Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar

Başlatan ihvan23, 25 Ekim 2024, 17:18:19

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

ihvan23

#45
Garip ve gayet ac ıdır ki bugün bu türlü mektepler, hıristiyanların ve dönmelerin açtıkları muazzam tedris müessesele­ri ve şayanı hayret dinî neşriyat alabildiğine, serbest ve hattâ mağrur ve mütehakkim yoluna devam etmektedir. Asılları ibranice bir sürü batıllar, hurafeler ve ilk çağ efsâneleriyle dolu kitaplar, sudan ucuz bir fiyatla ortalığı istilâ etmiş iken kimse bunlara İrticaî mahiyet vermiyor, kimse bu yaraya parmak basmak cesaretini g östermiyor.

G ünün münevveri ve zengini; büyük adamlar, müslüman ve milliyetçi kıymetli unsurlar yetiştirecek hususî mektepler açmak ve bu yolda neşriyat yapmak yoluna gitmiyor. Gidenle­re de yardım etmiyor. Cehalet!

Sene 1800... M ısırlı İbrahim Paşa Suriyeden çekildiği za­man oralarda idarî bir keşmekeş ve huzursuzluk hüküm sürü­yordu. Ecnebi sefirler, misyonerler ve daha bir çok gizli te­şekküller bu fırsattan istifade ederek Osmanlı - Türk devletinin nüfuzunu kifayetsiz görerek bu fırsattan istifadeye kalktılar. 1841 tarihinde Lübnan dağlarında dürzü ve hıristiyan cemaatle­ri arasında karışıklıklar çıkardılar. Ecnebilerin işe müdahalesi Türk devletini, Lübnan sancağını dürzülere ve hıristiyanlara mahsus olmak üzere iki mıntakaya taksime mecbur etti. Fakat bunun amelî bir faidesi görülmedi. Bütün bu kargaşalıkta İn­giltere ve Fransanın büyük rolü ve mes'uliyeti vardır. Fran­sızlar, Lübnandaki hıristiyan Mârûnileri, İngilizler ise dürzüleri tutar görünüyor ve her iki devlet de bu cemaatler arasın­da kendi icâdgerdeleri olan yangını körüklüyorlardı. 1845 de bu karışıklıklar son haddine ulaşmış, manastırlar ve kiliseler tecavüze uğramış, hırsızlık ve cinayetler Osmanlı devletini zor duruma düşürmüştür. Bunun üzerine hükümet geniş selâhiyetle Hariciye Nazırını Lübnan'a göndermiş ise de müsbet bir ne­tice alınamamıştır. Misyonerlerin faaliyetleri artmıştır. 1857 yılında Marûnî papaslan halkı kışkırtarak şimalî Lübnan'da silâhlı bir ayaklanmaya sebep olmuşlardır. Bu kıyam cenuba da sirayet edince hıristiyan köylüler arazi sahibi dürzilere hü­cum etmişlerdir. Bu fırsatı hazırlayan İngiltere ve Fransa, kendi himayelerine aldıkları cemaatleri desteklemeğe başladı­lar. Bu isyan tekmil Lübnanı kapladı. Misyonerler, ecnebi ca­suslar, sömürgeciler; kendi ihdas ettikleri bu vaziyeti, bu yan­gını alevlendirmek için dürzileri tekmil hıristiyanları kati ve imha etmek için harekete geçirdiler. Bu ayaklanma o derece şiddetli olmuştur ki binlerce Hıristiyan maktul düşmüş, evleri yakılmış, bir çok insanlar yurtsuz, meskensiz kalmıştır. Bu karga şalık gün geçtikçe etrafa sirayet etmiş ve hemen hemen bütün Suriyeyi istilâ etmiştir. 1860 senesi temmuz ayında müslümanlar hıristiyan mahallelerine hücum edip yakıp yıkmağa ve çeşitli zararlar vermeğe başlamışlardır. Devlet bu harekâtı bastırmak için asker göndermeğe teşebbüs etmiş ise de, garb devletleri bu fırsatı ganimet bilerek ve daha çabuk davrana­rak Suriye limanlarına harb gemileri göndermiş ve aynı sene­nin ağustos ayında da bir Fransız kara kuvveti Beyruta asker çıkararak karışıklığı kendisi bastırmak istemiştir. Böylece garb, kendi eliyle hazırladığı bu fitneyi bahane ederek devletin iş işlerine fiilen müdahale etmiş ve Türk devletini Lübnana im­tiyaz ve muhtariyet vermeğe zorlamıştır. Böylece hükümet içinde hükümet kurulmuş ve Lübnan her türlü fesat hareket­leri için geniş bir merkez haline sokulmuştur. İmtiyaz ve muh­tariyet kazanan Lübnan hıristiyan bir mutasarrıfın idaresinde ahaliyi temsil eden bir meclis ile âdeta yan müstakil bir hâle gelmiştir. Bundan sonra ecnebi devletler Lübnanla alâkalarını arttırarak orasını müslüman Osmanlı - Türk devleti aleyhine bir köprü başı haline sokmuşlardır. Ondan sonra artık serbest­çe mektepler, matbalar, hastahaneler açmağa, cemiyetler kur­mağa başlamışlar ve 1847 tarihinde «Fenler ve İlimler» ismin­de bir cemiyet kurarak bazı mühim Lübnanlı şahsiyetleri bu partiye kaydetmişlerdir. Bu cemiyete zamanın meşhur şahsi­yetlerinden İngiliz albayı Çörçil'i de âza olarak almışlardır. Bu cemiyet zahirde «ilim yayma» teşekkülü şeklinde gözükü­yorsa da hakikatte çok maksatlı bir gaye takip ediyor, gençleri tamamiyle garb kültüriyle yetiştirmeğe çalışıyor, müslüman düşmanlığını aşılıyordu. Bütün bu gayretlere rağmen iki yıl içinde ancak elli kadar insan bu cemiyete kaydedilmiştir. Sün­nî müslüman ve dürzilerden kimse bu cemiyete kaydedilme­miştir. Misyonerlerin bu gayretleri boşa gidince onlar da bu teşebbüsten vaz geçmişlerdir. 1850 tarihinde bu defa «Şark Cemiyeti» ismiyle başka bir cemiyet kurulmuştur. Bu teşekkül de Fransız papazlarından Henry de Bronier tarafından tesis edilmi ştir. Mensuplarının cümlesi hıristiyanlardan mürekkepti. Bu da «Fenler ve İlimler» cemiyeti yolundan gitmiş ise de pa­yidar olamamıştır. Bundan sonra arka arkaya cemiyetler kur­mak suretiyle misyonerler mesaisine devam etmişler ise de hiç biri tutunamamıştır. 1857 senesinde bütün âzası Arablardan ol­mak ve içine hiç bir ecnebi almamak üzere «Suriye İlim Cemi­yeti» adiyle bir teşekkül faaliyete geçmiştir. Bu cemiyetin için­de hiç bir yabancının bulunmaması ve azalan arasına müslüman ve dürzi beylerinden insanlar alınması bu teşkilâtın ya­şamasına imkân vermiştir.

Görülüyor ki, Türk ırkının ifrata varan müsamaha ve âli-cenablığı sayesinde yaşayan memleketleri birer birer elimiz­den koparmak için yabancılar, şu son asır içinde durmadan ça­lışmışlar ve her çareye baş vurmuşlardır. Lubnanda köprü ba­şı ve merkez kuran bu teşekküller, Osmanlı - Türk imparator­luğunda Arab milliyetçiliğini yaratmak ve o geniş memleket­leri elimizden koparmak için var kuvvetleriyle çalışmışlardır. Bizde Türk milliyetçiliğini ikinci plâna alan ve unsuru asliye hiç bir imtiyaz tanımıyan devlet idaresi oldum olası hatalı bir siyaset takip etmiştir, nedense kimseyi memnun etmemiştir. Bu da müslüman Türk ırkının karakteriyle, diğer unsurların yaradılışları arasındaki farktan doğmuştur.

Lübnanda kurulan bu cemiyetler kuvvetli Osmanl ı îslâm devletini zayıf düşürmek ve Arab milliyetçiliğini tahrik etmek için şu propagandayı yapıyordu: «Hükümet, Türk devletidir, îslâmın riyasetini zorla Arablann elinden almıştır. İslâm kanunlarına kıymet verilmemiştir. Avrupalı müstemlekecilerin körükledikleri bu fesad, sadece Türk devletini değil, bütün dünya müslümanhğını zayıf düşürmek ve parçalamak gayesini takip ediyordu. Bunu ecnebi konsolosların o zaman ele geçen telgraflarından da anlayabiliriz. Meselâ 28 Temmuz 1880 tari­hinde îngiliz konsolosunun hükümetine çektiği şu telgraf çok şayanı dikkattir:

«Bir takım isyan beyannameleri ortaya çıkmıştır. Bunla­rın Mithat tarafından çıkarıldığı şüphesi vardır [4] . Bununla beraber sükûnet hüküm sürüyor. Tafsilât postadadır.»

Bu telgraf, yukar ıda adı geçen cemiyetin Beyrut sokakla­rında duvarlara yapıştırdığı beyannameler üzerine çekilmiştir. Bu tahrik bütün Suriye şehirlerinde yayılıyordu. İş o derece genişlik ve ciddiyet kazanmıştır ki Cidde'deki ingiliz mümessili de 1883 de hükümetine şöyle bir haber ulaştırmıştı :

«Öğrendiğime göre bazı şahsiyetler, hattâ Mekke'de bile hürriyet fikriyle harekete geçmişlerdir. Kulağımıza gelen ma­lûmattan anlaşılıyor ki ortada çizilmiş bir plân vardır: Nedi kıt'ası, Mezopotamya denilen Irakın cenup kısmı ile birleştiri­lerek oraya bir Arab emîri tâyini düşünülüyor.»


Ecnebilerin T ürk devletini zayıf düşürmek için tertipledik­leri bu milliyetçilik cereyanının bir gün Arabları yalnız yaka­layarak Filistini ellerinden alacağını ve bu maksat için bir milyon Arab muhacirinin paçavra gibi yurtlarından atılacağı­nı ve binlerce masum müslümanın yahudi süngüsü ve işkencesi altında müthiş bir katliâma maruz bırakılacağını kim düşüne­biliyordu? O zaman kimin aklına geliyordu. Hele, hele, müslü­man Türkün ahının yerde kalmayacağını...

Türkün asil idaresi, kuvvetli süngüsü altında bu cinayetle­rin, bu kadar kolay ve bu kadar hunharca yapılamayacağını pek iyi takdir eden düşman, yarım asra yakın bir zaman, bu maksat için Türklerin aleyhine çalışmış ve onun bir kenara çekilmesinden sonra muradına nail olmuştur.

ihvan23

#46
1882 de Beyrutta bulunan Frans ızlardan biri, Suriye ve Lübnan'da cereyan eden hâdiselerden mülhem olarak şöyle bir yazı yazmıştı:

«istiklâl fikri geniş ölçüde yayılmış olup, Beyrut'da bulun­duğum müddet zarfında mektepler, hastahaneler kurarak mem­leketin kalkınmasını sağlayacak cemiyetler kurmak teşeb­büslerini gördüm. Bunda nazar-ı dikkatimi celb eden nokta bu çalışmada din ve mezhep ayırmaksızın bütün Arabları milliyet­çilik ruhîyle büyülemektir.»

Bağdad'da yaşayan Fransızlardan biri de şu son derece ma­nidar malûmatı veriyor :

«Her yerde ve geniş mikyasta - Türk düşmanlığı - fikrinin yayıldığını görüyorum. Bu sevimsiz boyunduruğu başlarından atmak için umumî bir çalışma fikri etrafa yayılıyor. Ufuklar­dan Arablık fikri doğuyor. Şimdiye kadar tazyik altında yaşayan bu millet, yakında islâm alemindeki tabiî mevkiini eline alarak kendi hedefine doğru yol alacaktır.»


Kırk yıldan beri kendi başlarına yaşayan, Türk idaresin­den uzaklaşan Arab milliyetçilerinin bu zaman zarfında hangi muvaffakiyetleri elde ettikleri sorulabilir. Gönül, istisnasız bü­tün dünya müslüman milletlerini hür ve müstakil ve birbirle­rine bağlı ve kuvvetli görmek ister. Fakat şu dakikada henüz kendi aralarında dahi teessüs etmiş bir vahdet ve tesanüt gö­zükmüyor. Görünen sadece, her gün biraz daha kuvvetlenen, biraz daha şımaran ve her gün ihtirası bir miktar daha kaba­ran îsrâil oğullarının hançer gibi bağrımıza saplanmış olması­dır. Biz Türkler, yaradılışımızdaki necabet ve müslümanlığa olan samimî bağlılığımız dolayısiyle bir gün Arabların başla­rındaki belâyı defederek kendi yurtlarının sahibi ve efendisi olmak temennisindeyiz.

Din ve ilim nam ına misyonerlerin faaliyetleri Amerika, İn­giltere ve Fransaya münhasır kalmayarak diğer bütün garblı devletler de bu işe katılmışlardır. Bunlardan biri Çarlık Rusya olup diğeri de Almanyadır. Bu devletlerin siyasî görüşleri bir­birinden ayrı olmakla beraber cümlesi bir noktada birleşiyorlardı: Hıristiyan dinini yaymak, Avrupa kültürünü neşretmek ve müslüman dinini itibardan düşürmek, garb medeniyetini yüksek görerek müslümanlığı horlamak ve kendimizi geri ve iptida î bilerek içimize aşağılık duygusu aşılamak ve sonra da memleketlerimizi geniş iktisadî sistemlerle ilâ nihaye sömürmek...

[4] Maatteess üf şimdi Devlet arşivinde buna dair kuvvetli vesika­lar bulunmuştur. Hükümetin o zaman boş bulunmadığı, dönen bu fe­sat dolabından haberdar oldugu anlaşılmakladır, pek tabiî olarak lâ­zım gelen tedbirler de alınmış ise de kaderin Önüne geçmek mümkün olamamıştır.[

ihvan23

Frans ız âlimlerinden Kont Hanri do Pasteri 1896 da yaz­lığı «İslâm» adındaki eserinde şöyle demektedir :

«Müslümanlar orta cağların masallarını öğrenip hıristiyan bestecilerinin şarkılarında neler terennüm ettiklerini bir bilse­ler ne diyecekler acaba? Bu şarkılar on ikinci asırdan beri ruh­ları haçlı seferlere hazırlamıştır. Bu şarkıların hepsi bizim nıüslümanlığı bilememekliğimiz yüzünden onlara karsı kinle doludur. Bu destanlar zihinlere müslümanlık aleyhine bir ha­va yaratmıştır. Biz müslümanlığı o kadar yanlış biliyoruz ki hâlâ bazı kafalar, nıüslümanları Allaha şirk koşan imansız put­perestler olarak tanıyor.»


