş ve itibarı Türkler devrinde zirveye ulaşmıştı. Dünyanın bütün mutaassıp ve bozguncu kuvvetlerinin hınçlarını Türk milleti üzerinde teksif etmesinin sebep ve hikmeti budur.


« Son Düzenleme: 20 Kasım 2024, 12:20:13 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #31 : 20 Kasım 2024, 09:54:53 »
Islam idaresinin Iç Siyaseti
İslâm idaresinde iç siyaset, dahilde islâm icapları ve ge­reklerinin yürüdülmesidir. Bunlar kendi hükümranlığında ya­sayan bütün halkın içtimaî, kazaî, adlî ve iktisadî bütün işleri­ni tanzim eder hafif ve ağır cezalar tertip eder ve bilhassa ah­lâk mevzuuna kıymet verirlerdi. Müslümanlar; bütün insanla­rın hak dinine iltihaklarını bir zaruret ve vazife olarak telâkki etmekte idiler. Çünkü bu dinin bütün beşeriyete şamil, umumî sulh ve sükûne hizmet eden bir medeniyetin esası olduğunu kabul ederler. Kur'anı hakimde Cenabı Hak şöyle buyurmak­tadır:

«Ey insanlar, sizi ve sizden evvelkileri yaradan Allaha iba­det ediniz, böylece ondan korkup çekinirsiniz.»
Yine Cenab ı Hak şöyle buyurmaktadır;

«Ey insan, büyük olan Allahın emirlerini dinlemeyip seni aldatan nedir.»

Bin âenaleyh bu vazifeler ister müslüman olsun, isterse müslüman olmasın her idrak sahibi insandan istenmiştir. İmam Gazali de Mustasfî ismindeki usul kitabında su mütalâayı ile­riye sürer:

«Üzerlerine vazifeler yüklenen kimseler, islâmlık vecibe­lerini ifaya borçlu olan kimselerdir. Bunların vazifelerini kav­rayacak akıl idrak sahibi olmaları lâzımdır. Her hangi bir şahsın bir vazife ifasına mecbur olabilmesi o şahsın bunu anlaya­bilecek akıl ve ferasete sahip ve insan olmasından ileri gelir.» demişdir. Bunun için islâmiyet bütün insan oğullarına hitab eden bir müessesedir. Müslümanlığın tekmil insanlık muvace­hesindeki rolü, kendine mahsus nizam ve kanunlarla insan top­luluklarına bakması ve kendi icaplarına göre muamele etmesi­dir. İslâm düzeni, ekalliyetler tanımaz, cümleye adalet göziyle müsavi hak tanır.

İslâmiyetin bu mevzuunda Türklerin takip ettikleri siya­set, bütün diğer milletler için numune teşkil eder. Türk Padi­şahı, İkinci Sultan Murad'ın adalet babındaki titizliği bütün ecnebi tarihçilerin dikkat nazalarım çekmiştir. Müşarünileyh Rum. imparatorlarının tabalarına reva gördüğü zulüm ve suiis­timalleri kaldırmış ve halka kötü muamele eden memurları ce­zalandırmıştır, îstanbulun zabtından sonra en az yüz sene gayet sağlam ve muntazam bir idare, ehliyetli devlet memurları ve bütün dünyaya misal olacak olan bir adliye kurulmuş ve de­vam etmiştir. Bu idare hem müslümanlar, hem de müslüman olmayanlar için gayet adilâne işlemiş ve bu sayede hıristiyanlar refah ve saadet içinde yaşamışlardır.

İslâmi adımlar ve tempo ile yürüyen ve müslüman nizam­larına ve kanunlarına son derece riayetkar bulunan Türk İm­paratorluğunun bayrağının dalgalandığı bütün ülkelerde müs­lüman ve gayri müslüman tab'anın nail olduğu terakki ve inki­şaf bütün Garb müelliflerinin hayret, takdir ve tasdiklerini mucib olmuştur.Bir zamanlar kendi bayrakları altında ticaret gemileriyle sefer yapan Rumlar ecnebi limanlar ından koğulurken bunlar Osmanlı bayrağı altında geniş bir hürriyet ve im­kâna sahip olmuşlardı. O derecedeki bu Rumlar uzak seferlere çıktıkları zaman Türk kıyafetine bürünür ve bu sayede her türlü kolaylıkları görürlerdi. Şurası şayan dikkattir ki Türk gücünün yüksek bulunduğu devirlerde müslümanlığın icapla­rına riayet dolayısiyle bütün ülkelerde şeref ve itibara sahip bulunuyorlardı. Türklerin Yunanistanı fethinden itibaren tam iki asır öyle bir adalet ve iyi idare hüküm sürmüştür ki bunun bir esi hıristiyan dünyasında gösterilemez. La Jonkier isimli muharririn yazdığı Osmanlı tarihi isimli eserde şu parça göze çarpar:

«Macaristandaki kalvim mezhebi mensuplariyle Transilvanyadaki müvahhit hıristiyanlar, mutaassıp Habsbtrg'luların eline düşmekten ise müsluman Türklerin tab'ası olmağı çok­tan istiyorlardı. Bundan başka Silezyadaki protestanlarda mez­hep ve vicdan hürriyetleri için Türkiyeyi özlüyorlardı. Bilhas­sa On beşinci asrın sonlarında İspanyada zulüm ve işkenceye uğrayan yahudiler fevc fevc Türkiyeye sığınmışlardı. Rusyanın resmî kilisesi tarafından kötü muamele ve zulme duçar olan Kazaklar hürriyet ve adaleti Türk müslüman padişahlarının ülkelerinde bulunuyorlardı. Polonyalıların ortodoks Ruslara yıptıkları korkunç zulümlere karşı Antakya ortodoks patriği Makaryos şöyle feryat etmişti:

O imans ız sefiller tarafından şehit edilen binlerce insana hep beraber ağladık. Ölülerin sayısı seksen bini bulmuştur. Ah. dinsizler! Ah pis vahşiler! Ah sizi gidi taş yürekliler! Dünyala­rını terk etmiş biçare insanlarla aciz kadınlar ne günah işledi­ler, kızlar, oğlanlar size ne fenalık yapmışlardı ki?. Ben bun­lara niçin mel'un ulahlar diyorum? Çünkü bunlar bizi putlara tapan dalâlet ehlinden deha aşağı düşürdüler. Allah Türk im­paratorluğunu ebediyete kadar payidar etsin.

B ütün bu misaller, bu itiraflar Türklerin islâm nizam ve kanunları altında ne büyük, ne adil ve ne kadar alicenab bir millet olduğunu ve islâmm san ve şerefini ne derece yükseltti gini g östermesi itibariyle son derece mühimdirler.

B ütün bu konuda Türklerin ırkî ahlâkının üstünlüğü ve buna inzimam eden islâm terbiyesinin rolü büyüktür.

Son nesiller ve b üyük vatanımıza «hasta adam» denildiğini işitmeğe alışmış olanlar, milletimizin kazandığı büyük zaferle­rin ve ulaştıkları istilâ ve hazmetinin derecesini ölçmekte zor­luk çekerler. Onlar bizim silâh gücümüz, kuvvetli imanımız ve ırkî kabiliyetimiz sayesinde bütün dünyanın nasıl hayret ve hattâ haşyetini kazanmış olduğumuzu lâyıkiyle takdir edeme­mekte mazurdurlar. Türkler, Allahın ismini yükseltmek ve is­lâm bayrağım dünyanın dört bucağına dalgalandırmak aşkıyla dine ve medeniyete büyük hizmetler yapmışlardır. Haddiza­tında bir sulh ve selâmet ve yeryüzünde imanlıları kardeş bi­len bir din olan islâmiyet, ilk intişar devirlerinde gördüğümüz gibi mücadele, mücadele ve gayret yoliyle yapılmıştır. Türk­lerde aynı yolu tutmuşlar ve sonra fetih ettikleri ülkelerde halka adalet, hürriyet ve huzur sağlamışlardır. Böylece Bul­garistan. Sırbistan, Macaristan, Bosna ve Hersek'in idaresini ellerine almışlardır. Aynı ruh ve aynı iman ile İtalyan yarıma­dasının cenubundaki Otranto'ya bayrağını diken Fatih Sultan Mehmed, Tıbkı Peygamberimize yaptıkları gibi yahudilerin h ıyanetine uğramış ve hususi doktoru yahudi dönmesi Yakup Paşa [Maestro Jakobü] tarafından zehirlenip öldürülmemiş olsa idi. Türk bayrağı Komadaki Senpiyer kilisesinin damına di­kilmiş ve oradan islâmın nuru tekmil garbe yayılmış olacaktı. İstanbulun fethine gelen Büyük Türk Hakanı Ebul Feth Sul­tan Mehmet Okmeydanında vüzerâ ve ümerâsına su hitabede bulunmuştu:

«Ben, Büyük Peygamberimizin tebşiratına mazhar olmak ve ruh m übareklerini şad etmek için bu büyük vazifeyi sırtıma yüklenmiş bulunuyorum.»

Evet B üyük Peygamberimizin yolunda yürüdü ve o da aynı zorluklara göğüs gerdi. Bizler bu Büyük Türk Hakanı'nın bize miras bıraktığı, bu beldeler şahı îstanbula böyle sahip olduk.

İslâm bayrağı Türkler elinde garba doğru ilerlerken, Arabların da müslümanlığı neşir ve tamim ve islâm ülkelerini geniş­letmekteki hizmetlerini takdir ve talisinle yadetmeği vazife bi­liriz. Yedinci asırda Sasâniyan hanedanı iskat edilmiş ve asır­larca Roma ve Şarkı Romanın satvet ve kudretine karşı koy­muş olan geniş İran İmparatorluğu islâm bayrağı altına gir­miştir. Hiç şüphe yoktur ki İran ordusunun inhizama uğrama­sında ve halk topluluklarının müslümanlara mukavemet etmemesinde en büyük amil; islâm adalet ve kanunlarının üstünlü­ğü ve İran Sultanının anarşi, zulm ve istibdat içinde yüzmesi ve o zaman İranın dîni olan zerdüşt rahiplerinin zulümlerinin zamanın hükumdarlarınca himaye edilmiş olmasıdır, o zaman zerdüşt rahipleri hükümet içinde son derece nüfuza sahiptiler. Onlar bu nüfuzlarım Iranda yasayan müteaddit halk ve mez­hep sahipleri aleyhinde kullanmakta idiler. Müslümanlık ise, ister kendi dininden olsun isterse başka dinlere mensup olsun bütün insanlar hakkında adil ve hakkaniyet dairesinde mua­mele eder. Bu sebepledir ki Arabların islâm bayrağım İrana kadar götürmeleri zor olmamıştır. İslâm bayrağının dalgalandı­ğı her yerde, her din ve mezhebe mensup olan insanlar kendi­lerine bahşedilen hürriyet ve müsamaha dolayısiyle ferah ve mes'ut nefes almağa başlamış ve bu hal islâm nurunun gönül­lere ve ruhlara yayılmasına sebep olmuştur. Bundan başka zerdüşt mezhabinin nefretle karşıladığı san'at sahipleri müslümanlarca himaye ve takdir görmekte idi. Zerdüştîlerin san'at ve iş sahiplerini hakir görmelerini mukabil müslümanlann kendilerine hürriyet bahşetmeleri ve müsavat ve adaletle muamele etmeleri halkın samimi ve candan istekle müslüman olmalarına yardım etmiştir. Şunu tekrar etmek faydalıdır ki islâm kanun ve umdelerinin hakkiyle hüküm sürdüğü bütün devirlerde islâm satvet ve kudreti nihaî derecesini bulmuş, bu nizamlar ve islânıî yoldan ayrıldığımız vakit tedenni ve ihatatla yüz yüze gelmişizdir. Bütün tarih bunun en adil ve taraf­sız şahididir.

İranda İslâmiyetin yayılışını tetkik ederken şu hâdiseyi de hatırlamak faidelidir:

Hazreti Ali'nin o ğlu, hafid-i resul Hazreti Hüseyin'in son Sasâniyan hükümdarı Yezdü Cürdün kızı Şehbânu ile evlen­miş olması, Iran halkının islâmiyete çabuk ısınmasına sebep olmuştur. İran halkı Şehbânu ile Hazreti Hüseyin'in torunları­na, kendi eski hükümdarlarının halefleri göziyle baktıkların­dan bu yeni din ve hükümeti, kendi eski hükümet ve hanedan­larının devamı gibi telâkki etmişlerdir. İranlı dindaşlarımızın Hazreti Ali ve evlâdlarına verdiği aşırı ehemmiyetin ve sebep ve saiki budur.

Baz ı garb müellifleri, Arabların müslümanlığı İranda zorla, cebir ve şiddetle yaydıklarını iddia ederlerse de, bu iddianın hakikatle zerre kadar alâkası yoktur. Aksine olarak islâmiyet; tam bir adil ve müsamaha prensibi dahilinde, kendini sevdirerek, inandırarak nur gibi, ziya gibi, güneş gibi kalbleri ısın­dırarak, gönülleri tenvir ederek, zorla değil kolaylıkla yayıl­mıştır. Bu din; ikrah ve cebri kabul etmez.

Tarih çiler Mes'ûdiden bir rivayet naklederler: Halife El-mu'tasım devrinde, İranda bulunan bir müslüman kumandanı; ateşperestlerin bir mabedini yıktırıp onun yerine cami yaptır­mış olan bir imamla müezzine falaka attırmıştır.. Bu müsama­ha sayesindedir ki, hicretten dört assr sonralarına kadar Irak da, Faristanda, Kirmanşahda, Azerbaycanda ve daha bir çok yerlerde ateşperestler mevcuttular, onun için hiç kimse islâmiyetin cebir ve şiddetle yayıldığını iddia edemez. Müslümanlığın akla, mantığa, vicdana hitap eden düsturları ve adaletidir ki, hiç zorluk görmeden güneş gibi birdenbire yayılmış, zul­metleri yırtmış, zulmü yıkmış, cehli ve ahlâksızlığı bertaraf et­miştir.
M üslümanlık Mezopotamyada ağır bir şekilde genişlemiş­tir. Ora halkları Hicretin 99 u ile 102 nci yılları arasında hü­kümdar olan ikinci Ömrün davet ve irşadı üzerine müslüman olmuşlardır. Hicretin 106 ile 126 senelerinde ve halife Haşim devrinde Semerkand'da Ebu Sayda isminde bir zatın himme­tiyle islâmiyeti kabule mazhar olmuştur. Ondan sonra 218 ve 229 senelerinde Elmu'tasım devrinde bir ilerleyiş görülmektedir. Bu zaman zarfında Bağdad'daki islâm halifelerine askerlik yapmak üzere gelen Türklerin kitle halinde müslüman olduk­ları görülür. Bundan sonra müslümanlık Şarkî Türkistana ve Çin ülkelerine kadar kolaylıkla yayılmıştır. Kaşkarda hüküm­dar Buğra Hanın müslüman olması hakkında tarihlere gecen şayanı dikkat bir hadise vardır. Saman hanedanından hoca Ebunnasır nuru islâmı yaymak için bütün gayret ve servetini sarf etmektedir. Bir gece âlem-i manâda Fahrikâinat efendimi­zi görür. Efendimiz kendisine şu emri tebliğ eder:

«Kalk Hindistana git. Satuk Buğra Han tariki hidayete gelmek için seni bekliyor.»


Garib bir tecellidir ki Bu ğra Han da aynı gece rüyasında kendisine bir mübeşşir geleceğini ve onu hak dinine davet ede­ceğini görür. Ebunnasr-ı Samânî Buğra Hanı hidayet yolunun başında ve hazır bir vaziyette bulur, güçlük çekmeden karşısındakinin bütün varlığının iman nuriyle aydınlandığını görür. Bu hâdise islâmiyetin Türkistanda yayılmasına sebep olmuş ve Hakanlarını müslüman olmuş gören iki yüz bin çadır halkı dairei imana iltihak etmiştir.

Bundan ba şka, Himalâya dağlan eteklerin ve Tibette ya­sayan Mecusî dinine mensup Türkler, müslüman hükümdar Kadir Han oğlu Arslan Han'ın mülkünde adalet hüküm sür­mekte olduğunu işittiklerinden Hicretin 434 üncü yılında onun memleketine hicret etmişler, sonradan da cümlesi müslüman olmuşlardır.

Sel çuk Türklerinin Hicretin 345 inci yılında topyekûn müs­lüman olmaları ziyasını yavaş yavaş kaybetmekte olan islâmiyete yeni bir revnak vermiş ve Batı Asyadaki müslüman bey­liklerini bir bayrak altında toplamıştır.

Horasandan Hindistanın şimaline doğru yayılan müslü­manlık Afganistanda büyük hüsnü kabil görmüştür ki Afgan­lılar bu muazzam dinin kendilerine huzur ve saadet getirdiği­ni daima yad ve tizkâr etmişlerdir. Afganistanm kül halinde m üslüman olması Sebûktekin ve Gazneli Mahmut Hanın fütu­hatından sonra vuku bulmuştur.

