Gönderen Konu: Tasavvuf ile alakalı sorular ve cevapları  (Okunma sayısı 8425 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Miftahulkuluub

  • Administrator
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 1959
    • http://www.sadakat.net
Tasavvuf ile alakalı sorular ve cevapları
« : 15 Mart 2004, 10:48:47 »

 


1-) Kurandaki hitap tarzı Ben, Biz ve O gibi burda Hitap eden kım Ya da kimler?

2-)İnsan kendini asabilir mi? Yani Bir ben var Benden İceru ne demek?

3-)Harran Sabii leri kimdir? Yaşayışları nasıldır?

4-)Tarik ayeti açıkça bir yıldızdan ve oradaki izleme mekanizmasında mı bahsediyor? Yoksa sadece herhangi bir yıldız mı? Modern bilim ona Sırıus diyor ve öyle bir Felsefi yapı var, bu yapı Tasavvufu etkilemiş midir?

5-)Gizli ilimler nelerdir ve neden gizlidir?

6-)Kurandaki hitaptan anladığım kadarı ile bir idare mekanizması var. Eğer varsa ve bu idare makanizması Kuranda Biz ve Bizler mi oluyor?

7-)Dünyanın altında gizli bır dünya daha var mı? Var ise nerede ve neden gizli?

8-)Yaratılış sebibimiz ne ve bizler sınavdaysak eğer bu sınavı nasıl geçeriz? Sadece ibadet yeterli midir?

9-)Bir olmaktan ne anlatılmak isteniyor ve nasıl bir olunur?

10-)Gerçek mürşit kimdir ve nasıl anlarım?

11-)Allahı aramak nedir ve nasıl bulunur?

12-)Cennet ve Cehennem Tasfirleri gerçek midir? Yoksa farklı bir boyutu bir sırrı içeren anlatımlar mıdır?

13-)Bizler nasıl bir uykudayız ve nasıl kim tarafından ne sekilde uyandırılacağız?

Aydınlatıcı yorumlarınızı bekliyorum.

« Son Düzenleme: 07 Eylül 2009, 10:49:01 Gönderen: Miftahulkuluub »
İncemeseleler    Sadakat.Net    İns SadakatForum  Sevadı Azam


" Derviş isen kardeş takvaya çalış.."

Çevrimdışı Miftahulkuluub

  • Administrator
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 1959
    • http://www.sadakat.net
Arkadaşımıza yardımcı olalım
« Yanıtla #1 : 15 Mart 2004, 10:52:30 »
Alıntı
8-)Yaratılış sebibimiz ne ve bizler sınavdaysak eğer bu sınavı nasıl geçeriz? Sadece ibadet yeterli midir?

Ayeti Kerimede "Biz insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." buyuruyor Hz Allah.

Amacımız belli.Ama bu amaca nasıl ulaşılır.
Elbette ibadetlerle ve ona mutlak itaatle.

Tasavvuf açısından kula baktığımız zaman insanın manevi bedinnde iki düşman var.Nefis ve ruh.İnnennefse le emmeratün bi ssüi sıfatıyla mevsuf nefsini bilirse insan o zaman kulluğunu yapmada hiç bir zorlukla karşılaşmaz ve Allahının emirlerini yereine getirir.Zira bütün isyan kötülükler Allahımızın istemediği her şey nefis tarafından emredilmete.Ruh ise tam tersi.O halde insanın ne yapması gerekir.

Nefsini terbiye etmesi lazım değil mi?Pekii nasıl terbiye edilcek nefis?

Burada da mürşidi kamil bir zaata tam bir teslimiyet icab etmekteNasıl ki bir kişi kendi ensesini tek başına tıraş edemiyorsa nefis te tek başına irşad edilemez.Kuranı Kerimde ve hadisi şeriflerde mürşidi kamil bir zaata tabi olmamız gerektiğiyle ilgili bir çok durumlar var.

Başında bir usta olmadan hiçbir çırak, kolay kolay usta olamaz. Arifler demişlerdir ki: “Kendi başına büyüyen ağaç yaprak açar, fakat meyve vermez. Verse de meyvesi yenmez. Bir edeb ehlini görmeyen gerçek edeb nedir bilmez. Bildikleri de kendisine yetmez.” Kur’an ve Sünnet’i rehberle yaşamak

Bazıları, “Biz Kur’an ve sünnete uyduktan sonra niye sapıtalım ki? Bizim emniyetimiz mürşide değil, Kur’an ve Sünnet’e uymaktır. Mürşide ve müridlerine lazım olan da bu değil mi?” diye soruyorlar.

Evet, hepimiz içimiz ve dışımızla ilahi hükümlere uymakla mükellefiz. Kâmil mürşidlerin bundan başka bir hedefi yoktur. Bütün mesele, her durumda Kur’an ve Sünnet çizgisinde giden Allah adamı olabilmektir. Buna ihsan makamında kulluk denir. Acaba bunun en güzel yolu nedir? Sadece okumak mı, yoksa yolu bilene uymak mı?

Mesafesi uzun, engelleri çok, tehlikeleri fazla, her yanı gizli düşmanlarla çevrili bir yolu, sadece tarifle mi gitmek emniyetlidir, yoksa yolu bilen bir rehberle mi? Bu yol, insanın benliğini aşıp hakikatına ulaşma yoludur. Bu yoldaki en büyük engel insanın nefsidir. Bu yol, Alemlerin Rabbi’ne gerçekten kul olma yoludur. Onun etrafı düşmanlarla doludur. Yalnız gidilmez, yol çok uzundur. Şeytandan yakayı sıyırmak mümkün mü?

