Gönderen Konu: Tasavvuf Nedir?  (Okunma sayısı 5178 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı mahmud_sami

  • okur
  • *
  • İleti: 62
Tasavvuf Nedir?
« : 20 Temmuz 2004, 21:13:21 »

Tasavvufun Tarifi:
 Tasavvuf, ebedî saadete nâil olmak için nefsi tezkiye, ahlaki tasfiye, zâhir ve batini tamir hallerinden bahseden bir ilimdir. Tasavvufu kâlden ziyade bir hâl ilmi olarak da ifade edebiliriz. Her ilim gibi tasavvuf ilminin de tarifi yapilmistir. Tasavvuf, diger ilimlerden farkli olarak, mutasavviflarca çesitli sekillerde tarif edilmistir. Bu tariflerin, her sofînin isgal ettigi makama göre yapildigini gözden uzak tutmamak gerekir.
 MA’RÛF EL-KERHî:
  "Tasavvuf, gerçekleri almak, mahlûkatin elinde olan seylere gönül baglamamaktir.1
  Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani dogru olmayan her seyi birakip, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalismaktir.
  "Tasavvuf, esyanin hakikatine bakip, halkin bildigini terketmektir."
  Esyanin hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düsünmek, neye yaradigini arastirmak, nasil istifade edilecegini ögrenmek demektir. Zira halk, yalniz görülen evsaftan bazilarini görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir.
  SERIYY-Î SAKATî:
  "Tasavvuf üç manayi içine alan bir isimdir: 1) Marifetin nûru vera’in nûrunu söndürmez, 2) Kitab ve sünnetin zahirine muhalif olacak sekilde ilm-i bâtindan bir söz ile konusmaz, 3) Kerametleri kendisini, Allah’in mahrem olan sirlarini açiklamaya sevk etmez.2
  Tarikatte ilim:
  Bu üç maddeyi açiklayalim:
  1) Ilim ve takvâ: Meshur büyük mürsidlerin hemen hepsi, tarikat yolunda ilmi öne almislardir. Çünkü ilimsiz yola çikilmaz; çikan yolu sapitabilir. Ilim, öncünün elindeki en kuvvetli isiktir. Ilimsiz amel hederdir. Ümmî urefânin bilgileri de ilimdir.
  "Allah, cahili asla velî edinmez" buyurulmus. Ancak bu ilmin amel ile tezyini icab eder. Hatta mutlak amel degil, takvaya mukarin olan amel, amel-i salihdir. Cenab-i Hak nazm-i celîlin-de, mealen:
  "Kullari arasinda ancak alim ve arif olanlar Allah’i hasyetle ta’zim ederler"3 buyurmustur.
  Tarikatte irfan:
  Irfan da ilmin bir koludur ki, tarik erbabi arasinda derecesi ilmin fevkindedir. Ilim yoluyla anlasilamayan birtakim hakikatler, sezis, feraset, kesf ü keramet tarikiyle anlasilabilir.
  Kiymetli profesörlerimizden merhum Necati Logal’in dedigi gibi, sarkin ikinci Mevlana’si olan, büyük mutasavvif alim, "Rûhu’l Beyan" tefsirinin sahibi, Bursali Ismail Hakki hazretleri "Kenz-i Mahfî" adiyla te’lif etmis oldugu eserinin basinda, meshur olan "Küntü kenzen mahfiyyen"4 vedzesi için.
  "...Hadis-i menkûl gerçi inde’l-huffâz sabit degildir. Nitekim Imam Süyûti "Dürer-i Müntesire" nam kitabinda "la asle lehu" demistir. Feemmâ inde’l-mükasifîn hadîs sahihdir. Zira huffâz sened ile naklederler; mükasifûn ise fem-i Nebevî’den bizzat ahzedip söylerler ve bir nesnenin sened-i mâlûmu olmamaktan fî nefsi’l-emr adem-i sübûtu lazim gelmez; belki kesf-i sahih ile olacak esah olur. Zira kasifte vehim ve hayal olmaz, belki iyan-i tam ve hakka’l-yakîn olur ve ilhamat ve varidat mu’tekidlere göre hüccet olmak kafidir. Gerekse ehl-i zahire göre burhan olmasin. Zira onlar huffâs gibidir ki afitâb-i rûseni göremez ve ayne’l-yakîn nedir bilmez. Pes bizim muhabbetimiz o makûle ile degildir ve bazi kütüb-i mu’teberede gelir ki:
  "Davud aleyhisselam söyle söyledi:
  "Ya Rabbi! Mahlûkati niçin yarattin?"
  "Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi murad ettim."
  "Yani Hazret-i Davud aleyhisselam münacaatinda sirr-i halktan, yani icaddan sual edicek Cenab-i Kibriya’dan kelam-i mezkur varid oldu. Pes bu kelam fi’l-asl ehadis-i kudsiyye-i Davudiyye’den olmus olur..."5 deyip, vecizeyi tefsir ve izah buyurarak küçük bir kitab haline getirmistir.
  Kitab ve sünnetten ayrilmamak:
  2) Kitab ve sünnetten ayrilmamak: Bir mutasavvifin Kitab ve Sünnet disi söz ve hareketi, kendisi hakkinda süphe uyandiracagi gibi, mensup oldugu tariki de zan altinda birakir. Her ne kadar kat’î naslar haricinde teferruat-i mesâilde, muhtelif ehl-i sünnet ictihadlariyla amel eden erbab-i tasavvuf, zâhir ulemâsi gibi muhtardir. Sofî, bu bir ilim-i batindir diyerek Kitab ve sünnetin zahirine muhalif bir söz söylemez.
  3) Kendisine münkesif olan hakâyiki her zaman, herkese, her yerde açiklamaz; zamanini yerini ve adamini bilir.
  EBÛ HAFS EL-HADÂD:
  "Tasavvuf tamamen edebden ibarettir".6
  Tasavvuf edeb-i Muhammedi’dir ki, sîret-i nebeviyye ile tahallük etmektir. Bu ef’ali de, ahvali de câmi’dir.
  "Edeb Ilahî nurdan bir taçtir ki, onu basina geçirdikten sonra istedigin yere gidebilirsin".
  Edebin gerek tarifi, gerek izahi babinda pek çok söz söylenmistir; ileride bunlara tesadüf edilecektir .
  Bu çok sümûllü vasf-i umumînin en yüksek mertebesi su iki beyitte tecelli eder:
  "Bir kisim evliya tanirim ki, onlar duadan dahi teeddüp ederek ancak zikir ile mesguldürler. O yüce sahsiyetler rizaya boyun kestiklerinden, kazayi def etmek için tesebbüse geçmeyi, kendilerine haram bilmislerdir."
  Bu babda Hafiz Sirâzî’nin beyti çok ârifânedir:
  "Ihtiyaç içindeyiz ve birsey istemiyoruz. Kerim-i Müteal huzurunda istemeye ne lüzum var".
  Hind’in meshur sairi Feyzi Hindî de:
  "Madem ki bizim ihtiyaçlarimizi kendisi biliyor, o halde duaya ne hacet var? Allah Allah!" diyerek hayretini izhar ediyor. Zira kullar evâmir ve hikmet-i rabbâniyeyi idrakten acizdirler.
  Fakat bununla beraber, acaba neden: "Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size icabet edeyim, duanizi kabul edeyim. Çünkü bana ibadetten büyüklük taslayip uzaklasanlar, hor ve hakir cehenneme gireceklerdir"7 buyurulmustur.
  Biz de, sair Ziya Pasa ile hemzeban olalim:
  Idrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
  Zira bu terazû o kadar sikleti çekmez.
  Ölünceye kadar kulluk et:
  Bazilari bu ve emsali beyitleri izahda "duaya ve ibadete hacet yoktur" diye manalandirirlar. Biz kimseyi dalalete delalet veya nisbet etmek istemeyiz. Ancak kendilerini vahdet-i vücüd felsefesini benimsemis zanneden vahdet-i vücudçular, böyle beyitlere ve cümlelere yukaridaki manayi vererek, teklifi iskat etmis olurlar ki bu, umumî manada hatimlerin: "Rabbini hamd ile tesbih et, secde edenlerden ol ve sana yakîn gelinceye (ölünceye) kadar Rabbine kulluk et"8 ayet-i kerimesindeki ölüm ile vukubulacak olan yakîni, hayatta idrake karîn olacak yakîn ile te’vil etmelerine benzer. Yani "Ölünceye kadar Rabbine ibadet et" manasini, "Hakk’a yakîn peyda edinceye, yani manen yükselip olgunlasincaya kadar ibadet et" yollu te’vil ederler ki, bu hüküm daha hayatta iken tekâliften kurtulmak için kaçamak yoludur.
  Bunlar: "O’nda, kitabin temeli olan kesin manali ayetler vardir, digerleri de çesitli manalidirlar (mütesabih ayetlerdir). Kalblerinde egrilik olan kimseler, fitne çikarmak, kendilerine göre yorumlamak için, onlarin mütesabih olanlarina uyarlar..."9 ayet-i kerimesindeki hükme müstehak olurlar.
  EBÛ’L-HÜSEYIN EN-NURI:
  "Tasavvuf ne sekil, ne de ilimdir; o sadece güzel ahlaktan ibarettir. Eger sekil olsaydi, mücahede ile hasil olurdu, ilim olsaydi ögrenmekle meydana gelirdi. Bu sebebten sekil ve ilim maksadi hasil etmez. Tasavvuf, Hakk’in ahlakiyla mütehallî olmaktir."10