* * *

M üslümanlığın kısa bir zamanda yeryüzüne nasıl yayıldı­ğını, kuş bakışı misallerle yukarıya aldık. Bugün yedi yüz mil­yonluk muazzam ve muhteşem bir varlık teşkil eden islâmiyet bütün Avrupa ve Amerikada ve dünyanın en hücra köşelerin­de şayanı hayret bir şekilde yayılmaktadır. Maatteessüf bizim hiç bir himmetimiz olmadığı halde, o, kendi varlığında münde­miç hakikatler ve cevherinde mevcut iyilikler dolayısiyle ken­diliğinden ilerilemektedir. Birinci ve ikinci dünya harbinin beşer bünyesinde yaptığı korkunç tahribat ve bütün bu hara­be ve facialara rağmen henüz hıncından ve ihtirasından bir zerre bile kaybetmeyen sönmez kinler ve bilhassa insanlığın bütün zekâ ve kabiliyetlerinin tekmil medeniyetleri berhava edebilecek olan nihaî bir harb için seferber etmeleri ve: Birisi bir yanağına tokat vuracak olursa, ona öteki yanağını uzat» diyen Hazreti İsa dininin soysuzlasmış olması insan cemiyetlerine müslümanlığın ne büyük fazilet, adalet, merhamet müsa­maha ve barış seven yüksek umdelerindeki asalet ve hakkani­yeti gösterir. Bunun içindir ki, bilhassa ikinci dünya Harbinden sonra yer yer bütün Avrupa, Amerika ve Afrikada müslüman cemiyetleri kurulmuş ve halk bu dinin kurtarıcı ve huzur ve­rici sinesine yaslanmağa başlamıştır. Pakistan, Baharîstan. İran ve sair müslüman memleketlerinin kıymetli şahsiyetleri bu meş'alenin nurunu yeryüzüne yaymakla meşguldürler, muvaf­fak da olmakladırlar. Ne yazık ki on asra yakın bir zaman islâm bayrağının âlemdarlığını yapmış ve onu şanlar ve şerefler içinde ülkeden ülkeye dolaştırmış olan bizlerin bugün bu mevzuuda bir himmeti müşahede edilmemektedir.

Bug ün müslümanlığı müteaddit mezhep ve tarikatlere ay­rılmış görüyoruz. Müslüman milletler için, eski şevket ve satvetini bulmak ve kendine lâyık mevkii almak için yapılacak işlerin başında israiliyattan, her türlü bid'atlardan temizlen mek ve mezhepler aras ında bir anlaşma yaparak, hakiki islâm, cemiyetlerinin ortaya çıkmasını tabiî görüyor ve bunu Hanefi, Şafiî, Maliki, Hanbeli, Caferi, Zeydi ve sair islâm mezhepleri­nin belirmesi gibi garip bir şey bulmuyorlar. Bu müelliflere göre bütün müslümanlar gönüllerini birtek imana bağlamış­lardır ki o da müslümanlık inancıdır. Bu imana göre, esas Allahın emirlerini yerine getirmek, men olunan şeylerden sa­kınmaktır. Bu müellifler diyor ki: Cenabı Hak müminlere müslümanlığın esasına bağlanmağı emretmiş olup, mezhepler, uymaları hakkında hiç bir emir yoktur. Onlar mezhepleri, is­lâm kanununun çeşitli anlaşılması şeklinde telâkki ediyorlar. Bu mesele beynelislâm henüz bir karara bağlanmamış, birlik çareleri bulunmamıştır. Bu sebeple bu nokta üzerinde fazla durmuyoruz.

Umumi prensip ve bu mutalealara muvazi olarak m üslümanlar, kendilerinden olmayan dinlere karşı büyük bir müsamehaya sahiptirler.

a) M üslüman olduklarını söyledikleri halde islâm inanç ve nizamına muhalif kanaat ve imanda bulunanlar,

b) Tevrat ve İncil gibi kitaplara bağlı olanlar.

e) Allaha şirk koşanlar ve kitapsız olan diğer bütün top­luluklar...

Bunlar ın cümlesi itikat ve ibadetlerinde serbest bırakılır ve evlenme ve boşanmaları kendi şeriatleri mucibince yapılır. İslâm hakimiyeti böylelerinin işlerine bakmak için kendilerin­den bir hâkim tayin eder. Hazreti Peygamber ateşe tapanlar için; Onlara kitaplılar gibi muamele ediniz buyurmuştur. Bü­tün bunlar islâm hükümranlığının iç siyasetine taallûk eden hususlardır. Müslümanlar kendi tab'alarına müsliiman olsun, .olmasın aşağıda gösterilen şekillerde muamele ederler.

1 ? Müslümanlar dinin bütün icaplarını ve farzlarını ifa ile mükelleftirler,

2 ? Müslüman olmayanların iman ve ibadetlerine müda­hale edilmez.

3 ? Müslüman olmayanların içtimaî hayatları kendi din­lerinin icaplarına göredir.

4 ? Gayrı müslimler evlenme ve boşanmalarında, kendi hususi mahkemelerinde değil islâm mahkemelerinde fakat ken­di dinî kanunlarına göre muamele görürler.

5 ? İslâm kanunları bütün iktisadî ve ticarî işlerde ceza ve düzenlerinde tab'ası arasında fark gözetmez.

6 -- İ slâm devletlerinin tab'aları, hangi dinden olursa ol­sun hiç bir tefrik ve imtiyaza tabi olmaksızın kanun nazarın­da, müsavidir ki bu hükümler müslümanlığın adalet ve insan haklarına verdiği aşırı ehemmiyetin birer misalidir.

« Son Düzenleme: 20 Kasım 2024, 13:31:26 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #32 : 21 Kasım 2024, 12:23:36 »
Îslam Hakimiyetinin Dis Siyaseti
M üslümanların harici siyaseti tıpkı iç siyaseti gibi bir hu­kuk ve müsavat sistemine bağlıdır. Bu harici siyasette eslâf aynı düşünce ve hisler tesiri altında islâmiyetin nesir ve tamimini ana fikir olarak kabul etmişlerdir. Bu esas Hazreti Peygamberden bugüne kadar hiç bir tadile uğramamıştır. Resul Ekrem Medinede yerleştikten beri müslümanların, başka mil­letlerle olan münasebetini islâm esasları üzerine tesise başla­mış. Hicazda nesri din için vakit bulmak maksadiyle yahudilerle andlaşmalar yapmış olduğu gibi bütün Arabistanda bu maksat için Kureyşlîlerle de Hudeybiye muahedesini akdet­miştir. Bundan sonra Arabistan haricindeki devletleri İslama davet için nameler göndermiştir. Resul Ekremden sonra Hali­feleri; yukarıda gördüğümüz gibi müslümanlığı bütün diğer ül­kelere götürüp yaymışlardır. Peygamberden sonraki islâm hü­kümetleri arasında bazı farklar müşahede edilir. Meselâ Emeviler yeni yeni fütuhat yapmakta Abbasilerden daha ileride oldukları gibi Osmanlılar da bu mevzuda Kölemenlerden ve diğerlerinden çok daha ileride idiler. Cümlesinde müşterek fi­kir islâmiyetin ve tevhid akidesinin yayılması noktasında toplanırlar. Resuli Kibriyanın Peygamberliğinin bütün ebnâyi be­şere şamil olduğu kanaati bütün müslümanlarda hakim fikir­dir. Bu fikrin on dokuzuncu asırda ve onu takip eden devirler de b ütün hıristiyan âlemine, sirayet etmiş olması hem şayanı dikkat hem de manalıdır. Bu dâvada yahudileri daima islâmın düşmanı olarak görürüz. Onlar Hayberde ne idiseler bugün aynı kin, aynı husumet ve aynı müfrit nazarla müslümanlığa karşı cephe almışlardır. Fazla olarak bütün dünya hazineleri­ni, bütün cihan matbuatını ellerine geçiren bu mahlûkların son asırda Türk müslüman devletini yıkmak için cihan şümul bir faaliyete geçtikleri görülmüştür. Bir sürü yalan ve hayal mahsulü olan uydurma nazariyelerle Sahyun dağı mıntakasında bir İsrail devleti kurmak için bütün müslümanlar arası­na soktukları bozgun ve fitne ve bilhassa Osmanlı İmparatorlu­nu kökünden yıkmak için giriştikleri mel'un teşebbüslerin tafsilâtını tarih gelecek nesillerin önlerine serdiği vakit insanla­rın hayret ve dehşet içinde kalacakları muhakkaktır.

Cenab ı Peygamberin risaletinin tekmil insanlara şamil ol­duğu, Kur'am Kerimde sarahaten bildirilmiştir. «Ey insanlar; Allahınızdan size nasihat, öğüt ve mübeşşir gelmiştir» ve "On­lara de ki: «Ey insanlar sîzlerin cümlenize karşı Allahın elçisiyim» ve yine: «Deki: Bu Kur'anla bana bildirildi ki onunla size ve o sûrelerin ulaştığı başkalarına kötü akıbetleri bildire­yim» ve yine: «Ey Resul, Rabbinden sana bildirilenleri başka­larına ulaştır. Yapmaz isen rîsaletini onlara ulastırmış olmaz­sın.

Bu sebepledir ki Peygamberimiz; Allahın emirlerine uya­rak n übüvvet ve risaletini tekmil insanlara tebliğ etmekten bir an hali kalmamıştır. Resul Ekrem'in irtihallerinden sonra bu vazife kendilerini istihlâf edenler tarafından ifa edilmiştir.

H ülâsa edilmek lâzım gelirse müslümanların haricî siya­setinin mihrakının islâmiyeti bütün ülkelere yaymak ve tevhid bayrağını dünyanın dört bucağında dikmek noktasında toplan­dığını görürüz.

As ırların değişmez kanunu, Kur'am Kerimde en kat'î ifa­desini cihad kelimesinde bulmuştur. Müslümanlıkta mücahe de Allah yolunda cihad en mukaddes vazifelerdendir. T övbe suresinin yirminci âyetinde Cenabı Hak şöyle buyuruyor.

«İman edenlerin, hicret edenlerin; Allah yolunda mallariyle, canlariyle cihad edenlerin Allah indînde derecesi çok bü­yüktür. Kurtuluşa erenler de onların ta kendileridir.»

Bunun i çindir ki Peygamberimiz Medinede islâm devletini kurar kurmaz ordusunu hazırlamış ve devlete karşı koyacak bütün manileri bertaraf etmek için cihada başlamıştı. Kureyşliler, bu manilerin başında geliyordu. Onu bertaraf etmeği ResulAllah baş vazife bildi ve onları kaldırdı. Diğer maniler de aynı şekilde yok edildi. İslâmiyet bütün Arab yarımadasını kapladıktan sonra islâm devleti bu dini yaymak için başka milletlerin kapılarını çalmağa başladı. Bu milletlerden islâmın adalet ve tevhid bayrağı altına girenler, bereket; bolluk ve ra­hatlığa kavuşunca, artık hiç zorlamaya hacet kalmaksızın bü­tün gönüller ve kalbler islâmın nuriyle dolmağa başladı.

M üslümanlar bu vazifeleri yaparken; müslümanlığın kur­tarıcı umdelerini ve fikirlerini açık bir lisanla halka anlatmağı esas tutmuşlardı. Öyle de muvaffak oldular.

B öylece, bir az evvel tafsilâtını yazdığımız gibi müslüman­lar Mağribi Aksâdan, Maşriki Aksâya kadar ülkeler fethettiler ve oralarda islâm adaleti ve hükümlerini tesis ettiler. Bu hü­kümranlığın payidar olması için esaslı şart müslümanlığa mahsus kanun ve nizamların ciddiyetle tatbiki idi. Bunu da böyle yaptılar. Müslümanların bu mevzuda tatbik ettikleri ana prensipler şöylece sıralanabilir.

1 -- İslâm inancı, akla ve mantıka dayanır. İnsanlara hü­kümlerinde ve görüşlerinde bu zaviyeden bakmalarını emre­der. Bu iman insanı tefekküre sevkeder ki, insan kâinata ve mahlûkata baktıkça halikın varlığını idrak eder ve önüne çıkan müşküller, muammalar ve meçhulleri din bilgileriyle halleder.

2 -- M üslüman dini diğer bütün edyandan fazla olarak ilme, bilgiye kıymet vermiştir. Cehaletle hiç bir mesele hal ledilemez, hi ç bir meçhul çözülemez. Müslüman olanlar için sadece ve lâfzan kelimei şehadet kâfi değildir. Dinini bu dinin esaslarını, hikmetlerini bilmesi ve onunla aydınlanması gere­kir. Bu türlü bilgi ve ilim müslümanlık tefekkürünü ve dairesi­ni genişletir.

3 -- M üslümanlık, başlangıçta kendi kanun ve nizamları­nın hususiyetlerini öğrenme yolunu emrediyor. Bu suretle her müslüman kendi yaşadığı muhitte iz bıraksın ve adım adim terakki etsin... Bunun için müslümanlara dinin bütün incelik­leri, maksat ve gayesi ve hükümleri lâyıkiyle öğretilir ki bu uğurda her türlü hizmet ve fedakârlığı seve seve yapsınlar. Bu fikir, kanaat ve iman sayesindedir ki terakki ve i'tilâ yolunda; hiç bir dine nasib olmayan bir sür'at ve kolaylıkla yeryüzüne yayılmışlardır.

4 ? Müslümanlık, kendi mensuplarının olgunlaştırmak ve en yüksek medeni seviyeye ulaştırmak için elinden tutar ve onu yükseltir onu bir takım icaplar ve vecibelerle gönül huzu­ru, bahtiyarlık ve rahatlık içinde yaşatır. İslâmiyet insanı o şekilde yükseltir ki insan o payede sabit kalır, sukut etmez. Uluvvücenâb, fazilet; musameha ve yüksek ahlâk gibi islamın ana prensipleri ve hâkim fikirleridir ki müntesiplerini cemiyeti beşeriye içinde mümtaz ve üstün insan olarak ayakta tutar. Bunun için, insanlar gerçi bu kadar yüksek mevkilere güçlük­le çıkarlarsa da bir defa o payeye ulaştıktan sonra artık sukut etmezler bu mevkiler geçici değil devamlıdır, insan toplulu­ğunun yükselmesi böyle elde edilir.

Müslümanları bu yola sevkeden âmillerin başında ibadet müessesesi gelir. Bu kulluk vazifesi ve farzların yerine getiril­mesi zor, ağır; yorucu ve külfetli değildir. Feraizin ifasında dünya zevklerinden ayrılmak, gönüle ve ruha ferah ve saadet veren hallerden uzaklaşmak yoktur. Müslüman ibadetlerinde insan arzu ve tabiatlarına aykırı bir nokta yoktur. Aksine ola­rak müslümanîara yüklenen vazifeler, vecibeler ve farzlar insanlara derin bir saadet ve huzur bahseder ve onlar ın maddî ve mânevi faydalarım sağlar.

5 ? Müslümanların fütuhat devri; bütün bu iyilikleri, islâm medeniyetini yeryüzüne yaymak içindir. Onun için müslümanlar, kendilerini rahmet ve bidayet elçileri olarak telâk­ki ederler. Müslümanların fethettikleri memleketler halkı is­lâm devletinin tab'ası olarak, müslümanlara bahşedilen bütün haklara sahip olur ve müslümanlar gibi borç altına girerler. Zira islâm hükümranlığı birlik nizamıdır. Müslüman bayrağı altına giren memleketler halkı, tarih boyunca gasb sisteminde bir sömürge ve müstemleke muamelesine asla tabi tutulma­mışlardır. Bu sebeple müslümanlığın çar-ı aktar-ı cihanda sür'­at ve suhuletle yayılması hiç te şaşılacak bir şey değildir.

6 ? îslâmî icaplar bütün insanlar için umumî olup onları öğrenmek mubahtır. Bu icapların bütün insanlara öğredilip an­latılması lâzımdır ki bundan mündemiç hakikatlar anlaşılmış olsun. Hazreti Peygamber, etrafa valiler hâkimler ve mual­limler göndermek suretiyle bu hakikatleri neşir ve tamim eder­ler ve insanları müslümanlığı anlayabilecek seviyeye getirme­ğe çalışır ve Kur'anı Kerimdeki hikmetlerin halklara öğretil­mesine ehemmiyet verirlerdi. Bu suretle fethedilen memleket­ler ahalisi islâm bilgilerine vukufu sayesinde kolaylıkla dairei İslama girer ve islâm kültürünü severek kabul ederlerdi.

7 ? İslâm kanunu, bütün dünya insanları için kül halinde­dir. Bu nizamda değişiklik yapılması kabul edilmez. Müslüman­lar her girdikleri yerde kendi nizam ve düzenlerine göre hük­metmişlerdir. Bu siyaset iyi neticeler vermiştir. Hıristiyan nizamları, rum kanunları ve diğer dinlerin şeriatleri müslümanlığın üstün ahkâmı yanında pek sönük kaldığından, İslâm bay­rağı altına giren her memleket İslâm nizamlarında gördüğü göze çarpan üstünlük dolaysiyle bu dini ve onun kanunlarını kolaylıkla benimsemişlerdir.
« Son Düzenleme: 26 Kasım 2024, 10:43:55 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #33 : 26 Kasım 2024, 10:28:55 »
Tek Bir Medeniyet Dairesine..
Gerek zaman- ı risâlette, gerekse Hulefây-i râşidîn zama­nında ve gerekse ondan sonraki devirlerde Islâmiyetin nasıl ve hangi istikametlerde genişlediğini gördük, islâm medeniyeti dairesine girenlerin bu yeni nizama ne şekilde ve ne suretle intibak ettiklerini de mütalâa ettik. Müslümanlık Möte ve Tebük'den sonra Roma hudutlarına dayanmış bulunuyordu. On­dan sonra halkı hıristiyan, putperest ve Zerdüştî ve yahudi olan memleketlerle Romalıların elinde bulunan Mısır ve Şam ele geçirilmişti. Şam bir Roma eyaleti olup onun harsını benimse­miş ve hıristiyan dininde idi. İçinde Suriyeliler, Ermeniler, Ya­hudiler ve bir miktar da Romalılar yerleşmişti. Mısırda ise; Mısırlılar, Yahudiler ve Romalılar vardı. Şimalî Afrika; İslâm kanun ve nizamlarının, ahlâk ve faziletin bu dinde aldığı mev­kii görerek gönül rızası ve kolaylıkla müslüman olmuştu. Ora­da Berberîler sakin olup Romalıların idaresinde idi.