Kur’an-ı Hakim bildiriyor ki, şeytan, ölene kadar hiç kimseden elini çekmez, ümidini kesmez, Bunun için yemini vardır (Sa’d/80-83). O peygamberlere bile hile yapmak ister, ancak Allah’ın nuru onu engeller (Hac/52).

Kâmil mürşidler şeytanın baş düşmanıdır; onlara yanaşmak ister, karşısında yine ilahi nuru bulur; siner, kaçar. Çünkü, onlar Alemlerin Rabbi’ne teslim olmuşlardır. O da onları özel himayesine almıştır (Nahl/99, İsra/65).

Şeytanın şerrinden peygamberler ve veliler ancak Allah’ın yardımıyla emin oldular. Yolu bir kere Mekke’ye, beş defa tekkeye uğrayan bir müslüman ondan kurtulduğunu nasıl düşünebilir? Mürid, Allah’a yönelen kimse demektir. Şeytan en fazla bu kimselerle uğraşır. Bunun için her yolu dener. En iyi yaptığı iş vesvese vermektir. Açıkça günaha sokamadığı müridi, yaptığı hayırlı amelleri ile azdırmaya çalışır. Ancak, mürşidine ve cemaatine bağlı sadık bir müridin bir tane şeytanı varsa, binlerce dostu ve yardımcısı mevcuttur. Onların bereketiyle hastalığını anlar, ilacına koşar. Ancak, kalbini değil cebini düşünen, din değil dünya derdine düşen, niyeti sakat olduğu halde sadık görünen kimseler, şeytanın maskarası, müslümanların yüzkarasıdır. Bunlar mürşid değil şeytandır, mürid değil, münafıktır. Ve onlar bizim konumuz dışındadır. Tek başına hakikatı arayan kimse yorulur, çoğu zaman şeytanın oyuncağı olur.

Şeytan bu insana açıktan günah işletemez ise, yaptığı hayırlara yönelir. Bu yolla mümini zarara sokmaya çalışır, bunu da genelde başarır. Şeytan ilim sahiplerine daha çok gizli günahları işletir. Onu gösteriş, kin, kibir, hased, gaflet, eşyaya aşırı muhabbet, makam hırsı, kendini beğenme, ameli ile övünme, insanları küçük görme gibi tesbiti güç, tedavisi zor günahlara daldırır. Başında bir mürşidi, çevresinde kendisini uyaracak kardeşleri olmayan kimse, asıl halini anlamadan ve bir çaresine bakamadan ölür gider. Sonuçta insan ağlar, şeytan güler.
« Son Düzenleme: 11 Ağustos 2008, 14:53:49 Gönderen: mystic »
İncemeseleler    Sadakat.Net    İns SadakatForum  Sevadı Azam


" Derviş isen kardeş takvaya çalış.."

Çevrimdışı fazıl14

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1339
10-)Gerçek mürşit kimdir ve nasıl anlarım?
« Yanıtla #2 : 12 Ağustos 2008, 01:58:28 »
10-)Gerçek mürşit kimdir ve nasıl anlarım?



Hakiki Mürşid

„Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişiler de, gösterişli zâhir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu sûretle kendilerine tâbi olmak, mânevî feyzinden her hususta istifâde etmek câiz ve sahih olur. Şöhreti arşa çıksa, hakîki mürşidin misâli, meyvesidir.“

Hakiki ve kâmil bir mürşid, iman kurtarma noktasında adeta bir can simidi gibidir. Ancak “taklidinden sakınmak” şarttır. Aksi halde imanı kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve meşrepte olduğu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya eğitimi yetersiz, kemale ermemiş olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanları kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun.

Sahte mürşidleri ele veren ipuçları genellikle şunlardır:


Dünya üzerinde öyle mübarek zâtlar var ki, Allah onları insanları karanlıktan aydınlığa çıkarsınlar diye hizmetine almıştır.
Onlar insanlığın irşadı için, kurtuluşu için görevlendirilmiş velilerdir. Allah'tan başkası önünde eğilmezler ve O'nun rızasından başka bir şey de talep etmezler.

Onların gayeleri sadece Alemlerin Rabbi Allah'tır. Sözleri O'nu zikirden ibarettir. Güneş gibidirler. İnsanlar için bir ışık, insanlık için bir aydınlık... Yol'dan, Yolumuz'dan haber verirler, rehberlikleri ile önümüzü aydınlatırlar. Hiç bir karşılık talep etmeden, beklemeden...

O aydınlıktan faydalanabilmek için onları bilmek, tanımak, yaptıkları irşadı anlamak gerek. İrşad nedir, mürşid kimdir bilmek gerek.

Dünya hayatının en şerefli ve en değerli işi, gönülleri Hakk'a uyarıp, duygu ve düşünceleri Allah ile buluşturmaktır. Çünkü şuur sahibi bütün varlıkların yaradılış gayesi Allah'ı tanımak ve O'na ibadet etmektir. (Zariyat, 56)

Bu gayeden uzaklaşıldığı an, hayat manasını yitirmiş, imtihan kaybedilmiş, dünya hayatıyla birlikte ebedi hayat da hüsrana uğramış olur.

Muhtelif ayet ve hadislerde işaret edildiği üzere, Allah'ın zikri bütünüyle yeryüzünden kalktığı zaman dünyanın da varlık sebebi ortadan kalkmış ve kıyamet vacip olmuş olur. Demek ki, dünyayı ayakta tutan şey Allah'ın zikridir. İşte insanın yüzünü Hakk'a çevirmekten ibaret olan irşadın değeri, bu yaradılış gayesinden kaynaklanmaktadır.