Bu; orta çağda hıristiyan papaslarının müslümanlık aley­hine ne kadar haksız ve cahilce bir propaganda yaptıklarını gösterir. Butun bu hareketler müslümanlara karşı kin ve düş­manlık yaratmak için yapılıyordu. Ve nihayet hıristiyan âlemi coşarak haçlı seferler meydana geldi. Bu haçlı harbler sona erince, on beşinci asırda sıra müslümanlara geldi, onlar da Türklerin bayrağı altında Avrupayı vurmağa kalktılar, İstanbulu fethettiler ve on altıncı asırda da Avrupanın cenup ve şarkını ele geçirerek Arnavutluk, Sırbistan ve Bulgarîstanı is­tilâ ederek milyonlarca insanlar müslüman oldular. Bundan sonra Ehl-i Salib yeni bir parola ile karşımıza çıktı. Bu paro­la: Şark meselesi idi. Bunun mânası İslâm - Türk ordularını ge­ri çevirerek İslâm fütuhatının durdurulması ve müslüman teh­likesinin bertaraf edilmesi.

B ütün garb hıristiyanları mektep, hastahane, cemiyetler ve kulüpler ismi altında memleketimizde faaliyete başladılar. Bunlar arasında en sinsisi ve tehlikelisi olan farmason locaları ve kulüpleri, güçlü, kuvvetli Türk bünyesine kanser gibi mu­sallat oldular. Bu maksat için gayet çok paralar ve gayretler sarfedildi ve aleyhimize akla ve hayale s ığmayan şeyler yapıl­dı. Garb; Türkleri, İslâm âleminin başından ayırdıktan sonra, bakıyesiyle uğraşmanın kolay olduğunu biliyordu. Onun için mutaassıp ve muhteris Avrupalı, seneler senesi bütün ağırlığiyle Türkün üzerine çullandı. Bütün varlığını ve kudretini bizim aleyhimize seferber etti ve bunda haklı olduğunu da şu son 1948 Filistin faciası meydana koydu.

M üslümanlığın imhası için cehennemi plânlar meydana ge­tiren ve biz müslümanları itibardan düşürüp yok etmek için en soysuz bir kinle çalışanların başında, yukarıda da zikrettiği­miz gibi ingiltere gelir. O, bizim Hindistan yolları üzerinde bü­yük bir tehlike ve müslüman dünyasında büyük bir nüfuz ve itibara sahip olmaklığımızı asla çekemiyordu. Birinci Dünya Harbinde «Lavrens» adlı bir ihtilâlci ile Arabistan yarımada­sında isyanlar çıkarıp Türk ordusunu dört taraftan meşgul et­mekle iktifa etmemiş, bir kaç defa Gazze önlerinde tattığı mağ­lûbiyetin acısını, Filistine gafil ellerimizle yerleştirdiğimiz yahudilere topyekûn casusluk ettirerek, onların arkamızdan sap­ladıkları kancık hançerler sayesinde bizi mağlûp etmiştir.

1917 tarihinde Kud üs'ü ele geçiren general Allenbi'nin Şu sözü ne kadar manâlıdır:

«Ancak bugün haçlı seferler sona ermiştir.»

Bu beyanat, İngilizlerin ruhlarında gizli sönmez kinin bir tezahürü, bir ifadesidir.

Herhangi bir garbimin bize kar şı olan hissi de bundan baş­ka bir şey değildir. Cenabı Hak Kur'anı Kerîminde: «Nefret­leri ağızlarından belli oldu. içlerinde gizledikleri daha büyük­tür.» diye buyurmuştur. Ne büyük hakikat...

Garb ın sayılı ilim adamlarından Leopold Faos «İslâmlık Yollarının Başında» isimli eserinde şu hakikati belirtmektedir:

«Avrupanın kalkınması, ilim ve fen sahasında yükselmesi, müslümanlığın ilim ve fen hazineleri sayesinde ve şark ile garb arasındaki münasebetler yüzünden olmuştur. İslâm âleminden edindiğimiz istifadenin kıymetini bileceğimiz yerde aksine olarak onlara karşı husumet beslemekliğimiz bize tabiî gibi gel mistir. «Müslüman» sözü söylendiği vakit Avrupalı her kadın ve erkeğin gönlünde bir husumet canlanır. Bunların hepsinden ziyade şaşılacak şey; bu soğukluğun İslâm kültüründen istifade ettiğimizden sonra dahi ayakta kalmış olmasıdır. Avrupada çeşitli fikir ve siyaset cereyanları meydana çıkıp, Rönesans devri başlayıp her zümre diğerine karşı tepeden tırnağa kadar silâhlandığı sırada dahi bunların cümlesinde müslüman düşmanlığı mevcuttu. Garbda din duyguları sönmeğe bağladığı hâlde müslüman düşmanlığı devam etmiştir. Bunun böyle ol­duğunu gösteren delillerden biri de Fransız şair ve filozofu Volter on sekizinci asırda hıristiyanlığın ve kilisenin en koyu düşmanı olduğu hâlde İslâmiyete ve onun peygamberine müf­rit derecede düşman idi. Aradan bir kaç yüz yıl geçtikten son­ra bir zaman geldi ki: Avrupa ilim adamları yabancı kültürü­nü öğrenmek arzusuna kapıldılar, fakat müslüman kültürüne gelince, onlara ecdaddan miras kalan müslümanlığı hakir gör­me tesiri altında bunu yapmadılar. Bu suretle tarihin Avrupa ile müslüman âlemi arasında açmış olduğu çukur öylece kaldı.»

Üstad Leopold Fass'ın yukarıya aldığımız yazısı garb dün­yasındaki müslüman düşmanlığının, Ehl-i Salib harblerinin başlıca sebepleri ve saiklarından dır. Bütün bu gayretler aradan zaman geçmesi, medeniyet telâkkisinin ve şartların değişmesi­ne rağmen dünya kültürüne, servetine, iktisadiyatına ve fikri­yatına hâkim olan israil oğullarının bozguncu ve menfi gay­retleri yüzünden müslüman düşmanlığı garb dünyasında ayak­ta kalmıştır.

Bu kin tohumlan o şekilde yayılmıştır ki herhangi bir ateşperestliği, putperestliği ve komünistliği bir tarafa bıraka­rak bunlar hakkında hiç bir nefret duymadan müslüman düş­manlığında ısrar eder. Varsın Öyle olsun, müslüman milletler bu hakikati bilip aralarında tam bir ittihad, vahdet ve kardeş­lik tesis edecek olurlarsa muazzam bir kudret teşkil ederler ki, bugünün medeniyeti sadece kuvvete tapar, başka hak tanımaz. Yedi yüz milyonluk müslümanlık, yekpareleştiği ve asrî silâh­larla ve fenlerle mücehhez olduğu gün bütün bu nahoş bakış­lar yerini hürmet ve itibara terk eder.

birer engel, birer mani olarak kullan ılıyor. Her müslüman memleketin kendi bünyesine göre tatbik edilen bu sinsi prog­ram, ayrıca her müslüman milleti Ötekinden ayıran, uzaklaştı­ran nifak ve bozgun tohumları ekmekte büyük bir maharete sahiptirler.

Vaktiyle Ittihad- ı İslâm şeklinde ifadesini bulmuş olan bu samimî arzu bir çok istihaleler geçirmiş, pek çok manilerle karşılaşmıştır. Birinci Dünya Harbinin sonunda harb talihi aleyhimize döndüğü sıralarda,ekmeğimizle beslenen, nimeti­mizle perverde olan Salomon isimli bir dönme, İslâm birliğinin bir hayal ve hattâ bîr irtica olduğunu, fakat yahudilerin henüz Türk askerinin kan dökmekte olduğu topraklar üzerinde bir israil devleti kurulmasının zaruret olduğunu yazacak kadar küstahlaşmış, ne yazık ki hiç bir taraftan ne bir fısıltı ne de bir itiraz sesi yükselmemiştir. Bu dâvayı benimsemiş olan Müslü­manlardan münevver bir azınlık, karşısında koyu cehalete gark olmuş bir müslüman avamı karşısındadır. Onlara yeni ifa­desini «Birleşmiş islâm Milletleri» şeklinde bulan bu ihtiyacı fa, hemen hemen istisnasız bütün müslüman memleketlerin anlatmak zannolunduğu kadar basit ve kolay değildir. Bir dedeki matbuat üzerinde yahudinin nüfuzu hakimdir. Sonra halis ve samimî bir inançla bu dâvayı benimsemiş olanların elinde dâvalarım müdafaa edecek vasıta ve imkân yoktur. Olsa olsa, bu işi zaman ve zaruretler yerine getirecektir. Küçük küçük devletlere bölünmüş ve herbiri sırtını yabancı bir devlete da­yamış olan devletçikleri düşmanlar birer birer yutmak imkâ­nına sahiptir. Bu, hepimizi bir «vahdet zinciri etrafında halkalanmağa davet eder. 1948 Filistin faciası bu zaruretin lüzumu­nu gösteren en büyük bir misaldir. Amerikadan, Avrupadan, Afrikadan ve dünyanın dört köşesinden çekirge sürüleri gibi o mukaddes topraklara üşüşen yahudileri muvaffak kılan tek faktör, müslüman milletlerin halk toplulukları asırlar süren bir atalet ve gerilikten henüz yakalarını sıyırmağa başlamış­tır. Bunları idare eden liderler ve rehberlerin ekserisi garb medeniyetinin hayranı ve onun tesir ve nüfuzu altındadırlar.

Şurasını kaydetmek de bir insaf eseridir ki, bugün uyanan ve çeşitli ideolojiler ve gaileler içinde bunalan hıristiyan âle­minin bitaraf ve insaflı şahsiyetleri, beşeriyeti tehdit eden ko­münizm, siyonizm ve emsali bozguncu ve yıkıcı kuvvetlere karşı, birleşmiş müslümanlığı bir kurtarıcı, bir kale, bir hami gibi telâkki etmekte ve müslümanlığın hatırı sayılır bir kuvvet hâline gelmesini can ve gönülden arzu etmektedirler.

ihvan23

Birlesmis Islam Milletleri Ideali
Bug ün müslüman dünyası, içinde yaşadığı keşmekeşlere rağmen bir tek mefkure etrafında toplanmanın ihtiyaç ve lü­zumunu fazlasiyle idrâk ediyor. Bütün yeryüzünde mevcutları on beş milyonu bulmayan İsrail oğullarının tesanüt ve bitlik sayesinde bugünkü mevkie gelmeleri, müslümanlan ziyadesiy­le ikaz etmiştir. Bize gelince, yedi yüz elli milyon müslümanın birleşmesini ve bir kuvvet teşkil etmesini hayal-i muhal telâk­ki edenler, bir avuç yahudinin ulaştığı mevkii görerek susmak ve biraz da utanmak zorunda kaldılar. Fakat bu; bizim yolu­muzu kesen, aramıza nifak sokan ve islâmı yeryüzünden kal­dırmak isteyen insanları yolundan alıkoymaz. Düşmanlarımız, kürre-i arz üzerinde bir, birleşmiş islâm milletleri görmeğe asla tahammül edemezler. Bunun için ellerinden gelenden faz­lasını yapmaktadırlar. Her memlekette ve her iklimde kiralık ve satılık vicdanlar bulunur. Dünya hazinelerini ve- servetini ellerinde tutanlar için istedikleri yerde bu satılık vicdanlar sa­yesinde istediklerini yaptırmak, birleşmeğe, anlaşmağa, seviş­meğe, sözleşmeğe mani olacak her çareye baş vurmakta te­reddüt etmezler. Atom devrinin insan zekâsı, ilk ve ortaçağın şeytanlarını gölgede bırakır.

Bug ün insanoğlu, tasarladığı suikastı ve fitneyi her yerde ve her istediği mahalde o derece san'atkârâne ve maharetle yapıyor ki akıllar durur... Daima hak maskesine bürünmüş, daima hayırhah ve âlicenab, daima terakkiperver görünen bir sürü nazariyeler, biz müslümanlan gayemizden uzaklaştıran «İslâm Birliği» fikri, en geniş mânâda bir tesanüt ve kar­deşlik hissidir. Bu his, Resûl-i Ekrem zamanından beri mevcut­tur. Zaman-ı risaletinde, Peygamberimiz ve esbabı kiramı ken­dilerini yok etmek isteyen düşmanlara karşı birbirlerine sım­sıkı sarılmış, tam bir ittihat ve vifâk içinde idiler. Bu sayede muvaffak olmuşlar ve müslümanlık bu sayede yeryüzünün dört kögesine yayılmıştır.

Cenab ı Peygamberin bütün arzu ve gayesi, kürre-i arz üze­rinde yekvücut ve yek emel bir müslüman birliği görmek ve beşeriyeti medeniyeti Muhammediye ile sulha, saadete, huzur ve refaha ulaştırmaktı. İslâmın büyük hedefi budur. Bu gaye­nin temelleri o derece sağlam bir şekilde atılmıştı ki, asırlar o varlığa tesir etmekten âciz kalmış ve müslümanlık kudretine zaaf târî olmamıştır.

M üslümanlığın tarih boyunca maruz kaldığı suikastlar ve aleyhine tertiplenen fitnelere rağmen müslümanlar arasında mevcut kardeşlik başka hiçbir din ve millette görülmez. Bu­nun başka bir delili, ecdat dinini terk edip hidayete ermiş olan yüz milyonlarca insandan hiç bir kimsenin irtidat etmemiş ol­masıdır.

« Hac » müessesesi, müslüman birliği ve tesanüdünü sağla­yan en mühim âmillerden biridir. Taşıdığı manevî ve dinî mâ­nâya muvazi olarak «Hac» dünyanın her bucağındaki müslümanları bir araya toplayıp onları birbirleriyle tanıştırmak, yekdiğerinin halleriyle hem hâl olmak, birbirlerine yaklaştır­mak ve bir vahdet teşkil etmek için büyük hikmetler taşıyan bir farizadır. Borçsuz, harçsız insanların, hâli vakti yerinde, sahib-ü hallü akis olan kimselerin senede bir defa Kâbe-i Muazzamada buluşmalarının temin ettiği faideler gayet çoktur. Bu sayede müslümanlar dünyanın dört bir köşesinden gelerek ora­da buluşur, dertleşir ve yapılması iktiza eden hususlan karar­laştırırlar. Hac müessesesine daimî bir islâm kongresi demek mübalâğalı olmaz. Fakat orada ve Hac esnasında müslüman li­derleri ve şahsiyetleri bu hususları nazar-ı dikkate almazlar da sadece ferdî ve şahsî bir maksat takip ederlerse bu farzın aza met ve ehemmiyetini i drak etmemiş sayılırlar, îslâmiyetî, in­siyak hâline getirilmiş, vecd ve heyecandan uzaklaştırılmış sa­dece birer merasim-i diniye telâkki edenler, medeniyet-i Islâmiyenin hangi gayeyi hedef tuttuğundan bihaber olan insan­lardır.

ihvan23

#49
Müslüman Alemine ihanetler
Hıristiyan taassubunun en canlı misalini «Endülüs» hâdise­leri teşkil eder. Bu ülkenin asırlar boyu İslâmın elinde kalma­sı, haçlıların asla hazin edemedikleri bir meseledir. Koyu katolik olan «Endülüs» halkı müslümanlardan gördüğü iyi muame­le ve bu sayede sahip ve şahit olduğu muhteşem eserlere rağ­men îslâmiyetin üstünlük ve asaletini bir türlü hazmedememiştir.