D ört Halifeden sonra Ümmiye oğulları Sind'i, Harzemi ve Semerkandı ele geçirdiler, bunlar da İslâm camiasına katıldı. Endülüs yani İspanya İslâm devleti ülkelerinden oldu. Bunla­rın nüfusları çok, içtimaî hayatları, dinleri, dilleri, âdetleri ve an'aneleri ile kanunları ve kültürleri başka olduğu gibi düşün­ce tarzları ve tabiatleriyle karakterleri de başka idi. Bu sebeple bunların İslâm potasında eritilerek bir kalıba dökülmesi zor ve yorucu bir işti. Orada ancak müslüman kanun ve umdele­rinin üstünlüğü sayesinde bir muvaffakiyet elde edilmiştir. Bu; İslâm devletinden başkaları için imkânı olmayan bir mese­le idi. Bunlar kendilerini İslâm bayrağının gölgesi altında rnes'ut ve müreffeh gördükleri için bu imkân hasıl olmuştur ki bunda dört mühim âmilin yardımı zikredilebilir :

1 ? İslâmın emirleri ve nehiyleri,

2 ? Daire-i İslama dahil olanların içtimaî hayatta ay­nı haklar ve imtiyazlara sahip olmaları

3 ? Ele geçirilen memleketler halkının topyekûn müslü­man olmaları

4 ? Yeni müslüman olanlar İçin meydâna gelen ve kendilerini iptidailikten, ileriye götüren inkılâp.

M üslümanlar her girdikleri yerde halka doğru yolları gös­termek ve ahlâk telâkkileri yapmak suretiyle üstünlüklerini göstermişlerdir. Adalet islâmın temelidir. Bu temel sağlam ol­duğu ve bu umdeye riayet edildiği müddetçe müslümanlar her girdikleri yerde hüsnü kabule mazhar olmuşlar ve bu sayede uzun müddet oralarda payidar olmuşlardır. Islâmda tab'aya muamele; herkesin mensup olduğu dine göre değil, insan hak­ları ve adalet mefhumuna göredir. Nitekim Cenabı Hak Maide sûresinde şöyle buyurmaktadır:

«Bir cemaati sevmemekliğiniz, onlar hakkında adaleti terk etmenize sebep olmamalı. Adalet ediniz ki, bu sizi Allahtan korkmağa daha yakın tutar. Allah yaptıklarınızı bilir.»

İslâm adaleti karşısında, insanlar aynı hakka malik ve bir­birlerine müsavidir. Hiç kimse için imtiyaz yoktur. Valiler ve hükümet adamları halka adalet ve müsavat dahilinde muame­le ederler. Hakimler ancak kanun ve adaletle hükümlerini ve­rirler. Başka dinden olması, zengin ve fakir olması adaletin bu prensibi üzerinde zerre kadar tesir yapamaz.

Yeni memleketler ele ge çiren müslümanların halkın ara sıra karışmaları, o memleket halkının kitle halinde müslüman olmalarına sebep olmuştur. Öyle ki müslümanlar yeni girdik­leri memleketin yerlilerine islâm dinini öğretmek ve islâm kültüriyle zihinleri beslemeğe çalışmışlar ve yerli halkla komşu­luk ederek onlarla birlikte yaşamışlar ve içtimaî hayatın bütün icaplarını beraber paylaşarak halkı kendilerine ısındırmışlardır. İşgal edilen memleketlerin halkına başka nazarla bakmayıp cümlesini bir devletin tab'ası saydıklarından halk kendile­rine muhabbet beslemeğe ve müslümanlığın prensiplerini sev­meğe başlamışlardır. Halk gerek müslüman hükümet adamla­rında, gerekse hâkimlerinde yüksek evsaf gördüğünden millet­ler birbirleriyle kolaylıkla kaynaşmışlar ve yekpareleşmişlerdir. Böylece işgal edilen memleketlerin ahalisi topyekûn müs­lüman olduklarından fâtihlerle kaynaşarak müttehit bir millet haline gelmişlerdir. M üslümanların temas ettikleri milletlerin fikrî ve aklî se­viyelerini yukselderek onlarda tam bir iman ve inanç husule getirmeleri esasına çok ehemmiyet verilmiştir. Bu inanç dü­şünce ve tefekkür temeli üzerine kurulmuş olup fertlerin kıy­metleri bununla ölçülürdü, insanların his ve vicdanlarında yer­leşen müslümanlık imanı; putperestlikten, ateşpereslikten kendilerini uzaklaştırır. İslâmlık insanları, Allahın üç olmadı­ğına, tek, şeriksiz ve nazîrsiz olduğuna inandırır ve fertleri tek­mil batıl ve mantıksız inançlardan sıyırarak tek Allaha kulluk etmeğe davet eder. Ahiret hayatına ve ebediyet âlemine inan­mak da müslümanlığm iman prensiplerindendir, insanlar. Re­sul Ekrem'in hadisi şeriflerinden ve Kur'anı Hakimin sarih âyetlerinden bu hakikatleri öğrenerek daha mes'ut ve sonsuz bir hayatın vadettiği nihayetsiz huzur içinde yaşarlar.

İşte böylece müslümanlık; bunu kendisine din edinen ve ona samimiyetle sarılan milletlerin görüş ve hayatlarında bü­yük ve mes'ut neticeler doğurup o milletleri maddî ve manevî bir şekilde yükseltmiştir.
« Son Düzenleme: 28 Kasım 2024, 16:52:10 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #34 : 28 Kasım 2024, 16:35:22 »
Zaafa Ugratan Sebebler
M üslüman hükümranlığı, islâmî esaslar ve kendine mah­sus düzenlerle kurulmuştur. Bu varlığın tarih boyunca sürüp gitmesi, ayakta durması ve terakkisi bu nizam ve düzenlere riayet etmekle mümkün olmuştur. Bir asırdan az bir zaman içinde geniş ülkeler fethedip oralarda sür'atle kökleşmesi bu sayede olmuştur. O zamanın at ve deve gibi iptidai nakil vasıtalariyle iklimden iklime, ülkeden ülkeye giden müslümanlar girdikleri her yerde haklan kolaylıkla hak dinine ve hidayet yoluna sokmağa muvaffak olmuşlardır. Şunu da unutmamalı­dır ki dinin neşir ve tamimi için o zaman dil ve kalemden baş­ka vasıta da yoktu. Propagandasız ve sair imkânlardan mahrum bir halde elde edilen muvaffakiyetler ve akla ve mantıka hitap eden kudretli varlığı ve esas cevheridir.

M üslüman düşmanları; Müslümanlarda gördükleri kudret ve kuvvetin menbaım çok araştırdılar ve bunu mensup oldukları dinin üstünlüğünde ve insanları terakkiye, refaha ve me­deniyete sevkeden cevherinde buldular. Müslümanlığı zayıf düşürmek isteyenlerin bidayette baş vurdukları çareler çoktur. Bunlardan bir kısmı dinin naslarma ve bu nasların hayat ve hâdiselere olan uygunluğunu görerek onunla alâkadar olmuş­lar, bazıları da Peygamberimizin hadislerini ele alarak ondaki harikuladelik ve hikmetlerin farkına vararak bir çok uydur­ma, mevzu' hadisler icat etmek suretiyle işi çığrından çıkar­mağa çalışmışlardır. Böylece müslümanların bu mevzu hadis­leri ele alarak taşıdıkları manasızlıklara bakarak dinden uzak­laşmaları düşünüldü. Şu var ki bu hiyanetler müslümanlarm gözünden kaçmamış ve bu kundakları bulup yok etmişlerdir. Âlimler ve muhaddisler harekete geçerek hadisler üzerinde de­rin tetkikler yapmışlar ve hadisleri ancak eshabı kiramın: .Bunu bana söyledi diyebilecek olanların nakillerine itibar edil­miştir. Bu hadis meselesi, müslüman ilim adamlarının kıymetli mesaileri neticesinde o şekilde halledilmiştir ki; her hangi bir müslüman bunların doğrusunu ve kuvvetlisini ayırt edecek hale gelmiştir. İşin başlangıcında bu din düşmanları, bu hadis uydurucularına ölüm cezası vermek suretiyle fesadın önüne geçmişlerdir.

Kur'an ın Arapça olarak okunması ve herkesin kendi lisaniyle tilâvet etmesi meselesi, yeni olmayıp çok eskidir. Bunda­ki gaye: Kur'an âyetlerindeki ilâhi belagat, icaz ve hikmetler müteaddit lisanlara, müteaddit insanlar tarafından çevrile çev­rile parlaklığını kayb etsin ve insanlar üzerindeki tesiri azalsın. Bu mevzuda müslüman düşmanlarının sarfettikleri gayret­ler sonsuzdur ve çok eskidir, imam Âzam Ebu Hanife gibi bü­yük şahsiyetler ve içtihat sahipleri bu sebeple Arabcayı o de­rece mükemmel Öğrenmişlerdir ki, ancak bu sayede zamanla­rındaki fesatların Önüne geçmişlerdir. İmam Şafiî bu mevzuda daha titiz davranarak Kur'anın Arapçadan başka lisana ter­cümesini şiddetle reddetmiştir. Bizim imamımız olan dünyanın en büyük hukuk ve din âlimi ve müctehit Numan îbni Sabit [EbuHanife] Kur'anın lâfzan ve mâlen tercüme edilebileceğini s öylemiş ise de buna kat'îyen Kur'an ismi verilemiyeceğini de beyan etmiştir.

Arablar bu hususta, dini oldu ğu kadar milli bir gayret de sarfederek islâm dininin yalnız Arapça olarak talim ve tedris edileceğini daima ileri sürmüşlerdir. Bu; bizim şahsi kanaatımıza.göre Arab olmayan müslümanların din mevzuunda geri cahil kalmaları neticesini doğurmuştur. Kur'anı Hakimin Arap­ça' okunup öyle dinlenmesindeki tarif edilmez zevk ve heyecan ve insan ruhuna bahşettiği huşu başka hiç bir dilde temin edi­lemez. Fakat âyetlerin manâ ve hikmetlerini müslümanlara gereği gibi anlatmaktaki lüzum ve ihtiyacı da kimse inkâr ede­mez. Yine bir çok Arab müellifleri islâmiyeti kendi lisanları­nın inhisarında zannetmişlerdir ki bu, dinin bütün beşeriye­te şamil bir din olduğu fikrini zayıflatır. Islâmiyetin ana menbalarının Kur'an ve hadis olduğunu kimse inkâr edemez. Fakat bu, Arab olmayan milletlerin ikinci safta telâkki edilmele­rine de bir sebep teşkil etmez. Bütün bu yanlış telâkkiler ve fazla ifrata vardırılan taassublar garbın işine yaramış ve onlar bu fırsattan istifade ederek kendi kültürlerini islâm ülkeleri­ne sokulması ve islâm medeniyetini vücude getiren unsurların fena propaganda ve telâkkiler yüzünden İhmal edilmesi is­lâm hükümranlığına târî olan zaafın başlıca sebeplerinden­dir.

Yeni ba ştan arkamıza dönerek islâm tarihini dikkatle tet­kik edecek olursak, müslüman hükümranlığının üçüncü Halife Hazreti Osman devrinde evc-i Bâlâya ulaştığını görürüz. Lib­ya çölünün geçilmesi, Trablusgarbın islâm mülküne ilhakı, Mağrıp Aksaya kadar ilerilemiş, İspanyaya akınlar, Kıbrıs ve adaların fethi, Horasan ve Taberistan'm fethi hep Hazreti Os­man devrine tesadüf eder. Hiç şüphesiz bu fütuhatın hazırlan­masında Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer'in de büyük hisseleri vardır.

On iki y ıl islâm hükümetinin başında bulunan Hazreti Os­man'ın, hükümdarlığının yarısı emniyet ve saadet içinde geç­miş, memlekette nizam ve asayiş, kökleşmiş, zamana göre ticar et ve ziraat inki şafa mazhar olmuştu. Böylece müslumanların servet ve ihtişama sahip olmaları islâm aleyhine başlayan fit­nenin mebdei telâkki edilebilir. Bunu, ileride okuyacağımız ana sebeplerden mada şu noktalara istinat ettirenler de vardır:

1 ? Peygamberimizin devrinde yaşayan, ondan feyiz ve ilham alan, Resul Ekrem'in irşadını rehber tanıyan nesil ihti­yarlamış, ümmeti idare edemiyecek hale gelmişti. Her zaman ve her yerde olduğu gibi eski neslin, Peygamberden örnek alan ahlâk ve meziyetlerine mukabil yeni nesiller manevi bir gerilik içine düşmüşlerdi.

2 ? Hazreti Ebubekir ve bilhassa adaletin müşahhas tim­sali olan Hazreti Ömer devrinde, islâm vahdeti ve kardeşliği her türlü fikrin üstünde tutulur, hakiki müsavat prensiplerine fevkalâde riayet edilir, kimse için imtiyaz tanımazdı.

3 ? Üçüncü Halife devrinde islâm fütuhatı, evvelce de bahsettiğimiz gibi Afganistan ve Merakeşe kadar uzanmıştı. Fakat buna muvazi olarak gerek bu devr-i fütuhat esnasında, gerekse o günden şu dakikaya kadar yahudilerin müslümanları birbiri aleyhine düşürmek için sarfettikleri gayretler korkunç ve müthiştir. Bu fesad, tarih boyunca eksilmemiş, artmış bu­gün en had devrine ulaşmıştır.

Bu eseri yazarken, Arab m üelliflerinin vücude getirdikle­ri ve hattâ yeni yazılmış makaleleri hayret ve dehşet içinde gözden geçirdim. Meselâ Pakistanlı, Şimali Afrikalı ve diğer memleket müslüman kardeşlerimizin Türk milletini islâmın bayraktarı, rehberi ve ele basısı bilmelerine mukabil nedense bazı Arab yazarları bu fikirde değildirler. Türkiye ahvalini, Türk milletinin karakterini ve tevhit yolunda başardığı muci­zelerle göğüs gerdiği harikulade ahvali bilmiyorlar. Bu taassub katiyen islâmi değildir, ırkidir ve makbul de değildir.

Hazreti Osman devrinde M üslüman kudretine arz olan za­afın bir çok âmilleri zikredilmiştir. Hazreti Osman'ın şahsen halim, selim bir zat olduğu, memurların hareketlerini müsa­maha ile karşıladığı, kendi hısım akrabasını devlet işlerinde kullanıp onlara iltimas ettiği bu sayılanların başında gelir. Bütün bu sebepler teferruat sayılabilir, izalesi de kolay mesele­lerdendir. Esas olan mesele Yahudilerin islâm devleti ve varlılığını yıkmak için sarfettikleri gayretlerdir. Bunlar islâm akai­dini yıkmak, müslümanlar arasında mezhepler ve dini ihtilâf­lar çıkarmak için var kuvvetleriyle çalışmışlardır.

Yahudilerin isl âm aleyhine tertipledikleri suikastlar söy­le sıralanabilir ve hulâsa edilebilir:

1 ? Küfede bir ihtilâlci fırka kurmak.

2 ? Basra'da vuku bulan fesat

3 -- Yahudi d önmesi Abdullah bin Sebe'nin islâmı parça­layan büyük hıyanet ve fesadı ki, bunun de merkezi Mısırdır. Abdurrahman Ibni Malik, îmam Şa'bi'den şunlan nakleder: Bu Yahudi dönmesi ibni Sebe'nin maksadı müslümanlığı kökünden yıkmak idî. Bu herif San'alı bir yahudidir. Şiîliğin kusurlusu dur. Onun ruhu diğer bütün yahudi dönmeleri gibî müslümanlık aleyhine sönmez bir kin ve nefretle yuğrulmuştur. Çığ gibi büyüyen, ziya ve nur gibi yayılan, beldelerden, kişverlerden ziyade gönüller fetheden büyük müslüman dini­nin bunlar bas belasıdır ve bu dinî yıkmak için 1370.(1446) seneden beri bir dakika hıyanetten, fesattan, bozgunculuktan el çekme­mişlerdir. Tek dinimizi yıkmak için islâmın nurunu söndürmek için, intişarını menetmek için on üç asır içinde on üç dakika boş durmamışlardır. Vampirler gibi islâmın nurundan gözleri kamaşan bu mahlûklar, bu nurun ışığını karartmak için aklın, hayalin, mantıkin maverasını geçerek her çareye bas vurmuş­lardır. Hazreti Ali'ye, Sen Allahsın diyecek kadar gözleri ka­raran, ateşte yanmağı göze alan bu dönmelerin tek gayesi is­lâmın meş'alesini söndürmekti. Bu emellerinden bir an bile fariğ olmamışlardır. Hicretin otuzuncu yılında son haddine varan bu fitne müslümanlığı tahrif, yeni akideler, hurafeler ve batıllar aşılamakla devam etmiş ve hiç bir an fasıla verme­miştir,

Tek bir d ünya, tek bir medeniyet, tek bir Allah inancı etra­fında toplanan müslümanlığı darmadağınık etmek, onun iman ve akidesini bozmak, kuvvetini parçalamak, şevket ve haşme tini s öndürmek için Yahudi dönmeleri ellerinden gelenleri yap­mışlar, türlü entrikalar, hırslar ve gayizleri körüklemişlerdir. Hicretin otuzuncu yılma kadar, otuz asırlık fütuhat ve zafer­ler elde eden ve tam bir vahdet ve tesanüt içinde yaşayan müslümanları türlü mezhep ve hiziblere ayıran, gücünü bö­len yahudiler ve yahudi dönmeleridir. Bunların kara ve sim­siyah gölgelerini islâm tarihinin bütün sahifeleri üzerine kâ­bus gibi çöktüğünü görürüz.