Böylesine şerefli bir vazifeyi, Allah en seçkin kulları olan peygamberlerine ve onların vârislerine vermiştir. Şayet irşaddan daha değerli ve şerefli bir iş olsaydı, Cenab-ı Hak peygamberlerine o vazifeyi verirdi.

İrşadın manası ve ehemmiyeti

Kelime olarak irşad: Hak ve hakikate, iyiye, doğruya tercüman olmak, Allah yolunu göstermek manalarına gelmektedir. Tasavvufî manasıyla irşad ise: Allah'ı kullarına, kullarını da Allah'a sevdirmektir. Belirli bir eğitimi ve metodu olan bu irşadı, şu şekillerde de tarif edebiliriz:

* Yaratıcısıyla tanışık olmayan ruhları onunla tanıştırmak, Rabbi'yle tanışık olan ruhları da onunla olan münasebetlerinde derinleştirip yükseltmek.

* Potansiyel olarak insanlık kabiliyetine sahip olan insanı, fiilen insan haline sokmak. Diğer bir tabirle “insan-ı kâmil” yapmak.

* İnsanın şer kabiliyetini hayır kabiliyetine çevirmek suretiyle, şeytan ve onun temsil ettiği kötülükleri bertaraf etmek.

* İnsanı iyiliğe, ibadete, güzel ahlâka, salih amele, istikamete… hasılı Rabbi'nin rızasına yöneltmek suretiyle O'na ulaşmasını sağlamak.

Mürşidin mana ve keyfiyyeti

İrşad eden, doğru yolu gösteren rehber zata mürşid denir. Allah'ın, doksan dokuz güzel isminden biri de “er-Reşîd” dir (bkz. Hûd Suresi, 87). Reşîd, mürşid anlamına gelmektedir. Çünkü asıl olarak hak ve doğru yolu gösteren, sonsuz rahmet sahibi Allahu Tealâ'dır. Nebileri ve rabbanî alimleri vasıtasıyla insan ve cinleri ilâhi kitabının nurlu beyanlarına davet etmektedir. İnanan-inanmayan herkese merhamet buyurup, onları ebedi azaptan kurtaracak mürşidleri aralarından çıkarmaktadır.

Nitekim, her devirde bu vazifeyi hakkıyla yapabilecek mürşidleri yetiştirmek farz-ı kifayedir. Ayet-i kerimede: “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir sınıf bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Âl-i İmran, 104) buyurulmaktadır.

Tasavvufta kemale ermiş, olgunlaşmış, evliyalık mertebelerinin sonuna ulaşmış, kabiliyeti olanları bu yolda yetiştiren rehber zata mürşid-i kâmil denir.

Umumi manada mürşid-i kâmil, kalp ve kafa izdivacına muvaffak olmuş bir mana kahramanı, hakikat davetçisi ve gönüllere Hak esintilerini duyuran bir peygamber vârisidir. Ulaşmak isteyenle ulaşılacak olan arasında bir köprü mesabesinde olan mürşidin en belirgin vasfı, Hakk'a yakınlıktır. Onun fizikî alem kadar metafizik alemlere de gönül gözü açıktır. O, Allah, insan ve kainat münasebetini kavrayan, varlığın esrarına aşina bir arif, dünya- ahiret bilgileriyle donanmış bir bilgedir. Hak yolcusunun kalbine kendi hususi mazhariyetlerini yansıtan bir velîdir. İşte böylelerinin elinde her zaman kömürler elmasa dönüşmüş, taş ve toprak da altın seviyesine yükselmiştir.

Bu vadide, gavs ve kutuplardan düz nasihatçılara kadar birçok irşad ehlinden bahsetmek mümkündür. Fakat ruhlara insan-ı kâmil olma ufkunu açamayanlara mürşid denemez. Denemez; zira bunların kendileri irşada muhtaçtırlar ve mutlaka terbiye edilmelidirler. Bir atasözümüzde, “Kendi muhtâc-ı himmet bir dede, bilmez ki gayra nasıl himmet ede” denilir.

Vaiz-mürşid farkı

Vaaz ve nasihatle meşgul olanlar, ihlâslı olmak kaydıyla, irşad adına kısmen halka faydalı olabilirler. İlim öğretirler, faydalı ve doğru olanı kitaplardan okuyup anlatabilirler. Bazı konularda hayır ve iyiliğe de sevk ederler. Fakat kendisi kemale ermeyen nefs erbabı bir kimsenin, terbiye ile başkalarını kemale erdirmesi mümkün değildir. Muhataplarını nefs ve şeytanın hilelerinden kurtaramazlar. Hakiki Allah sevgisini veremezler. Terbiye etmeye kalktıklarında, kendilerini de muhataplarını da helâk ederler. Nefs ve şeytanın oyuncağı olurlar. Zaten terbiye ettikleri görülmüş bir şey de değildir. Böylelerinin hali, İmam-ı Gazalî Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakasında akrep olan bir kimsenin boynundaki akrebe aldırış etmeyip, eline aldığı bir yelpazeyle başkalarının burnundaki sineği kovalamasına benzemektedir.

Sıradan bir irşad eriyle Hakk'a yakınlık kazanmış velî bir mürşid arasında, en az yerden Arş'a kadar manevi mesafe vardır. Velîlik mertebesine yeni adım atmış mübarek bir zatla, gavs ve kutup gibi zirvelere tırmanmış Allah dostları arasında da belki bir o kadar mesafe daha vardır.