«Endülüs»e yapılan baskının hakikî sebep ve saiki Ehl-i Salib muharebelerinden dolayı garblıların ruhunda biriken in­tikam duygularında aramak lâzımdır. Haçlılar, şarka yaptık­ları hücumlarda mağlûp olduklarından ters yüzü ve eli boş ge­riye dönmüşler yüreklerinde müslümanlara karşı kin ve nef­ret alevlenmşitir. Artık bir daha şarka hücum ve taarruz et­melerine imkân kalmayınca garbda «Endülüs» e taarruz ve te­cavüz suretiyle ruhlarında yanan ateşi söndürmek zorunda kalmışlardır. Haçlıların bu saldırışı gayet vahşiyâne ve cana­varca olmuştur. Garb medeniyet âlemi için ebedî bir leke teş­kil eden engizisyon mahkemeleri, bu mahkemelerin baş vur­duğu korkunç ve tüyler ürpertici işkenceler, insan kafası kesmek için icat edilen baltalar hep orada görülmüştür. Endülüste müslümanlar aleyhine korkunç mezalim ve işkenceler devam ederken diğer müslüman memleketlerin bu facialara seyirci kalmaları da esef olunacak hallerdendir. O zaman müslüman memleketler oldukça kuvvetli ve Endülüs'e yardım edecek va­ziyette idiler. Bunu yapmadılar. Biz bunu, islâm güneşinin ka­rarmağa bağladığı tarihe mebde, addederiz. Endülüs'ün kolay bir lokma gibi garblılar tarafından yutulması, onların cesaret lerini artt ırmış bize olan kinlerini alevlemiştir. Bereket versin ki, Osmanlı Türkleri tarih sahnesinde boy göstermeğe bağlamış ve onların himmet ve gayretleri işin daha ziyade ilerlemesine mâni olmuştur.

Osmanl ı Türklerinin muhteşem varlığı ve kuvveti ve Avrupaya yaptığı baskınlarla kazandığı zaferler, garbın gözünü müthiş surette yıldırmış ve onları sindirmiştir. Artık Ehl-i Salib kendinde müslüman memleketlerine tecavüz cesaretini bulamamıştır.

* * *

M üslüman dünyasının bölündüğü üç halifeliğin en küçüğü olan «Endülüs» devleti sekiz asırlık müddet-i hayatında «Leon», «Castille», «Navarre» ve «Aragon» kirallıklariyle daimî bir savaş hâlinde idi. Garbdaki Emevî hilâfet sairesi onuncu ve onbirinci asırlardaki hıristiyan tecavüzlerinden bunaldığı sıra­larda, şarktaki Abbasî hilâfet dairesinin Şiî, İsmaüî ve Kamaratî istilalariyle hâkimiyetleri altında bir gölge gibi kalması da Bizans İmparatorluğunu da ümide kaptırmış o da hattâ tâ Hi­caz'ın istilâ ve imhası gibi hıristiyanlığın büyük hedefine doğ­ru yol almağa heveslemnişti.

Buna dair Rene Grousset'in Bizansname ismindeki eserin­den şu parçalan iktibas ediyoruz :

«Arab ırkının inhitatı ve İran inhitatiyle Bizansın istirdat hareketi arasındaki silik vaziyeti hakkında hakaretamiz imâ­lardan sonra Bizans Ehi-i Salibinin tam bir programı geliyor.»

M üslümanlığı temelinden tehdit eden Bizans İmparatoru­nun bu koyu taassup programı da şöyle ifade edilmektedir:

« Karanl ık gecelere benzeyen asker yığınlarım peşime taka­rak «Mekke» üzerine yürüyeceğim. O şehri zaptedip mevcuda­tın en hayırlısı olan Mesih için orada bir taht kuracağım. On­dan sonra «Kudüs»e teveccüh edeceğim. Şark ile garbı fethedip Salibin dinini her tarafa yayacağım.»

Saltanat devrini bir istirdat kahraman ı şeklinde geçiren «Nicephore Phoccas. Girid ve Kıbrıs adalariyle Adana havalisi ve Suriyeyi Arablardan geri alm ış ve Nusaybin'e kadar şimalî Irak'ı yağma ve tahrip etmişti. Yine aynı Fransız müellifinin eserinden İslâmm o günkü vaziyetini anlatan şu parçayı ol­duğu gibi aşağıya alıyoruz:

«Uğradığı tefrikalar yüzünden mefluç bir hâle gelen islâm âlemi, o sırada hıristiyan müstevliye karşı müşterek bir hare­kete muktedir değildi.»

Buraya bir de bir Rus tarih çisinin şayan-ı ibret yazısını alacağız. Rus profesörü Vasiliev'in yazdığı «Bizans ımparatorluğunun Tarihi» nam eserin 1932 tarihinde Pariste Fransızca olarak basılan tercemesinin 408 - 410 uncu sahifele­rinde bu kötü vaziyet şöyle tasvir edilmektedir:

«Müslümanlar hiç bîr zaman Phocas'ın kendilerini uğrat­tığı zillet derecesine düşmemişlerdi. Adana ve Antakya ile be­raber Suriyenin bir kısmını ellerinden almış ve islâm arazisi­nin mühim bir kısmını da Bizans imparatorluğunun yüksek hâkimiyeti altına sokmuştu. On birinci asır Arab tarihçilerin­den Antakyalı « Yahya ibni Said »in izahına göre islâm eyalet­lerinin ahalisi Bizanslıların bütün Suriye ile diğer bir takım vi­lâyetleri zaptedeceğinden ve tekmil o arazinin Rumlara ait olacağından emindi.

«Nicephoren un akınları, askerleri için bir zevk oldu; zira hiç kimse kendilerine taarruz etmiyor ve karşı gelmiyordu, im­parator, canı nereye isterse oraya doğru ilerliyor, istediği yeri yıkıyor ve kendisini ondan çevirecek veyahut istediğini yap­maktan menedecek hiç bir müslümana tesadüf etmiyordu.»

Bütün bunları okuduktan sonra Osmanlı Türklerinin, bu mağrur Bizanslılarla, diğer garb devletlerinin karşısına çıkıp îslâmın şan ve şerefini kurtarmak ve sönmekte olan meş'alesini canlandırmak için yaptığı hizmetlerin ehemmiyet ve aza­meti daha iyi anlaşılır.

Türklerin müslümanlığa yaptığı bu muhteşem hizmetler vesilesiyle tarihin bir sırrını çözmek ve bir muammanın mânâ­sına ermek mümkündür. Garb, asırlardanberi bütün gücüyle T ürkün sırtına çullanmakta, olanca hıncını bizden çıkarmak istemekte, var kuvvetini aleyhimize seferber etmiş bulunmak­tadır. Bunun tek sebebinin îslâmın keskin kılına ve bayrakta­rı olan Türk milletinin elinden bu kudreti ve bu sıfatı nez'etmek evvelâ Türkü bu mevkie yükselten, ona bu kudreti bahşe­den, Türkü Türk yapan ve onu islâm ve medeniyet dünyasının bir zamanlar tek sesi ve tek hüküm sahibi yapan faktörler ne ise onları silip süpürmek... işte bir buçuk asırdanberi menba' ve masdarını bir türlü lâyıkıyla keşfedemediğimiz sır budur. Bu sırrın peşi sıra gidenlerin, bu sırra dayanıp dolaplar dön­dürenlerin maskelerini bir türlü yırtamadık, foyalarını bir türlü meydana çıkaramadık.

Bir defa b ütün hıristiyan milletler ve garbın obur sömür­gecileri, müslüman millet aleyhine yaptıkları devamlı teca­vüzleri ve tazyikleri mazur göstermek için: Müslüman millet­lerin medeniyette geriliğini, barbarlığını ileri sürüyorlar. Fa­kat kendilerinin istilâ ettikleri müslüman memleketlerinde yaptıkları zulüm ve şenaatten hiç bahsetmiyorlar. Müslüman­lar ne zaman bir yenilik, bîr icat, bir terakki, bir kalkınmaya teşebbüs etmiş, medeniyete iyi bir hizmet yapmağa kalkmışlarsa o ıslahatı, o terakki hamlesini boğmak için harb etmek ve katliâmlar yapmağı hemen lüzumlu ve mubah görüyorlar.

Garb; m üslümanların her asil ve meşru duygusunu kötüler ve çeşitli yalan ve iftiralarla ona hücum eder. Garbın kendile­ri için vatanperverlik ve milliyetperverlik dedikleri şeyi, müslüman millet için taassub ismini alır. Garbın millî gurur, millî şeref ve izzetinefis dediği şey bizim için derakap mânâsı­nı değiştirir, «ecnebi düşmanlığı» «gerilik» ismini alır. Bu mev­zuda Avrupalının en büyük hedefi Türk'dür ve bir buçuk asır­dır garb bu kahraman milletle meşguldür. Eğer harbler vesaire ile onun sırtını yere getiremez ise, elindeki diğer vasıtalarla, yeraltı faaliyetleri ve gizli teşekkülleriyle onu içinden vurmak ahlâkını, maneviyatını, asaletini, tarihini ve gururunu lekele­mek yolunu tutar. Bizim Üçüncü Sultan Selim, Sultan Mah­mut ve Sultan Mecid, hattâ hattâ Sultan Abdülâziz ve Sultan ikinci Abd ülhamid zamanlarında teceddüd ve inkılâp namiyle sarfettiğimiz bütün gayretler başta yahudiler, farmasonlar ve sömürgeciler tarafından soysuzlaştırılmak için çalışılmıştır.

Türkler yaradılışta medenî bir millettir. Garbın barbarlık ve iptidailik içinde yüzdüğü ortaçağda Türkler medeniyet yo­lunda çok ileri gitmiştir. Avrupanın bitaraf ilim adamları bir çok misallerle bunu tasdik ve teyit etmektedirler.

Bizim İslâmiyete hizmetimiz de bu nisbette büyüktür. Ce­nabı Peygamber bir hâdis-i şerifinde: «Allahın ihsanlarını mil­letimin elinden en evvel Türkler alacaklardır.» buyurmuştur. Bunun gibi bir çok hadîs-i şerifler, büyük Peygamberimizin milletimiz hakkındaki teveccühünü ve itimadım beyan eder ki bunların en mühimmi tstanbulun fethine ait olan hadîs-i şerif­tir.

Şimdi bu malûmatın ve bu mütalealarm ışığı altında tari­hin seyrini takip edelim :

ihvan23

Er meydan ında; tarih sahnesinde, başlan göklere kalkmış, kalbleri Allaha bağlanmış Türkler var. Bütün savletlere o gö­ğüs geriyor. Bütün ihtiraslar ve kinler onun üzerinde toplan­mış. Türk imparatorluğunun daha kuruluş devirlerinde Murad-ı Hudavendigâr gibi eşsiz kahramanlar garbın ayaklanmış bütün taassup kuvvetlerini bir hamlede yere seriyor, Ehl-i Salib topyekûn ve yeni baştan sernügûn oluyor. Burada istîdrâd kabilinden adlî bir hâdiseyi nakledeyim :

Sultan Murad, birle şmiş hıristiyan ordularının sırtını yere serip emsalsiz bir zafer ve muvaffakiyetle Bursa'ya avdet edi­yor. Beraberinde esir düşmüş hıristiyan prensleri ve asilzade­leri var. Bursada görülmekte olan bir dâva var... Sultan Murad şahid olarak gösterilmiştir. Kadı meşhur Molla Şemsüddin-i Fenâri ... Hükümdara soruyor, bu bir müslüman mahkemesi­dir..

? Adın ne?

? Murad...

? Ananın adı?

? Gülçîçek Hatun..

? Ne iğ yaparsın?

? Türk milletine hizmetkârlık ederim.

Ne muazzam bir hâdisedir ki Kadı, Padişahın şahidliğini kabul etmiyor. Koca muzaffer ve şevketli hükümdar adaletin hükmüne boyun eğiyor ve mahkemeyi terk ediyor.

İslâm adaletinin bu en asil örneği karşısında başta Marti Godfurva olmak üzere bütün esir asilzadeler can ve gönülden müsluman oluyorlar..

Böylece bu adalet asırlar boyu ayakta durdu, bu kılınç asırlar boyu işledi.

Ve b öylece 1762 - 1769 yıllarına ulaştık Rus Çarı Katerin Osmanlılara harb açtı. Elimizden bazı yerleri kopardı. Kırımı aldı, Sivastopol'da askerî bir üs meydana getirdi. Karadenizde büyük Odesa ticaret limanını kurdu. Artık Rusya Türk İmparatorluğunun haricî siyasetinde mühim rol oynamağa başladı. Romanya prensliklerinin ve hıristiyanlığm hâmisi oldu. 1884 de Türkistanı elimizden aldı. Ondan sonra tekmil Kafkasyanın işgalini tamamladı. Artık diğer bütün garb devletleri de hare­kete geçmişlerdi. 1798 Temmuzunda Napolyon Bonapart Mısırı işgal etmiş 1799 tarihinde de Suriyenin cenup kısmına taarruz­la Gazze, Remle ve Yafaya girmiştir. Napolyon, Alekâ kalesi önünde Cizâr Ahmet Paşadan Türkün sillesini yemiş ve yüz geri ederek geldiği yere gitmiştir. 1891 de yapılan hücumlar boşa gitmiş ise de Osmanlı devletini oldukça sarsmıştır. Bizim geçirdiğimiz bu sarsıntı diğer devletlerin de müslüman ülkele­rine tecavüzlerini mümkün kılmış, Fransızlar 1830 da Cezayiri 1881 de Tunus'u aldıkları gibi 1912 tarihinde de Merakeşi ele geçirmişlerdir. 1911 senesi Ramazan - Ağustos ayında Fas hü­kümdarı Mollay-ı Hafîz'i ziyaretimde müşarünileyh :

? Fransızların ihtirasları kabardı. Vatanımızı işgale teşeb­büs edecekler. Keyfiyeti büyük hükümdarınıza arzediniz ve yardımlarını isteyiniz demişti.