  "Biz dahi alirdik, otuza kirka"
  Tasavvuf, sekil, kilik, kiyafet ve merasim degildir. Sadece ahlaktir ki: "Allah’in ahlaki ve Resülüllah’in ahlaki ile ahlaklaniniz"11 hadis-i serifi mantûkunca Allah’in ve resûlünün sifatlari ile ittisâfâ çalismaktir.
  Dervislik olaydi tâc ile hirka
  Biz dahi alirdik otuza kirka.12
  "Tasavvuf, hürriyet, kerem, merâsimi terk ve cömertliktir."13
  Tasavvuf, kerem ve cömertliktir, yoksa kuyûd ve merasim degildir. Sofî, elinde bulunan nimetten baskasinin istifadesini düsünen adamdir. Seyh Sa’di:
  "insanin seref ve haysiyeti, lütuf ve keremi, ihsan ve atâsiyla, sehâsiyla ölçülür; insanligi da Hakk’a sükretmesiyle, yani umumî manada ibadetiyle anlasilir. Kendisinde bu iki haslet olmayan kimsenin yoklugu, varligina müreccahdir".
  "Tasavvuf, nefsin nasibini terk ile, Hak’tan nasibini istemektir".
  Emeller ve elemler:
  Tasavvuf, kendi isteklerini birakip, Hakk’in takdirine razi olmaktir. Çünkü insanin emellerinin sonu yoktur, birini elde etse, gönlü digerine takilir. Bu suretle de kalb Hak’tan cüdâ kalir. Bundan dolayi emele, elem bozuntusu demislerdir.
  Her emel tahakkukuna kadar insana elem verir. Her emelin nihayeti, baska bir emelin bidâyetidir. Bu suretle emel silsilesi ölünceye kadar devam eder. Emeller terkedilince, Hakk’a baglanilmis olur. Emelin terki dünyayi, isi gücü matiyye-i nefsi, yani vücudu, nefsini ihmal etmek demek degildir. Hayatin tabiî icaptan hiçbir zaman terk edilemez. Eldeki nimete sükrü birakip, daha fazlasini istemek, emel pesinden kosmaktir. Eger eldekine hakkiyla sükür edilse Cenab-i Hak nimetini artiracagini beyan buyuruyor:
  "Rabbiniz: Sükrederseniz and olsun ki, size karsiligini artiracagim; nankörlük ederseniz, bilin ki azabim pek çetindir, diye bildirmisti".14
  Sükür nasil yapilir?
  Sükrün ne oldugunu iyi bilmek lazimdir. Yemek yiyip, bittikten sonra "Ya Rabbi sükür el-hamdülillah" demekle sükür ifa edilmis olmaz. "Sükür odur ki, her aza ne için yaratilmis ise, ona sarfetmektir".15
  Her nimetin sükrü kendi cinsiyle eda edilir. Nasil ki zekat vermek, sadaka vermek yani maddeten yardim yaparak iyilik etmek suretiyle servetin sükrü eda edilirse, bir sofrada kendini ve aile efradini doyuracak bir kap yemegin yerine, mesela üç kap yemek yer ve bir kap yemegi bulamayan yakini, komsusu veya tanidigini düsünmez, onlari doyurmaya çalismaz, gece sabahlara kadar ve iki yemek arasinda agziyla binlerce defa "Ya Rabbi sükür" dese, hiçbir zaman sükrünü eda etmis olmaz. Her ögün etini, sebzesini, tatlisini Hakk’in lütfuyla te’min etmis olan kimse, eger takva yolunda yasamak ve bir amel-i salih icra etmek ve cemiyete karsi sorumlulugundan kurtulmak istiyorsa, bir gün et, bir gün sebze, bir gün tatli yiyerek, diger iki nimeti münavebe ile ihtiyaç sahiblerine yedirecektir.
  Bunu, Hakk’in rizasi için yapmak en büyük sofuluktur. Böyle yapan: "Onlar, içleri çektigi halde, yiyecegi, yoksula, öksüze ve esire yedirirler"16 ayet-i kerimesinin sirrina mazhar olur ve: "Mallarini Allah yolunda sarfedip, sonra sarfettikleri seyin aridindan basa kakmayan ve ezâ etmeyenlerin ecirleri Rablerinin katindadir. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir"17 saffinda bulunanlar arasina girer ki, iste evliyâullah bu zümreye dahil olanlardir.
  SEHL BIN ABDILLAH ET-TÜSTERî:
  "Tasavvuf, az yemek, Cenab-i Hakk’in huzurunda rahata kavusmak ve insanlardan kalben uzaklasmaktir".18
  Çünkü tokluk insani gaflete ve sehvete sevkettigi gibi, verdigi rehavetten dolayi hakkiyla ibadet-i bedeniyyeye de mani olur. Onun için kanaatkarlik ve perhizkarlik yapan, yani eline geçenle yetinen ve fazlasini muhtaca veren, ancak Cenab-i Hakk’in huzurunda rahata kavusabilir; bu hususta sorumlulugu kalmaz.
  Yani helalinden çok kazanmak için fazla çalisacak, yeteri kadarini kendisine ayirdiktan sonra, kalanini muhtaca verecektir. Bundan maksat, "fakir ilAllah" dedikleri yalniz Hakk’a arz-i ihtiyaç edip, halkin elindekilerden müstagni olmaktir. Müstagni olan sofînin nazarinda,
  "Müstagni o kimsedir ki, ona göre bir basakla, bir harman arasinda fark yoktur". Elinde hangisi bulunursa fark etmez, baskalarinin elindekini de öyle görür.
  "Tasavvufun asli, Kitab ve sünnete yapismak; hevâ, heves ve bid’atleri terk etmektir".19
  Tasavvuf, ahkâm-i dine ve sünnet-i Resûl’e sarilmaktan ibarettir.
  AMR BIN OSMAN EL-MEKKî:
  "Tasavvuf, zamanin en uygun vaktinde, kulun her an Hak ile mesgul olmasidir".20
  Uyku ve hacatin kazasi gibi zamanlar haricinde, kalbin her an Hak ile mesgul olmasini da tasavvufun tarifi içine almistir ki, bu da bir zikirdir.
  SÜMMÜN EL-MUHIB:
  "Tasavvuf, hiçbir seye malik olmamak ve bir malin esiri bulunmamaktir".
  Hiçbir seye malik olmamak, mal ve mülkünü nefsine mal etmemek, o malda baskalarinin hakki bulundugunu, asil sahibinin Malikü’l-Mülk oldugunu, kendisinin onu yerli yerinde sarfedecek küçük bir haznedar oldugunu bilecek ve ona göre davranacak, sûret-i sarfi Kur’an’dan ögrenecektir. Hiçbir zaman kendini mal ü menâl sevgisine kaptirmayacaktir. Iste o zaman masivadan ilgisini kesmis olur.
  "Eger sende dünya ile kil kadar iç rabitasi bulunursa, senin Hakk’in manevî nimetlerinden mahrum kalmakligin tabiîdir. O kil kadar alaka bir zünnar, yani alamet-i küfürdür ki, insani sirk-i hafiye götürür, harem-i Ilahî’de de namahremdir, yabancidir".
  Kil kadar kalsa vücudundan eser,
  Alamazsin kil kadar andan haber.
  Kelim Hemedanî bir beytinde bu mazmûnu ne güzel beyan eder:
  "Hak’tan baskasina olan rabitani kesmedikçe, bütün ibadetlerin bosunadir. Bu alakadan basini koparip kurtarmadikça, basini secdeye koymaya müstahak degilsin".
  Yine Kelim baska bir beytinde söyle tasvir yapar:
"Alakalar, bu dünyanin levazimindandir, yalniz nes’esi degil, hem de zînetidir, süsüdür. Hükümdarlarin zindanlarinda mahkumlara vurulan zincir sakirtilari, hapishanenin ihtisamini gösterir".
  Yani, demek istiyor ki, alakadan zahiren kurtulmak mümkün degildir. Evlat muhabbeti, torun sevgisi, onlari memnun etmek için sarfedilen gayretleri ve a’mal-i hayriyye, bu dünya nes’esinin zaruretleridir. Nasil olsa insan bunlara mahkumdur. Bunlar ise birer esaret alameti olan zincirdir. Iste, zincire kiymet vermemek, zindan hayatinin serbest, kayitsiz, zincirsiz hayattan farkli bir yasayis olmadigini nefsine telkin edip, kabul ve hazm etmek, zincir vurandaki hizmeti düsünmek, eger bu hal seni üzüyorsa, "Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylik vardir"21 ile müekkeb tebsirat-i sübhâniyyeyi düsünerek, bütün kayitlardan ruhun selameti için sabra sarilmayi bilmek lazimdir.
  CÜNEYD-I BAGDADÎ:
  "Tasavvuf, Hakk’in seni senden gidermesi ve kendisiyle ihya etmesidir".
  "Tasavvuf, mâsivâ ile alakayi keserek, Cenab-i Hak ile beraber olmaktir".22
  Masiva ile alakayi kesmek demek, Hak’tan gayri olan herseyi terketmek demektir.
  Masiva sâibesinden dili tathîre çalis
  Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alis.
  Evet, masiva ilgisi kalbte bir lekedir; Hakk’in kalbe tecellisine manidir. Bu leke ancak hikmet ve irfan günesiyle giderilebilir. Hikmet, ilmin mahiyyetini arastirmaktir; irfan ise bir nevi’ sezerek anlayistir, ayri bir mevhibedir.
  Mâsivâ nasil terk edilir?