Onun için gavs ve kutup gibi zatlar hem malumdurlar, yani zahirde beşeriyet mertebesindedirler, hem de meçhuldürler ki, sırları gaybü'l-gaybdedir. Hak'dan başka onlara kimse muttali olamamıştır. Kendi evladından ve müridlerinden çok sayıda velî yetiştiren Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri'nin şeyhi Üftade Hazretleri şöyle demiştir: “Beni, ehil, evlad ve etbadan hiç kimse bilememiştir”

İşte bu gibi kutbiyyetini gavsiyyetle derinleştirmiş bir kâmil, mana atmosferine giren herkese ufkunun boyasını çalar, onları Kur'an ve Sünnet malzemesiyle adeta yeniden inşa eder.

Mürşidlerin makamları

Kâmil bir mürşidin velîlik makamına ulaşması mutlaka gereklidir. Aksi halde velî olmayan bir zatın taliplerine manevi u***** açması bir tarafa, onlara zarar bile verebilir. Velâyet ise, fenafillâh (Allah'da fani olma) makamıyla başlar. Bu, bir nevi yeryüzünden mesela Süreyya yıldızına kadar olan basamakları çıkmak gibidir. Velî bu mesafeyi bazen adımlarıyla, bazen de manevi bir vasıtayla çekilerek çıkar. Sonunda her türlü yön, mesafe ve mekândan münezzeh olan Allah'a vasıl olur.

Vuslata eren bir velînin tevhidi ve dolayısıyla da imanı kemale erer. Nefsanî ahlâkından soyunur. Rahmanî ahlâk ile ahlâklanır. Cenab-ı Hakk'ın tecellilerine mahzar olur. Lâkin bu makamda olan bir kimsenin alemi, şu gördüğümüz fizikî alem değildir. Her ne kadar cismi bu alemde olsa da, ruhu Arş-ı A'lâ ve onun üzerindeki manevi alemlerle alâkadardır. Bulunduğu alemin kayıtlarıyla sınırlıdır. O yüzden vecd ve istiğrak halleri galiptir. Çoğu zaman Allahu Tealâ'nın dışındaki her şeye (mâsivaya) şuurları kapalıdır. Avamdan olan halkla onların dünyası apayrıdır. İşte bunun için fenafillâh makamından bekabillâha dönmeyen bir velîye irşad görevi verilmez.

Bekabillâh, vuslat ile kemale erdikten sonra, bir bakıma çıktığı merdivenlerden geri dönüp, fizikî alemdeki insanların seviyesine inmektir. İrşad vazifesini yerine getirebilmek için bu iniş zaruridir. Zira, velî ile talibin arasında -makam bakımından olmasa da- mertebe açısından bir uçurum olmamalıdır.

Bir velî, Allah'a vuslat yolunda çıkarken ne kadar çok yükselirse, halkın seviyesine inişi de o kadar fazla olur. Aynı şekilde, fizikî aleme doğru ne kadar çok inerse makamı o kadar yüksek, irşadı o denli kuvvetli olur. Çünkü inişi fazla olduğundan mahluklara yakınlığı artar. Böylece kendisinden çokça istifade edilir. Nübüvvetten başka velâyet makamının da sultanı olan Hz. Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz, çıkışta herkesten yukarı, inişte ise herkesten aşağı indi. Bu yüzden onun irşadı bütün peygamberlerden kuvvetli oldu ve bütün insanların peygamberi oldu.

Şu halde fenafillâh ve bekabillâh makamlarına ulaşan bütün mürşidler, prensipte kâmil bir velî olmakla birlikte, aralarında yerle gök kadar mesafe bulunabilmektedir. Aradaki bu fark hiç şüphesiz irşada da yansımaktadır. Ayrıca kutbiyyet ve gavsiyyet makamlarının sultanları ile bu makamda olmayanların ahiretteki şefaatleri her halde bir olmayacaktır. Hatta ehl-i keşfin beyanına göre, Gavs, duasıyla sûfi olmayanların da imdadına yetişir, onların son nefeste imanla kabre girmelerine vesile olur.

Kâmil mürşidlerin sözleri ölmüş kalpleri diriltmek için devadır. Onlar ashab-ı makâl gibi çuvallarla laf etmezler. Pek az ve inci gibi tane tane konuşurlar. Halleri her şeyi anlatmaya kâfidir. Bakışları manevi kalp hastalıklarının şifasıdır. Taş kesilmiş kalpler, onun sevgisine kavuşmakla yumuşak olur. Hadis-i şerifte buyrulduğu üzere: “Görüldükleri zaman Allah hatırlanır.” Cismanî yüzleriyle Allah'ın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle Allahu Tealâ'ya bağlıdırlar. Dışları halk, içleri Hak iledir. Hadis-i kutside Cenab-ı Mevlâ, “onların gören gözü, tutan eli, işiten kulağı” olduğunu beyan etmektedir. Kim bilir, belki de Hak Tealâ Hazretleri günde kaç kere kalplerinde tecelli edip, “Kalbin nasıl dostum?” diye sormaktadır.

Dolayısıyla böyle bir kalbe girebilmek kadar büyük bir saadet yoktur. Çünkü o kalbe girmek Hz. Rasulullah'ın kalbine girmek ve Allah'ın rızasına nail olmak manasına gelmektedir. Paha biçilmez değerde bir kristale benzeyen o kalbi kırmak ise, şekavetlerin en büyüğüdür. Çünkü bunun manası da yine hadis-i kutside belirtildiği üzere, Allah ile savaşmaktır.