Avdetimde keyfiyeti Harbiye Mektebi M üdürü Vehib Be­ye (sonraları Üçüncü Ordu Kumandanı Vehib Paşa) arzettim, beraberce Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşaya gittik, bize şunları söyledi:

? Oğlum bu sene Harbiyeden diploma alacaksınız. Bir kaç fedakâr arkadaşınızla din kardeşlerimizin imdadına koşarsı­nız, biz de size elimizden geleni yaparız..

Felek b î nasîb milletimize yâr olmadı. Aynı sene İtalya Trablusgarbı istilâ etti ve bütün Afrika böylece müslümanların elinden, garbın emperyalist sömürgecilerinin eline geçti.

Burada bir noktay ı tekrarlamak isterim, bir kaç kitabımda yazdığım gibi: Trablusgarb, İtalyan askerî kuvvetinden ziyade, milletimizin uğradığı hıyanet yüzünden elimizden çıkmıştır. Bu hainler de malûm olan yahudilerle farmasonlardır. [5]

Bununla beraber ve hatt â yahudi ve farmasonların İtalyan meşrîk-i azamı Yahudi Nathan'dan aldıkları altmış bin altın mukabilinden Trablusgarb'daki silâhları tamir bahanesiyle İstanbula getirmek ve oradaki askeri Yemen'e sevkettirmek suretiyle hazırladıkları zemine rağmen Türk ve Trablusgarbın asil evlâtları bu lokmayı İtalyanlara kolay yutturmamışlardır. Aylarca harb etmişler ve İtalyanlara bunu pahalıya maletmişlerdir.

ihvan23

Garb; bununla kanaat etmedi. İngiltere 1839 tarihinde Aden'i zabt ve işgal ettikten başka Lehaç şehrini himayesine almış, Yemen'in cenup hudutlarından dokuz şehri işgal etmiş­tir. Bundan epey evvel İngiltere, Hindistanı zaptedip kendisi­ne müstemleke yapmış ve şayanı dikkattir ki Hint yarımada­sında yaşayan yüz elli milyon müslümanı tazyik altında bu­lundurmuş ve bütün zulüm ve ceberûtunu müslümanlara tat­bik etmiştir. Zira Hindistanda hükümranlık Müslüman unsur­lar elinde bulunuyordu. Vukuat birbirini kovalıyordu. Yine is lam ın en büyük düşmanı olan İngiltere; 1882 de Mısırı 1898 ta­rihinde de Sudan'ı eline geçirdi. Komşumuz ve din kardeşimiz İran senelerce Rus ve İngiliz tazyiki altında kaldı. Afganistan keza... Böylece garblıların müslüman memleketlerine reva gör­dükleri zulüm ve istilâ tabiatiyle aksülameller doğurdu ve garblılara, sömürgecilere, müstevlilere, emperyalistlere karşı bir ayaklanma baş gösterdi. Cezayir zulme ve işgale baş kaldırdı, isyan etti. Cezayirin cesur ve kahraman evlâdları, kadınlı, er­kekli silâha sarıldı, müstevlinin kargısına dikildi. Senelerden beri en modern silâhlarla mücehhez, asri Fransız ordusu karşısında din kardeşlerimiz vatanlarının ,istiklâllerinin, dinlerinin müdafaası için arslanlar gibi çarpışıyor, elbetteki yakında za­fere ulaşacak ve istiklâline sahip olacaktır.

Çin müslümanları da harekete geldiler. Onlar da istiklâlleri peşindedir. Sudan ve Trablusgarb da istiklâllerini istirdat ve esaret zincirlerini kırdılar.

B ütün bunlar müslüman âleminin henüz ayakta ve hayatta olduğunu gösteren delillerdir.

ihvan23

B ütün bu hâdiselere muvazi olarak garb da yürüyüşünü durdurmuş ve elini İslâm âleminin yakasından çekmiş değildir. Avrupalının bu defaki saldırışları cepheden olmaktan ziyade siyasî ve kültürel sahalardan olmaktadır. Müslümanları birbi­rine düşman etmek, aralarına nifak sokmak, harslarını boz­mak, garb hayranlığı yaratmak, çeşitli nifak ve ahlâksızlık to­humları ekmek, bugünkü îslâm düşmanlarının baş vurdukları çarelerdir.

Bat ılıların 1804 tarihinden beri, en büyük İslâm devleti olan Osmanlı hükümetini yok etmek için sarfettikleri gayret­ler müthiştir. 1804 tarihi, garbın Balkan milletlerini ayaklan­dırdığı tarihtir. 1821 de Yunanlıları kışkırtan batılı, 1830 yılın­da Yunanistanm istiklâlini sağladı ve Türkiyeden ayırdı. On­dan sonra tekmil güçleriyle Balkanlarda daimî bir sûriş ve huzursuzluk yarattılar. Devletimiz senelerce komitecilerle uğ­raştı ve 1912 faciası vukua gelerek Rumeli elimizden gitti. Bu gidi ş, Türk ordusunun kudretsizliğinden değil, düşmanların içimize soktukları fesat ve nifak yüzünden vuku buldu.

Ondan sonra s ıra, Osmanlı devletinin büsbütün tarih sahifesinden silinmesine geldi. Bunun en kısa yolu ,bu devleti vücude getiren ana unsurları birbirine düşürmek, birbirine düş­man etmekti. Türkler İttihat ve Terakki Cemiyetini, Arablar da İstiklâl Partisini kurdular. Her ikisini de kuran, her ikisini de tahrik eden dünya siyonizmidir. Ve bunu gayan-ı hayret bir maharetle yapmıştır. Her iki müslüman millet aralarına soku­lan bu fesadın nereden geldiğinin farkına bile varmadılar, belki hâlâ çoğu farkında değildir. Osmanlı devleti Kümeliyi kaybet­tikten sonra elinde kalan memleketler ahalisinin ekseriyetini Arablar teşkil ediyordu. Suriye, Lübnan, Irak, Filistin, Hicaz ve Yemen... Mühim bîr yekûn ve çoğunluk Arablarda idi. Bi­rinci Dünya Savaşında İngilterenin Arab yarımadasına musal­lat ettiği meşhur Albay Lavrens bütün çölleri tutuşturdu ve tekmil Arabları aleyhimize ayaklandırdı. Türkler içli, dışlı düşmanlarla, cephe gerilerinde, önden arkadan mücadeleye mecbur kaldı. Bütün bu tertibat İslâmın en güvenilir, en kah­raman kolu, kanadı olan Türkler aleyhine alındı. Buna rağmen Türk; dört yüz yıl her türlü hâdiselere karşı kahramanca göğüs gerdi ve en sonunda bütün bunlara inzimam eden yahudî ca­susluğu ve hiyaneti yüzünden mağlûp oldu ve memleketimiz işgale uğradı.

Yine bu arslan T ürk; hiyanet üstüne hiyanet, kahbelik üstü­ne kahbeliğe uğradığı ve vahşi hıristiyan sürülerinin barbarca izmir havalisini işgal etmeleri üzerine silâhsız, cephanesiz ve imkânsızlıklara rağmen müdhiş bir ayaklanma ve yeni baştan dört yıl süren Millî Mücadeleden sonra müstevlinin leşini ye­re serdi ve ordusunu denize döktü.

Son Ehl-i Salib harbini de T ürkler kazanmış ve istiklâlini haris müstemlekeci ve emperyalistlerin ellerinden kurtarmış­tır. Dünyaya da bir ders vermiş, kendisini yeni bastan tanıttır­ınmıştır.

ihvan23

Tarihin bu karanl ık sahifeleri kapandı. Yeni ve beyaz sahifeler önümüze serildi. Yer yüzünde bulunan yedi yüz elli mil­yon Müslümanın ekseriyet-i mutlakası istiklâllerini kazanmış bir vaziyettedirler. Uzun yıllar garbın tahakküm ve esareti altında kalmış, iliklerine kadar sömürülmüş olan Müslüman milletler başlarına gelen belâların neden ileri geldiğini anla­mışlardır. Hürriyet ve istiklâl ateşi kürrei arzın her köşesinde bulunan Müslümanları tutuşturmuş, Asya ve Afrika milletleri birer birer yakalarını müstevlilerden sıyırmışlardır. Hiç şüphe edilmemelidir ki Müslümanlar istiklâllerini artık kolay kolay ellerinden kaptıracak değildirler. Hem de buna, dünyanın bu. karışık durumunda kimsenin gücü yetmez. Şunu unutmamalı ki, içimize sokulan Siyonistler ve onlara bağlı teşekküller Müs­lüman milletleri kendi hallerine bırakacak değillerdir. Çeşitli propagandalar ve bozguncu faaliyetler komşuları birbirine dü­şürmek ve Müslüman milletleri birbirinden uzaklaştırmak için durmadan çalışıyor. Buna el birliğiyle çare bulmak ve her tür­lü fesadın önüne geçmek tedbirleri almak bugünün Müslüman­ları için farz-ı ayındır. Bunun için düşünülen en büyük çare ve teşekkül şu olmalıdır

ihvan23

BİRLEŞMİŞ İSLAM MİLLETLERİ»

Bu hareket zannolundu ğu kadar basit ve kolay değildir. Bundan evvel asırlarca «İttihad-ı İslâm» ismi altında fikir saha­sına sürülmüş olan bu ideal bir çok istihaleler geçirmiş ve birçok manilerle karşılaşmıştır. Yahudilerin Alliance İsraelite Üniverselle, yâni dünya yahudi ittihadı fikrini tasvip ve takdir eden bazı soysuzlar «Müslüman Birliği» fikrini bir gerilik, bir taassup şeklinde tasvir etmişler ve çeşitli zehirli propaganda­larla bu fikrin aleyhinde bulunmuşlardır. Yahudi emrindeki bütün dünya matbuatı bu mefkureye karşı cephe almıştır. Her memlekette yahudiye kiralanmış kalemler bu ideal aleyhine çalışmıştır.

Yer y üzünde mecmu nüfusları ondört milyonu geçmeyen ve hiç bir memlekette, hiç bir millet tarafından sevilmeyen bir avuç yahudinin ittihat ve tesanüt sayesinde ne muazzam isler ba şardığı, ne mertebe muvaffakiyetler kazandığı dünyanın hay­ret nazarları Önündedir. Hiç kimse bu kuvveti inkâr edemiyor.

Bu birlik, bu tesan üt, bu gayret sayesindedir ki bu bir avuç yahudi, sesini bütün dünyaya duyuruyor ve sözünü bütün in­sanlara dinletiyor. Hedefine ulaşmak için de gece gündüz çalı­şıyor.

«Birleşmiş İslâm Milletleri» fikri; Müslüman milletleri bir daha teker teker yakalayıp onları soymak ve istiklâllerini çiğ­nemek isteyen emperyalistlere karşı tek müdafaa caresidir. Komünizmin karşısına yıkılmaz bir set gibi çıkacağı için bütün dünyaca zaruri bir kuvvettir.

Birle şmiş İslâm Milletleri İdeali, en geniş mânasiyle bütün Müslümanlar atasında birlik ve tesanüt hissidir ki dinimizin kuruluşunda ve esasında bu fikir mevcuttur. Büyük Peygam­berimiz, Müslümanlar arasında kardeşlik ve tesanütte fevkalâ­de ehemmiyet vermişlerdir; o derecede ki, bin üç yüz yıl bu fi­kir zayıflamadan ayakta durmuştur. Bugün dahi Müslümanlar orasında, diğer hiç bir dinde görülmeyen bir kardeşlik rabıta ve hissiyata mevcuttur ki, diğer dinlerde emsali görülmez. İs­rail oğullan bu bağı koparmak, bu rabıtayı bozmak, bu birliği parçalamak için asırlardanberi yorulmadan çalışıyor. Başlan­gıçta mezheplere ayırmak suretiyle yaptığı bu işi bugün muh­telif Müslüman milletler arasına soğukluk ve nifak sokmakla yapıyor.

«Birleşmiş İslâm Milletleri» idealine hizmet edecek vasıta­ların başında «Hac» müessesesi gelir, her sene dünyanın dört bucağından Kâbe-i Muazzamaya gelen yarım milyon Müslü­man, Müslümanlığın mühim meselelerini gözden geçirip buna dair müdafaa ve terakki plânlan hazırlarlar ki bu sıfatla Hac; daimî ve müselsel bir İslâm kongresi demektir.

Şayanı memnuniyettir ki, uzun zamandan beri Asya ve Afrikada her sene bir İslâm kongresi toplanarak dâvalarımız göz­den geçiriliyor ve lüzumlu kararlar alınıyor. Bu sebeple nev'ima bir İslâm birliği manzarası arzeder. İki senedenberi 35 mil­yon ahalinin hepsi Sünnî Müslüman olan Garbi Afrikadaki Ni­jerya hükümet merkezinde «İslâm Liderleri Kongresi» toplan makta ve m ühim kararlar almaktadır. Gayet radikal ve ehem­miyetli kararlar meyamnda şunlar vardır:

1 ? Her memlekette Müslüman kardeşliği ve tesanüdünü takviye etmek için sürekli neşriyat yapmak.

2 ? Bunun için mühim merkezlerde matbaalar ve neşri­yat müesseseleri meydana getirmek.

3 ? Müslüman münevverlerini müteaddit seyahatlerle İs­lâm ülkelerinde dolaştırıp aramızda yakınlık tesis etmek vs tesanüdü takviye etmek.

4 ? Müslüman milletlerden her hangi birine yapılacak tecavüz ve haksızlığa karşı el birliği ile cephe almak.

5 ? Müslüman milletler ticarî ve iktisadî münasebetlerde birbirlerine destek olarak yardımlaşma temin etmek...