  Acaba bu masiva nasil terk edilecektir? Bunun için ashab-i tarik birtakim yollar göstermistir. Bunlarin arasinda üzerinde en çok durulan zikir yoludur. Zikir yolu, en kestirme bir tarik ise de, zikrin ne yolda yapilacagini iyi bilmek lazimdir. Yoksa sairin:
  "Tesbih elde, tevbe dudakta iken, gönül günaha girilecek bir is düsünecek olursa, bizzat günahin kendisi, yani onu bize telkin eden seytan, bu tevbemize gülecektir".
  Nâbi de bu manada söyle söyler:
  Leb zikirde ammâ ki gönül fikr-i cihanda
  Kaldi arada sübha-i mercan mütereddid.
  "Bizim dudaklanmiz zikr-i Hak’la mesgul iken, fikrimiz dünya isleriyle alakali bulunursa, eldeki mercan tesbih de tereddütte kalir".
  Maddeye gönül vermemek
  Simdi sâlikin masivadan kendisini nasil siyirabilecegini dü-sünelim:
  Insan, hayati müddetince masiva ile beraber yasar. O halde bundan kurtulma yolu nedir? Tabiî insan, yasamak için yiyecek, içecek, yatacak, yakacak, doyacak, sevecek, bütün hayatî ihtiyaçlara baglanacagi gibi, mehâsine de gönül verecektir. Iste, tarikat dervise zikir, fikir ve ask yoluyla bunlari gönülden nasil çikaracagini bildirir.
  Masivadan ilgiyi kesmek demek, maddeye gönül vermemek, ona baglanmamak demektir; yoksa madde ile mesgul olmamak demek degildir. Sofî, herkes gibi umumî hayata karisacak, kendi isini ve baskalarinin islerini yapmaya çalisacak, mukadderse zengin olacak, hiçbir surette Hak’tan ayrilmayacaktir. Fakat bünün bunlara gönlünü baglamiyacak, Malikü’l-Mülk’ü düsünecek, bugün kendi elinde Hakk’in emaneti ve atasi olan her türlü nimetin, yarin baskasinin eline geçmesinin tabiî oldugunu teemmül edecek ve kaybindan dolayi asla müteessir olmayacaktir.
  Bir mutasavvif sairin:
  Ehl-i tevhid olmak istersen sivâya meyli kes,
  Aç gözün merdâne bak, Allah bes bâki heves.
  Dedigi gibi, Hak’tan maâdasina gönülde yer veren kimse, muhabbet ve ask ile sirk-i hafiye kadar gidebilir. Her ne kadar bazi tarik erbabi "Hakikate, mecaz köprüsünün geçilerek varilir" demislerse de, erbabi, bunun hududunu tayin eder.
  Mal ve nefisle mücadele:
  "Tasavvuf, sulh ile degil, cenk ile hasil olur".23
  Tasavvuf, mücadele ile elde edilir. Cenab-i Hakk’in emri, önce mal ile, sonra nefisle mücadele etmektir. Mal ile mücahede, zarüriyyat-i ser’iyye disinda kalan servetini, malini, mülkünü infak etmek suretiyle yapilir. Zarüriyyât-i ser’iyye, kendisinin ve ailesinin yiyecegi, yiyecegi, yakacagi, yatacagi seylerden ibarettir. Bunun disindakini infak etmek Allah’in emri muktezasidir. Kur’an-i Kerim’de:
  "Ne vereceklerini sana sorarlar, de ki: Artani!"24 buyurulmustur.
  Infak hakkindaki bütün ayet-i kerimeler bu esasa irca edilir.
  Nefis ile mücahedeye gelince: Nefsin mesru olmayan bütün dileklerine karsi gelmektir. Nefsiyle mücadele, vatana saldiran düsmana karsi cihad, sulh zamaninda memleket içinde zulme karsi mücahede, hakki korumak için yapilan çabalar, nefsinin hevesatina kapilmamak için her türlü mehârim ve mekârihten ictinab, nefis ile mücahede medlûlünde mündemiçtir.
  "Tasavvuf, toplulukla birlikte zikir, dinleyenlerle birlikte vecd ve islenmek suretiyle de ameldir".25
  Toplum içinde, halk arasindaki derecat-i mütefâviteyi, mahlûkatin tenevvü’-i bi-nihayesini, sibgatullahin renk renk tecellîlerini görüp zikretmek ve bunu görmeyenlere anlatarak onlann kendisiyle birlikte vecidlerini husûle getirmek ve a’mâl-i sâliha ile örnek olmak tasavvuf ehlinin baslica siâridir.
  "Tasavvuf, kulun kendisiyle kaim oldugu bir vasiftir. Cüneyd’e: O Hakk’in sifati midir? dediler, O da: Sifat olarak "Hakk’in, resim olarak halkindir, diye cevap verdi".26
  Hazret-i Cüneyd’e tasavvufun ne oldugunu sorduklari zaman: "O bir hâldir ki, daima kul ile beraberdir" buyurmus. "Bu hal Hakk’in sifatinin tecellîsi midir, yoksa halkin evsâfindan midir? denilince: "Sifat olarak Hakk’indir, merasim ve sekil olarak da halkindir" demistir.
 Allah ve Resûlünün ahlaki:
 Peygamber Efendimiz: "Allah’in ahlakiyla ve Resûlüllah’in ahlakiyla ahlaklaniniz" buyurmustur.
 Bu, Allah’in ve Resûlünün evsafiyla muttasif olmak demektir. Imdi, bütün esma-i hüsna ve evâmir-i ilahiyye Hakk’in evsafinin tecellîsidir. Sîret-i nebeviyye ve sünnet-i resûl kezâ, Peygamber Efendimizin evsaf-i seniyyelerindendir. Bunlara uymayi nefsinde kabul eden kimse Hakk’in sifatini iktisab etmis olur. "Allah’in ahlaki ile ahlaklaniniz" sirri tecellî eder. Sîrete ittiba ile sünnetin ifasi da yine evsaf-i peygamberi ile muttasif olmaktir. Bununla da: "Ve Resûlüllah’in ahlakiyla ahlâklamniz" hükmü zahir olur.
 Bunlarin, kabul ve imani, sifat-i Hak’la tehallî etmektir; icrasi da merasimdir, halka aittir.
 Erbab-i tasavvuftan biri bu hususu ne güzel hülasa etmistir:
 "Hayatin öyle geçsin ki, öldükten sonra bir yolun topragi olursan; senin üstünden geçenlerin yolun tozundan bile müteessir olduklarim isitmeyesin."
 Pertev Pasa bu manayi su sekilde tafsil ve izah eder:
 Ne semmet bülbülün verdin, ne de hârden incin
 Ne gayrin yarine meyl et, ne sen agyârden incin
 Ne sen bir kimseden âh al, ne âh ü zârden incin
 Ne sen bir kimseden incin, ne senden kimse incinsin.
 "Zahir ile amel et, sana yeter"
 Cüneyd’e gelerek tasavvufun ne oldugunu sordular. O da: "Zahir ile amel et, sakin onun hakikatlerinden bir sey sorma, onu ifsad edersin" diye cevap verdi.27
 Yine Hazret-i Cüneyd’e tasavvufun ne oldugu soruldugu zaman: "Amelini bozmak istemezsen emir ve nehyin hakikatini arastirmaya kalkma, zahir ile amel et, bu sana yeter" buyurmustur ki, herkes kendine göre mana vermeye kalkip te’villere sapmasin ve günaha girmesin diye bu tavsiyede bulunmustur.
 Sîrazli Hafiz bir kabasofuya söyle demistir:
 "Ey kabasofu, yoluna git, bana hakikati anlatmaya kalkma, çünkü bu kainatin esrari senin ve benim gözüme kapalidir ve öyle kalacaktir".
 MÎMSÂD ED-DÎNEVERî:
 "Tasavvuf, serâire ittilâin verdigi safâ ve Hakk’in razi olacagi amelleri islemek halk ile ancak zarurî hususlarda temas etmektir".28
 Bu tariften de anlasiliyor ki tedricen hakaik-i ilahiyye anlasildikça kalbte husûle gelen itminan insana en büyük huzuru verir. Bütün efal ü muamelatinda Hakk’in rizasini düsünmek, halk ile rastgele münasebetler kurmayip, onlarla temasi zarurî hususlara hasretmek, seyr ü sülükün icabidir.
 Bilinmemek, faydasizdan sakinmak:
 "Tasavvuf, mâsivAllahdan müstagni olmak, bilinmemeyi ihtiyar etmek ve hayirli olmayan seylerden sakinmaktir".29
 Tasavvuf, ihtiyaç içinde bulunulmasina ragmen müstagni görünmek, masivaya ragbet etmemek, bilinmemeyi tercih ve ihtiyar etmek, hayir ve faydasi olmayan seylerden sakinmaktir ki, ihtiyaci izhar eden kimse züll-i suale (dilenme alçakligina) kapi açiyor demektir. Bu izzet-i Islam’a iras-i halelde bulunmak gibi bir günaha vesile olabilir. Seref ve haysiyyeti muhildir. Ikincisi, hüviyetini, sahsiyetini, kiymet ve meziyetini meydana koymamak, ahad-i nasdan biri gibi hareket etmek, adab-i sofîyyeden olan bir tevazu’dur. Hayirli olmayan seylerden sakinmaktan maksat da efal-i mübâhada bile hayri gözetmektir.
 ALÎ BIN EL-ISFAHANî:
 "Tasavvuf, Hakk’in gayrindan uzak ve masivAllahdan halî olmaktir".30
 EBÛ MUHAMMED EL-CÜVEYNî:
 "Tasavvuf ahvâli kontrol etmek ve güzel olan seyleri iltizam etmektir"31
 Daima iyiyi ve hayri aramak, insanin içinde bulundugu ve maruz kaldigi ahvalin tetkikiyle zararlari def ve faydalari celp için çalismaktir.