Bir mürşide halife olmak

Kâmil mürşidlerin en tatlı ideallerinden biri de kendilerinden daha büyük mürşidler yetiştirmektir. Bunun için hiçbir fedakârlıktan kaçınmayıp, onların terbiyesi ile meşgul olurlar. Nihayet belirli mertebe ve makamlara ulaşan talip, mürşidinden icazet alarak halife olur. Yani mürşidlik yapmaya ehil bir kimse haline gelir. Bir mürşidin çok sayıda halifesi olabileceği gibi, hiç olmayabilir de.

Genel olarak iki türlü hilâfet şekli vardır. Birincisi işaretle verilen halifelik, ikincisi de zaruretle verilen halifeliktir. İşaretle halifelik, silsiledeki meşayih-ı kiramın mana alemindeki ittifakı ve işaretleriyle verilir. Tabii bu silsilenin başı Hz. Peygamber s.a.v.'dir. Cenab -ı Hak kimi seçtiyse, mürşid ona hilafet verir. Makbul ve üstün olan hilâfet şekli budur. Mürid, bu çeşit hilâfeti geri çeviremez. Kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştirebilen) mürşidlerin halifeleri ekseriyetle böyledir. İstisnaları azdır.

Zaruri halifelik ise, bir ihtiyaç veya maslahata binaen, müridin makamı kemale ermediği halde sadece mürşidin izniyle verilen halifeliktir. Bu tip halifelerin mürşidi hayatta olduğu müddetçe insanlar ondan fayda görür. Eğer kemale ermeden mürşidi vefat ederse, onun işi tehlikeli ve zordur.

Yukarıda anlatılanların dışında, bir de müridler tarafından halife ilan edilen şahıslar vardır ki, bunların gerçekte mürşidlikle bir alakaları yoktur. Umumiyetle herhangi bir halife bırakmayan mürşide bağlı müridler bunu yaparlar. Belki seçtikleri zat çok iyi, muhterem ve hatta velî bir zat olabilir. Ama yukarıda anlatıldığı gibi, mürşidlik başka bir şeydir. Kâmil mürşid tarafından izin verilmedikçe irşadları muteber değildir. Hz. Peygamber s.a.v.'e kadar uzayan bir icazet silsilesinden de mahrumdurlar. Bu gibi zatlar cemaatin önünde hayırlı hizmetler yapan bir ağabey fonksiyonundan öte geçemez. Hakiki terbiye veremez. Başkalarına halifelik izni veremez. Verse de geçerli olmaz. Fenâ ve bekâ mertebelerine ulaşamadığı için, kendilerine rabıta yapılmasına izin veremez, daha doğrusu vermemelidir. Çünkü böyle bir rabıtanın faydası yoktur.

Ders vermek üzere kendilerine vekâlet verilen şahıslara ise vekil denilir. Bazı tasavvufî kollarda bunlara halife diyenler de vardır. Fakat söz konusu zatların mürşidlikle bir alakaları yoktur. Mürşidleri vefat eder ya da vekâletten azlederse, bunların vazifeleri sona erer.

Mürşidlik babadan oğula geçer mi?

Mürşidlik kesinlikle babadan oğula, kardeşten kardeşe, kan bağıyla veya irsiyetle geçen bir vazife değildir. Mürşidlik, ancak amel edip matlup olan mertebelere ulaşan ve ilmi olan salike Allah'ın ihsan ettiği bir görevdir. Bu saadete nail olan, mürşidin oğlu da olabilir, yabancı birisi de...

Fenafillâhtan bekabillâh makamına kim döndü ise, Allah'ın izniyle ona vazife verilir. Dönmeyene irşad izni verilse de, böylelerinin mürşidi hayatta değilse irşad vazifesi yapmamaları daha uygundur.

Kâmil mürşidlerin dikkatle üzerinde durdukları konulardan biri de, bu makamın layık olana verilmesidir. Üftade Hazretleri'nin buyurduğu gibi, yakın çevrede kâmil mürşidlik makamına elverişli hiç kimse kalmasa, dünyanın öbür ucundan layık olan getirilip o makama oturtulur. Tarih boyunca bu hassasiyete sahip olmayanlar kısa zamanda dağılıp gitmişlerdir. Nitekim dergâhların çöküşünü hazırlayan önemli sebeplerden birisi de budur. Geçmişte bazı tasavvufî kollarda, yetişmiş erkek evladı bulunmadığı için beşikteki şehzadeye hilâfet verenler çıkmıştır. Fakat “beşik şeyhliği” diye bir kavramın tarihe geçmesine sebep olan bu kollar, çok sürmeden yok olup gitmiş, isimleri bile unutulmuştur.

Elbette ki gavslık, mücedditlik gibi manevi zirvelerde dolaşan, çevresine feyz, nisbet ve nur saçan büyük imamların ailelerinden büyük zatların çıkmasından daha tabii bir şey yoktur. Hatta bunlardan bazılarının kıyamete kadar devam etmesi beklenir. Mesela mana gözüyle istikbale bakan Gavs-ı Kasravî Hazretleri'nin, kendi aile ocağından yedi tane gavsın çıkacağını müjdelediği rivayet edilir.