Nijerya, tabi î serveti gayet bol bir memlekettir. Türkiye ile geniş mikyasta ticaret yapmak ve münasebet tesis etmek arzu­sundadır. Bizim için fevkalâde bir döviz kaynağıdır, İki sene üst üste toplanan bu kongreye davet ve riyaset divanına bu âciz seçilmiş isem de Celâl Bayar'ın kat'î emir ve talimatı üzerine pasaport alıp, Türk'ün sesini yükseltmek imkânını bulamadım. Ne acıdır ki israil Dışişleri Vekili Bayan Gold Meier, o bakir memleketleri karış karış gezerek müthiş iktisadî menfaatler te­min etmektedir. Afrikada her gün istiklâle kavuşan milyonlar­ca insanın ekserisi Müslümandı. Ham madde kaynaklan, dö­viz hazineleriyle dolu olan bu memleketler, Türkiyeyi tercih etmekte ve bize ağabey gözüyle bakmaktadırlar. Ne çare ki yollar kapalı, imkânlar mefkud, düşmanlarımız mebzuldür. Böyle olmasa, memleketimiz için ne büyük iktisadî menfaatler elde edilebilir.

ihvan23

#55
Birleşmiş İslâm Milletleri» mefkuresini gerçekleştirmek hududuna yaklaştıran hâdiselerin başında, yukarıda da yazdı­ğımız gibi Fransızların Cezayir'i istilâsı, Rusların Kafkasyayı zabtetmeleri, İngilizlerin Hindistan ve diğer Müslüman memleketlerini hükümleri altına alması başlıca sebep teşkil eder, Bu hareketler ve tecavüzden sonradır ki Müslüman milletlerde birle şmek ve kuvvetlenmik fikri meydana geldi. Cezayir'de Emir Abdülkadir, Kafkasya'da imam Şamil gibi büyük kahra­manlar garbın hunhar müstevlilerine karşı cephe aldılar ve senelerce emperyalistlerle mücadele ettiler. Bugünkü Cezayir istiklâl hareketi, birincinin devamı ve tamamıdır. Müslüman milletler arasında maatteessüf sıkı bir rabıta ve bir teşkilât mevcut değildir. Buna rağmen sömürgecilerin istilâ hareketleri bütün İslâm âleminde aksülâmeller ve fırtınalar koparmış, Türk milletinin şanlı istiklâl savaşlarında son mânasını bulan ayaklanmalar, bizim zannolunduğu gibi uykuda olmadığımızı göstermiştir.

Garb'a ve onun zulm üne baş kaldıran hâdiseler meyanin­de 1871 de Sudan'da vuku bulan büyük ihtilâli unutmamak lâ­zım gelir. Bu muazzam ihtilâl taa on dokuzuncu asrın son se­nelerine kadar İngiliz hükümetini işgal etmiştir.

Müslüman hareketi bu kadar da değildir. Afganistan ve Hindistan da İngilizlere baş kaldırmaktadır. Bu hareket daha sarka yayılmış Çin Türkistanı ve Çinin Yennan eyaletindeki Çin Müslümanları pek şiddetli kıyam ve ihtilâl tertip etmiş­lerdir. Zafer îslâm cephesindedir. Fakat henüz kat'î netice alın­mamıştır. Bu netice, yeryüzündeki bütün dindaşlarımızın bu muazzam mefkure etrafında birleştikleri gün gerçekleşecektir. O zaman zengin Müslüman ülkeleri, refah, saadet ve emniyet içinde yaşayacaklardır. Dünya sulhuna hizmet edecek ve yer yüzünde nâzım rolü oynayacaktır. Bu ideal gerçekleşmesin di­ye düşmanlarımızın fevkalâde çalıştıklarını daima hatırda tut­mak lâzımdır. Orta Doğunun iki büyük milleti olan Türk ve Arablar arasına suitefehhümler koyan onlardır. Aramızda bizi bile birbirimizden soğutan onlardır. Her masum fikre siyah bir leke süren onlardır. Milletleri huzursuzluklara sürükleyip bu sayede kendi refah ve servetlerini temin edenler onlardır.

Onlar kim?

Art ık Müslüman milletlerin, profesöründen en cahil köy­lüsüne kadar bilmeyen kalmadı. İnsanlar düşmanlarını tanıdık­tan sonra gerisi kolaydır. Yeter ki, fertler ve cemiyetler dostlarını ve düşmanlarını iyi tanısınlar.

Bug ün Müslümanlık yeni hamleler ve kalkınmalar içinde­dir. Eski atalet ve uyuşukluğu yırtmış, zincirleri parçalamıştır. Uğradığı bütün suikastler ve taarruzlara rağmen, İslâmın gü­neşi koyu bulutlar arasından sıyrılmış, yine eskisi gibi nuru­nu; karanlıklara gömülmüş, yolunu şaşırmış kin ve ihtiras için­de bunalmış Avrupalının üstüne saçıyor. Sıcak harp, soğuk harp ve korkunç üçüncü dünya harbinin endişesi içinde huzur ve sükûnu kaybetmiş Avrupalı; Müslüman milletlerin varlığın­dan cesaret alıyor ve bu varlık ona ümit ve teselli veriyor.

M üslümanlık bütün Afrikayı başlan başa istilâ ediyor, Af­rika zencileri bu din sayesinde en kısa yoldan ve gayet sür'atle medeniyete kavuşuyor. Müslümanlık Afrikada şayanı hayret bir surette yayılıyor, orada putperestliği ortadan kaldırıyor, misyoner faaliyetini hiçe sıfıra indiriyor.

B ütün dünyada Müslümanlık kafiyen duraklamadan iler­liyor. Önüne çıkan bütün manilere ve zorluklara rağmen azim­le, imanla ve yeni bir şevk ve hevesle ilerliyor. Artık Müslü­manların hiç bir şeyden korkuları kalmamıştır. Bütün rakip­lerini kinsiz, nefretsiz soğukkanlılıkla karşılıyor. Bu; imanın­dan aldığı itimadın neticesidir. Garb'ın ve Amerika'lının kıy­metli şahsiyetleri Müslümanlığın zaferini ve kuvvetlenmesini can ve yürekten arzuluyor.

Yahudi zekâsının mahsulü olan ve onun şeytanî metodlariyle işleyen; milletlerin dirlik ve düzenliğini bozan, müesses nizamları yıkan, mukaddesat, din, iman, mal ve mülk tanımıyan komünizmin karşısına ancak Müslümanların çıkacağını bi­len garbın insaf ve idrak sahibi insanları bugün Müslümanlı­ğın birlik içinde ve kuvvetli olmasını samimiyetle istiyorlar. Düşmanlar bunu bildikleri için var kuvvetleriyle ve çeşitli vasıtalariyle manevî cephemize saldırıyor. Bu manevî cepheyi sarsmak, ellerinden gelirse yıkmak için fasılasız çalışıyorlar. Her çareye baş vuruyorlar..

* * *
r.»

M üşarünileyh bu veciz beyanatiyîe pek çok şeyler ifade et­mek istemiştir ki, anlayanlara ne mutlu! irtica diye bütün mu­kaddes hislere ve masum hareketlere saldıran insanlar, her tür­lü mukaddes ve asil duygulardan tecerrüd etmiş, robotlaşmış, midesi ve şehvetiyle müteharrik insanlar görmek isterler ki, bu sayede milletlere kolayca zincir vurulur ve o çeşit millet­leri iliklerine kadar soymak mümkün olur. Meşhur müsteşrik Vamberi'nin Londrada 1906 tarihinde neşretmiş olduğu Wastern Culture in Eastern Lands nam eserinin 351 inci sahifesinde şu malûmatı buluyoruz:

«Kırım harbinden biraz sonra Âli Paşanın konağında, İs­lâm dininin uzak yerlerinden İstanbula gelmiş «İslâm Birliği» mefkûrecileri toplanmışlardı.»

Demek oluyor ki bu fikir etraf ında vaktiyle oldukça gayret­ler ve himmetler sarf olunmuştur. Şu var ki o gün ve bugün böyle bir ideal müthiş düşmanlarla karşı karşıyadır. Başında beynelmilel siyonizm ve onun emrindeki görünür, görünmez bütün teşekküller... Paralı, pullu, teşkilâtlı, gazeteli, kulüblü, localı, bankalı... Hülâsa her türlü imkânlara sahip ve cümlesi bir kaynaktan zehirini alan ve en ufak, en küçük, en masura arzulara, yaygaralarla, ağız birliğiyle, el birliğiyle cephe alan... Her sesi boğan, her kıpırdamayı olduğu yerde felce uğratan bir düşman... Yalanın ve iftiranın yaratıcısı bir düşman! Bu düş­manın tek... Ama tek kuvveti.. Müslümanlar arasındaki dağı­nıklık ve anlaşmazlıktır.

Anlaşmazlıkları onlar icat ederler, araya bir fırsat sokarak bu vahdetin gerçekleşmesine onlar engel olurlar.

Beynelmilel düşmanların teşkilât ve faaliyetlerini yenerek yeryüzünde bir İslâm birliği; bizim bulduğumuz ve düşündü­ğümüz tarzda bir «Birleşmiş îslâm Milletleri» mefkuresinin tahakkuku bin türlü zorluk ve mânilerle çevrilidir. Bizim eli­mizde vasıta olur, Müslümanlar samimî bir surette bu mefku­re etrafında toplanacak olurlarsa, hasımların bütün faaliyetle­ri ve baltalama hareketleri boşa gider.

Biz Türkler, böyle mukaddes bir mefkureyi kafiyen hiçe sayamayız. Bunun bu asırda bir faidesi yoktur diyemeyiz. Önü­müzde canlı, tarihî ve çok kuvvetli misaller vardır. İstiklâl Savaşları... Biz bu mücadeleye girdiğimiz vakit, göğsümüzdeki imân, ruhumuzdaki vatan aşkı. gönüllerimizdeki istiklâl ate­şinden başka silâhımız ve istinatgahımız yoktu. O vakit baş kumandandan dümen neferine kadar cümlemiz bir tek ümidin sıcak tesellisinden kuvvet alıyorduk O da Müslümanlığımız... Bu ümid ve bu his hiç de boş değildi. Hint yarımadasında yaşa­yan din kardeşlerimiz ingiliz zulüm ve ceberrutuna baş kaldır­dılar, isyanlar ve mitingler tertiplediler. Kitaplar, gazeteler, broşürler neşrettiler. Konferanslar verdiler ve Türke reva gö­rülen bütün bu haksızlıkları İSLAMA ÇEKiLEN KILIÇ diye vasıflandırdılar ve bu isimde kitaplar neşrettiler, grevler yap­tılar ve ingilizleri hayli zor duruma düşürdüler. Pakistan müslümanlan her türlü fedakârlıkta bulundular, mekteplere boy­kot yaptılar ve bize büyük para yardımlarında bulundular. Medeniyet dünyası ve beşeriyet önünde hakkımızı müdafaa et­tiler. Biz bunun büyük faidesini gördük, nasıl inkâr edebiliriz? Bu canlı ve tarihî misaller bize müdafaa ettiğimiz tezin hiç de boş olmadığını gösteren birer vesikadır.

* * *

İslâm Birliği fikrinin tarihimizde ve bilhassa son asırda en büyük kahramanı hiç şüphesiz İkinci Sultan Abdülhamid'dir. Müşarünileyh otuz yıl fasılasız bu dâva peşinde koşmuş ve bü­yük izler bırakmıştır. Aleyhinde yapılan her harekette bu faaliyetin tesiri olduğu muhakkaktır. Onun zamanı saltanatında dünyanın en uzak köşelerinden muteber zevat gelerek müşa­rünileyhe dindarâne hürmet ve tazimlerde bulunuyordu. Bir çok insanlar bu haleti ruhiyenin bir vecd ve heyecan halinde kalıp fiilî ve amelî netice vermediğini ileri sürerler. Bu da ta­rafsız bir görüş değildir. «Müslüman Birliği» ideali bu asırda «taarruz» için değil «müdafaa» içindir. Faidesi de yukarıda yazdığımız gibi Millî Mücadelede görülmüştür. Dünya müslümanlarını bu ateş, harekete getirdiği gibi Türk milletini de si­lâhsız ve cephanesiz cephelere sevkedip mucizeler yaratmasına saik olan da bu imândır.

* * *

Müslüman kardeşliğinin bizim yaşadığımız devirde çok şa­yanı dikkat ve asil örneklerinden birini Trablusgarb harbi teş­kil eder. İtalyanların yahudi ve mason teşkilâtı sayesinde ko­layca istilâ ettikleri bu müslüman memleketinde derakab ku­rulan harb cephesinde Türk ve Arabların nasıl bir müslümanlık ateşi ve heyecaniyle birleştikleri, kardeş gibi omuz omuza döğüştükleri herkesi ve bütün dünyayı heyecana sevketmiş ve garbi hayli düşündürmüştü. O zaman ve ondan sonra Birinci D ünya Savaşında Mısırlı dindaşlarımızın gösterdikleri alâka ve heyecan İngilizleri ziyadesiyle sarsmıştı.

Hindistanın müslüman liderlerinden Şeyh Muhammed Mi'metullah 1913 senesi Teşrinievvelinde Asiatic Eeview is­mindeki gazetesinde: «Son Türkiye vukuatı ve müslüman Hin­distan» başlıklı makalesinde şöyle yazmıştır :

«İngiliz devlet ricalinden şunu rica ediyorum: Milyonlarca Müslüman tab'anın galeyan ve hiddeti birdenbire alevlenip bir felâket doğurmadan evvel, İngiliz Hükümeti, Türk düşmanlığı siyasetini değiştirsin!..»

Bu kadar sarih, ve canl ı misaller bu dâvanın ne kadar mü­him olduğunu göstermeğe kâfidir sanırım.

Birinci D ünya Harbine geliyorum. Bu harbde Türk Milleti, mucizeler vücude getirmiştir. Buna mucizeden başka bir isim verilemez. Zira; Birkaç tümen Türk askerinin çelik kaleler, dev toplar, müttefik donanmaları ve Avrupanın muazzam devletlerinin muazzam kara ve deniz ordularını, sadece göğsündeki imânla karşılayıp Gelibolu yarımadasından hüsran ve mahcu­biyetle yere sermesindeki en büyük sır Türk Mehmetçiğin ma­nevî cephesindeki kuvvetten başka bir şey değildir. O zamanın hükümeti, bütün dünya müslümanlarını cihada davet etmişti. Bu davetin boşa gittiğini söyleyenler olmuştu, katiyen ya­lan! Garb devletleri idaresinde veya kontrolünde bulunan müslüman memleketlerinde bu davet fırtınalar koparmış, is­yanlar doğurmuştur. Mısırda öyle büyük heyecan ve karkagaşa­lıklar olmuştur ki, bu kasırga ancak kuvvetli İngiliz askerî bir­liklerinin sayesinde ört bas edilebilmiştir. Aynı zamanda Trablusgarbda ihtilâller çıkmış, İtalyanlar deniz kıyılarına kadar sürünüp atılmıştır. Bu hâdiselerde, «İki Devrin Perde Arkası» eserinin müellifi olan Süvari Miralayı Hüsameddin Ertürk be­yin büyük himmeti sebketmiştir. Hüsameddin bey, bir denizaltı ile bütün şimalî Afrika memleketlerini dolaşmış ve müslüman halkların gönüllerini tutuşturmuştur. Ne çare ki nasibsiz mille­timiz, kendi gafletinin eseri olarak bağrına bastırdığı bir sürü s ığıntının ve onların yeryüzündeki teşkilâtının suikast ve hiyanetine kurban giderek harbi kaybetmiş, Ehl-i Salib donan­masının memleketi mağrûrâne istilâsına şahit olmuştur.