  EBÛ AMR ED-DIMISKî:
 "Tasavvuf alemi noksan gözle görmektir, yahut bütün noksanlardan münezzeh olani müsahede etmek için her noksandan gözü yummaktir".32
 Kemal-i mutlaki Hak’da müsahede edebilen kimse her seyde bir noksan görür.
 Kemal-i mutlak Allah’a mahsustur. Her varligin kendine göre bir ayb, kusur ve noksani vardir. Bir seyde kemal tecellî ettigi sanilinca, derhal zeval yüz gösterir. "Her sey tamam olunca noksanlik baslar" buyurulmustur.
 Ahmed Pasa "Yârsiz kalmis cihanda aybsiz yâr isteyen" der ki, her güzelin istenmeyen bir tarafi olur. Iste noksan denen sey budur. Fakat erbab-i tasavvuf hiçbir seyde noksan aramiyacaktir. Noksandan göz yumacak, yani noksani görmeyecek, noksan gördügü zaman kemal-i mutlaki tahattur ve zikredecektir.
 "Senin vücudun bir ayiptir. Bunun üzerine, bir baska ayip aramanin manasi yoktur" sözü insanin bastan asagi kusur oldugunu gösterir.
 "Küsûf günesin, husûf da ayin kusurudur" demislerdir. O halde cihanda aslolan noksandir. Kemal nisbî ve izafîdir.
 Su manayi veren kit’a da güzel bir ders-i ibrettir:
 "Diline dikkat et, kimsenin kusurunu söyliyeyim deme; çünkü sen bastan asagi kusurlarla mahmulsün; halkin ise binbir dili vardir. Gözlerin sana, baskalarinin ayiplarini gösterirse, ona: Ey nûr-i didem, halkin binbir gözü sana bakiyor, de".
 EBÛ’L-HASAN EL-MÜZEYYEN:
 "Tasavvuf, Hakk’a inkiyattir".33
 Burada Hakk’a inkiyat, mertebe-i rizadir ki; riza, tarikatte müntehayi meratiptir; sabirla tev’emdir. Rizanin, mertebelerin sonu olmasi, sabrin emir, tavsiye ve telkin neticesi nüfûsa te’siriyle tecellîsine mukabil, rizanin her musîbetine bir hikmet düsünülerek tabiî karsilanmasidir. Hele kendini aradan çikarip, yalniz Hakk’in rizasini düsünecek olanlar, Peygamberler ve vasilîndir. Merhum Osman Sems Efendi’nin:
 Vasil-i vuslat-saray-i mutlakim na’leyn-vâr
 Saff-i na’le terk kildim küfrü de imâni da.
 Beytinden de anlasilacagi üzere, iki zit vasif, beseriyette hayir ve serri tefrîka medârdir. Iman itaat, küfür isyandir. Hakk’a vasil olan hakka’l yakîne ulastigindan küfür mefhumu zihne tebadür etmiyecegi için lafz-i bî-mana kaliyor.
 Hakikat-i vûcudu idrak etmis oldugundan: "Onlar gaybe inanirlar"34 vasf-i sübhanîsine mazhar, silsile-i beseriyetten ayrilarak, mertebe-i melekiyete intikal ediyor ki, alem-i melekût için küfür mefhumu mutasavver olmadigindan, bir suhûd-i tam içinde âyat-i ilahiye ile sermest oluyorlar. Imana inkardan geçilir, inkari imha eden imandir. Iman, suhûd-i hakayik-i ilahiyye haline intikal edince, gayb perdesi ortadan kalkiyor. Bu, insan için bir salah-i küllî mertebesidir ki, her kula müyesser olamiyor. Fakat, her salikin gayesi olmakta devam ediyor. Bu mertebe, imani hakka’l-yakîne çikarmakla mümkün olabiliyor.
 Halka rehber olmak:
 Imdi, süllem-i rizadan, ars-i hakikate yükselebilmek, daima Hakk’in yolunda bulunmakla, yani: "Onlar ayakta iken, otururken, yanlari üstüne yatarken, Allah’i anarlar..."35 ayet-i celîlesini bir an hatirdan çikarmayarak, evamire mülâzemet, nevâhiden mücânebet, Allah ve Resülüne ve onlara tabi olanlara sirf muhabbet beslemekle, halkin içinde onlara rehber olarak çalismakla mümkündür. Bu bir hususiyettir. Bu hali herkesin görüp idrak etmesi mümkün degildir.
 Kisinin hüviyet ve derecesi, ef’aliyle anlasilir. Fakat bu, umum içindir. Havâss-i mümtaze ancak kendilerini tanirlar. Arapça bir beyit söyle der ki: "Kisi isiyle kendini göstermedikçe, derece ve hüviyeti anlasilamaz".
 Vasilîn me’mur olmadikça ipucu vermezler. Temkinli sofiler nezdinde vusul, ale’d-derecât, esrar-i Hakk’a asinaliktir. Tafsili vahdet-i vücûd bahsinde gelecektir.
 EBÛ YA’KÛB:
 "Tasavvuf, beseriyete ait evsafin kaybolmasidir".36
 Tasavvuf yolu, insanin kemale ulasmasina mâtuf bulundugu için, beserî noksanlardan nefsini temizlemesi gerekir. Bu tasfiye ne kadar etrafli olursa, sofînin ruhu o kadar yükselir. Fakat bu keyfiyet daha çok teslîke muktedir ki bir mürsid-i kamilin himmetiyle vücûd bulur.
 EBÛ ABDÎLLAH BIN HAFÎF:
 "Tasavvuf, kadere sabir, Hakk’in atâsina riza ve hakikatleri aramak için dere tepe dolasmaktir".37
 Sabir ve riza yukarida geçti. Seyahate gelince, onun maddî ve manevî degerleri pek çoktur. Bir Arap sairi söyle der:
 "Durgun su bulanik ve bozuktur. Akan su ise berraktir ve pislik tutmaz. Altin kendi ma’deninde bulunurken bir kiymet ifade etmez. Ud agaci da ormanda odundan farksizdir; islenir ve ellere geçerse kiymetini bulur".
Yolcu, iyi niyetle yaptigi seyahatte izzet ve seref kazanir. Hak, fazilet ve hayir için yapilan muhaceretler de böyledir.
 EBÛ SAÎD BÎN EL-ARABÎ:
 "Tasavvuf, fuzuli seyleri tamamen terketmektir".38
 Lüzumsuz seyleri terketmek demek, dinin, aklin, kanunun, örfün, an’anenin, adetin ve zaruretlerin gerektirdigi isler disinda abes ile mesgul olmamak demektir. Iste bu suretle insan, faydali seylerle mesgul bulunmus ve hiç bir faydasi olmayan seyleri terketmis olur. Bu yalniz sofî için degil, medenî her insan için lüzumlu bir vasiftir.
 EBÛ’L-HASAN EL-BÜSENCÎ:
 "Tasavvuf, emeli ihmal ve amele devam etmektir".39
 Emel ve amel mes’elesi: Emelin sonu yoktur. Besere suur lâhik olduktan sonra, ölüme kadar devam eder.
 Baglidir dâman-i hasre riste-i tûl-i emel
 Hay ü hûy-i ehl-i dünya bitmeden dünya biter.
 Yavuz Sultan Selim’in bir misra’ini tazmin yollu yazdigi "Ümid" adli manzûmede,
 Namik Kemalzade Ali Ekrem Bey söyle söyler:
 Ümmid cihandan da büyük, zevk ise mahdûd
 Her saati ömrü emel-efzâ elem-efzûd
 Mâzi mütevâli ezelî sâye-i memdûd
 Müstakbel ebedle dolu bir makber-i mesdûd
 Hal ise saadet gibi rahat gibi mefkûd
 Feryad ez in nev vücûd-i adem-âlûd.
 Sonu gelmeyen emeller
 Evet, insanin ümitleri ve amelleri cihandan da büyük, yani sonsuzdur. Ömrün her ani bir taraftan emelleri, bir taraftan da elemleri artirir. Maziye dönüp baksan, uzayip gitmis bir gölge, hakikat zannettiklerimiz silinmis, istikbal kapali bir kabir, kim oldugu, ne oldugu belli degil. Hâl denen zaman ise, izafî bir varlik. Bu dünyada rahat ve huzur nasil izafî ve muvakkat ise, hâl de her an maziye intikal etmekte oldugundan ma’dûmdur. Binâenaleyh böyle yokluga müncer olan varliktan feryad!
 Iste insana düsen, bu sonu gelmeyen emelleri ihmal edip, ubûdiyyetinin icaplarini yerine getirmek ve intizam içinde çalismaktir. Saatleri ayarlamak, hayati ayarlamak demektir.
 EBÛ AMR BIN EN-NECÎD:
 "Tasavvuf, emir ve nehiy hayatinda sabretmektir, yani Cenab-i Hakk’in emirlerine râm olmak, nehyettigi seylerden de kaçinmaktir".40
 Emir ve nehiyleri gönülden hüsn-i telakki etmek, bunlarin icrasinda veya sakinmasinda güçlük varsa, onlara tam bir inkiyad ile sabretmek, tasavvuf ve sülûk icabidir.
 SEYH EBÛ ÎSHAK IBRAHIM EL-KARZÛNÎ:
 "Tasavvuf, iddialari terk ve manalari gizlemektir."41
 Tasavvuf erbabi, bir iddia sahibi olmayacaktir. Bildigi hakikatleri muhatabinin seviyesine göre açiklayacak, muhatabinin umumî bilgisinin kavrayamayacagi hakayiki tafsil etmeyecektir. Ne, ben bilirim bu böyledir, diyecek, ne de anlasilmayan ve isitilmemis mefhumlari rastgele açiklayacaktir.
 "Her bilenin üstünde daha iyi bilen vardir"42 ayet-i kerimesi onun düstür-i resâdeti, "Insanlara, akillarinin aldigi derecede hitap ediniz" vecizesi sözlerinin rehberi olacaktir.