Bir mürşidin evlatlarının hepsi birden nazarını Hakk'ın rızasına diker ve bu gaye uğrunda ihlâsla amel ederse, Allahu Tealâ onların sa'y u gayretlerini boşa çıkarmaz. Cenab-ı Hak hem sonsuz merhamet sahibi, hem de âdil-i mutlaktır. Ayet-i kerimede buyurulduğu gibi, kim zerre kadar hayır işlerse onun karşılığını, kim de zerre kadar şer işlerse onun karşılığını görür (Zilzal, 7-8). Şah Abdülkadir Geylânî Hazretleri'nin amelini işleyen, onun makamına ulaşır.

Çoğu kere demircinin oğlu demirci, çiftçinin oğlu çiftçi olduğu gibi, peygamberlerin oğul ve kardeşlerinden peygamber, mürşidin yakınlarından da mürşid çıkmıştır. İbrahim a.s.'ın oğlu İsmail a.s.; Yakup a.s.'ın oğlu Yusuf a.s.; Musa a.s.'ın kardeşi Harun a.s. bunun en güzel örneğidir. Aynı şekilde mürşidlik görevi İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nden oğlu Muhammed Masum Hazretlerine, ondan da oğlu Şeyh Seyfüddin Hazretleri'ne intikal etmiş, sonraki silsilede de bunun birçok örnekleri görülmüştür.

-------------------------------------------------

Sahte veya yetersiz mürşidler

Hakiki ve kâmil bir mürşid, iman kurtarma noktasında adeta bir can simidi gibidir. Ancak “taklidinden sakınmak” şarttır. Aksi halde imanı kurtarmak bir yana, tehlikeye bile girebilir. Her meslek ve meşrepte olduğu kadar, bu meslekte de akidesi, niyeti bozuk, menfaatçi, sahte veya eğitimi yetersiz, kemale ermemiş olanlar mevcuttur. Fakat sahte olanları kolay ve çabuk fark edilirler. Yeter ki biraz basiret ve feraset olsun.

Sahte mürşidleri ele veren ipuçları genellikle şunlardır:

* Allah'ın emirlerine ve Hz. Rasulullah'ın sünnetine doğru dürüst uymamak. Dinî, şer'î konularda zaaflar göstermek.

* Kur'an ve hadis-i şeriflere ulemanın verdiği manaların dışında yanlış manalar vermek, olmayacak biçimde yorumlamak.

* Kadınlarla karışık bir vaziyette oturup sohbet etmek, onlara el öptürmek veya mahremsiz teke tek görüşmek.

* Sohbet ve toplantılarında rüyaya geniş yer vermek.

* Haksız yere milletin malını yemek, girdiği menfaat ilişkilerinde muhatabına zarar vermek veya aldatmak.

* Sun'î zorlamalarla bir kısım keramet gösterilerinde bulunmak. (Bu tipler bazen istidraç yoluyla insanın kalbinden geçenleri de söyleyebilirler.)

* Kendisinden başka önüne gelen herkese, hatta dindarlık ve salâhiyetiyle tanınan şahıslara bile, kâfir, münafık damgasını vurmak.

* Şeytanın vehim ve vesvesesiyle bir takım hezeyanlarda bulunmak, kendisine vahiy geldiğini vs... söylemek.

* İnsanın gönlüne huzur verecek, Allah'ı hatırlatacak nuranî bir simadan mahrum bulunmak.

Yolu bitirmemiş nakıs mürşide teslim olmak da İmam-ı Rabbanî Hazretleri'nin ifadesiyle öldürücü bir zehirdir. Bir hasta, mütehassıs olmayan, diploması bulunmayan bir hekimin ilacını içerse iyi olmak şöyle dursun, hastalığı artar. İyileşme kabiliyeti de bozulur. O ilaç önce ağrıları durdurabilir. Sinirleri bozduğu, zarar verdiği için ağrı duyulmaz. Fakat bu hal iyilik değil, kötülüktür. Bu hasta hakiki bir hekime giderse, hekim önce o ilacın zararlarını gidermeğe uğraşır. Ondan sonra hastalığı tedaviye başlar.
« Son Düzenleme: 12 Ağustos 2008, 10:38:08 Gönderen: mystic »
"El-mücâhid fî sebîlillâh, el-müştâk ilâ cemâlillâh, hüve ünvânüküm"

("Ünvanı: Cemal-i ilâhiye âşık, Allah yolunda mücahit")

"İtikaden Ehl-i Sünnet, Amelen Hanefi, Meşreben Nakşî-yi Müceddidî"

Mahi

  • Ziyaretçi
Ynt: Tasavvuf ile alakalı sorular ve cevapları
« Yanıtla #3 : 12 Ağustos 2008, 09:46:00 »

3-)Harran Sabii leri kimdir? Yaşayışları nasıldır?

Mandeenler, çok yönüyle tahrif edilmiş de olsa, ilâhî kaynaklı bir dinin bazı özelliklerini gösterirken; Harran sâbiîleri putperest bir çizgidedir. Bu gerçek de, sâbiîlerin zamanla, çeşitli felsefî ve fikrî akımların etkisinde kaldıklarını ve bu yüzden akîdelerinde değişikliklerin olduğunu göstermektedir. Ancak, Haranî sâbiîlerin bir grubunun, beraber yaşadıkları müslümanların kültürlerinden etkilenerek tek Allah inancını benimsedikleri görülmektedir. Bununla birlikte onların yüzyıllarca Helenistik kültürün içinde yaşadıkları unutulmamalıdır.
 