M üslümanlığı zayıf düşüren sebepler meyanında tarih sırasiyle şunları zikredebiliriz:

Birinci Halife Hazreti Ebubekir ve onu takip eden Hazreti Ömer'in bu makamlara seçilmesinde müslümanlarm gösterdik­leri fikir birliğine yahudi fitnesi karışmış ise de işler normal seyrini takip etmiş, Hazreti Ömer'in on iki yıllık hilâfetinin birinci yansı mükemmel geçmiş ve fütuhat tamamlanmış ikin­ci yarısında yukanda gördüğümüz yahudi dönmelerinin entri­kaları yüzünden facialar kopmuş ve beldei resulde müslüman ve hatta Halife kanı dökülerek islâm tarihi lekelenmiştir. Hazreti Alinin zaman hilâfetinde ceryan eden hâdiseler her müslumanın malûmudur.

Şimdi artık tarihin normal ve kronolojik seyrine gidiyoruz. Hulefay-ı Raşidinden sonra müslüman devletinin başına geçen­ler bu makamı evlâtlarına veya kardeşlerine veyahut kendi soydaşlarına miras gibi bırakmak yoluna girmişlerdir ki bu hareket müslümanlığı zayıf düşüren âmillerden biri sayılır. Her ne kadar müslümanlığın çok kuvvetli bulunduğu devirler­de bu çeşit hareketler o derece büyük bir tesir yapmamış ise de sonraları bu hareketlerin menfi tesirleri görülmüştür. Ab­basî devletinin Endülüste Abdurrahman Eldahilin yaptıklarına ses çıkarmaması onu o koca ülkede istiklâl kurmasına sevk et­miş ve sonraları kendilerine Emîr-el mü'minin unvanı veren valiler âdeta islâm devleti bünyesinden kopmuş birer müsta­kil hükümdar sıfatiyle müslümanlığın zayıf düşmesine sebep olmu şlardır. Endülüste görülen bu hal sonunda o koca kıt'anın müslûmanların elinden çıkmasına sebep olmuştur.

Buraya bir noktay ı sıkıştırmak isteriz: Yahudi dönmeleri­nin teşvik ve gayretiyle, irtihal-i Nebeviden sonra müslüman âleminde fırkalar ve mezhepler peyda olmuştu. Bunun en mü­him parçasının Şia olduğu malumdur. Buda yetmiyormuş gi­bi Şia'da muhtelif parçalara bölünmüştür. Bunların başında bugün bir çok hikâye ve maceralarım öğrendiğimiz ve gördü­ğümüz İsmailiye mezhebi gelir. Şu, Ağa Hanların, Ali Hanla­rın ve bugün Kerim Hanın başında bulunduğu mezhep... Bu hizbe, batıniye,, talimiye ve Seb'iye isimleri dahi verilir. Bunlar kendi halifelerine imam namı verirler ve imamlarının ulûhiyetine inanırlar. Bu mezhep saliklerinin inancına göre İmam ilim ve malûmatı resen Allahtan alır. imamdan sonra «hüccet» ondan sonra «bab» ondan sonra da «mümin» gelir. Yine İsmaililerin inancına göre Allah; imama, imam hüccete, hüccet de bab'a, bab da mümine dini akaidi talim ederler. Bu sebepledir ki bu tarikata «talimiye» ismi de verilmiştir. Bunlarca Kur'anı Kerimin hem zahir, hem de batın manâsı vardır. Asıl olan batınî manâsıdır dedikleri için bunlara «Batıniye dahi denilir. Bunların itikatları baştan başa hurafelerle doludur ve hakikat­te bunlar kıpkızıl dinsizdirler. Bu mezhebin tarihte dillere des­tan olan reisleri, şeytan yaradılışlı meşhur «Hasan Sabbah» Selçuk hükümdarı Alp Arslan zamanında Kazvin taraflarında sarp bir dağ başında inşa edilmiş Elemud kalesinde oturuyor­du. Orada müridlerine ve tab'alarına yaptırdığı şayanı hayret şeyler romanlara mevzu teşkil edecek kadar çoktur ve hayrete şayandır. Alp Arslan. bununla çok uğraşmıştır. Bugün İranda sakin bulunan «İmamiye» mezhebi de «Mehdi» nin varlığına ve Hayatta olduğuna inanırlar «Mehdi» zamanı gelince zuhur ede­cek, bütün dünyayı hak ve adaletle dolduracak, insanlara ha­kiki bir hürriyet ve saadet getirecektir. Böyle akla, mantıka ve hiç bir dini esasa dayanmayan batıl itikatlar muazzam ve muhteşem İslâm varlığında birer gedik, birer zayıflık âmili olmuştur.
Garbda ve End ülüsteki İstiklâl ve teferrüd hareketlerinin, neticesini müslümanlar ibret ve esefle karşılamışlardır. O ha­reket diğer islâm Valilerinin de ihtiraslarını kabartmış, onları da istiklâl peşine sürüklemiştir. Zamanın Halifeleri bunlara karşı ses çıkaramamışlar, onlar sadece minberlerde ve hutbe­lerde isimlerinin zikredilmesi ve ısdar edilen fermanların ba­şında namlarının bulunması ve haraç denilen vergilerin kendi­lerine ödenmesiyle kanaat etmişlerdir, O zamanın islâm valileri adeta birer küçük devlete benzerlerdi. Bütün bunlar müs­lüman bütünlüğünü zaafa düşüren ve neticede bu muazzam varlığın büyük bir kısmını asırlarca müstemlekeci ve sömürge­cilerin esareti altında kalmalarına sebep olmuştur.

Osmanl ı hükümdarları müslüman dünyasının riyasetini ellerine aldıkları vakit vaziyet çok değişmişti. Türkler islâm bayrağını Avrupanın göbeğine kadar götürmüş ve üç kıtada asırlar boyu livayı tevhit Türk süngüleri sayesinde şan ve şerefle dalgalanmıştır. Yine bazı partizan Arap muharrirleri Türklerin ve Osman oğullarının İslama yaptıkları büyük hareketi inkâra kendilerinde mecal göremiyorsalar da yazmaktan kendilerini alamıyorlar. Bu gibiler unutuyorlar ki Resul Ekrem Efendimizî bir hadîsi şerifte İstanbulu fethederek em'r ile onun askerleri­nin takdir buyurmakla büyük Türk milleti hakkında peşin kararını vermiş milletimizi takdir buyurmuştur.

Yedi ve hatt â on asır; haçlı seferlerinden beri müslümanlığın şan ve şerefini i'lâ etmiş olan büyük Türk ırkının İslama yaptığı muazzam hizmetleri velev zimnen olsun inkâr büyük bir haksızlıktır ve bunun cezasını topyekûn hepimiz çekmiş bulunuyoruz. Buda zaaf sebeplerinin başında gelen âmiller­dendir ve bunda haris ve sömürgeci Garbın ve onun zehirledi­ği zihniyetin büyük hissesi vardır.

« Son Düzenleme: 28 Kasım 2024, 16:58:20 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #35 : 29 Kasım 2024, 10:19:44 »
Islam Devletinin Inhilali
İsl âm tefekkür hayatındaki zaaf ve duraklama takriben Hicretin beşinci asrında başlamıştır. Bazı din âlimlerinin Kur'andan ve hadislerden hükümler çıkarılması, yani ictihad ka p ılarını kapamaları bir çok müddekkiklerce intihabın mebde noktası telâkki edilmektedir. Bu tarihten sonra yine bazı müctehitler çıkmış ise de tefekkür hayatındaki durgunluk ve onun husule getirdiği çukur gün geçtikçe derinleşmiştir. Bu hal bü­yük islâm hükümranlığının varlığına tesir ederek çözülme ve gevşeme başlamıştır. O derecede ki haçlı ordular bu halden cesaret alarak harekete geçmişler ve müslümanları karşılarında zayif ve kuvvetsiz bulmuşlardır. Resul Ekrem'in Bedir, Uhud, Tebük, Hendek ve sair harblerde kuvvetlere karsı gösterdik­leri, harikulade kudret ve dayanışmanın beşinci yüz yılında zi­yadesiyle zaafa uğradığı müşahede edilmiştir. Haçlılar ve Hı­ristiyan taassup alemiyle iki yüz yıl mücadele edilmiştir. Bidayette zafer Haçlılar tarafında olup onlar islâm memleketlerin­den bir kaçına el koymuşlarsa da müslümanlar memleketlerin; istirdada ve Haçlı orduları yüz geri etmeğe muvaffak olmuşlardır. Bundan sonra islâm hükümranlığının başına Kölemenler geçmiştir. Onların zamanında içtihat kapıları kapanarak evvelki imamlara uyulması lüzumlu görülmüştür. Bu sıralarda Moğol tecâvüzleri de islâm kudretine zararlar vermiştir. Bütün bunlara rağmen islâm devletinin kuvveti sarsılmamış, yine de düşmanlarına karşı heybet azametini muhafaza eden zama­nın en büyük varlığı olarak ayakta durmuştur. Milâdi onbesincî ve Hicri dokuzuncu asırda Osmanlı Türk devleti müslüman âleminin başına geçerek, islâm devletlerinin çoğunun idaresini eline almıştır. Türklerin elinde müslüman bayrağı, yeryüzü­nün üç büyük kıt'asında şevket ve ihtişamla dalgalanmış ve Avrupanın göbeğine kadar dayanmıştır.

T ürklerin maddî ve manevî kuvvetleriyle, imanlarının rasaneti ve din aşkiyle başardığı muvaffakiyetler yanında islâmiyete yaptığı namütenahi hizmetler, bazı dar görüşlü insan­lar tarafından inkâr edilse de hakikatte bizim müslümanlığa ve medeniyete yaptığımız hizmetler saymakla tükenmez. Müs­lüman Türkler Avrupaya ayak basıp fütuhata giriştikleri vakit garb ve anarşi, dalâlet ve istibdat için yüzüyordu, însaf sahibi Avrupalı muharrirlerin samimiyetle itiraf ettikleri gibi garb âlemi; adalet ve medeniyeti canlı, samimi ve halis bir şe kilde T ürklerde görmüştür. Garbın karanlık günlerinde kargı­larına çıkan Türkler askerlik ve adalet ve idare bakımından yeryüzünün en güçlü ve şevketli varlığını teşkil ediyordu, Kâbei Muazzamadan Haremi Şerife kadar bütün müslüman mem­leketlerinde Türk hakanlarının himmetleriyle vücude getiri­len eserlere bugüne kadar başka müslüman memleketleri, elle­rine büyük imkânlar geçtiği halde henüz daha bir çok yenileri­ni ilâve etmiş değillerdir.

Fatih Sultan Mehmet Han' ın ve ondan sonrakilerin idaresi altında on sekizinci asrın ortalarına kadar Osmanlı Türk dev­leti olanca ihtişam ve parlaklığiyle tarih sahifelerinde müslümanlığın yüzünü ağartmış, göğsünü kabartmış bir halde ayak­ta ve hâkim bir vaziyette kalmıştır. Türk milletine bu heyeca­nı, bu azmi, bu cesareti veren ve onu bütün islâm âleminin baş tacı yapan unsurun müslümanlık olduğunu kimse inkâr edeme­miştir. Osmanlı devletinin prensip, program ve idaresinde ve bilhassa adliyesinde islâmiyetin başlıca müessir âmil olduğu muhakkaktır. Türklerin asırlar boyu ayakta ve müstakil ola­rak yaşamasında müessir olan faktörler düşmanlarımız tarafın­dan anlaşılınca ve Türk milleti dünyanın üç kıt'asında yani Asya, Avrupa ve Afrikanın en zengin ve mutena yerlerinde yaşamağa bağlayınca garbın, basta İngiltere olmak üzere bu­lun mutaassıp sömürgecilerinin ihtirasları kabardı. Bu sebeple gerek islâm tarihine, gerek Türk tarihine ve hatta hatta ilhan­lara kadar uzanan uzun bir tarih süresi içinde; Arab yarımada­sında îslâmiyetin intişara başladığı günlerde görüldüğü veçhi­le, israil oğullarınnı bozguncu ve hain parmakları fesat saçmağa ve aleyhimize çalışmağa başladı. İslâmiyetin ebedî ve ezeli düşmanı olan İsrailliler, dimdik ayakta duran ve bütün dünya müslüman milletleri için bir kuvvet ve ilhanı kaynağı olan, sözünü bütün dünyaya geçiren Türklerin bu ihtişam ve satvetini elbette çekemezlerdi. Çekemedikleri için var kuvvet­leriyle aleyhimize çalıştılar. Memleketlerimizde görünmez teş­kilâtlar ve yer altı faaliyetleri kurdular. Rüşvet ve suiistimal, hile ve kalpazanlığı hayat piyasasına sürdüler ve bizi içimiz den çökertmek, tek kuvvetli ve müstakil islâm devleti olan Türkleri yıkmak için hiç bir fırsat ve imkânı diriğ etmediler.

Bu mevzuda kendi g ünahlarımızı ve hatalarımızı saymakta faydalı ve lüzumludur. Dünyanın her köşesinde, asırlar boyu bütün milletler tarafından itilip kakılan, daima hakaret ve zulüm altında ezilen, daimi sürgünler ve işkenceler altında bu­nalan yahudiler; maruz kaldıkları bu kötü muamelenin sebep ve saiklarını aramadan, işin iç yüzüne nüfuz etmeden topyekûn getirip bu temiz İslâm diyarına, bu asil ve civanmert, asalet ve şefkat eseri ise, hiç de isabetli, doğru ve siyasi bir hareket değildir. Cezasını ve acısını Türk milleti çekmiştir. Onlar, bü­yük Türk Hakanı Fatih Sultan Mehmedi zehirleyip öldürmek­le ayağımıza öyle bir çelme atmışlardır ki asırlar boyu bu çel­menin sersemliği üzerimizden gitmemiştir. Bunu, tarihimiz içinde bir duraklamanın ve hattâ gerilemenin başlangıcı addetsek fazla mübalâğa yapmış olmayız. Ondan sonra çeşitli ah­lâksızlıklar örneği ve suiistimaller aynı kaynaklardan fışkıra­rak bizi cidden zaafa düşürmüştür.

İçinde yaşadığımız asırda, yani bizim nesillerimizin bizzat yaşadığı şu son senelerde; bugün maalesef hakikat ve müslüman milletler için bir yüz karası teşkil eden Filistini ellerine geçirmek için milletimizi topyekûn imhaya kadar giden teşebbüsleri semeresini vermiş, memleket ve büyük imparatorluğu­muz bir asırdan fazla bir zaman sûrîş ve keşmekeş içinde çalkalanmıştır. Asırlar boyu Türk süngüsünün muhafazası altın­da ve islâm adaleti sayesinde bütün din sahipleri için hür ve mes'ut olan ilk islâm kâbesi Filistin ve Kudüs'ü elde edebilmek için, yer yüzünde yaşayan bütün israil oğullan var kuvvetle­rini seferber etmişler, sonunda Türkleri adeta diğer bütün is­lâm milletinden tecrit eden bir ustalıkla hayali hükümetlerini hakikat kılmışlardır. Bunu yapmak için şu son asırda memle­ketimizde ne kadar nahoş hadise ve vak'alar çıkmış ise bun­ların cümlesinde bilâkaydı şart israil oğlunun hain elini ve müfsit teşebbüsünü bulmak ve bilmek lâzımdır.
« Son Düzenleme: 29 Kasım 2024, 10:22:48 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #36 : 02 Aralık 2024, 09:55:04 »
Müslüman Türk devletinin zaafa uğramasından bazı Arab muharrirleri şu sebepleri buluyorlar:

«Türkler içtihat yollarını kapamışlar ve kitap ve sünnete ayak uydurmamışlar ve kürrei arzın diğer parçalarını alabil­diğine islâm mülküne katmak mümkün iken bunu yapmamış­lar ve böylece dünyayı islâm medeniyetinin solmaz renkleriyle boyayarak âdem oğullarını içinde bulundukları fenalıklar ve bozuk nizamlardan kurtarmamışlardır. Arablara bazı ilmi va­zifeler ve payeler vermekten başka Arab dilini ihmal etmişler­dir. Halbuki Arabcaya fazla ehemmiyet verilip onu adeta dev­letin resmî dili yapmak lâzım iken bunu yapmamışlar ve ne fikriyat ve ne de fiiliyat cihetinden islâm kanunlarına hiç kıy­met vermemişler, eğri, büğrü yollarda yürümüşler ve bunun neticesi olarak on ikinci Hicret asrının ikinci yarısından itiba­ren dahili bir zaafiyete düşmüşlerdir. İslâm nizamlarının ba­kiyeleri, serpintileri, bazen gark, bazen garbe mütemayil fikir­ler ve zikzaklarla yürümüşler, Türklerde içtihat ve içtihat er­babı ve ilim adamları olmaması yüzünden hükümranlıkları sö­nük olarak devam etmiş ve böylece on dokuzuncu Milâdi asır­da Türklerin tarih terazisinin kefeleri bir aşağı bir yukarı oynamıştır. Bu muvazenede islâm âlemine müteveccih terazi ke­fesi hafiflemeğe ve garbe müteveccih kefede gittikçe ağır bas­makta idi. Böylece, Avrupalılar da hasıl olan uyanıklık ve rönessansa mukabil Türk mefkuresinde sönüklük ve islâm nizamlarının kötü tatbiki menfi neticeler vermeğe başlamıştır.