DIPNOTLAR
1_ Kuseyrî.
2_ Kuseyri, s. 12; Tezkire, c. 1, s. 282.
3_ Fâtir sûresi, ayet: 28.
4_ "Gizli bir hazine idim".
5_ Kenzül Mahfî, s. 2-3.
6_ Tezkire, c. I, s. 331.
7_ Mü’min sûresi, âyet: 60.
8_ Hicr sûresi ayet: 99.
9_ Âl-i Imran süresi, ayet: 7.
10_ Tezkire.
11_ Meshur hadis.
12_ Yûnus Emre.
13_ Tezkire.
14_ Ibrahim sûresi, ayet; 7.
15_ Türk Ahlakçilari, c. I, s. 39.
16_ Insan sûresi, ayet: 8.
17_ Bakara sûresi, ayet: 22.
18- Tezkire, c. I, s. 164.
19_ Sülemî. s.21.
20_ Kuseyrî, s. 148.
21_ Insirah sûresi, ayet: 6.
22_ Kuseyrî, s. 148.
23_ Ayni eser, s. 149.
24_ Bakara sûresi, ayet: 219.
25_ Kuseyrî; s. 149.
26_ Tezkire.
27_ Ayni eser.
28_ Ayni eser.
29_ Tabakat.
30_ Nefehat Terc., s. 156.
31_ Kuseyri s,127.
32_ Nefehat Terc., s. 207.
33_ Kuseyri, s. 127.
34_ Bakara sûresi, âyet: 3.
35_ Âl-i Imran süresi, âyet: 191.
36_ Nefehat Terc., s. 181.
37_ Tezkire.
38_ Nefehat Terc., s. 248.
39_ Tezkire.
40_ Ayni yer.
41_ Nefahât Terc.
42_ Yûsuf sûresi, âyet: 76. KAYNAK: Mâhir IZ; "Tasavvuf", KITABEVI, s.47-68 (KITABEVI 2; Hazirlayan: M. Ertugrul Düzdag)
ŞARET OLSA YOL SAPTIRMAZ,BİLGİ OLSA SÖZ SAPTIRMAZ.