Harran sâbiîlerinin yaptıkları ibadetler hakkında da bizlere ulaşan şudur: Her gün üç vakit namaz kılarlar; ekserisi horoz kurban ederler, kurbanlarını yemeyip yakarlar, sünnet olmazlar. Görüldüğü gibi bu gruba dahil olan sâbiîlerin dinî inanç ve yaşantılarının tevhidî bir yaşantı ile ilgisi yoktur. Kıldıkları namazları ise tamamen kendilerine özgü bir tarzdadır. Bütün bu sebeplerden dolayı, sâbiîlik ve özellikle Harran sâbiîliği hanifliğin zıddı olarak gösterilir. Harran sâbiîlerini ehl-i kitap saymak mümkün değildir. Onlar, sahip oldukları özellikler sebebiyle daha çok putperest bir kavimdir.

Ahmed Kalkan, Kur’an-ı Kerim Kavram Tefsiri.

Çevrimdışı fazıl14

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1339
Ynt: Tasavvuf ile alakalı sorular ve cevapları
« Yanıtla #4 : 04 Aralık 2009, 15:04:26 »
sofinin mürşidinden beklentisi ne olmalıdır?.Bukonu hakkında yorumlarınızı bekliyorum.

Allahu Teala`nın emriyle her asırda, ilimleriyle amel eden alimlerden, her konuda üstaz sayılan kişilerden, Resulullah sallAllahü aleyhi ve selleme halife olabilecek olgunlukta ve erginlikte bulunanlardan 10-15 ve bazen daha fazla mürşid-i kamil vardır.Vaktine göre, her biri birer büyük beldede irşad ile memurdurlar.Bazen de, üçü beşi, bir büyük beldede bulunur ve irşada memur olurlar.

Ancak, bunların hepsi tıpkı tıpkısına saiyret-i Ahmediyyeyi baş tacı etmiş, bir adım ayrı-gayrısı bulunmayan, ayniyle Resululah Sallalahü aleyhi ve sellem efendimizin siyretleriyle amillerdir.Daima, huzuru Nebevi`de olmak üzere müteveccihlerdir.Terbiye edilecek müridi, o makama danışarak tecellisine göre terbiye ederler ve seyr-i sülükünü gösterirler.Bunlar, Halife-i irşad`dırlar.

Sırrı hilafet bahsinde açıklandığı gibi, Resululah`ın huzurunda bunlara da Allahü Teala`nın aynı ihsanı vukubulur ve müritlerini terbiye etmeleri için her birine bazı aletler verilir.O suretle terbiyeye memur olurlar.Ancak, sırrı hilafette olan Zat-ı-vala-kadr, bu Zat-ı şeriflerden üstün olduğundan, bu zevat evvelce olduğu gibi hala da dereceleri bakımından Resulullah`ın postunda bulunduğundan, iki cihandaki bütün ümmet-i Muhammed`in ve kendisine biàt eden ve müritlerinin ve diğer kimselerin terbiyeleri de onlara tevdi edilmiştir ki, her birini tecellileri gereğince terbiye etmekle görevildirler.

Hilafet irşadıyle memur olan Zat-ı-şerifin birinden, bir mürit inabe almak istediği zaman o zatın, siyret-i Nebeviyyeye uygunluğunu ve şeriat-ı Mustafaviyye`ye uyup uymadığını girmeli ve kalp huzuru hasıl olunca, inabe edip ölü yıkayıcı elinde ölü gibi teslim-i külli ile teslim olmalıdır.
Bazı salike, zikri az ve bazısına da çok verilir.

Bazılarına, farzlardan başka teheccüd, işrak, duha, evvabiyn ve tahıyyatül mescit ve abdest namazı gibi nafile namazlarda emrolunur.Bazılarına da BIYZ orucu verilir ki, BIYZ aydın gün ve geceler anlamına gelir ve her kameri ayın 13,14,15inci gecelerinin günleridir.Bu suretle, her ay üç gün oruç tutulur ve buna BIYZ ORUCU denir.Bazılarına da Davud orucu verilir ki, Davud aleyhisselamdan kalan bu oruç, bir gün oruç tutmak ve bir gün bırakmak suretiyle bir yıl sürer.Bunlar, müridin tecellisinin gerektirdiği hususlardır.Bu sebeple, birine bakıp:

-Filana çok, bize az verildi, veya:
-Falana az, bize çok verildi, diyerek emrolunanı ne çok, ne  az görmeli, gönlüne bir şey getirmeden kendisine emrolunanı yerine getirmeye dikkat ve gayret etmelidir.

İbadetlerde olduğu gibi, zahir hizmetlerde de böyledir.Bazılarına hafif, bazılarına da ağır hizmetler verilir.Bazılarını huzura sık sık çağırarak taltif ederler.Bazılarını, seyrek olarak huzura kabul ederler, sert davranırlar.Bunların hiçbirisine incinmemeli, alınmamalı ve gerek celal yüzü ile, gerekse cemal yüzü ile hangi şekilde olursa olsun, bunları hakkında büyük nimet bilmeli, cemalde mesrur olduğu gibi, celalde de mesrur olmalıdır.Bu gibi davranışarın bir hikmeti olacağını düşünerek, kötüye yormamalı ve daima rızada bulunmaya çalışmalıdır.Zira, ehlullah`ın sırrına, kıt ve kısır akıllarla erişilemez ve hareketlerinin hikmeti bilinemez.Sözün kısası, her halde ve her hususta rizadan büyük yol olmaz.Müride, her şeyden önce edep ve erkan üzere hareket etmek gerekir.
          
Edeple Şeyh huzuruna girenler,
          
Onlardır hep saadeti bulanlar:
          
Dost ile dost olup didar görenler,
          
Mülke sultan olup seyran sürerler..