On dokuzuncu as ırda garb filozoflariyle muharrir ve mü­tefekkirlerinin sarfettikleri büyük gayretler neticesinde mil­letlerde mühim terakkiler kaydedilmiş, yeni görüşler ve siyasi hareketlerle adlî nizamlarda ve içtimaî hayatta büyük tebed­düller vukua gelmiştir. Bu değişikliğin en mühim noktası key­fi hükümdarlık yavaş yavaş ortadan kalkarak, millî iradeye dayanan yeni hükümetler kurulmuştur. Son yüz yıl içinde garblıların sanayie ehemmiyet vermeleri ve bir çok keşifler ve icatların meydana çıkması Avrupanın kuvvetlenmesine ve kalkınmasına büyük yardımlar etmiştir. Bu hareketlerin mad­di ve manevi kalkınmada büyük yapıcı tesirleri olmuştur.

Bu maddi ilerileme ve fikriyat ile ilim yolundaki terakki, Avrupal ıların rnüslümanlara karşı büyük bir üstünlük kazan­malarına sebep olmuştur. Artık şark meselesinin şekli değişmiş ve Avrupalıların müslümanlardan pervaları kalmamıştır. Sark meselesi Osmanlı Türk devletinin mevcudiyetinde bazen lehde, bazen aleyhde neticeler doğurmuş ve garblılar arasında rekabetler doğurmuştur. Şark meselesini yaratan âmillerin başında, Avrupalıların san'at, ticâret ve fikriyat sahasında te­rakkileri, Osmanlı Türklerinin zayıflasmasına ve inhitatına se­bep olmuş, bütün bu hadiselerin cümlesi müslümanlıkla hıristiyanlık alemindeki muvazenenin aleyhimize dönmesiyle neti­celenmiştir.

Avrupan ın halindeki bu siyasî ve içtimaî tebeddül ve înkılâblarla hayat nizamlarındaki değişiklikler ve belli ideolojilere sım sıkı sarılmak ve büyük sanayi hamleleri meydana getirmek onların yükselişine büyük hizmetler etmiştir. Bu sıralarda is­lâm âlemine riyaset etmekte olan Osmanlı devletinde ise gidi­şat bunun aksine tecelli etmiş ve Türkler bu farkı idrak edip kendi özelliklerine ve kanunlarına kıymet vererek aradaki me­safeyi kapatacakları yerde garbın bu ilerileyişine hayranlık ve şaşkınlık içinde bakmış ve geri kalmıştır. Bunun iç yüzü şudur ki: Osmanlı devleti bir müslüman devleti olduğu gibi hü­kümranlığı altına giren milletler de müslümandırlar. O mil­letler islâm inanç ve kanunlarına bağlıdırlar. Bu milletlerin içtimaî hayat tarzları da kendi akide ve ananelerine göredir, Osmanlı Türkleri bu nizama riayet etmedikleri için kendi kuv­vetini kendisi zaafa uğratmıştır. Onların imanı, düşünce ve id­rakin mahsulü değil taklit bir inanç idi. Bu sebeple Osmanlı devletinin kuruluşu sağlam temellere istinat etmiyordu. Bu hal onların kalkınmalarına da mani teşkil ediyordu, içtihat yokluğu, tatbik edilen hükümlerin hayattaki neticesi olan me­deniyet bu yüzden tebellür etmediği gibi devletin calışmasiyle de bir ahenk teşkil etmiyordu. Osmanlılar; bu i'tilâ yollarında Avrupada gördükleri fikir ve san'at inkilâblan karşısında şa­şırmış ve hangi yolu takip edeceklerini seçememişlerdir. Ayrı­ca müslümanlığın mubah kıldığı bilgiler, san'atlar ve icatlarla men etti ği mefhumların yekûnu bulunan medeniyet farklarını birbirinden ayırt edemediklerinden yerlerinde donup kalmış­lardır, îşte onların bu tevekkuf devri esnasındadır ki Avrupa devletleri arabalarını yürütmüşler, onları geride bırakmışlar­dır. Bunların bütün sebebi, müslümanlığı lâyikiyle anlamamalarından başka bir şey değildir.»

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #37 : 02 Aralık 2024, 09:55:59 »
Buraya kadar ald ığımız kısım, bir Arab müellifinin kale­minden aynen çıkmıştır. Ulu orta savrulan bu saçma fikirlerin yanlış ve garazkârane görünüş, müslümanlığı param parça et­mek için durmadan çalışan yahudilerin ne kadar çok işine ya­radığı izahtan varestedir. Sari bir hastalık, bir veba virüsü gibi müslüman milletler arasında intişar eden bu zehirli mikrobun hangi tesirlerin, hangi ilhamların mahsulü olduğu tetkike de­ğer.

İsrail oğullan müslümanlığı parçalara bölüp, mezhepler icat ederek onu kuvvetten düşürüp, mecalsiz hale sokmak için ellerinden geleni fazlasiyle yapmışlardır, muvaffak da olmuş­lardır. Bugün bu yoldaki mel'un mesai inkıtaa uğramış değil­dir, devam etmektedir. Şu son asırlarda müslümanlık da yeni yeni mezhepler türemiş ve herbiri bizden bir parça koparmış­tır. Her yeni din müessesesinin, islâmın parçalanması ve hattâ yok olmasını isteyen iki büyük düşman tarafından desteklen­diğini kat'iyetle bilmek lâzımdır. Bunlar müslümanlığın bir kül bir vahdet teşkil etmesini kendileri için tehlike saymakta ve müslümanlığın mecalsiz, kudretsiz, itibarsız bir hale düşme­sini kendi istikballeri için lüzumlu addetmektedirler. Bunlar, hepimizin bildiği gibi İngiltere ve İsraildir. 1957 senesinde İstanbula gelen İngilterenin çok muhterem şahsiyetlerinden, dün­ya çapında bir iktisatçı, milliyetçi ve fikir adamı olan Normand Tomshon, İstanbuldan ayrılırken Yeşilköy hava meydanında bana şu şayanı dikkat sözleri söylemişti:


«Sîz îngiltereden çok şikâyet ettiniz. Halbuki hakikatte ingiltere diye bir devlet yoktur. Eğer merkezi Londrada bulu­nan hükümeti kasdediyorsanız o, ingiltere değil, büyük israil devletidir. Filistinde cebren ve kahre n kurulan İsrail ise onun küçük kızıdır. Bir zamanlar İngilterenin siyasetinde ve mu­kadderatında büyük rol oynamış olan Dizrâeli, başvekilliği sı­rasında Ingiltereye israil devleti isminin konulmasını teklif edecek kadar ileri gitmiş ise de bu teklif milletçe nefretle red­dedilmiştir.»

Bu kadar samimi ve dost ifade kar şısında kendiliğimden bir şey ilâvesine lüzum görmedim. Yine bütün dünyaca mes­turdur ki eski ingiliz başvekillerinden Gladiston, parlâmento kürsülerinden, Kur'am Kerimi kasdederek:

Bu Mel' un kitap yeryüzünde durdukça insanlığa huzur ve saadet yoktur, demişti...

Yery üzünün bütün namuslu ilim adamları dinimizi ve ki­tabımızı överken bir garazkârın bu derece hezeyanına fazla kıymet vermemek lâzımgelirse de, bu adamın dünya çapında bir siyaset adamı, bir hükümet reisi olması ise ehemmiyet ver­memizi gerekli kılar.

Bin âenaleyh, müslümanlık; haçlı ordular dahil; karşısında bu gibi düşmanlarla asırlarca mücadele etmiş ve bu mücade­lede Büyük Türk Milleti daima islâmın şeref ve haysiyetini korumuş ve kurtarmıştır. Aşağıda ilmî ve tarihî vesikalarını göreceğimiz bu hadiseleri nakletmeden evvel, günümüzden misal alıp bunu bütün müslüman milletlerin gözlerinin önüne sermek, nazar dikkatlerini çekmek vazifemizdir. Biz, bu haki­katin başta Türkler olmak üzere bütün müslüman milletlerce bilinmesini arzu ederiz, söyle ki; Teodor Herzl adında Viyanalı bir yahudi, basit bir muharrir; Filistinde bulunan Sahyun dağına izafeten siyonizm idealini ortaya atıp mukaddes top­rakları kendilerine vadolunmuş, yani adanmış topraklar efsa­nesini ortaya attığı vakit, dünya milletlerini iliklerine kadar sürdürüp patlayacak hale gelen İsrail oğullan yeni bir heyeca­nın raşeleriyle sarsıldılar. Bir devlete sahip olmak ve bu dev­letin hudutlarını Tevrat'tan mülhem ve Türk Boğazları dahil, Nüden Fırata kadar uzatmak onlar için en mukaddes bir mef­kure olmuştu. Şu kadar var ki bundan kırk yıl öncesine kadar o tapraklar, Türk milletinin himayesinde ve bayrağımızın göl gesi alt ında idi. Bu mukaddes yerleri bizden koparmak için dünya yahudiliğinhı şu altmış yıl içinde yapmadığı kötülük, çevirmediği entrika ve dolab, baş vurmadığı fesat ve ihanet kalmamıştı. Evvelâ, paralarına güvensinler, zamanın hüküm­darı îkinci Sultan Abdülhamid Handan oralarda bir imtiyaz bir muhtariyet koparmak için milyonlarca altın teklif ettiler. Bu paralar suratlarına savrulmuş bir tükürük gibi yüzlerine çalındı ve Osman oğlu, en gür sesile:

? Ecdadımın kanı bahasına alınmış vatan topraklarından bir karışını, dünya hazinelerine değişmem!.

Diye hayk ırdı! Haham basısını da, Teodor Herzl'ide huzu­rundan koğdu. Türk tarihinin en mühim yaprağı açılmıştı. Dünya siyasetinde müessir, dünya servetine sahip ve yeryü­zünde işleyen bütün gizli, bozguncu, beynelmilel teşkilâta ha­kim, yer altı faaliyetlerine malik yahudi elindeki bütün vası­taları seferber etti. Onun korkunç propagandası kürrei arzın her köşesinde aleyhimize, zahirde Sultan Abdülhamid'in, haki­katte Türk milletinin aleyhine çalıştı ve sözün kısası, muvaf­fak oldu. Birinci Dünya Harbinde, Filistini erkek arslanlar gibi mertçe, kahramanca müdafaa eden ve koca ingiliz ordusunu Gazze önlerinde bir kaç defa bozguna uzratıp yüzgeri ettiren asil, civanmert, fedakâr, cesur ve alicenap Türk ordusunu, yahudilerin topyekûn casusluk ve baltalama hareketleri mağlû­biyete sürükledi ve eninde, sonunda 1948 senesi Mayıs ayında bir avuç yahudi Türksüz doksan milyon Arabın elinden orala­rını aldı. devletini kurdu.

İşte bundan sonradır ki yahudi, oralarda ebed müddet ola­rak kalmak, genişlemek, entrikasiyle, parasiyle, propagandasiyle, cihanşümul teşkilâtiyle, müdhiş sanayi gayretiyle Orta Doğunun; Nilden Fırata kadar değil Akdenizden, Hazer denizine kadar hakim olmak sevdasına düştü. Kör olası gözler Medinei Münevvereye, Haybere kadar yeniden dikildi. Asırlık ih­tiraslar hortladı ve artık, hiç bir şeyden pervası olmayanlara mahsus bir küstahlık bu yeni emeller, bu yeni gayeler gaze­te, kitap ve broşürlerle kâinata ilân edildi. Dün, hayali dediği­miz şeyler bugün hakikat oldu. Bu gibilerin hakikat olması i çin bütün müslüman milletlerin, hattâ bütün Asyalı ve Afri­kalı milletlerin yekvücut olarak bu mel'un ve sinsi istilâya set çekmesi kat'iyetle lâzımdır.

Şimdi yaraya dokunmuyoruz: Yahudiler bunu bizden daha iyi düşünmüşlerdir. Orta Doğunun bağrına bir hançer gibi sap­lanan, patlak gözlerini, obur ve haris oğullan birinci safta kar­şılarında iki müslüman millet görüyor. Bunun biri Türkler, ötekisi Arablardır. Bu iki milletin arasını açmak, vaktiyle sünnilik, Şiilîk diye nasıl müslümanları ikiye bölmüslerse de bu­gün dar bir milliyetçilik ve hotkâmlık tohumları ekerek bu iki ırkı birbirine düşman etmek, birleşmelerine bîr kuvvet ve vah­det teşkil etmelerine mani olmak bugünün dünya yahudiliğinin başlıca gayesi ve faaliyetleri cümlesüıdedir.

Bu sebeple her hangi bir Arab muharririnin yukar ıya sa­dece bir örnek diye aldığımız yazısı ile bazı Türk ve müslüman ismi taşıyan, haddi zatında ne Türk, ne de müslüman olan sa­yıları son derece mahdut insanların saçtıkları fesat tohumunu aynı gaye ve aynı maksada hizmet eder ve sadece yahudinin işine yarar. Bu hareketlerin arkasında yabancı parmaklar, gizli eller ve keseler dolusu altınlar vardır. Bu fesadın Önüne geç­mek için istisnasız bütün müslüman milletlerin uyanık, tedbirli ve bilgili olmaları lâzımdır.
« Son Düzenleme: 02 Aralık 2024, 15:17:28 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #38 : 03 Aralık 2024, 16:04:44 »
Şimdi biz, müslüman bir Türk olarak, asırlarca islâmın bayrağını iklimden iklime götürmüş ve onun büyük şerefini yükseltmiş bir milletin ferdi olarak yukarıda okuduğumuz indî ve maksatlı yazılara karşılık vereceğiz. Her şeyden evvel, Bü­tün dünya milletlerinin Türkler hakkında gayet iyi ve halis niyetler beslediğini, canlı misallerle tebellür ettirmek isterim:

1911 senesi A ğustos ve Ramazan ayı idi. Henüz Harbiyeden diploma almamış, hiç bir resmi sıfat ve şahsiyeti olmayan bir Türk genci sıfatiyle Tunus, Cezayir ve Merakeşte bir seyahat yaptım. Bu kısa seyahatim esnasında Fas Meliki Mevlây-ı Hafız'dan çarşı, pazardaki küçük esnafa kadar, sadece Türk oldu­ğum için bana gösterilen hürmet ve itibar, mazhar olduğum misafirperverli ğin asil tezahürleri karşısında duyduğum heye­can bugün, bu dakika, aradan elli küsur yıl geçmesine rağmen halâ taptaze ruhumun silinmez köşelerinde canlı olarak yaşa­maktadır.

Aradan on y ıl geçti. İstiklâl savaşları olanca şiddetiyle de­vam ediyor. Zonguldağı bir Fransız kuvveti işgal etmiş, onun da kendisine göre gayesi var. Gaziantep, Maraş ve Adanadan söktürüp ileri geçemeyen Fransızlar için Ankaraya giden en kısa yol Zonguldak... Hele Boluda ve Düzcede çıkan isyanlar ve ihtilâller bir muvaffak olursa ve onlar da Zonguldak cephe­sini bir yararlarsa netice ne olabilir?

Zonguldak cephesindeki T ürklerin kumandası benim elim­de. Diğer bütün Türk birlikleri gibi silâh, cephane ve mühim­mat cihetinden öyle büyük bîr yoksulluk içindeyiz ki... Bunu asil ırkımın tükenmez fedakârlığı ve göğsümüzdeki imanla te­lâfi ediyoruz. Allahın nusrat ve yardımını Türklerden esirgemiyeceğine öylesine inanıyoruz ki...

Arap ça bir beyanname yazıp, karşımızdaki Fransız kıt'alarında bulunan Müslüman askerlere gönderdim. Gayet çabuk tesiri görüldü ve Türklerin İslâmın alemdarı bir millet oldu­ğuna inanmış bir çok Tunuslu ve Cezayirli din kardeşlerimiz, istikbâl ve yuvalarını çiğneyerek saflarımıza iltica ve bizimle aynı siperlerde muharebe ettiler. Antep ve Maraş cephelerin­de de böyle oldu.

Aziz Pakistanın b üyük lideri, islâm ilim dünyasının en hâkim ve müstesna şahsiyeti, seksenbeş milyon din kardeşimi­zin manevî reisi Mevlâna Abul , geçen sene bu âcize yazdığı bir mektupta:

«Asırlarca islâmın bayrağım şanla şerefle kahraman elle­rinde tutmuş olan büyük Türk milletini selâmlamak üzere ilk fırsattp. size misafir olacağım.>

B ütün bu bariz hakikatlere ve tarihin âdil şehadetine baş kaldırıp, Orta Doğunun ve İslâm dünyasının iki büyük rüknü olan Türk ve Arab milletlerini birbirinden soğutmağa, hattâ d üşman yapmağa matuf bütün teşebbüsler, yazılar, gayretler ve propagandalar sadece yahudilerin menfaatine hizmet eder ve onu zulümle, hıyanetle, siyasetle ve garbın haris ve men­faat sever liderlerinin yardımiyle yerleştirdiği mukaddes top­raklarda temelleştirir ki, bu; küfrün en büyük derecesidir.

Şimdi nazarlarımızı tarih sahifelerine çevirerek hakikat­lere bir göz gezdirelim. Derinlere gitmeden evvel, en selâhiyetli ve âlim tarihçimiz muhterem ismail Hami Danişmend'in «Türklük ve Müslümanlık» ismini taşıyan 219 sahifelik eserinin başında: Tavzih başlığını taşıyan yazısını aynen ve olduğu gibi aşağıya alıyorum:

«islâm âleminin umumî tarihini göz önüne getirecek olur­sak, Meşrik'tan Mağrıb'a kadar hemen bütün Müslüman mil­letlerinin kılınç altında ihtida etmiş olduklarını görürüz; hattâ Arab kavmi bile işte böyle ihtida etmiştir. Yalnız Türk ırkı muhteşem bir istisna teşkil etmektedir. Emeviler devrindeki Orta - Asya fütuhatından Müslüman - Arab ordularını hezimet­lere uğratan bu muazzamlık acaba neden dolayı nihayet mağ­lubun dinini kabul ederek kitleler halinde toptan ihtida etmiş­tir? Bu mesele fevkalâde bir ehemmiyeti haiz olduğu halde, her nedense şimdiye kadar esaslı bir surette tetkik edilmemiş­tir.