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
tasavvuf
« Yanıtla #1 : 17 Aralık 2004, 02:18:17 »
arkadasimiz tasavvufu uzun bir makale ile anlatmis. Teskkür ederiz Istifade ettik.


Maneviyatsiz ilim zehre münkalib olur.Macaristan bir zamanlar müslümandi maneviyyat kalmayinca ilimde kendilerini kurtarmadi ve hiristiyanlasdilar.
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı Bahreyn

  • kaptan-ı derya
  • okur
  • *
  • İleti: 59
Ynt: Tasavvuf Nedir?
« Yanıtla #2 : 20 Ekim 2010, 09:48:54 »
tasavvufun manası önce edebi hasıl etmek edeplendirdiğin kişiyi muhafaza etmek eee bunun için doğru kişiyi bulmak müteallim  kardeşimizin söylediği gibi macaristanın zamanında neler yaşadığını duymuştum Allahu Rahman bizi doğru yola iletip o yoldan son nefes dahil ayırmasın... 
"Yüzünü güneşe çeviren insan gölge görmez."

Çevrimdışı fazıl14

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1339
Ynt: Tasavvuf Nedir?
« Yanıtla #3 : 23 Ekim 2010, 08:50:16 »
TASAVVUFTA YOL ALMAK EDEPLE OLUR...

Nakşibendi büyükleri, Hz. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin öğrettiğ...i hem zâhir hem de bâtıni edeplere sımsıkı sarılmışlardır.
Seyri sülük esnasındaki sohbet, vird, hatme ve diğer zikirler zâhirî edepler içine girer.
Kalbin gaflet ve kötülüklerden temizlenmesi, nefsin terbiye edilmesi ve
ruhun ilahi huzura yükselecek hâle getirilmesi de bâtınî edepler içine
girer.
Edeb, her şeyi gereğince ve yerince yapmaktır. Bunun yolu da, bütün
fikir ve fiillerde edeb abidesi, peygamberlerin imamı Hz. Resûlullah
(s.a.v) Efendimize uymaktır. Bütün Allah dostları, Hak yolunda ne elde
etmiş iseler, Efendimizin edebine uyarak elde etmişlerdir.
Büyük veli Seriy es-Sakati: (k.s):
“Edeb, aklın tercümanıdır.”1 demiştir. Demek ki herkes edebi kadar akıllı, aklı kadar şerefli, şerefi kadar kıymetlidir.
Edebine göre yapılmayan şeyler ne kadar çok olursa olsun fayda sağlamaz.
İnsan bir işin usulüne göre gitmez ise o işte ömrünü verse hayırlı bir
sonuç alamaz.
Allah’ın yeryüzündeki şahidi ve hâlifesi olan ariflere hürmet kalpteki
takvadan ileri gelir. Onlara karşı edebi koruyamayan kimsenin tasavvuf
yolunda hiç bir nasibi olmaz.2

Arifler: “Önce usul, sonra vusul” demişlerdir. Yani, maksadına ulaşmak
isteyen kimse, önce o işin usulüne göre yola çıkarsa, hedefine varır,
yoksa yolda kalır.

Büyük alim Abdullah b. Mubarek (r.a) ne güzel söylemiş:
“Bizler daha çok ilme değil, daha fazla edebe muhtacız.”3

Hak yoluna giren talip için ana sermaye edeptir. Edebi olmayanın Allah yolunda elde edeceği hiç bir şeyi yoktur.

Edeb, kalbte, sözde ve fiilde olur

Kalbin edebi, niyette ihlas ve samimiyettir. Bunların sonucu, Allah için
sevmek, Allah için vermek, Allah için yermek ve Allah için menetmektir.
Bu hâl, imanın en yüksek zirvesidir ve kâmil insan olmanın alametidir.
O, Allahu Tealanın sevdiği kullarına bir hediyesidir. Büyükler, bu
ahlakın ihsan mertebesi olduğunu ve onun vücuda ancak zati zikir
sayesinde yerleşeceğini belirtiyorlar. Zati zikir; her yerde, her işte,
her hâlde kalb, ruh, sır ve diğer latifelerle Allahu Teala’yı
zikretmekten ibarettir.

Gavs-ı Bilvanisî Seyyid Abdulhakim el-Hüseyni (k.s) zikir ve edep hakkındaki bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:

“Bakınız, bu milletin başına ne geldiyse gafletten geldi. Şah-ı Hazne
(k.s): “gaflet kadar hiçbir kötü hâl yoktur” derdi. Kimin başına ne
geldiyse nefsinin hilelerinden gafil kaldığı için gelmiştir. Bir kişi
kendi kuvveti ile gafleti terk edemiyorsa edebe sarılsın. Şöyle ki,
Rabbim her an her yerde beni görüyor diye düşünsün ve o konuda nefsini
zorlasın. Açık ve gizli edeplere uymakla insanın kalbi uyanır. Böylece
gaflet yok olur.”4

Sözün edebi, makama uygun söylenmesidir. Her makam, ayrı bir tarz ve
tavır ister. Her söz yerinde, zamanında, gereği kadar söylenirse değerli
ve geçerlidir. Söz, hacet kadar sarf edilmelidir. Sözde yalan ve
yapmacık olmamalıdır. Söz sahibinin sözü ile özü, içi ile dışı aynı
olmalıdır. Mürşide ve müminlere karşı samimiyet ancak böyle mümkün olur.

Fiilin/işin edebi, makama uygun davranmaktır. Her şahsın, her makamın,
her ibadet ve taatın kendine has edebi vardır. Bütün edepler, sünnet-i
seniyyede öğretilmiştir. Edep, Hakka ve halka karşı nasıl davranacağını
bilmektir. Kısaca güzel ahlaktır. Bu edepleri, tek tek öğrenmeli ve güç
nisbetinde yapmalıdır.

İlim edeple güzel olur. Hak yolcusu ancak edeple yol alır. Zikir, edeple
fayda verir. İbadet edeple yapılırsa Allah’a yükselir. Tövbe, edeple
kabul edilir. Bunun için Allah dostları talebelerinden her işte edep
ister, edep bekler. Tasavvuf yolunda, bütün menzil ve makamlarda insanın
önüne tek levha çıkar:

“Edep Yâ Hû!”



1 Sülemi , Tabakatu’s-Sufiyye, 52.
2 Hucviri , Kefşu’l-Mahcub, 401.
3 Kuşeyri, Risale, II, 561; Sühreverdi, Gerçek Tasavvuf, 365.
4 Seyyid Abdulhakim Hüseyni ve Nakşibendi Tarikatı , 41-42


TASAVVUFTA İLK HEDEF KALP TEMİZLİĞİDİR...
Kalp temizliği denince ne anlıyoruz?
Bu konu dini hayatımızı...n temelini oluşturduğu halde, her mümin
tarafından aynı hassasiyetle üzerine düşülmüyor. Günümüzde, farz
ibadetleri yapıp büyük günahlardan sakınmak “takva” olarak tanıtılır ve
bu yeterli görülür.
Aslında büyük günahları terk etmek takvanın birinci basamağıdır; fakat
son noktası değildir. Kalpte bulunan ve kalp ile işlenen manevi
günahlardan da arınmadıkça gerçek temizlik gerçekleşmez. Allahu Teala:

“Günahın açığını da gizlisini de terk edin. Çünkü günah işleyenler
yaptıklarının cezasını mutlaka çekecekler” 1 buyurarak, her türlü
günahtan uzak durulmasını bizlere emretmiştir.

Kur’an, kalbin temizliğine “tezkiye” ismini vermiş ve ebedi kurtuluşu
ona bağlamıştır.2 Hz. Peygamber’in (s.a.v) temel görevi de tebliğ ve
tezkiye olarak belirlenmiştir.3

Tezkiye kalıbı değil kalbi temizlemektir. Bu ise kalbin şirk, küfür, isyan ve gaflet gibi manevi kirlerden arındırılmasıdır.
Bu arındırma iman, nur, feyiz, tövbe, istiğfar, gözyaşı ve ibadetlerle
olur. Hadisler, güzel ahlakın asıl merkezi olarak kalbi işaret eder.
Efendimiz (s.a.v), kalbin dini yaşantıdaki yerini şöyle tanıtmıştır:

“İnsan vücudunda öyle bir parça vardır ki, o iyi olduğu zaman bütün
bedenin işleri iyi ve güzel olur. O bozulduğu zaman, bütün vücut
bozulur. Dikkat edin o parça kalptir.”4

Bunun için mürşitler, insan eğitiminde ilk hedef olarak kalbi seçerler.
Bütün gayretlerini, müridinin kalbinin uyanması ve ihyası için
kullanırlar. Bu işi devamlı gündemde tutarlar; gerçekleşmesi için çok
fazla zaman ayırırlar.

Üzülerek belirtelim ki, bugün insan kalbinin manevi terbiyesi ihmal
edilmiş, gayretler çoğunlukla mideye ve kalıba yöneltilmiştir. Kalp
hastalığı denilince manevi değil, maddi kalp hep anlaşıla gelmiştir.
Öyle ki kalple işlenen günahlar gizli olduğu için zahirdeki günahlar
kadar üzerinde durulmamıştır.