Bizim, din kardeşlerimizi cihada davet edişimiz Afrikada, İngiliz idaresinde bulunan bütün müslümanları 1915 de ihtilâ­le sevkettiği İngiliz hükümet ricalinin itiraflarından öğrenil­miştir.

Avrupal ının maskesini yırtan, onun hürriyet ve insan hak­ları perdesi arkasında saklı zulüm ve kindar hüviyetini mey­dana koyan iki yüzlülüğünü bütün âleme isbat eden Versay Muahedesi İstiklâl Savaşlarında gösterdiğimiz kahramanlık ve fedakârlıkla, süngülerimizle param parça edilmişti. Bu mua­hedede hiç bir insan ve kahramanlığa hürmet, hiç bir ölçü ve nısfet bulunmaması ve Türk'ü bütün bütün tarihi beşerden sil­me gayesini gütmesi, tekmil İslâm dünyasınm dikkat nazarını çekmiş ve bütün Müslüman milletleri isyan, heyecan ve gale­yana sürüklemişti. Versay muahedesi üzerine, yeryüzünde ya­şayan bütün Müslüman milletler o şekilde ayaklanmış, gazaba gelmişlerdi ki, birçok Avrupalılar yeryüzünde kopacak yeni ve müthiş bir fırtınanın dehşetinden titremeğe başlamışlardır. Bu hâdisenin propaganda servisleri tarafından halk efkârın­dan gizlenmesi için çok gayret sarfedilmiştir. Bu mesele hak­kında şark ve İslâm meseleleri hakkında geniş malûmat ve ih­tisas sahibi olan Leon Gaietani'nin Birinci Dünya Harbi so­nunda ve 1919 senesinde dünya matbuatında çıkan şu beyanatı çok dikkate şayandır :

«Bu hiddet ve asabiyet bütün Müslüman ve şark medeniye­tini kökünden sarsmıştır. Çinden Akdenize, uzak şarktan, uzak garbe kadar tekmil şark âlemi hiddet ve heyecan içindedir. Her yerde garblılardan nefret ve onlara karşı kin ateşi alev alev yanıyor. Fastaki karışıklıklar, Ceyazirdekî ayaklanmalar, Trablusgarbdaki hoşnutsuzluklar, Mısırda, Arabistanda ve çöllerde «milliyetçi grupların hareket ve faaliyetleri», bunların cüm­lesi aynı derin hislerin, aynı Müslüman kardeşliğinin, aynı Müslüman tesanüdünün birer tezahürüdür, şark âleminin Av­rupalıya ve garb medeniyetine birer isyanıdır.»

Bu beyanat üzerinde duralım ve ondan sonraki vukuatı ta­kip edelim. Müslüman milletler; son haddini ve son misalini Türk milletinde gördüğü garb ihtiras ve barbarlığına karsı baş kaldırmıştır. Evvelâ, bizim mîllî mücadelemiz esnasında rnaddî, manevî surette Türk milletini desteklemişler, sonra da garblıları insafa ve yola getirmek için her türlü tazyiki yapmışlar, her çareye baş vurmuşlardır.

Sonra ,asil ve kahraman Türk milletini ve onun başardığı mucizeleri örnek alarak yer yer isyanlar ve kıyamlar tertip et­mişler ve hemen hemen Müslüman milletlerin cümlesi esaret zincirlerini kırarak istiklâllerine kavuşmuşlardır. Şimdi tek ba­sına, hürriyet ve istiklâli için emsalsiz kahramanlık ve sonsuz fedakârlıklar gösteren «Cezayir» kalmıştır ki onun da yakında semalarında ayyıldızlı bayrağı dalgalanacak ve kâbus o kahra­man diyarın sırtından kalkacaktır.

Bütün bu hâdiseler gösteriyor kî, Müslüman milletlerin kendi aralarından ne kadar, ufak tefek ihtilâflar olursa olsun, hariçten vuku bulan tecavüz ve müdahaleler Müslümanları he­men bir gaye uğrunda birleştiriyor ki bu; teşkilâtsız ve isimsiz bir nevi «Birleşmiş islâm Milletleri» nden başka bir şey de­ğildir.

Müslümanları birliğe ve kardeşliğe sevkeden sebeplerin başında sömürgeci ve emperyalistlerin asırlardan beri şahidi ol­duğumuz zulümleri ve i'tisâfları gelir. Haddizatında Müslü­manları birbirine bağlayan derin kardeşlik hisleri, aynı iman esaslarında, aynı medeniyet yolunda yürüyen ve aynı mukad­des gayeye koşan, yeryüzünde barış ve saadeti hedef tutan in­sanların ruhlarında mevcut derin duyguların muhassalasıdır. Bu; sadece dinî değil, aynı zamanda sosyal bir ihtiyacın mah­sulüdür; ve bütün dünya Müslümanları «Medeniyet-i Muhammediye» nin yeryüzüne yayılmasını kendileri için vazife bil­mektedirler.

ihvan23

#56
Sir T. Morison'un yazm ış olduğu England and îslâm ,yâni ingiltere ve islâm ismini taşıyan eserinde bu mevzu hakkın­da şu mütalâa vardır:

«Yeryüzünde hiç bir Müslüman yoktur ki; islâm medeni­yetinin ölmüş olduğunu veyahut tekrar kalkınıp, genişlemeye­ceğine inanmış olsun. Hakikatte herkes islâm medeniyetinin buhran geçirdiğini ve sarsıldığını kabul eder ve bunun sebep­lerini bilir. Vaktiyle hıristiyanlık da insanları dar bir taassup ve zulmet içinde bırakan batıl fikirler yüzünden sukut etmişti. Ama şimdi herkes, Müslümanların inkılâblar ve yenilikler dev­rine girdiğini, garbe bakarak ondan şevk ve gayret aldığını ve islâm medeniyetinin yeni baştan canlandığını ayan beyan gör­mektedir.»


Şimdi bir de, mühim bir Müslüman şahsiyetin şayanı dik­kat fikirlerini gözden geçirelim: Bu zat, tahsilini Avrupada yapmış Tuloz Üniversitesinden hukuk diploması almış Mısır hâkimlerinden «Yahya Sıddıks dır. Bu zatın Arabca olarak neş­rettiği «Müslüman Milletlerin Uyanış ve intibahı» isimli ese­rinden şu parçayı alıyorum:

Büyük hükümetlerin müthiş bir surette silâhlanmaları yüzünden kendilerini iflâsa sürüklediklerini görüyoruz. Bu muazzam hükümetler, birbirlerine meydan okuyorlar, yekdi­ğerini tehdit ediyorlar. Devamlı surette ittifaklar aktediyorlar ki, bu ittifaklar dünyayı altüst edecek ve yeryüzünü harabeler, ateş ve kanlar kaplayacaktır. İstikbâl Allahındır ve onun ilâhî iradesinde başka bir şey baki değildir.


Soysuzlaşmış garb âleminin bu hali, kendimize örnek et­mek istediğimiz tekâmül ve terakkinin eseri midir? Acaba Av­rupa iki üç asırdan beri müthiş çalışması neticesi olarak tekmil varlığını harcamış mı bulunuyor? Avrupa daha şimdiden de­jenere olmuş da bunun yerine daha az soysuzlaşmış, daha az sinirli, daha genç ve gürbüz, daha sağlam milletlere mi mev­kiini terkedecektir. Benim kanaatımca Avrupa yükseleceği ka­dar yükselmiş, zirveye ulaşmıştır. Onun bugünkü itidalden uzak, müstemlekecilik gayreti kendisi için bir kuvvet değil, bir zaaft ır. Avrupa, bugün görünen parlak kudretine ve ihtişamı­na rağmen eskisinden çok daha zayıftır, hastadır, muztariptir, ve bunu gizlemekten âcizdir. Artık onun kaderi taayyün etmiş­tir.


Avrupalının memleketimizle olan teması ve münasebetleri bize maddî ve manevî cihetlerce hem çok iyilik etmiş, hem de çok fenalık etmiştir. Fenalık ahlâk ve siyaset cihetinden olmuş­tur. Müslüman milletler daimî mücadelelerle bitap düşmüşler ve parlak medeniyetleri ve müreffeh hayatları yüzünden inhitat etmişler ve tabiatiyle zayıf düşmüşlerdir. Fakat bu milletler tamamen bitmiş, mahvolmuş değillerdir! Silâh kuvvetiyle ta­hakküm altına alınmak istenen Müslüman milletler, Avrupalı­ların tazyik ve hükümleri altında dahi birlik ve tesanütlerin­den bir şey kaybetmemişlerdir...


Biz M üslümanların şu son senelerde ilimde ve fende, ede­biyat ve sanatta terakkimiz o derece büyük olmuştur ki, böyle giderse elli sene sonra Avrupalılara ulaşırız...


Son as ır bizim için yeni bir uyanış ve kalkınmanın mes'ut başlangıcı olacaktır. Her ırk ve millete mensup bütün Müs­lümanlar canlanıyorlar. Hepimiz kültür, say-ü gayret, san'at ve irfanın kıymet ve ehemmiyetini idrak ediyoruz. Şarkta müslümanlar arasında şayanı hayret bir faaliyet vardır ki bu, bun­dan yirmi beş yıl önce bütün dünyaya meçhuldü. Bugün şarkta ve Müslüman milletler arasında hakikî bir «efkârı umumiye» mevcuttur.


Art ık hepimiz metin olalım, çalışalım ve ümit edelim! Bu­gün terakki yoluna girmiş bulunuyoruz, bundan istifade ede­lim... Bize bu inkılâbı yaptıran bizzat Avrupalının zulmü ve istibdadıdır, inkişafımızı ve terakkimizi temin eden, Müslü­manları tahrik eden âmilde Avrupa ile olan temasımızdir. Bu hal tarihin tekerrüründen ibarettir. Bütün muhalefetlere, mu­kavemetlere ve zorluklar?, karsı Allahın İradesi karşı geliyor. Avrupalının Asya halkı ve Müslüman milletler üzerindeki tehakkümü yavaş yavaş kalkıyor ve Asyanın kapıları Avrupa­lıların yüzüne kapanıyor! Önümüzde büyük inkılâpların eser lerini görüyoruz ki, bugüne kadar dünya tarihinde eşine rast­lanmamıştır. Önümüze yeni bir devir açılıyor!»

Mısırlı müellifin kitabından mühim gördüğümüz parçaları yukarıya aldık. Müellif bu eserinde cidden kehanet derecesinde mütalâalar ileri sürmüştür. Bu eser yazıldığı zaman henüz Bi­rinci Dünya Harbi vuku bulmamıştı. O harp bir çok hanümanlar yıktı ve medeniyeti sarstı, dünyayı sefalet ve ıstıraba boğdu. Müellif garbın müthiş silâhlanması yüzünden kendi kendini iflâsa sürüklediğini yazmıştı. Öyle de oldu ve İkinci Dünya Harbi insanlığı mahv ve perişan etti. Maddesini, mânasını harab etti, yıktı kül etti. Fakat sulh olmadı. Soğuk harb ismi al­tında devam ediyor. Atom, Hidrojen, Füze ve daha henüz açık­lanmamış nice silâhlar icap ve istif ediliyor. Biz Müslümanlar bundan istifade etmeliyiz ve ediyoruz da... Cezayirden başka esaret zincirlerini kırmamış millet hemen hemen kalmadı. Ce­zayir işi de yakında halledilemezse ?ki, mutlaka halledilecek­tir? ki o zaman yeryüzündeki bütün Müslüman milletlerin gö­rülmemiş bir el birliği, müthiş bir tesanüt ve hamlesi sayesinde o da istediğimiz gibi hallü fasl edilecek, yeryüzünde tahak­küm ve esaret altında hiç bir Müslüman millet ve memleket kalmıyacaktır.

Her fırsat düştükçe tekrarladığımız gibi garbın sömürgeci­liği ve sultasından yakasını sıyırmış olan Müslüman milletlerin karşısında daimî, kadim ve en tehlikeli bir düşman vardır. Bu düşman «İsrail»dir ve koynumuzda cephe tutmuştur. Onun teşkilâtı, gazeteleri, propagandası, fitnesi ve fesadı ve hepsinden ziyade parası bizim baş düşmanımız ve tehlikemizdir. Bütün esaret zincirlerini kırmış, meskenet ve ataletten sıyrılmış, ce­haletin acısını tatmış olan Müslüman milletler yeni ve müthiş bir inkılâp ve terakkinin içindedirler. Bunların birleşmesine, kuvvet haline gelmesine, eski şevket ve itibarı kazanmasına şimdi garb değil, daha ziyade Siyonistler mani olmak istiyor. Garb ve Amerika, bugün bütün beşeriyeti tehdit eden komü­nizmin karşısında en kuvvetli olarak kurulacak cephenin, ma­nia hattının Müslümanlar olduğunu biliyor ve takdir ediyor. Onun i çin muvakkaten nazarlarımızı garblılardan çekerek is­rail üzerine döndürelim: Araplarla - Türkler arasında yeni bir sui tefehhüm var. Bu fesat, İsrail'den gelmiştir. Afrikada Milyonlarca Müslüman istiklâline kavuşmuştur. Oraları ser­vet hazineleri ve ham madde kaynaklariyle tıklım tıklım dolu­dur. İsrailin koca karı Hariciye Vekili nefes aldırmadan o bakir memleketlere koşuyor, fesat tohumunu ekiyor ve bu defa silâh­la değil, iktisadî ve malî yollarla o zengin memleketleri sömürmeğe teşebbüs ediyor. Afrikanın garbında otuz beş milyon nü­fuslu, hepsi zenci ve Sünnî Müslüman olan saf, temiz, iyi kalbli Nijeryalılar yukarıda yazdığımız gibi her sene bir «islâm Li­derleri Kongresi» topluyor, bizi davet ediyor, fakat ben gidemiyorum. Bayar'ın emri bu... Nijeryalılar, bu, Afrika'nın bizden fersah fersah uzak köşesindeki Müslüman kardeşlerimiz di­yor ki:

«İslâmın rehberi, ümidi, lideri, ağabeyi Türklerdir. Onların şanlı tarihlerini ve Islâmiyete yaptığı hizmetleri ve fedakârlığı biliyoruz. Başka milletleri ve onların zâlim idaresini gördükten sonra, şimdi Türklere daha çok hürmet ediyoruz. Bu millet bi­zim de, bütün Müslüman milletlerin de, medeniyetin de ümidi ve meş'alesidir.»

Evet bu; bizzat o milletin rüesasının, liderlerinin kendi ifadeleridir. Ne çare ki, yahudi ve dönme; kemal-i izzet ve iti­barla kollarını sallayarak gidiyor, biz yerimizde sayıyoruz. Mı­sırlı müellifin dediği gibi «irâde Allahındır», bu irade bizi yur­dumuzda hapseden insanları, simdi bütün dünyadan tecrit edi­yor, ıssız adalarda derin bir sessizliğe mahkûm ediyor...