Kuram Kerim'in baz ı mucizevî âyetlerinde Arab kavminin yerine Arab olmayan başka bir kavmin geçeceği tebliğ olun­muş ve Milâdın onbirinci asırda bu ilâhî tebşir tahakkuk ede­rek Abbasî hilâfeti islâm âlemi üzerindeki cismanî saltanatını Türk ırkına resmen ve hattâ merasimle devretmiştir, işte o zamandanberi tam dokuz asır Islâmın başında ve dünyanın üç kıt'asında bu kudretli ırkın tevhit akidesi uğruna durma­dan kan döküp can vermesi de ancak ilk ihtida sebeplerine bağlanmak suretiyle izah edilebilecek bir vaziyettir.

Bu sat ırlara tarafımızdan ilâve edilecek bir şey yoktur. Şimdi asıl, can alacak noktaya, izah edilemediği, teşhisi kon madi ği, üzerinde ciddiyetle ve ehemmiyetle durulmadığı için gün geçtikçe işleyen, derinleştikçe derinleşen, müzminleşmiş bir yaraya dokunuyorum. Bu mevzua temas; Türkleri anlayıp dinlemeden, bütün açık hakikatlere birer kıymet vermeden çala kalem Müslüman Türkü itham edenlere meşru ve haklı bir cevap teşkil edecektir...

En yeni ve i çinde yaşadığımız hâdiseden, islâm tarihinin en karanlık, en hicâb âver hâdisesinden başlayalım, sonra daha gerilere gideriz. Türklerin elinde asırlar boyu hür ve mes'ut yaşamış olan «Filistin», haçlı ve muhteris garbın yardımiyle yahudi istilâsına uğrayınca bu, bütün Müslümanları alâkadar eden büyük mesele sadece bir Arab meselesi şekline sokuldu, Bu işin bütün dünya Müslümanlarını alâkadar ettiğinden ba­his bile edilmedi. Buna rağmen, bu kitabın âciz muharriri her türlü imkânsızlık ve âkibetleri göze alarak, bütün varlığımı sarfederek cihad meydanın fedai bir Türk müfrezesi göndermek suretiyle, bu hodgâmlık perdesini yırttım [1] . Bu misalden son­ra mezzuun en önemli, can noktasına temas ediyorum. Bu da: Müslümanlığın bizlere iman kardeşliğini emretmiş olmasına ve hiç bir tefrik ve imtiyaz gözetmeksizin yüzlerini bir kıble­ye dönen, birtek Allaha kulluk eden, büyük Peygamberimizi tanıyan insanların habl-i ilâhiye sımsıkı sarılıp tefrika yarat­mamaları emir edildiği halde buna asırlardanberi riayet edil­memiş, İslâmın iki mühim rüknü olan Türk ve Arap milletleri, uzun yüzyıllar bir arada yaşamalarına, sıhriyet peyda etmelerine rağmen nedense birbirlerine, bîr türlü ısınamamışlardır. Bu soğukluk Sünnî ve Şiî Müslümanları birbirine can düşma­nı yapan yahudiler tarafından daima körüklenmiş ve bugün bu bozguncu gayret son haddine ulaşmıştır. Her iki ırkın içine so kulmu ş olan bazı insanlar, sefil menfaatler uğruna bu manevî uçurumu derinleştirmeğe var kuvvetiyle çalışmaktadırlar. Bu meselede biz günahın ağır çeken tarafını, bugün müthiş ve dar bir Arab milliyetçiliği güden ve Müslümanlığı ikinci plâna alan insanlarda görürüz. Bu mevzuda yine ismail Hami Danişmend beyin eserinin 99 uncu ve onu takibeden sahifelerinden şu yazılan iktibas ediyoruz:

«Buraya kadar gözden geçirdiğimiz vesikalarla ilmî sehadetlerden anlaşılmıştır ki, Türk ırkı Islâmîyette kendi tabiî di­niyle manevî benliğini bulduğu için ihtida etmiş ve ihtidasın­dan itibaren de Islâmın başında artık yorulmuş olduğu sabit olan Arab kavminin yerine geçerek bir aralık sönmeğe yüz tu­tan Sünniliği, Şiîliğin istilâsından kurtardıktan başka, Ehl-i Sa­lip akınlarına karşı da müdafaa ve muhafaza etmiş ve hattâ bunlarla da iktifa etmiyerek islâmiyet için en büyük tehlike menbaı olan Şarkî Roma imparatorluğunu ortadan kaldırdık­tan sonra Avrupanın ortasına kadar ilerleyip bir çok hıristiyan devletlerini eyaletleri haline getirmiş, şark Ortodoksluğunu asırlarca sindirmiş ve katolîk garbın bütün hamlelerini yine asırlarca hiçe indirerek Islâmiyeti hem muhafaza etmiş, hem genişletmiştir, islâm tarihine eğer bu Türk hârikası karışmasa idi, acaba bugün yeryüzünde Müslümanlıktan eser kalabi­lir miydi?

Fakat, b ütün bunlara rağmen Arab menabiinde ve bilhas­sa tefsir ilminde Türkler insanlık düşmanı bir canavar; sü­rüsü şeklinde tasvir edilmişler, akıl ve izana sığmayacak ifti­ralara uğramışlar ve ezcümle yamyamlıkla itham edilmişler­dir! Bunun sebebi, bundan evvel bazı safhalarını gözden ge­çirdiğimiz Orta Asya Arab - Türk mücadelelerinden kalan acı hatıralarla Islâmın başında Arabın yerini Türkün almış olma­sıdır, işte bu irsî ve tarihî husumet, bir taraftan siyasî ve as­kerî sahalarda da din birliğine yakışmıyacak feci tezahürler göstermiş ve bir taraftan da fikir sahasında tefsir ilmine gir­mesi Kur'ana karşı hürmetsizlik teşkil edecek en müthiş ifti­ralara ilmî bir mahiyet verilmesiyle neticelenmiştir.

Arab ların, siyasî ve askerî sahalardaki Türk düşmanlıkları­nın elim tezahürleri, Islâmiyeti ve Haçlı ordularını imha et­mek istedikleri Haremeyni müdafaa eden Müslüman Türk or­dularına karşı Haçlı ordulariyle her fırsatta el birliği etmiş ol­malarında gösterilebilir. Ehl-i Salib tarihinin şimdi en mühim Fransız mütehassısı olan Rene Grousset, Bilan de l'Hİstoire» ismindeki eserinin 194 üncü Paris tab'ının 214 üncü sahifesin­de bu tarihî facianın en müthiş cephesini işte şöyle hülâsa et­mektedir:

«İslâm camiası içinde Müslüman Suriyeye hakim olan Selçukileri, Mısır'a hâkim olan Fatımilerden ayıran hususların hepsini izah etmiş­tik: Irk kini, din kini. Ötekiler «Sünnî» Müslüman ve Türkler; «Şiî» Müslüman ve Araplardır. Haçlılar Suriyeye gelince Türklere karşı Mısırlılarla ittifak etmekte tereddüt etmediler. Ehl-i Salip Antakyada Türklere taarruz ettiği sırada, Mısır ordusu da yine aynı Türklerden Kudüs şehrini zabtediyordu. Nihayet. Türkler mağlûp edilip An­takya zabtedilince, Haçlılar kemâli şetaretle Mısırlıların üzerlerine yürüdüler ve Beyt-i Mukaddesi ellerinden aldılar. «15 Temmuz 1099....

Fat ımilerin bu feci ihanetlerini meşhur Arab müverrihi İbn-ül-Esîr bile « Tarîh-ül-Kâmil» isimli eserinin 1303 Mısır tab'ının onuncu cildinin 94 üncü sahifesinde işte şöyle itiraf et­miştir::

«Rivayete nazaran Mısırın alevilerden olan idare adamları Selçukî devletinin kuvvet ve kudretiyle Gazzeye kadar Suriye havalisini istilâ ederek Mısırla aralarında engel olacak başka bîrdevlet kalmadığını ve bir müddet evvel Adsız'ın Mısıra gi­rip Kahireyi muhasara etmiş olduğunu göz Önüne getirince kor­kuya kapıldılar ve Frenklere (Ehl-i Salibe) elçiler göndererek onları Suriyeye saldırıp orasını zabt etmeğe ve kendileriyle Müslümanların arasına girmeğe davet ettiler.»

Üçüncü Ehl-i Salib'in teşkilinde ön ayak olmakla maaruf on ikinci asır Haçlı müverrihlerinden Sûr Piskoposu «Guil-laume de Tyr» in «Histoire de Rebus gestis in Partibus transmarinişt isimindeki lâtince tarihin on üçüncü asır Fransızca tercümesinin 1879 Paris tab'ının birinci cildinin 153 üncü sahi­fesinde Mısır halifesinin bu şeni ihaneti şöyle anlatılır:

«Halife bizim rüesamızın Antakyayı muhasara etmiş ol­malarından da çok seviniyordu; kendileriyle bu hususta görüş­mek üzere dostluk elçileri gönderdi; bunlar büyük hediyeler getirip kabulünü rica ettiler; Halifenin kendilerine geniş nisbette asker, hayvan ve erzak yardımlarında bulunmağa amade olduğunu söylediler ve muhasarayı idame ettirmelerini çok rica ettiler.»

İşte bu suretle Arabların Türklere karşı besledikleri millî ve ırkî kin ve garaz, nihayet İslâmiyeti imha için ortaya atılan Ehl-i Salibin büyük muvaffakiyetlerini temin ederek Antakya Haçlı prensliğiyle Kudüs krallığının ve netice itibariyle Suriye ile Filistin'deki Lâtin hâkimiyetinin teşekkülünde başlıca âmil olmuştur.
« Son Düzenleme: 03 Aralık 2024, 16:38:32 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #39 : 04 Aralık 2024, 10:07:12 »
Fat ımilerin bu ateşin kini, Şiîliğin Sünniliğe karşı beslediği bir mezhep düşmanlığı değil, Arablığın Türklüğe karşı maat­teessüf güttüğü ırkî bir garazdır; bu hakikat eski Arab müel­liflerinin bile gözlerinden kaçmamıştır; meselâ on sekizinci asır Fransız müverrihlerinden Profesör «Mailly» «Lesprit des Croisades» ismindeki eserinin 1780 Paris tab'ının dördüncü cildinin 116 ncı sahifesinde dokuzuncu Fatımî Halifesi «El-Müsta'lî-Billah Ebu-l-Kaasım Ahmed» in Türklere karşı Ehl-i Salib ile ittifak akdine neden lüzum görmüş olduğunu Milâdın 1097 vukuatından bahsederken işte şöyle anlatır:

«Fatımiler kendi hâkimiyet sahalarında ve bilhassa Suriyede Türklerin ne kadar ilerlemiş olduklarını görerek nihayet bu âkibeti durdurmağa karar verdiler. Musta'lî o tarihten bir sene evvel Efdal'ın kumandasında büyük kuvvetler gönderip Haçlılar Türklerle harb ettiği sırada onların da o Türk fütuhatçılanna saldırmalarını emretti.»

Bu s önmez kin yalnız Şiî ve Fatımî Arablara münhasır değildir; çünkü Fatımî hanedanının Şiîliğine mukabil Mısır halkının büyük bir ekseriyeti Sünnîdir. Zaten Antakya bir iha­net yüzünden sukut edip Ehl-i Salibin eline geçtikten sonra, Haçlı ordusu Milâdın 1099 tarihinde Kudüs'e doğru ilerlediği sırada Suriyedeki Sünnî Arab imaretletinin hepsi onlarla birleş mis ve hatt â Ehl-i Salib ordusunun her türlü levazım, nakliye ve iaşe ihtiyaçlarını bile muntazaman temin etmişlerdir. İşte bundan dolayı Haçlılar için yegâne düşman arazisi Türk ülke­sinden ibaret olduğu halde, Sünnî ve Şiî Arab memleketleri on­ların kendi vatanları gibidir. Rene Grousset'in «Histoire des Croisades» ismindeki kıymetli eserinin birinci cildinin 1934 Paris tab'ının 125 inci sahifesinde bu çok mühim nokta şöyle tesbit edilmektedir:

«Onların, yâni Arabların Ehl-i Salibe karsı vaziyetleri umumiyetle Türklerinkinden çok farklı idi. Haçlılar Türk top­raklarında her harble karşılaşmışlardır. Arab memleketlerinde ise daha bidayetten itibaren anlaşma ve hiç olmazsa uzlaşma teklifleriyle karşılaştılar ve nihayet mahallî bir siyaset takibi­ne muvaffak oldular.»

On birinci asrın sonlar ına tesadüf eden ilk Haçlı seferine bizzat iştirak etmiş müellifin «Gesta Fiancorum et aliorum Hicrosolimilanoium» ismindeki eseri, bütün siyasî ve askerî vu­kuatı kendi gözleriyle görmüş bir şahide ait olmak itibariyle, ilk Ehl-i Salib tarihinin en mühim menbalarından sayılır; Lâ­tince metniyle Fransızca tercümesi «Louis Brehier» tarafından «Histoire anonyrne de la premiere Groisade» ismiyle 1924 tari­hinde Pariste neşredilen bu mühim eserin 181 inci ve 183 üncü sahifelerinde Suriyedeki Arab Emirlerinden ikisinin Ehl-i Sa­lib ordusuna atlarla altınlar hediye ettikten başka bunlardan birinin Haçlılarla ittifak bile akdetmiş olduğundan bahsedildikten sonra, 183-185 inci sahifelerinde Müslüman Arabların kendi teşebbüs ve talepleriyle İslâmiyete nasıl ihanet etmiş ol­duklarını işte şöyle anlatılır :

«Homs şehrinden gelen elçileri kabul ettik Oranın Emiri, Haçlı ordusunun başındaki konta atlarla altınlar gönderdi ve kendisiyle bir muahede aktederek hıristiyanları incitmemek, bilâkis onlara sevgi ve saygı göstermek taahhütlerinde bulundu. Trablusşam Emiri de konta bir name gönderip bir itilâf akdi ve eğer isterse dostluk tesisi teklifinde bulundu; kendisine on at Ve dört esterle altınlar gönderdi, fakat kont ancak Hıristiyan olmayı kabul ettiği takdirde onunla sulh aktedeceğinî bildir­di.»

Trablus Emiri İbni-Ammâr bu irtidât teklifini hiddet ve­ya nefretle reddetmiş zannedilmemelidir. Esas İtibariyle kabul etmiş, fakat bir şarta bağlamıştır; ilk Ehl-i Salibin gene aynı Haçlı müverrihi, aynı tarihinin 191 inci sahifesinde Salib ordu­sunun 13 Mayıs 1099 tarihinde Trablusşama vasıl olduğundan bahsederken bu noktayı şöyle anlatır :

«Trablus Emiri nihayet Ehl-i Salib rüesasiyle bir ihtilâf na­me akdetti ve orada esir olarak bulunan Üç yüzü mütecaviz hristîyan hacısını kendilerine teslim ediverdi; on beş bin altınla en gir an bahâlarından on beş Arab atı verdi; ayrıca bize atlar, eşekler ve her türlü zahireler vererek iaşemizi bol bol temin etmek suretiyle Mesihin bütün ordusunu takviye etmiş oldu. Haçlı rüesasiyle itilâfında Halifenin kendilerine karşı hazırlamakta olduğu harbi kazanıp Kudüsü aldıkları takdirde kendisi de Hıristiyan olup emaretini onların tabiyeti altına koymayı ta­ahhüt etti. işte böyle oldu ve böyle bir muahede aktedîldi.»


Rene Grousset'nin yukar ıda bahsi geçen Ehl-i Salib tarihi­nin birinci cildinin 135 inci, 126 ncı ve 131 inci sahifelerinde 'Türk düşmanlığından dolayı Islâmiyete ihanet edip Haçlılarla birleşen bu irili ufaklı Arab Emirlerinin en mühimleri Şeyzer Emiri izzüddin Ebu-l-Asâkir, Humus Emiri Cenâh-üd-Devle ve Trablusşam Emiri Ebu-Ali Fahr-ül-Mülk ibni Ammâr gös­terilir ve hattâ 141 inci sahifedeki izahata göre Ehl-i Salib or­dusunun Lübnan dağlarından Kudüs istikametine iste bu îbn-i Ammâr'ın verdiği kılavuzlar geçirmiş ve bu hareketten evvel bazı Müslüman Araplar tanassur bile etmişlerdir! Eğer bütün bu Arab emaretleri Islâmiyeti Türk düşmanlığına feda edecek kadar millî ve tarihî kin ve garazlarına kapılmış olmasalardı, Islâmın mevcudiyetini ve netice itibariyle Haremeyni müdafaa eden Türk ordularının mukaddes cihadını cephe cephe müşkülleştirmek gibi tarihî bir vebal altında ebediyen ezilip kalmazlardı. Haçlı istilâsına karşı onlara düşen vazife, Türk ırkının sarsılmaz imanından dolayı yüklendiği büyük külfet kadar a ğır değildi. Paul Rousset'nin 1957 de «Payot» neşriyatı içinde çıkan «Histoire des Groisaded» ismindeki eserinin 101 inci sa­hifesinde Arab Emirlerinin Türk düşmanlığından dolayı yap­madıkları ve hattâ aksini yaptıkları bu tarihî vazife çok doğru olarak şöyle tesbit edilmektedir:

«Haçlıların yolunu kesebilecek veyahut, biç olmazsa, arka­larından taarruz edebilecek bir çok Emirler müzakereye giriş­meyi tercih ettiler.»