Mesela, adam öldürmek, içki içmek, yalan söylemek büyük günahlardandır.
Bir mümin bunlardan sakındığı gibi, kalple işlenen kin, haset, kibir,
riya, aşırı dünya sevgisi, kader ve kazaya itiraz, ilahi takdire
rızasızlık, gaflet gibi gizli günahlardan sakınmamaktadır.

Halbuki, İbnu Hacer el-Heytemî’nin naklettiği gibi:

“Kalple işlenen günahlar, dış azalarla işlenen günahlardan daha
tehlikelidir. Çünkü onlar, sonuçta imanı zedeler, ibadetin kabul
edilmesin engeller, amellerin sevabını yok eder. Gizli günahların çoğu
insanı şirke sürükler, nifaka bulaştırır, dinden bile çıkarır. Ayrıca
kalpte yer eden gizli günahlar, devamlıdır, her zaman insanı tehlikeye
sokar. Zahiri günahlar ise böyle değildir.”5

Bir insan devamlı adam öldüremez, hiç ara vermeden içki içemez. Fakat
hasetçi bir insan devamlı haset ateşiyle kavrulur. Kibirli bir insan her
işinde kibrini ortaya koyar. Riyakar bir insan, her ne yapsa işlerinde
riya kokar. Aşırı dünya sevgisi, mal hırsı tedavi edilmezse, can çıkana
kadar kalbe yara olur. Kalbi saran günahları fark etmek kadar, onları
terk etmek de zordur. Bunun için gerçekten ıslah olmuş ve Allah ile
huzur bulmuş insan sayısı azdır.

Tasavvufun ana konusu, batınî fıkıhtır. Batınî fıkıh, insanın iç alemini
oluşturan kalp, ruh, nefis ve diğer latifelerin tezkiye, terbiye,
terakki ve inkişaflarını hedefleyen manevî, nuranî, kalbî bir ilimdir.

Zahirî fıkıh vücudumuzun dış azaları ile yapacağı ibadet ve vazifeleri
inceleme konusu yaptığı gibi, batınî fıkıh diyebileceğimiz tasavvuf da
kalple ilgili ibadet ve ahlakları temel konusu yapmıştır.

Tasavvufun hedefi, kalbin ihsan mertebesine ulaşmasıdır. İhsan, kalbin
gafletten uyanması ve manevi kirlerden arınması sonucu yakin haline
ulaşır. Yakin, kalbin Cenab-ı Hakk’ı görüyor gibi bir şuur ve
hassasiyete sahip olması demektir. Bu hal, her mümin için bir hedeftir.

Zira Rasulullah (s.a.v) Efendimizin işaret ettiği gibi din, iman, İslam
ve ihsandan oluşmaktadır.6 Din imanla başlamakta, ibadetlerle
olgunlaşmakta, ihsanla olgunluğa ulaşmaktadır.

Tasavvufta, kalbin bu hâle gelmesi üç safhada gerçekleştirilmektedir.
Birinci safha manevi kirlerden temizlik, ikincisi yüksek ahlaklarla
güzellik, üçüncü ise ilahi huzurda Yüce Allah ile özel beraberliktir.

Bundan sonrası huzur makamıdır. Mürşitler, bu hali “kurbiyyet” olarak
tarif ederler ve gerçek manada “sûfi” kelimesini bu sıfatı elde etmiş
kamil insan için kullanırlar.7

Kur’an’da bu yakınlığa ulaşanlar “mukarrebun” sıfatıyla tanıtılır. İlahi
taksime göre onlar, insanlar içinde “Sâbikûn” sınıfını
oluşturmaktadır.8

Kısaca özetlediğimiz kalbin tezkiyesi ve nefsin terbiyesi hali, bütün
müminlerin ortak hedefidir. Bu hedefte hiçbir ihtilaf yoktur. İhtilaf
onun nasıl elde edileceği konusundadır.

Hz. Peygamber (s.a.v) hayatı süresince bu işin merkezinde bizzat kendisi
bulunuyordu. Manevi tezkiye ve terbiye onun nezaretinde
gerçekleşiyordu. Ondan sonra bu görev farklı usullerle yerine
getirilmeye çalışıldı.

Peygamberimizin yaşadığı asırdan sonra kalp hastalıkları çoğaldı ve
yaygınlaştı. Öyle ki dini hayata taklit hakim oldu. Yaşanan manevi
gerilemeye devlet yönetimi bir çare bulamadı. Bütün iyi niyetlerine
rağmen fıkıh alimleri bu manevi gerilemeyi durduramadılar, onu üzülerek
seyrettiler.

Hadis alimleri içine düşülen manevi boşluğun tehlikelerini sadece
anlatmaktan başka bir şey yapamadılar. Tefsir alimlerinin uyarıları
halkı yöneldiği dünya hırsından alıkoymadı.

Bu arada hicri II. asırla birlikte yeniden bir ihya hareketi başladı.
Bu, sönmeye yüz tutan dinî hayatı canlandırma hareketiydi. Bu dini
yaşantıdaki canlanmanın başında büyük veliler, mürşitler bulunuyordu.

Veliler ve mürşitler, aynı zamanda daha sonra bir disiplin halini alacak
tasavvufî terbiyenin temellerini oluşturuyordu. Hasan el-Basri, Maruf
el-Kerhi, Malik b. Dinar, Zünnun el-Mısrî, Süfyan es-Sevri, Haris
el-Muhasibi, Cüneyd el-Bağdadi gibi zatlar, bu hareketin ilk öncülüğünü
yapan kimselerdir.

Önceleri, vaaz, sohbet ve örnek tavırlarla halkı kucaklayan bu irşat
faaliyetleri, hicri altı, miladi on birinci yüzyılda tarikat adı altında
kurulan terbiye müesseseleri ile yeni bir şekil aldı. Ve İslam alemine
yayıldı.

Kurucularına nispet edilerek Kadirî, Rufâî, Kübrevî, Şazelî, Nakşibendî,
Mevlevî, Bayramî adı verilen çeşitli tarikatlar, müslümanların dini
duygu ve düşüncelerinde bir bütünlük oluşturdu. Bütün bu terbiye
ekollerinin oluşturduğu sisteme “tasavvuf” diyebiliriz. Bu sistemi
kuranların ortak görüşü şudur:

“Hz. Peygamberin (s.a.v) sünnetini takip etmekten başka Allah’a giden
hiçbir yol yoktur. Biz bütün hallerini ve işlerini Kur’an ve sünnetle
ölçüp onların emir ve işaretine göre hareket etmeyeni Allah adamı
saymayız.”9

Tasavvuf deyince akla gelecek anlayış budur. Bu ölçü ve edepleri kim
korursa gerçek mümin, hakiki sufi odur. Tasavvufun hedefe aldığı terbiye
her mümin için gerekli bir terbiyedir. Öyle ki, İmam Gazali (rah) böyle
bir terbiyeye girip nefsi ıslah etmeyi, herkes için farz-ı ayın kabul
eder. Yani olmazsa olmaz gibi şart koşar, ‘Çünkü peygamberler hariç, hiç
kimse manevi hastalıklardan uzak değildir ve onlardan tek başına
kurtulamaz’ der.10

Büyük veli Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî (k.s) şöyle der:

“Maneviyat ilmi ve terbiyesi almayan kimse, hiç farkında olmadan bir çok büyük günah işlerken ölür gider.”11

İbnu Allan es-Sıddîkî (rah) ise, farkında olunmayan bu günahların kibir,
kendini beğenme, ibadetiyle övünme, insanları beğenmeme gibi gizli
günahlar olduğunu belirtir.12





1 En’am, 120.
2 Bkz: A’lâ, 14-15; Şems, 9-10.
3 Bkz: Al-i İmran, 164; Cuma, 2.
4 Buhari, İman, 39; Müslim, Masâkat, 107; İbnu Mace Fiten, 14.
5 Heytemi, ez-Zevacir, I, 49.
6 Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Davud, Sünnet, 16; Tirmizi, İman, 4; İbnu Mace, Mukaddime, 9.
7 Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, 18.
8 Bkz: Vakıa, 11-12.
9 Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliya, X, 257; Sülemi, Tabakatu’s-Sufiyye,
159; Kuşeyri, Risale, I, 107; Sühreverdi, Avarifü’l-Mearif, 55.
10 İbnu Acibe, İkazu’l-Himem, 21.
11 İbnu Acibe, İkazu’l-Himem, 21.