Garb î Afrikadan bahsettik. Asya Müslümanlarının bize olan hürmet ve bağlılıkları hiç de ötekinden aşağı değildir. Bi­zim İstiklâl Savaşımız esnasında Hint yarımadasında yüz mil­yonu bulan din kardeşlerimizin Türkiye'ye reva görülen haksızlıklara karşı kopardıkları figân ve isyan ingilizleri dehşete sürüklemişti. Sir Teodor Morrison'un bu husustaki sözleri çok mühimdir, diyor ki:

«İngiliz halk efkârı şarktaki hâdiselerin vahametini anla­yacak vakte gelmiştir. Türkiyenin parçalanmak istenmesinden dolayı bütün Müslüman dünya hiddet ve ateş içindedir. Kabil ve Kahire gibi merkezlerde şiddetli kargaşalıkların çıkması, bu geniş nefret ve hiddetin göze batan eserleridir. Ben, Hindis­tan Müslümanlariyle otuz sene temas halinde bulundum, bunun için Türk İmparatorluğunun parçalanmak istenmesine karşı Müslümanların duydukları gayet şiddetli küskünlük ve tehev­vürden İngiliz halk efkârını haberdar etmeyi kendime vazife bilirim. Pek âlâ anlaşılıyor ki: Versay'da toplanan politika adamları Türk yurdu dışında Türkleri seven ve acıyan kimse yoktur zannettiler. Bu, müthiş ve felâketli bir ihtardır. Bugün Müslümanların ne derece müthiş bir infial içinde olduklarını anlamak için Londradaki Müslümanlarla konuşmak bile kâfi­dir. Bizzat Hindistnada Peşaver'den tutunuz da Arkot'a kadar bütün İslâm âlemi Türkiye meselesinden dolayı korkunç bir kazan gibi kaynamaktadır. Hindistan Müslüman kadınları ev­lerinde bu meseleden dolayı ağlıyorlar. Tüccarlar, yâni bu si­yasete ehemmiyet vermeyen insanlar mağazalarını, dükkân­larını, yazıhanelerini terk ederek gösteriler, nümayişler ve pro­testo mitingleri yapıyorlar. Din adamları bile uzletgâh ve İba­dethanelerinden, Müslümanlığın bu şekilde tahrip ve ifnasını protesto etmek için fevc fevc harekete geliyorlar.»


Bütün bu misaller gösteriyor ki bir Müslüman birliği, kar­deşliği, tesanüdü ve en nihayet bir «Birleşmiş İslâm Milletleri» ideali hiç de ham bir hayal değildir. Bunu böyle tasvir ve ta­savvur edenler, bu mefkurenin gerçekleşmesinden korkan in­sanlar ve zümrelerdir. Onlar, asırlar boyu iliklerine kadar sö­mürdükleri Müslüman milletleri daimî derin bir cehalet için­de görmek isterler, zira bu sayede bizim hazinelerimizi soyup, servetlerimizi yağma edebilirler. Bu mefkure aleyhinde işitti­ğimin ve işiteceğimiz bütün sesler aynı menbadan, aynı yerden gelir... israil oğullarından...

Onlar ın kan, ateş, zulüm, entrika ve dalavere ile elde ettik leri mukaddes topraklarda kurduklar ı fesat yuvasını methüsena etmeyen, müstevliyi gök yüzüne çıkarmayan kalem mi kaldı?

Bug ün mazide işlenmiş günahların kefâret-i zünübü gibi, gafletten ve ataletten silkinen cemiyetler ve milletler, hatala­rını müdrik bir şekilde çalışıyorlar. Vücude gelen kuvvetli or­dular, iktisadî ve siyasî hamleler, geceyi gündüze katan gay­retler... Ve yarını milyon şehidin mübarek kanı üzerinde ku­rulmakta olan müstakil ve şanlı Cezayir... Bütün bunlar düş­manlarımızın aklını başından alıyor ve yürüyüşümüze çelme atmak için var kuvvetleriyle çalışıyorlar. Biz de uyanık ve gay­retliyiz, azimli ve kararlıyız. Bu yürüyüşü durdurmak, bu az­mi ve ateşi söndürmek için düşmanlarımızın başvurdukları ça­relerin en mühimmi, Müslüman mîlletler arasına nifak ve ay­rılık tohumlan saçmaktır . Plânlarının basına Türk milletini bütün diğer dünya Müslümanlarından tecrit etmek gelir. Bu sebeple var kuvvetleriyle bizim üzerimize çullanmışlardır. De­ğerli ilim adamımız İsmail Hamî Danişmend Beyin bir konuş­masını dinledim, hatırımda kalanları aşağıya alıyorum:

«Birbirlerini tanımayan bir çok garb müellifleri şu nokta­da fikir birliği halindedirler, o da: Türk milletini harblerle yok etmenin, tarihten silmenin imkânsızlığı.. Yine bu müelliflerin ifadesine göre Türkleri maddeten yıkmak mümkün olmadığına göre onun binay-ı manevisine hücum ve çıkar yoldur. O halde Türkleri kendi benliklerinden uzaklaştırmak ve onları besle­yen ve ayakta tutan bütün manevî faktörleri bertaraf etmek lâzımdır. Bu maksatla da garbın aleyhimizde yapmadığı kalma­mıştır. O garb ki: Meselâ Kanunî Sultan Süleyman zamanın­da, bütün medeniyet âlemi için bir örnek teşkil eden Türk ad­liyesini tetkik etmek üzere ingiltere kralı Kanunî'yo adamlar göndermiş, Türk adliyesini inceletmiş ve kendi adalet meka­nizmasını ona göre kurmuştur.»

Bu; hi ç şüphesiz Müslüman adaleti idi. Doğru işlediği müd­detçe semeresini bol bol vermiştir.

Ortada bir hakikat var. Biz bu hakikati İslâmın doğuşun­dan itibaren takip edersek; mekârim-i ahlâk ve fazilet üzerine kurulmuş bir din görürüz. Bu muazzam dinin esaslarını, emirle­rini ve nehiylerini tebliğ eden âyetler ve onların nüzul sırası ve sebeplerini de dikkatle incelersek, bütün beşeriyetin saadet ve selâmetini isteyen ve bütün insanları bir iman halkası etra­fında kardeş telâkki eden gayet muhteşem ve muazzam bir me­deniyet gözlerimizin Önünde canlanır. Biz, bu medeniyetin esas­ları, temelleri ve hikmetleriyle çok az meşgul olmuşuzdur. Hal­buki tekmil ibadetleri ve hukuk vecibeleriyle Müslümanlık ga­yet esaslı ve geniş bir medeniyetin ta kendisidir.

Bugünün ilmi; demokrasinin Müslümanlıkta esas olduğu­nu ve bu rejim ile idare edilen ilk İslâm hükümetleri, günün sahte ve yalnız isimden ibaret bir demokrasiyi değil, onun ha­kikisini yaşatıyorlardı. İlk Halife seçilen Hazreti Ebubekir'in halka yaptığı şu aşağıdaki hitabe ne kadar canlı, samimî ve ma­nalıdır. Bakınız, büyük insan ne diyor:

«Ey millet! Sizler beni; aranızda en az lâyık olanı hali­feniz olarak seçtiniz; hareketim âdilâne olduğu müddetçe beni tutunuz; olmadığı takdirde de beni tevbih ediniz ve beni uyan­dırınız. Makbul olan ancak doğruluk ve hakikattir. Yalan kö­tüdür. Ben âcizlerin müdafii olduğumdan, sizler bana ancak kanuna riayet ettiğim müddetçe itaat ediniz; fakat beni doğru yoldan en az ayrıldığımı görürseniz, artık bana itaate mecbur değilsiniz!»


Bu şahane hitabeyi dinleyen her insan bu beyandaki ve bu dîndeki büyüklüğü takdir eder. Ne yazık ki biz bu kadar haklı, bu kadar meşru, bu kadar ulvî bir dâvayı müdafaa ede­miyoruz. Müslüman Türkün ilham aldığı bu hakikî medeniye­tin düşmanları, bizi bu yol üzerinde gördükleri vakit yaygara­yı basıyorlar. Hiç bir vicdan ve ahlâk kaydiyle mukayyet ol­mayan, gördükleri bunca nimet ve lûtuflara rağmen ruhların­daki kini islâm düşmanlığını bir türlü söndüremiyen, damar­larında bir damla Türk kanı bulunmayan, ağızlan salyalı, ne, cabetsiz siyosinst ve komünist uşakları en masum ve hattâ en basit hareketlere irtica damgas ı vurmaktan haya etmezler. Zi­ra onlar bu sayede geçiniyor, bu sayede lükslerini ve şehvet­lerini tatmin ediyorlar. Bizim müdafaada gösterdiğimiz aciz, bizim dâvamızın ne kadar kutsi, ne kadar ulvî olduğunu lâyıkiyle bilmemekliğimiz Müslüman düşmanlarına kuvvet veri­yor. Her şeyi bilen Allah, bundan ötürüdür ki Kelâm-ı Kadi­minde cihadı, mücadeleyi ön plâna almış ve büyük dereceyi Allah yolunda mallariyle ve canlariyle mücadele edenlere tah­sis buyurmuştur. Ama nerede?!.. Bizim din ve Müslümanlık anlayışımız o kadar zayıf ve biçare ki, ferdî ve derunî ihtiyaç­larımız bertaraf oldu mu, artık gerisiyle meşgul olmuyoruz. Halbuki Müslümanlık cemiyete ve beşeriyete hitab eden âlem­şümul bir dindir.

ihvan23

HÜLÂSA
İsl âm güneşinin doğduğu andan, içinde yaşadığımız şu da­kikaya kadar Müslümanlığı ve Müslüman dünyasını kuş bakışı ve bitaraf bir gözle tetkik ettik. Dinin kuruluşu, yayılışı, mü­cadeleleri ve gayesiyle siyaseti hakkında az çok malûmat topladık. Bu eser, bir fıkıh kitabı olmaktan ziyade dünya niza­mında Müslümanların mevkilerini gösteren ve gidecekleri isti­kameti mehma emken tâyin eden bir kitaptır. Birbirleriyle yan yana ve muttasıl yaşayan yüz milyonlarca Müslümanın bir araya geldiği, aralarına düşmanlar tarafından sokulmuş anlaşmazlıklar bertaraf edildiği, cümlesi bir hedefe, bir gayeye bir inanca bağlandığı gün Müslüman milletlerini teker teker zincire vurmak şöyle dursun, bütün insanlık onun kuvvet ve vahdetini alkışlayacak ve medeniyet bundan ziyadesiyle fay­dalanacaktır.

Bug ünün "dünya hâdiseleri ne şekil ve ne manzara arzederse etsin, iktisadî faktörler bunların cümlesine hâkimdir. Bugün mevcut kapitalizm ve komünizm de bu iktisadî varlığın iki kutbudur... Şöyle ki üstünkörü bîr düşünelim: Fastan Çine kadar uzanan, arada hiç bir fasıla olmayan, birbirlerine bitişik yediyüz milyon Müslümanın elinde ne muazzam servetler var d ır. Bütün bakir ham madde kaynaklarının çoğu bizim elimiz­dedir. Memleketlerimiz tabiaten zengindir. Birimizin noksanı­nı ötekisi tamamlayabilir, iktisadî anlaşmalar, karşılıklı tica­ret, kültür anlaşmaları, büyük sanayi, karşılıklı alış veriş müslümanları zengin yapar, âleme muhtaç olmaktan kurtarır. Bütün Müslüman milletler bu yoldadır. Hummalı bir çalışma ve gayreti kimse inkâr edemez. Bunun içindir ki yahudi iktisat ve devlet adamları fırıl fırıl, karış karış Afrikayı dolaşıyorlar. Oralarda altın, pırlanta, uranium, bakır madenle!inden, kalay­dan, kauçuğa kadar ne yok ki...

En son gelen b üyük yahudi gazetesi Jewish Cronicle.de şu yazı nazarı dikkatimi çekti:

«Türk hükümeti, ziraatciliği ve ham maddeyi bir tarafa terkederek sanayileşme yoluna girdi. Halbuki yanıbaşındaki israil hükümeti bu işi mükemmelen yapmaktadır."

Bu bir itiraft ır, bir sırrın, bir iç arzunun ifadesidir. Bunun Türkçesi şudur: Türkler çobanlıkta devam etsinler .Tiftik ke­çilerinin yünlerini üç liradan bize satsınlar, biz onları imal ede­lim, kilosunu elli liradan onlara satalım ve böylece Orta Doğu­nun göbeğinde bir İsrail çıbanı, iktisadî kan kanseri gibi bizi kemirsin, iliklerimizi emsin. Artık yağma yok. Bugüne kadar olanlar olmuştur, hem de fazlasiyle... Biz onlan eksiltmeye, kısaltmaya, hattâ büsbütün bertaraf etmeye çalışıyoruz.

Yirmi üç bin kilometre murabbaı gasbedilen topraklarda yaşayan ve fareler gibi üreyen insanların, Müslüman sırtından geçinmek için yapmayacakları şey yoktur. Çünkü bu kadar küçük bir arazı parçası bu kadar çok insanı geçindiremez. On­ların Tevratı, onlara Nilden Fırata kadar olan yerleri bol ke­seden bağışlıyorsa, bizim Kur'anımız da bize: Allahın ipiyle birbirinizden ayrılmayınız , diyor. Bu hakikat tecelli ettiği gün Yakın Şark, Orta Şark, Uzak Şark ve bütün Müslüman mem­leketleri islâm kardeşliği parolası altında iktisadî, ticarî, siyasî ve harsî bir ittihat ve vifak içinde zengin, müreffeh ve mesut olacaklardır. Gayet hatırı sayılır bir kuvvet olacaktır, ona kim se yan bakamıyacakt ır. Bütün kabarmış ihtiraslar, güneş kar­şısında kar gibi, bu kuvvet karsısında eriyecektir.

D ünya ticaretini, iktisadiyatını diktatörce elinde tutan ve dünya hazinelerinin rakipsiz sahibi olan İsrail oğlu, bu sayede insanlık üzerinde müthiş bir otorite kurmuştur. Her teşkilât onun elindedir. O, bu mevkie iktisadî yollardan gelmiş, onun Talmuta, Tevratı bunda müessir olmuştur. Bunları bildikten ve bu kadar acı tecrübelere sahip olduktan sonra Müslüman dün­yasının yekpareleştiğini bir tasavvur ediniz, o zaman yalnız bizim için değil, dünya için mes'ut bir tarih doğacaktır.