Bu m üthiş kin ve gayzın fecî tezahürleri yalnız Arab-Ehl-i Salib ittifaklarına münhasır kalmamış, Haçlıların Antak­ya önlerindeki meşhur yamyamlıkları Arablan sevindirmiştir! Açlıktan muztarip olan Haçlıların Türk şehitlerini mezarların­dan çıkarıp kebap gibi yedikleri, tarihin daima haşyet ve lanet­le anacağı bir vahşet hatırasıdır. Bir gün bin beş yüz şehit ce­sedi bîrden çıkarılmış ve bunlardan üç yüzünün mübarek başla­rı kesilerek Mısırdaki «Halifei îslâm»ın Ehl-i Salib ordugâhına Türklere karşı ittifak akdine gelen murahhaslarına göndermiş­tir. Meşhur Ehl-i Salib müverrihi Guilleaume de Tyr, bundan evvel bahsi geçen eserinin birinci cildinin 165 inci sahifesinde Arab elçilerinin bu manzara karşısındaki halini şöyle anlatır:

« Li massage au calife d'Egypte ne s'estoient mie encore Partie d'ilee; quant il virent ce, lie turent de la mort â leur anemis...»

Yani: «Mısır Halifesinin henüz elcileri oradan hareket et­memişlerdi; bu manzarayı görünce düşmanlarının yâni Türk­lerin ölmüş olmasından dolayı çok sevindiler.»

Yukar ıda bahsi geçen anonim ilk Ehl-i Salib müverrihi de ayni eserinin 97 inci sahifesinde Arab elçilerinin atlarına bile Türk şehitlerinin başlan yüklendiğini şöyle anlatır:

«Bütün cenazeler bir çukura atıldı ve kesik başlar ise sayı­lıp miktarı bilinmek üzere ordugâha getirildi, yalnız Mısır Ha­lifesinin sefirlerine ait dört ata yüklenen başlar sahile gönde­rildi»


İşte bütün bunlarla sabittir ki Sünnî ve Şiî Arablar arasın­da müşterek olan millî ve tarihî Türk düşmanlığı, Ehl-i Salih'in Müslüman Türke karşı gösterdiği dinî kin ve garazdan maatte­essüf hiç de aşağı değildir. Zaten Sünnî Arablar içinde Ehl-i Salib ordularına ücretli asker yazılanlar bile vardır ve hattâ bunlar mühim yekûnlar teşkil etmişlerdir; meselâ ikinci Ehl-i Salib devrine tesadüf eden 1147 tarihinde Müslüman Türkler kadar ortodoks Bizanslılara da düşmanlığıyla meşhur Sicilya Kralı îkinci Roger'in Akdenize hâkim olan Norman donanmasındaki askerin yarısı Müslüman Arablardandı: Fransa enstitü­sü âzasından Profesör Louis Brehier'nin -Vie et mort de Byzance» ismindeki eserinin 1947 Paris tab'ının 330 uncu sahifesinde bu askerin başında Christodoulos isminde mürted bir Arab kumandanı bulunduğundan ve Sicilya Kralının hizmetin­deki İslâm askerlerinin de Sicilya Arab cemaatine mensup olduklarından bahsedilmektedir. Milâdın 1148 tarihinde Türk hanedanlarından Burîlerin payitahtı olan Şam şehrini muhasa­ra altına alan Ehl-i Salib ordusuna kumanda ettikten sonra mağlûb olup giden Fransa Kralı yedinci Louis'yî işte ku Norman Arab donanması taşımıştır.. Daha sonraki devirlerde de Arabların Haçlılarla muhtelif ittifakları vardır.

M üslüman Arab milleti, hıristiyandan fazla kin beslediği Müslüman Türk ırkına karşı o müessif tarihî husumetini her gittiği nerde neşretmiş ve bilhassa ilk İslâm fütuhatından iti­baren Arablaşmış olan samî milletlere milli diliyle beraber mil­lî kinini de aşılamıştır; Türk Düşmanı Victor Berard bile Revue de Paris'in l Haziran 1906 nüshasında çıkan "Türe et Arabes. ismindeki tetkiknamesinde bu acı hakikati şöyle tesbit etmek­tedir: S. 655.

«Hulefây-i Râşidîn devrinden beri İslâm ordularının şehir­lerini işgal edip yerli samî unsurlarını hâkimiyetleri allında topladıkları Suriye ve Elcezire eyaletlerinde de Türke karşı duyulan kin ve istihfaf aynı derecede şiddetlidir.»

Arablar ın ilim sahasında gösterdikleri Türk düşmanlığı da siyasî ve askerî sahalarda görülenlerden maatteessüf aşağı de ğildir.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #40 : 04 Aralık 2024, 10:08:59 »
Tarihin muhtelif devirlerinde T ürk İstilâsına uğramış ve yahut Türklere mağlûb olmuş milletlerin an'anelerine bakılır­sa, bunların duydukları eski Türk düşmanlığının izleri kabilin­den bir çok efsanelere tesadüf edilir: Eski Çin, Iran, Yahudi, Süryâni, Ermeni, Bizans, Lâtin ve Arab menbaları bu bakım­dan tetkik ve mukayese edilecek olsa, binlerce rivayetlere müs­tenit bir çok ciltler vücude getirilebilir. Eski milletlerin asır­larca yüreklerini titreten «Türk korkusu» onların muhayyile­lerini yüzlerce yıl Türk ırkının aleyhine işletmiş ve işte bu hayal faaliyeti o milletlerin an'anelerinden başka tarihlerinde, folklorunda ve bilhassa din menbalarmda Türk tipine adetâ bir umacı şekli veren korkunç tasvirler bile hasıl olmasına se­bep olmuştur.

Bu akla gelmez efsanelerin icad ında en mühim rolleri oy­nayanlar muhtelif devirlerde memleketlerin din adamlarıdır. Yani o mutaassıp dinciler, bir taraftan da ırkçılık ve milliyetçi­lik taassubu göstermişlerdir! Bunlann en şaşılacak örnekleri eski Arab müfessirleriyle sarihleri içinde gösterilebilir. Kur'anı tefsir yahut hadîsi şerh eden Arab âlimleri din sahasında mil­let duygularına kapılmak zaafından bir türlü ictinab edeme­mişler ve hemen her münasebetle Türk ırkının aleyhine okka­larla mürekkep sarfetmekten ve hattâ böyle yapabilmek için vesile ve münasebet aramaktan bile zevk almışlardır. Bu vazi­yetin asıl acı tarafı, Türk ırkının aleyhine uydurulan bu garazkârane efsanelerin Arab medresesinden Türk medresesine geç­miş ve Osmanlı softaları tarafından asırlarca dinî birer hakikat şeklinde tekrar edilip durmuş ve hattâ Arabdan fazla «Asabi­yeti Arabiye» gösteren şuursuz yobazlar yetişmiş olmasıdır! Eski Istanbulun ilmine sınıfı içinde Türk olmayan unsurlara mensup zümrenin mühimce bir yekûn teşkil etmesi, bu vaziye­tin takarrür ve devamında her halde ihmal edilemiyecek bir âmil sayılabilir.

Bu ac ı vaziyet hakkında vazıh bir fikir verebilmek için her şeyden evvel o yahudi ve Arab efsaneleriyle iftiralarının en mühimlerinden biri olan «Ye'cûc ve Me'cûc. meselesinden bahsetmek mecburiyetindeyiz.

İsl âm dinine bir çok dinlerin hurafeleri girmiştir; fakat en fazla giren Isrâiliyat'tır [2] İslâmiyetin zuhurundan itibaren ihtida eden yahudilerle [3] hıristiyanlar, Kitabı Mukaddesle Kur'anın müştereken bahsedilmekte oldukları neseb ve tarih meselelerinde İslâm tefsirine derin bir tesir icra etmişler ve Müslüman müfessirlerine bir çok îsrâiliyatı bazan pek aşırı mübalâğalarla tekrar ettirmişlerdir.. Bu vaziyeti kolaylaştıran şöyle bir hadis de rivayet edilir:

«Beni İsrailden bahsetmenizde beis yoktur.»

İslâm âlimleri işte bu hadis'e ittiba' etmekle çok zararlı bir ifrata kapılmışlardır. Halbuki bu hadis, teşvik değil, tecviz ma­hiyetindedir. Her halde bu ifrata bilhassa Hicretin ilk asrında ihtida eden yahudiler sebep olmuşlardır; meselâ bunların içinde eshabdan Abdullah ibni Sellâm gibi mühim şahsiyetler görül­mektedir: Evvelce Medine hahamlarından olan bu zat, Kur'an tefsirine Tevrat tefsirini nakledenlerin en m ühimlerin dendir. Kâtib-üd-Dînûrî lâkabiyle meşhur İmam Ebu-Muhammed Ab­dullah ibni Müslim ibni Kuteybe'nin Kitab-ül-Maarif'ine göre Hicretin 32 tarihinde vefat eden Tabiinden Kâ'b-ül-Ahbâr 'da Yemenin sabık yahudilerindendir. Hazreti Ebubekir devrinde ihtida edip Hazreti Ömer zamanında Medineye gelen bu zat da Isrâiliyatı îslâmiyete nakledenlerin en mühimlerîndendir. Bu gibi şahsiyetler içinde yine tabiînden Ebu-Abdullah Vehb ibni Münebbih-il Yemânî kardeşi Hammâm ibni Münebbih-il Yemânî de en mühim İsrâiliyat nâkillerindendir. Kâtib-üd-Dî-nûrî'nin Kitâb-ül-Masrif'ine göre bilhassa «Vehb» semavi ki­taplardan yetmiş ikisini okumakla iftihar ederdi. Hicretin ikinci asrında vefat eden bu iki kardeş, gene aynı menbaa göre, Yemene İrandan gelmiş olmak itibariyle Türkler hakkında hem Acem, hem yahudi hurafelerine mükemmel surette vâkıftı. Gene İslâmiyetin ilk zamanlarında ihtida eden yahudi âlimleri içinde «Sa'ye»nin Sa'lebe, Esid ve Zeyd isimlerin deki üç oğluy­la Yemenden gelen îbni Yâmin ve bir de Mukayrîk vardı.

İste bütün bu yahudi muhtedileri İsrâiliyat efsanelerini İslâm ilmine olduğu gibi nakletmişlerdi. Bunlardan başka bir çok hıristiyan ve Zerdüştî dönmeleri de vardı: Meselâ sabık piskoposlardan Dağatır , Abdül-Kays kabilesinden Cârûd ismi ile maaruf Ebu-Gıyâs-Beşer ve Hazreti Ömer devrinde ilk de­fa olarak Medine mescidinde vaaz eden Yemenli Temîm Dârî ile Necrân rahipleri bulunurlardı; meşhur Sahabî Selman Fâ­risî de aslen İranlı olduğu halde, evvelâ Suriye ve Musul'a gi­dip hıristiyan dinine girmiş ve nihayet Medinede Müslüman olmuştu. Tabiî bütün bu ruhaniler İslâm dinine Zerdüşti ve Ortodoks an'aneleriyle beraber giriyorlardı. Fakat yukarıda da söylediğimiz gibi, en mühim tesir, yahudi menbalarından gelen tesirdi: Çünkü ilk mühtediler içinde yahudilerin sayısı mühim bir yekûn tutmaktan başka, hıristiyan dönmeleri ile kendi din­lerinin yahudilerden aldığı Isrâiliyatı beraber getirmiş oluyor­lardı.

Her halde bu zevatın eski dinlerindeki hurafeleri İslâmiyete fenalık etmek için nakletmiş olmadıkları muhakkaktır. Bun lar ın maksatları, yeni dinlerine eski bilgileriyle hizmet et­mekti; fakat netice olarak İslâm âlimleri yahudi, hıristiyan ve Zerdüştî hurafeleriyle dolmuş oldu ve eski müfessirleriyle şarihları da Türklere karşı olan milli duygularını dinî bahane­lerle istedikleri gibi ifade hususunda iste bunlardan istifade imkânını buldu.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #41 : 05 Aralık 2024, 11:04:22 »
İsrail peygamberlerine izafe edilen «Ahd-i atik» ile «incil» ve teferruatından mürekkep olan «Ahd-i Cedîd» in teşkil etti­ği kitabı mukaddesin baş tarafındaki «Pentateuque» yâni «Esfâr-ı Hamse» yahudi ve hıristiyan itikadınca Hazreti Musa'nın Tevrat'ı sayılır: Yahudilerin «Torat Moşe» dedikleri bu beş ki­tabın birincisinde, yâni Genese = «Tekvin-ül-Mahlûkat» ki­tabında Nuh'un oğullariyle torunlarına ait esatiri bir takını ecdat isimlerine müstenit bir tasnifi vardır: Beni İsrailin ensâb ilmine ait telâkkilerini gösteren bu tasnif, o kitabın onuncu tab'ının birinci fıkrasından başlayıp otuz ikinci fıkrasına kadar Türk ırkiyle alâkadar sayılanlar Tiras-Thiras yahut Tires, Tocerrne yahut Togorma ve Tharsis-Terşiş şekilleridir. Fakat ya­hudi müfessirlerince esas ittihaz edilen, bilhassa Tocerce, Togorma yahut Togarma seklidir. Hattâ bu telâkkiden dolayı yahudiler hâlâ Türk mânasına Togarma ismini de kullanmakta­dırlar. Fakat bunlardan başka bir isim daha var ki o da bazı müfessirlerce Türklerin ilk atasına ait sayılır; bu isim de «Mogog» yâni «Me'cûc» ismidir. Bu kelime «Ye'cûc» ismiyle bera­ber Kur'anda da zikredilir. Bütün bu isimler Ahd-i atîkin tekvin kitabından başka bir defa Tevârih-i evvelde ve iki de­fa da «Hazkıyâl» kitabında geçer.

«Tekvîn»e göre Togarma Yâfes'in oğullarından «Comer» yahut Gocer'ni oğludur, Arabların me'cûc dedikleri Mogog da Gomer'in kardeşidir: Yahudi ve hıristiyan müfessirleri Türk ırkının ilk atasını tayin ederken işte bu iki kardeş üzerinde ihtilâfa düşmüşlerdir.

G omer taraftan olanlar bu muhayyel şahsın oğlu olan Togorma'nın ismiyle Türk kelimesi arasındaki fonetik yakınlığa istinat etmişler ve «Mogog» yahut Me'cûcu tercih edenler de bu mevhum şahsiyetin nesline ait «Kitab-ı Mukaddes fıkrala riyle T ürk tarihinin muhtelif inkişafları arasında bir takım münasebetler görmüşlerdir.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #42 : 05 Aralık 2024, 11:06:14 »
Osmanl ı medresesinden yetişen iki Türk müellifi Arabca Türkçe kamuslarda Arab âlimlerinin bu hurafelerini olduğu gibi kaydetmekle iktifa edip Arabların bu hayalî vasıfları Türk ırkına mal etmekteki millî ve tarihî gayretkeşliklerine karşı hiç bir isyan sesi çıkarmamışlar, yalnız o ciheti meskût geçmekle iktifa etmişlerdir.

Her halde su muhakkaktır ki, Türk ırkı islâm âleminin başına geçip bütün şarkı ve Müslüman şark milletlerini bütün garbı ve hıristiyan garb milletlerine karşı asırlar boyunca cep­he cephe müdafaa ederken, yerlerinde yurtlarında sakin ve ra­hat yasayan Arab âlimleri kendi dindaşları ve dîn birliği na­mına müdafileri olan Türkler aleyhine din düşmanları olan cemaatlerin bütün hurafelerini toplayıp bin türlü ilâveler ve mübalâğalarla i'zam ettikten sonra, tekmil o yüz kızartıcı he­zeyanları bir haya dini olan Islâmın ilâhî kitabına izafe ederek asırlarca neşir ve tamim etmekten maatteessüf sıkılmamışlardır! Türklere karsı Ehl-i Salib ordulariyle elbirliği eden Arablarla Türk ırkını Hazreti Adem'in bir ihtilâm esnasında yere düşmüş nutfesinden doğan bir canavar sürüsü ve bir «Ye'câc ve Me'cûc» güruhu seklinde tasvir ve teşhire kalkışan Müs­lüman - Arab uleması arasında Islama ihanet bakımından ne fark vardır?

Bir fas ıl evvel, henüz yeni basılmış Arabca «İslâm devleti»kitabından aldığımız parçalar ve yukarıya ilmî delilleri ve kaynaklariyle kaydettiğimiz bir kısım yazılarla, asırlardanberi durmayıp kanayan bir yarayı deşmiş olduk. Bu yaranın ufunetini ve acısını şu dakikada ciğerime çökmüş buluyorum. Or­ta Doğuya bir hançer gibi sokulmuş, Arabların bizzat kendi aralarında ve sonra onlarla Türkler arasında, Allanın arzu bu­yurduğu şekilde bir vahdet, bir birlik, bîr kardeşlik, bir tesa­nüt olmamasından istifade ederek kurulan israil devletinin v arl ığı gözlerimin önünde heyula gibi canlandı. Nazarlarını Medinei Münevvereye ve bütün yakın şarka dikmiş olan ve sonsuz ihtiras ve hayalleri istikbal ve hayatiyetimizin ka'rına ulaştıran Beni israil'in, orta doğunun iki büyük unsuru olan Türk ve Arab milletlerinin aralarındaki bu sui tefehhümlerin yahudilerin ne kadar çok işine yaradığım idrak etmiyecek bir aklı selim tasavvur edemiyorum.