12 Abdulkadir İsa, Hakâik ani’t-Tasavvuf, 35.

TASAVVUFUN DİNİMİZDEKİ YERİ VE ÖNEMİ...
Din, Yüce Allah’ın kullarını terbiyesinden ibarettir. Bu terb...iye üç
temel alanda gerçekleşmektedir. Birincisi inanç, ikincisi ibadet,
üçüncüsü de ahlaktır. Din inanmakla başlar; ibadet ve taatle yaşanır.
Edeb, güzel ahlak, ilahi sevgi, kalp temizliği, nefis terbiyesi ile
Allah’a dostluğun tadına varılır. Şu halde kâmil bir mümin olmak, dini
kâmil olarak yaşamaya bağlıdır.

Dinimizin bu üç temel esasa dayandığını şu meşhur hadis-i şerif ortaya koymaktadır.
“Bir gün Allah Resûlü (s.a.v) Efendimiz, mescitte Sahabe-i Kiram ile
oturuyordu. O esnada cemaatin içinden birisi çıkageldi. Gelen kimse,
beyaz elbiseli, siyah saçlı, güzel kokulu, üzerinde yol izi bulunmayan,
kimsenin de tanımadığı birisi idi. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin
huzuruna kadar geldi, selam verdi, edeple önüne oturdu, ellerini
dizlerinin üzerine koydu ve kendisine sorular sormaya başladı. Önce:

“Ya Muhammed! Bana İslam’ın ne olduğunu haber verir misiniz? Diye sordu. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

“İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun peygamberi
olduğuna şehadet etmendir. Ayrıca namaz kılmandır, zekat vermendir, oruç
tutmandır ve gücün yetiyorsa Allah’ın evini ziyaret edip hac
yapmandır,” diye cevap verdi. Bu zat tekrar:

“Bana imanın ne olduğunu haber verir misiniz?” diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

“İman, Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret
gününe, bütün iyilik ve kötülüğün bir kaderle meydana geldiğine
inanmandır,” diye cevap verdi. Gelen zat, tekrar:

“İhsan nedir, bana ihsanı haber verir misin?” diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

“İhsan, Yüce Allah’ı görüyor gibi O’na ibadet etmendir. Her ne kadar sen
O’nu görmüyorsan da, O seni görmektedir, bunu kesin olarak bilmendir,”
buyurdular. Gelen zat:

“Bana kıyametin ne zaman kopacağını haber verir misiniz?” diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

“Bu konuda soru sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir, ben bu
konuda kesin bir saat söyleyemem,” buyurdular. Fakat bu zatın sorusu
üzerine kıyametin bazı alametlerinden haber verdiler. Bu soruları soran
zat izin isteyip kalktı, cemaatin içine daldı, bir anda gözden kayboldu.
Sahabe-i kiram dikkatini Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e çevirmişlerdi.
Bir ara Efendimiz (s.a.v):

“Şu soru soranı bulup bana getirin!” buyurdular; Sahabe geleni aradı, fakat bulamadı. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz:

“O Cibril’di; size dininizi öğretmeye geldi,” buyurdular.1

Demek ki Cebrail (a.s), kendisi bir şey öğrenmeye değil, bu yolla
insanlara dini öğretmeye gelmişti. Onu, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e
Yüce Allah göndermiş, onunla dinin aslını bizlere öğretmiş ayrıca
Sahabe-i Kiram’a onu bu şeklide görme şerefini bahşetmiştir.

Bu hadiste belirtildiği gibi, din üç temel üzerine bina edilmektedir. Bunlar: İman, ibadet, ahlak.

İman, inanç esaslarıdır. Bunu akide ve kelam alimleri inceler.
İbadetleri fıkıh alimleri işler. Ahlak ise, insanın iç terbiyesidir.
Ahlak terbiyesi, ilim ve ahlak konusunda kâmil insanların rehberliğinde
olur. Bu kâmil insanlar daha çok bir mürşid nezaretinde tasavvuf
mekteplerinde yetişir.

Bu hadis-i şerifte belirtilen ihsan, asıl hedefi iç temizliği olan
tasavvuf terbiyesinin temelini oluşturmakta ve bu terbiyenin önemini
ortaya koymaktadır.

Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi; kalp
temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlak da farzdır. Bu farzları
yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemlidir.

Hiçbir mümin, ben imanı ve ibadeti öğrenirim, yaparım fakat bana ihlas
lazım değildir; ilahi sevgi gerekmez, benim marifetullaha ihtiyacım yok,
ben kalp temizliği istemem, nefis terbiyesi ile uğraşamam diyemez.
Derse hak yolda gidemez, dinini hakkıyla yaşayamaz, Yüce Allah’ın
rızasını kazanamaz, hakiki huzuru bulamaz.

Bitmeyen huzur ilahi sevgiye ve zikrullaha bağlanmıştır. Hiçbir zaman
değişmeyecek bu kesin hüküm Kur’an-ı Hakim’de şöyle ferman buyrulmuştur:

“Allah kendisine yönelen kulunu hidayete, rızasına giden yola erdirir.
Onlar iman edenler ve kalplerini Allah’ın zikriyle huzura erdirenlerdir.
Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.”2

İşte tasavvuf, kalbi Allah ile tanıştırıp huzura kavuşturma yollarını
öğreten ve bunu bizzat gerçekleştiren bir terbiye sistemidir. Tasavvuf,
güzel ahlak okuludur. Kalp temizliği ve güzel ahlak, dinin bâtınî
fıkhıdır. Buna Kur’an’da takva denir. Takvaya ulaşmak için yapılan
mücahedeye tezkiye denir. Tezkiye, kalbi inkar, şirk, isyan ve gaflet
kirlerinden temizlemek, ruhu arındırmak, nefsi çirkin huylarından
kurtarıp güzel sıfatlarla bezemektir. Bütün bunlarla hedef, Yüce
Allah’ın rızasına ve dostluğuna ulaşmaktır. Hedefi Allah rızası olan bir
terbiyenin elbette bütün usul ve adabı da Allah rızasına uymalıdır.

Allahu Teala, ilahi terbiyenin ve dostluğun merkezine Resûlü Hz.
Muhammed (s.a.v) Efendimizi koymuştur. Ona uymadan kimse Yüce Allah’a
gidemez, O’na dostluk yapamaz.

Allahu Teala bu konuda bütün insanlığın önüne şu ilâhî ölçüyü koymuştur:
“Rasûlüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/ uyunuz ki
Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve
esirgeyicidir.”3

Alimlerin belirttiği gibi, bu ayette geçen ‘tabi olmak’, sıradan bir
tabi olmak değildir. Buradaki ittiba, Hz. Peygamber’e (s.a.v) gerçek
manada duyulan bir sevgiyi içine almaktadır. Bu sevgi, Fahr-i Kainat
Efendimize (s.a.v) kalple, dille, özle, sözle, hâl ve ahlak ile tam bir
teslimiyetle uymayı gerektirir. Mümin, içi ve dışıyla, inanış ve
yaşantısı ile sünnet uyduğu ve buna ölene kadar sımsıkı sarıldığı
zaman, Yüce Allah’a itaatini gerçekleştirmiş ve O’nun sevgisini kazanmış
olur.

Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiram’a (r.anhüm) dini, iman, ibadet ve ihsan
boyutuyla öğretmiş, göstermiş, yaşatmış ve öylece ahireti
şereflendirmiştir.

Sahabe-i Kiram da (r.anhüm) kendilerinden sonra gelenlere dini, iman,
ibadet ve ihsan boyutu ile bir bütün olarak aktarmıştır. Din, ilk iki
nesilde bir bütün olarak ele alınıyor, zâhirî ve bâtınî yönü aynı
hassasiyetle korunuyor ve yaşanmaya çalışılıyordu.


1 Buhari, İman, 37; Müslim, İman, 1; Ebu Davud, Sünnet, 16; Tirmizi, İman, 4; İbnu Mace, Mukaddime, 9.

2 Ra’d 13/27-28.

3 Âl-i İmran 3/31.
"El-mücâhid fî sebîlillâh, el-müştâk ilâ cemâlillâh, hüve ünvânüküm"

("Ünvanı: Cemal-i ilâhiye âşık, Allah yolunda mücahit")

"İtikaden Ehl-i Sünnet, Amelen Hanefi, Meşreben Nakşî-yi Müceddidî"