Bu tarihin do ğmaması, Müslüman milletlerin o yüksek mev­kie gelmemeleri için düşmanlarımız o derece müthiş gayret sarfediyorlar ki, akıllar durdurur... Her çeşit propaganda, sayı­sız para bu maksat için israf ediliyor. Müslüman düşmanları bu mevzuda o derece hassas, alıngan ve heyecanlıdır ki ufuklar­da bir gölge müşahede etseler kıyameti koparıyor, rüzgâr bir ağaç yaprağını kıpırdatsa ondan fırtınalar seziyorlar. Bu hassa­siyet karşısında biz Müslümanların soğukkanlılığı şayanı hayrettir. Evet; soğukkanlıyız fakat ölü değiliz. Bize cephe alan, her Müslüman memleketin harimine sokulup, orada beşinci kollarını kuran, her namuslu insana, her dindara, her mefku­re sahibine saldıran, görünmez yeraltı faaliyetleri zehirlerini kusa dursunlar, Müslüman milletler maziden ders alarak, yol­dan çıkmanın, ittihatsızlığın, tesanütsüzlüğün, dar milliyetçilik ve hodgâmlığın acı neticelerini idrâk ederek öyle bir uyanış uyanmışlardır ki... İslâm kongreleri, Asya ve Afrika milletleri­nin kongreleri, daimî seyahatler ve temaslar, fikir teatileri, neşriyat ve hatırı sayılır gayretler Müslüman milletlerin de bir uyanış arifesinde ve hattâ içinde olduğunu gösterir.

G üneş, bir miktar bulutlarla kaplı olsa da ufuklardan sıyrı­lıyor. O balçıkla sıvanmaz. Bununla beraber onu gölgelemek, ziyasını örtmek ve nurunu karartmak için vaktiyle hazırlan­mış, ceplerine altınlar doldurulmuş her memleketteki bozgun­cular gayretlerini arttırıyorlar. Ama o kadar nafile bir zahmet ti.. Bir miktar asap bozmaktan, bir miktar tiksinti vermekten ba şka netice alamıyacaklardır. Siyonizm ve komünizm, bütün kuvvetiyle seferber halde cephe cephe bizim manevî varlığı­mıza hücum etse dahi yüzlerce senenin verdiği acı tecrübeden sonra gözleri faltaşı gibi açılmış Müslüman milletlerden ala­cağı tek şey Hüsran ve mahcubiyettir.

ihvan23

#58
BUGÜNKÜ VAZIFEMIZ
Kitap, yukar ıdan aşağı, İslâmiyetin doğuşu, gelişmesi, ya­yılması, katlandığı zorluklar ve maruz kaldığı suikastlara dair malûmatla doludur. Bu mevzuda en ziyade üzerinde durduğu­muz nokta, Müslümanlığı yok etmek ve Müslüman milletleri tarih sahifesinden silmek için hangi düşmanların ne gibi vasıta ve metodlara müracaat ettiğini gösteren noktalardır. Biz düş­manlarımızın bize reva gördükleri haksızlıkları birer birer sa­yarken, kendi kusurlarımızı ve hasımlarımızın istifade ettikleri aksak noktalan da elimizden geldiği kadar izah ve teşrih etmiş olduk. Bütün yanlışlıklar, bir çoklarımızın Müslümanlığı hakkiyle anlamamış olmasından doğmaktadır. Müslümanlığı sa­dece ibadet müessesesine inhisar ettirip onun mâna, maksat ve gayesinden bî haber olmak girdiğimiz çıkmaz yolların başlan­gıcıdır. Her din ve hattâ her cemiyetin kendine mahsus mera­simi ve âdetleri vardır. Bunların icrası zarurî, Müslümanlıktakilerin de farzdır. Fakat şurasını daima ihmal ediyoruz ki: Bu feraiz bizi matlup olan hedefe ve gayeye îsâl içindir.

M üslümanlığın muayyen farzları ve iman esasları üzerin­de hiç bir pazarlık ve eksiltme ve hattâ münakaşa caiz değildir. Çünkü onların samimiyet ve ihlâs ile tatbikidir ki, bizi hakikate yaklaştırır. Bütün feraizin lüzum ve hikmetleri aşikârdır, însanlar bu hikmetlere nüfuz ettikçe göğüslerindeki imanın kuv­vetlendiğini ve mensup olduğumuz büyük din ve medeniyetin .azametini canlı olarak müşahede ederler.

Kullu ğumuz ve ibadetlerimiz bir korku ve endişe veya ih­tiyat mahsulü olup insiyaki bir şekil aldıkça bizi gayeden uzakla ştırır, ve dinimizin maksat ve büyük hedefini idrakten bizi meneder.

Kur'anı Kerimdeki âyât-i celilenin ihtiva ettiği elfaz ve maâninin her yerinde bir hikmet ve lüzum gizlidir, ibâdet mü­essesesiyle, iman esaslarının gayet şümullü mâna taşıdıkları muhakkaktır.

Bir insan, eğer bütün farzları tamamen yerine getirir, ve inanmağa mecbur olduğumuz hususları diliyle ikrar ve tas­dik ederse elbette ki o Müslümandır. Fakat bu farzlar ve veci­beler şekilden ve dilden kalbe nüfuz etmemiş ise beklenilen faideyi vermez, neticeye ulaştırmaz.

İnanmağa mecbur olduğumuz altı umdeyi ağzımızla söyle­diğimiz gibi onu kalbimize nüfuz etmiş bulursak Müslümanla­rın başaramıyacakları hiç bir muvaffakiyet tasavvur edilemez.

Bir misal alal ım: İmanın bir şartı, kul kendi cüz'î iradesini istimal ettikten sonra, kendi arzu ve iradesinin haricinde te­celli eden hususlara «kader» demekteyiz. İnsan oğlu samimi­yetle bu umdeye inandığı gün onun yolunu kesecek, gözünü yıldıracak birşey tasavvur edilemez. Cesaretine payan olmaz. Resulü Ekremin, taa bidayette bir avuç müminle, muazzam kuv­vetlere karşı koymaları imanın kuvvetinden başka neye delâ­let eder? Biz: imam-ül-Mücahidin efendimizin mücahededeki azimlerini ve cesaretlerini nazar-ı im'ân ile, merakla ve dik­katle takip ettik. O sarsılmayan, zerre kadar fütur getirmeyen, talihin muvakkat ve makûs tecellilerinden yılmayan, uğradığı saygısızlıklar ve müşkülâta kafiyen ehemmiyet vermeyen bü­yük insanın, Habib-i Ekremin bu Peygamberane, bu müthiş, bu vakur iradesinin kaynağı ne olabilir? Hiç şüphesiz iman!

Kendilerine risalet ve h âtem-ül-enbiya payesini, ihsan bu­yuran kudretli Allahın, namütenahi gücüne ve iradesine inan­maktadır ki, nübüvvetini ilân ettiği vakitten, fani dünyaya ver­diği son nefesine kadar onda zerre kadar bir sarsıntı ve tered­düt meydana getirmemiştir. Getirmediği için de muvaffak olmuştur
. Onun, günün her dakika ve saniyesinde Cihanın dört köşesinden fasılasız arşa yükselen mübarek ismi ve hiç suikastdan sarsılmayan eseri, imanının mükâfatı olarak kadir-i mutIakın kendisine hir bahşâyisi değil midir?

Bundan dolayıdır ki, Müslümanlığı tam mânasiyle idrak eden insanlar, din kardeşleri hakkında daima iman selâmeti niyazında bulunmuşlardır. Allahın kitabına ve büyük dine hu­lûs ile iman edenlerin sırtı yere gelmez. Öyle insanlar vardır ki, beş vakit namazlarında, oruçlarında kusurları ve ihmalleri görülmemiştir. Hac farizasını da yapmışlardır. Fakat onlardan bazılarının önlerinde dinimize, mukaddesatımıza, Peygamberi­mize, kitabımıza hürmetsizlik edildiği vakit onların taş kesil­dikleri, ağızlarından tek itiraz çıkmadığı, mukabelede bulun­madıkları da görülmüştür.

İnsan, namütenahi azamet ve vüs'atte, aklın ve idrakin ve havsalanın maverasında bir kudretin sahibi olan, kâinatın ya­ratıcısına kalbiyle inandığı gün, kendisini ateşe atmakta bile bir an tereddüt etmez.

Biz, böyle halis bir inançla îslâmiyete sarıldığımız gün, bu din-ü mübinin bizden ne istediğini bir lâhza düşünürüz. O za­man her türlü sefil ihtiraslar ve arzulardan sıyrılmış olan idra­kimiz; eşref-i mahlûkat olan insan cemiyetlerinden sulh ve se­lâmet ve kardeşlik tesis etmek, bir medeniyet, bir vahdet, bir tesanüt içinde yaşamak, terakki ve teali etmek istendiğinin far­kına varır.

Evet Müslümanlık, isminden de anlaşılacağı üzere selâmet ve müsalemet dinidir. Terakki dinidir. Mesai ve gayret ve yük­selme dinidir, insanları, adalet ve hak çerçevesi dahilinde ça­lışmağa, birbirine yardıma, birbirini sevmeğe, birbirine destek olmağa davet eden bir dindir. Cemiyet ve cemaat halinde ya­samayı, kardeşlik ve tesanüt bağlariyle birbirlerine bağlanma­yı emreden ilâhî bir müessesedir.

Cihad ı farz kılmış ve mücahedelere Allah nezdinde en bü­yük dereceyi tahsis buyurmuş olan Allah, bu cihadı, beşer ce­miyetinin ve müminlerin selâmet ve devamlı saadeti için za­rurî kılmıştır. Meselâ şimdi insan oğullarının, asrın medeniye­tin akıllar durduran silâhlar icat etmesi ve idamei mevcudi­yet etmek için daima silâhlı, talimli ve hazırlıklı bulunmaları hususunda sarfettikleri müthiş gayretlerin mânası bundan başka bir şey midir?

Şu varki: Müslümanlık âlemşümul bir medeniyet ve cihan­şümul bir müsalemetin remzi ve sây-ü gayretin bir sembolü ol­duğu halde, onun muhteşem varlığını çekemeyen, onun istihdaf ettiği büyük gayeden ürken dalâlet erbabı, bu; terakkiyi emre­den dini ve onun masum ve samimî mensuplarını en küçük ba­hane ve fırsatlarda irtica ile, gerilikle itham etmekten bir an geri kalmıyorlar.

Bu; husam ây-ı dinin haksız ve necabetsiz hücumları kar­sısında bizim mukabelesiz kalmaklığımız ve sahip olduğumuz azametli dini müdafaadan âciz olmaklığımız düşmanlara cesa­ret veriyor ve onları bu nâmeşru yolda yürümeğe teşvik edi­yor. Bu da bizlere bir mesuliyet, bir vicdan azabı, bîr günah yüklemez mi?


ihvan23

İslâm tarihini ve îslâmın neşir ve tebliğ vazifesini nasıl yaptığım bir miktar gözden geçirdik. Eshabı kiramın ve mü­minlerin dâvalarına ne kadar candan inandıklarmı ve ne ka­dar samimî bir surette bağlandıklarını da gördük. O ihlâs ve o azim ve imanladır ki, Müslümanlık, hıristiyanlık gibi asırlar boyu yerinde saymamış, güneş gibi, yıldırım gibi bir anda yer­yüzüne yayılmıştır.

Türk tarihini, ta Alparslan'dan Selçuklardan, Osman oğul­larından itibaren tetkik edelim. O bir avuç insanın kısa zaman­da kazandıkları akıllar durduran zafer ve muvaffakiyetlerin sırrı ne idi? Hiç şüphesiz Müslümanlığın itilâl ve ona canla, yürekle bağlanmış olmak!..

Biz; bizi irticala itham eden, daha do ğrusu İslâmiyeti bir gerilik sembolü diye tavsif edenlere karşı şimdiye kadar ne yaptık? Hiç!

Din adamlar ımız, münevverlerimiz, muharrirlerimiz, mü­elliflerimiz niçin bu nokta üzerinde durmuyor. Niçin kanunlar -ve nizamlar çerçevesi içinde karşı tarafa hadlerini bildirmiyor?

Zengilerimizin bu dâvadaki hizmetleri nedir? O da hiç! Allahın geniş arazilerinden kendilerine bahşedilen nimetler­den ve servetlerden on binde bir fedakârlık yapmış olsalardı asırlar boyu Allah diye savaşmış ve son istiklâl savaşlarını Al­lah diye kazanmış olan bu milletin karşısına köpekler çıkıp havlayabilirler miydi? işte yukarıda bahsettiğimiz iman akide­sinin o gibilerin ruhlarına nüfuz etmediğinin bir misali!..

İman ve ondan doğacak fedakârlık, gönlümüzün arzu etti­ği gibi ruhlarımızda teessüs ve tecelli etmiş olsaydı, o zaman bu aziz milletin iç huzurunu bozan çatlak sesler yükselemez, düş­man başları pervasızca havaya kalkamazdı.

Kalkmayınca ne olurdu? İşte o zaman dedikodular ve fit­neden yakasını sıyırmış olan bir millet sıfatiyle biz de kendi­mizi gerilikten, iptidailikten sıyırır, muasır medeniyete ayak uydurmağa çalışırdık.

Vaktiyle garbe ilim ve teknik tahsiline giden gen çlerimiz, orada şu cümleyi defaatle işitmişlerdir:

Din, terakkiye manîdir!

Bu s özün söylendiği garpta, bu bir hakikattir. Orada din; bütün tarihî vak'a ve ilmî delillerle sabittir ki terakkiye, mâ­nidir. insan ruhuna bir atalet vermesi, Cenabı Hakkın insan­lara lütuf ve ihsanı olan saymakla tükenmez dünya nimetlerine arkasmı çevirmek i'tizâl ve saire bütün bunlar insanların ilerilemesine, terakki etmesine bir mâni teşkil ediyordu, bunun için garbda din terakkiye manidir! sözü adetâ hakikattin bir ifadesi olmuştur.

Fakat yarım yamalak tahsilli, kulaktan dolma ilim sahibi, basit insanlar şu mühim noktayı gözden ırak tutmuşlardır ki: İslâmiyette mes'ele tamamen berakistir.

Tarih ve hâdiseler gösteriyor ki Müslüman milletler dinle­rine ne kadar samimiyetle ve ciddiyetle sarılmış iseler o ka­dar terakki ve taalî etmişler, bu dinden ne kadar uzaklaşmışlarsa, işte o zaman irticaın, geriliğin kârına düşmüşlerdir.

Müslümanların ilimde, fende, matematikte, astronomide ve sair bilgi şubelerinde derecei kusvâya vardıkları zaman, garb iptidailik ve vahşet içinde yaşıyordu, bizden tam dörtyüz sene geride idi.

Fakat dinimizin mâna ve hikmetine arka çevirip de benli­ğimize aşağılık duyguların girdiği devirlerde Müslümanların başlarına ne belâlar geldiğini bilmeyen yoktur .