Biz,  bütün bu; düşmanlar tarafından körüklenen, beslenen ve gün geçtikçe şiddetini arttıran anlaşmazlıkları ka'r-ı tarihe gömmek ve Islâmı topyekûn imha etmek için şu altmış senedir nihaî taarruza geçmiş ve şu dakikaya kadar epi muvaffakiyet elde etmiş olan israil oğullarına karşı tek cephe teşkil, tek vücut ve ruh halinde karşılarına dikilmeyi ne kadar isterdik. Bu uğurda bu âciz müellif kardeşiniz maddî ve manevî bütün varlığım harcamış, istikbalini tehlikeye sokmuş, müteaddit defalar zindanlara girmiş, ağızları leş kokan, salyalı bedmâyelerin hedef ta'rîzi olmuş ve bunlara karşılık Allah aşkının ve Müslümanlığın verdiği kuvvet ve ilhamla elli beş eserle vazife­sini yapmış bir insanım. Allahtan başka yardımcım olmamış ve kimseden başka bir muavenet de talep etmiş değilim. Fakat Müslüman düşmanlarının sarfettikleri akıllar durduracak mu­azzam gayret ve paralar yanında tek elin sesi elbette ki kâfi gelmemiştir.

Arab m üellifi, Türklerin islâm nizamlarına kafiyen ria­yet etmediklerini, içtihat kapılarını kapadıklarını ve dinî hiç bir eser neşretmediklerini iddia ediyor. Bu iddia hakikatle ta­ban tabana zıddır. Türkler dinî eserlere o kadar büyük kıymet vermişlerdir ki bugün kütüphanelerimizde el yazması ve mat­bu' milyonları aşan eser mevcuttur. O derecede ki din adamlarımız dinî eserler okumak ve yazmak için var kuvvetleriyle Arabca öğrenmeğe vakf-ı vücut etmişler ve hattâ Türkçeyi ihmal bile etmişlerdir.

Şu noktaya ehemmiyetle bir mim koymalıyız: Türklerin dinî eserlere hiç ehemmiyet vermedikleri iddiası doğrudan doğruya bir yahudi propagandasının klişeleşmiş şeklidir. Kim se bunun fark ında olmamış, pek çokları kendilerini bu propagandanın tesirine kaptırmıştır. O kadar ki: Filistinde yahudilere devlet kurma müsaadesi vermemiş ve bunun için otuz üç yıl mücahede etmiş olan Sultan ikinci Abdülhamid Han, tahtından düşürülmek için: Kütüb-ü şer'iyeyi hark ve ihrak etmekle suçlandırılmıştır. Din adamlarımızdan üç bedbaht da bu fetvanın altına «Allah günahlarını affetsin» kaydiyle imza­larını atmışlardır. Allahın bu günahı affetmiyeceği muhakkak­tır.

Halbuki Sultan İkinci Abdülhamid Han, Kur'anı Kerimi ve Buhâri-i Şerifi altın yaldızlı ciltler ve fevkalâde kâğıtlarla bas­tırıp bu hususta kesesinden milyonlarca lira sarfedip bütün Müslüman memleketlerine, emirlerine, ekâbirine, ulemasına ve kütüphanelerine hediye etmiş azmi kadar imanı da büyük bir Türk hakanıdır. Bazı Arab din kardeşlerimizin, göze batan bu hakikatleri görmemezlikten gelip, aramıza yahudiler tarafın­dan sokulmuş olan bozguncu ve ayırıcı fikirler üzerinde ısrar etmeleri acınacak bir haldir. Ve Allah nezdinde büyük mes'uliyeti mevcuttur.

Biz, ci ğergâhımıza saplanmış olan hançeri çıkarmak için maziyi unutup müthiş bir el biliği ile tek bir kalb halinde As­ya ve Afrika Müslümanlarını kardeş görmek için çalışıyoruz. Bu mesaiye kimler ve ne şekilde olursa olsun başka bir mahi­yet ve istikamet verirse ancak ve ancak dinimizin ve mukad­desatımızın düşmanlarına hizmet etmiş olurlar, islâmiyete değil!

[1] Bug ün İstanbul'da Yıldızda «İba» apartmanları 10/2 de ika­met etmekte olan Müslümanlığın asil ve necib ve o nisbette kadirşi­nas ve mümtaz şahsiyetlerinden Irak'ın eski Ankara büyük elcisi Dok­tor İbrahim Akif Alus beyefendi hazretleri, bu âcizin cepheye gönder­diği askerleri görerek çok mütehassis olmuş ve bu hislerini her fır­satta izhar etmişlerdir. Gönül, bütün Müslümanların müşarünileyh gi­bi halis ve kadirşinas olmasını o kadar istiyor ki...

[2] Bi zim İslâmiyeti lâyıkiyle anlayamamakliğimiz ve ondaki na­mütenahi azamet ve hikmetler deryasından bî haber olmaklığımız, düşmanlarımızın o kadar işine yaramıştır ki Yahudi Abraham İ. Katsh adındaki bir mel'ûn New-York Üniversitesi matbaasında 1954 tarihîn­de 265 sayfalık bir heziyename bastırmıştır. «İslâmiyette Yahudilik» ismini taşıyan bu kitabı Beyoğlu kütüphanelerinden 30 lira 25 kuruşa satın aldım, burada yüzlerce nüsha satıldı ve Müslüman düşmanlariyle dönmeler bu kitabı kapıştılar,265 büyük sahife içinde Arapça harflerle Tabarî, Beydavî ve Zamahseri'den parçalar yazılıp asılları­nın ibrani ve Yahudi olduğu İbranice ve İngilizce olarak izah edilmiş­tir. İlmin, Yahudi şarlatanlığı ve garezkârlıgı potasında eritilerek ne mel'ûn kalıplara döküldüğü bu kitapta nefret ve ibretle görülmekte­dir. «İslâm ve Benî İsrail» serimiz buna bir cevap teşkil ederse de din ve ilim adamlarımızın bu mevzuu ele almaları ne kadar büyük bir vazifedir.

[3] Beynelmilel bir darb ımesel vardır: Yahudi vaftiz kabul etmez. Yâni onun ne Hıristiyan olması ve ne Müslüman olması bir mâna ifa­de etmez- Bunun en canh misalfnî biz Türkler gördük..
« Son Düzenleme: 05 Aralık 2024, 11:15:39 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #43 : 06 Aralık 2024, 16:52:23 »
Misyonerlik Faaliyeti
İslâm hükümranlığına cephe alan ve onu zayıf düşürmek ve hattâ yok etmek için çalışan teşkilâtın başında misyonerlik gelir. Garblılar, Müslüman dünyasını ilim neşriyatı perdesi al­tında, yani misyonerlik yoliyle manevî istilâları altına atlmak için asırlardan beri çalışmaktadırlar. Denebilir ki misyonerlik, garb emperyalizmi ve müstemlekeciliğinin ileri karakolları, ön­cüleri olmuştur.

Misyoner cemiyetleri uzun senelerden beri hemen hemen b ütün Müslüman memleketlerine yayılmış olup bunların ekse­riyetini ingilizler, Fransızlar ve Amerikalılar teşkil eder. On­ların nüfuzları ve İslâm memleketlerine hululleri bu misyoner­ler sayesinde kolaylaşıyordu. Avrupalı misyonerlerin Türkler ve Arablar arasında suitefehhümleri ve anlaşmazlıkları körük­ledikleri muhakkaktır. Daha acısı, bugün devlet arşivlerinde bulunan yeni vesikalara nazaran vaktiyle bazı büyük denilen zevatın hükümeti zaafa uğratmak, devlet nizamlarını altüst etmek için. Arabları Türkler aleyhine teşvik eden teşebbüsleri ve mektupları hayret ve dehşetle görülmüştür. Bu gibi haris insanların misyonerlerden ilham almış olmaları uzak ihtimal­lerden değildir. Garblı misyonerler, sadece mensup oldukları dini neşretmek ve onun propagandasını yapmakla iktifa etme­mişler, islâm dünyasının başı ve reisi olan Türkiyede yaşayan Müslüman akalîyetlere de ırk ve millet fikri aşılamışlardır. Asırlar boyunca Osmanlı - Türk bayrağı altında yaşamış ve islâm adaletinin en asil örneğini Türkiyede görmüş, hayatları refah ve saadet içinde geçmiş, devletin en büyük makamlarına geçmiş Türk ırkının asil, fıtrî ve âlicenap müsamahası sayesin­de zengin olmuş olan bütün diğer Müslümanlarda, yeni bir mil­liyetçilik cereyanı başlamış ve bu cereyan görünür, görünmez teşekküller ve misyonerler tarafından körüklenmiştir. Yahudi­ler, bu fitnede ele başı vazifesini görmüşlerdir. Bunun tabiî ve meşru bir neticesi olarak unsur-u aslî olan Türklerde de milli­yetçilik ve Türklük cereyanı başlamış ve böylece yalnız Türk? Osmanlı hükümetini değil, bütün dünya Müslümanlığını zayıf düşürecek tefrikalar yaratılmıştır.

Bilhassa T ürk - Arab milletleri arasına sokulan soğukluk ve düşmanlık hisleri o kadar büyüktür ki: Harem-i Şerifde, Ravza-i Mutahharada kendilerine bir melce'-ü penâh bulacağı­nı zanneden Türk kumandanları ve askerleri merhametsizce hançerlenerek şehid edilmişlerdir. Bunda İngilizlerin rolleri ve günahları gayet büyüktür. Kendilerini hanedan-ı Resuldan sayan Şerif Hüseyinler, Faysallar, Nuri Saitler onların evlâd ve ahfad ı, ilâhî adaletin en parlak bir tecellisi olarak mahv-ü ifna edilmişlerdir.

[b]T ürk askeri vatan ve din aşkından başka hiç bir hisle mü­tehassis değildir. Onun kudretli süngüsü altında beş yüz yıl mes'ut yaşayan Filistin, elimizden çıktıktan sonra kaç yıl Müs­lüman bayrağı altında kaldi, ruz-u cezada Allah bunun hesabını soracaktır. Şu var ki, Türkün ahi, ruz-u kıyamete de kalmıyor..[/b]

M üslüman memleketlerinde beliren dar milliyetçilik cere­yanı Müslüman milletler arasındaki din kardeşliği ve tesanüt hissini baltaladığından bu da düşmanlarımızın menfaatine yahissini baltaladığından bu da düşmanlarımızın menfaatine ya­ramıştır.

Garblıların faaliyet sahalar ına sürdükleri misyoner cemi­yetleri bir yandan yukarıda zikri gecen faaliyetlerde bulunur­ken diğer yandan da, Müslüman memleketlerinde yaşayan hıristiyan tab'ayı da bir koz olarak ellerine almışlar ve onları da tahrik vasıtası yaparak aleyhimize kullanmışlardır.

As ırlar boyu İslâmın başında bulunan ve Haçlılara tek ba­şına göğüs geren talihsiz Türkler, Müslümanlığın emrettiği bü­tün adalet ve müsamahayı bol bol bahşettikleri halde bir yan­dan kendi dindaşları, bir yandan da diğer dinlerin her türlü siyasî entrikalara âlet olan teşekkülleriyle mücadele etmişler­dir. Bu; yalnız bizim değil, bütün Müslümanlığın zayıf ve me­calsiz kalmasına sebep olmuştur. Biz müslümanların bu haller adetçe, sayıca, zenginlikçe bizden üstün olan sömür­geci garblıların ziyade işine yaramış ve düne kadar yüz mil­yonlarca müslüman obur ve haris Avrupalılar tarafından ilik­lerine kadar sömürülmüstür. Bir zamanlar, Fransayı Şarlgen'in tecavüzünden kurtarmış, Avrupada sulhun ve nizamın hamisi olan Türkleri, kimseye yardım etmek şöyle dursun, kendilerini sürüklendikleri sukut sathı mailinde duramayacak hale getir­miştir. Şartlar değişmiş olmakla beraber garb yine aynı garb ve İsrail aynı İsrâîldir. Üstelik içimize, koynumuza, bağrımıza sokulmuştur. Dört tarafa zehirini saçmakta, akıllar durdura­cak gayretler sarfetmekte, müthiş çalışmakta ve hiç saklamamalıyız dehşetli kuvvetlenmektedir. Bu kadar da değil, bugün Orta Do ğu milletlerini bir kardeşlik ve birlik etrafında topla­yacak her teşebbüs onun tarafından baltalanmakta, oluk gibi para harcamaktadırlar. Bazı gafiller de, menbaı ve menşeini bilmedikleri propagandaların tesirine kapılarak onlara yardım­cı olmaktadır.

T ürkler ele geçirdikleri memleketleri idare ederlerken ga­yet müslümanca hareket etmişler ve bu sayede asırlar boyu payidar olmuşlardı. Türk devlet adamları, tab'aları olan in­sanlara şefkat ve merhametle, adaletle muamele etmekle şöh­ret bulmuşlardır. Müslüman olmayan tab'anın zayıflarını hoş tutmak, fakirlerine yardım etmek, açlarını doyurmak, çıplak­larını giydirmek ve onlarla konuşurken yumuşak ve tatlı bu­lunmak, komşulara karşı nazik ve âlicenab davranmak, tab'a­nın bütün işlerini kolaylıkla görmek, hülâsa nıüslüman ahlâkı ve müslüman usulleriyle hareket etmek milletimizin ve onun devlet adamlarının şiarı idi. Bu sayede de hıristiyan tab'a ida­remizden memnun ve sayemizde mes'ut olmuşlardı. Her neden­se, bu asil muameleye fazlasiyle nail olan yahudileri milleti­miz hiç bir zaman memnun ve minnettar görmemiştir. İslâmın sebeb-i za'fı ve felâketi olan İsrail oğlu siyasî, dinî, içtimaî ve iktisadî her yönden bizi uçuruma sürüklemeyi kendisine vazi­fe edinmiş ve bu bozguncu faaliyetinden bir an bile hâli kal­mamıştır. Müslümanların ve bilhassa Türklerin kendi tab'alarına karşı bu derece âlicenab ve âdil davranmaları hulûl-ü muslihane ile memleketimize sokulan misyonerlerin, sömürge­ci ve emperyalist garb öncülerinin işini zorlaştırmıştı. Müslü­man olmayan milletlerin, fetheyledikleri memleket halkına reva gördükleri zulüm ve hakaret ve istibdat o derece şiddetli ve merhametsizce idi ki, müslüman idare ve kanunlarının üs­tünlüğü bütün misyoner faaliyetini verimsiz bırakmakta idi.
« Son Düzenleme: 06 Aralık 2024, 17:02:34 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #44 : 06 Aralık 2024, 17:05:41 »
On alt ıncı asrın sonlarında Malta Adasında misyonerlik için bir merkez kuruldu. Orasını tekmil müslüman dünyasına saldırmak için üs yaptılar. Orada 1625 tarihinde faaliyete geçerek bazı mektepler açmak ve dinî eserler yaymakla işe başla d ılar. Bu hareket müslüman halklar tarafından nefretle kar­şılandı. Fakat misyonerleri yıldırmadı, azimlerini kırmadı. 1773 de hıristiyanlar misyonerlik faaliyetini bir müddet için dur­durmağa mecbur oldular. 1820 tarihine kadar Maltadan başka bir mahalde misyonerlik faaliyeti görülmedi. 1820 tarihinde Beyrutta ilk misyonerlik merkezi kurulmuş fakat pek çok zor­luklarla karşılaşmışlardır. Onlar bu müşkülâttan asla fütur ge­tirmeyerek dinî neşriyat ve din propagandasiyle işe başlamış­lardır 1834 tarihinde bu maksat için Lübnan'ın Antura köyün­de bir kollej açılmış ve Amerikalı misyonerler bu merkezden etrafa neşriyat ve tebligat yapmağa başlamışlardır. Meşhur Amerikalı misyoner ili Şmit bu merkezde apaçık çalışıyordu. Vaktiyle Maltada bu vazifeyi fahri olarak yapıyordu. Mezkûr köyde bir de matbaa kurulmuştur. Daha sonra Beyruta döne­rek orada kızlar için de bir kollej açmıştır. Fakat bu faaliyet bir sene içinde misyonerlerin cesaretlerini kırmış Maltaya geri dönmelerini icap ettirmiştir. Bununla beraber tekrar Beyruta dönerek Beyrutta hususî ve Şamda umumî olarak çalışmağa başlamışlardır. Misyonerler, aynı hedef ve gayeye müteveccih çalışmalarında birbirlerine şayanı hayret yardımlarda bulun­muşlar ve elbirliğiyle çalışmışlardır. Bütün bu faaliyetler müslümanlar arasındaki dinî vahdeti bozmak, itikatlarını za­yıflatmak, onlara aşağılık duygusu aşılamak ve aralarında ay­rılık yaratmak gayesini takip ediyordu. Bu maksat için ellerin­de üç koz vardı: Müslümanlar, hıristiyanlar ve dürziler... Bu üç din arasındaki ayrılık ateşini körüklemek ve oralarda ya­sayan bu üç unsuru birbirine düşman etmek... işte misyoner­lerin, İslâmın kalbgâhı olan bir memlekette yaptıkları faaliyet...

Garip ve gayet ac ıdır ki bugün bu türlü mektepler, hıristiyanların ve dönmelerin açtıkları muazzam tedris müessesele­ri ve şayanı hayret dinî neşriyat alabildiğine, serbest ve hattâ mağrur ve mütehakkim yoluna devam etmektedir. Asılları ibranice bir sürü batıllar, hurafeler ve ilk çağ efsâneleriyle dolu kitaplar, sudan ucuz bir fiyatla ortalığı istilâ etmiş iken kimse bunlara İrticaî mahiyet vermiyor, kimse bu yaraya parmak basmak cesaretini g östermiyor.

G ünün münevveri ve zengini; büyük adamlar, müslüman ve milliyetçi kıymetli unsurlar yetiştirecek hususî mektepler açmak ve bu yolda neşriyat yapmak yoluna gitmiyor. Gidenle­re de yardım etmiyor. Cehalet!