Şeyhin, tekkesi veya hariçte misafir kabul edecek bir yeri yoksa, evlerine giderek kapıyı vurmalı, içeriden (Kimdir o?) diye sorulmadıkça girmeden beklenmeli, sorulduktan sonra ismini vermeli (Filan) diyerek kendisini tanıtmalı, müsaade olunursa etrafına bakmadan girilmeli ve şeyhin huzuruna varılarak iki diz üzerine çökmeli ve mübarek ellerini öpmeli ve ayağa kalkılarak emirleri beklenmelidir.Oturması emrolunursa, gösterilen yere düşünmeden oturmalı ve teveccüh üzere durmalı, şeyh sormadıkça söylemek istediği şeyi söylememeli, konusurken yüksek sesle değil, hafif ve mülayim konuşmalıdır.

Sorulmazsa , susulmalıdır.Konuşmalarını anlamaya çalışarak dinlemeli ve anladığı kadarı ile yetinmelidir.Sorusuna cevap olarak bir menkıbe anlatılırsa, sezmeye gayret etmelidir.Sorulmadan bir şey söylememeli, hatta bir müşkili dahi olsa, kalbinde tutup müteveccih bulunduğu halde durmalıdır.Ancak, sorarlarsa söylenmelidir.Konuşması sırasında bazı hususları saklamaya ve gizlemeye çalışarak tekrar ettirmemelidir.Kalbine başka düşünceler gelirse, bunları def`e uğraşmamalı:

-Beni, benden daha iyi bilir.Her halime vakıftır,düşüncesiyle ve teslim-i külli ile durmalıdır.Bir cezbe veya istiğrak gibi bir hal zuhur ederse, onu da def`e çalışmamalı, tam teslim olarak beklemelidir.

Şeyhin huzuruna varılınca, meclisinde başka şeyhler de bulunursa, onların da ellerini öpmelidir.Gerek şeyhin huzurunda ve gerekse başka bir yerde başka şeyhleri övmekten veya kötülemekten de çekinmelidir.Başka bir kimse tarafından, bu konuda söz açılırsa ve kendisi de cevap vermeye mecbur kalırsa, dilinin döndüğü kadar onları övmeli ve fakat:

-Onlar da şeyh adamlarıdır.Lakin, şeyhime tercih edemem, demeli ve böylece sabit kadem olmalıdır.
Şeyhin huzurunda iken aksırma, tükürme veya sümkürme arız olursa, kalben destur ile dışarıya çıkmalı ve onu def`ettikten sonra tekrar huzuruna girmelidir.

Kendisine HAL yönünden bir şey vuku bulunca, hemen gelip söylemesi hususunda izin verilmiş olsa bile, ihtiyata ve adaba riayet etmeli, boş ve tenha bir vakit gözeterek huzuruna varmalı ve ellerinden öptükten sonra ne diyecekse söylemelidir.Ne emrolunursa, can ve gönülden kabul etmeli, hizmetinde bulunmalıdır.Eğer dilediği zaman gelebilmesi için izin verilmemişse, huzuruna varıldıkta müteveccih durulmalı ve sorulmadan bir şey sölememelidir.

Gerek bu gibi hususlar için ve gerekse başka maksatlar için ziyaret olunduğu zaman huzurda çok oturmamalı, biraz daha oturması emrolunursa oturmalı ve (destur) diye kalkılarak şeyhin ellerini öptükten sonra, adap üzere yüzü şeyhüne ve arkası kapıya gelmek üzere geri geri giderek kapıdan çıkmaladır.
Yolda giderken, ister yaya isterse bir vasıtaya binmiş olarak şeyhine rastlarsa, mümkün olduğu kadar gizlenmeye çalışmalı, gizlenmek kabil olmassa el ve etek kavuşturup, edep ile selamını beklemeli, selam verince boyun büküp kalben selamını almalı, el ile ve sesle karşılık vererek teklifsizlik sureti göstermemelidir.

Mürid, fakir ise şeyhinin ihsanlarını kendisine nimet bilerek almalıdır.Meclislerinde bulunurken,az veya çok bir şey ihsan ettikleri zaman, oturulan yerden uzanmamalı, ayağa kalkmalı, saygı ile verileni almalı ve mümkünse elini de öpmelidir.

Şeyhin, geçim sıkıntısı veya elbise ihtiyacı bulunur da, müridinde bu sıkıntı ve ihtiyacı gidermek imkanı olursa, istemeden yiyecek, elbise veya harçlık yetiştirmelidir.Bunlara benzer adap çoktur.Bu zat-ı şerifler, Allahü Tealanın ihsanına mazhar olduklarından, olur olmaz kusura kalmazlar.Fakat her yönden, adaba riayet etmeye çalışan salik, Allahü Tealanın lutfu ile kısa zamanda maksatlarının ötesine varacaktır.Dergahları ve hariciyeleri olan şeylere de böylece gitmeli ve hzimetlerinde bulunmaldır.Bu ziyaret ve hizmetleri kendisi için nimet bilmeli, emir ve tenbihlerini yertine getirmeye dikkat ve gayret etmelidir.
« Son Düzenleme: 19 Şubat 2010, 21:19:52 Gönderen: Tuğra »
"El-mücâhid fî sebîlillâh, el-müştâk ilâ cemâlillâh, hüve ünvânüküm"

("Ünvanı: Cemal-i ilâhiye âşık, Allah yolunda mücahit")

"İtikaden Ehl-i Sünnet, Amelen Hanefi, Meşreben Nakşî-yi Müceddidî"