Tasavvuf, insana ruh gibi, can gibi hayat verir. Aynı çayın içindeki şeker gibidir. Biz çayın içindeki şekeri göremeyiz, ama tadından anlarız ki, bu, şekerli bir çaydır. İşte tasavvuf, şekerin çaya tad verdiği gibi, insana tad verir. Ahlakı güzelleştirir. Tasavvufsuz ilim, insanı kibre ve felakete sürükler. Buna bir misal anlatalım; Bir beldede meşhur bir âlim ve bunun çok sayıda talebeleri varmış. Fakat tasavvufa ve evliyalığa inanmıyormuş. Buradaki bir zata rüyasında Peygamber Efendimiz (SallAllahü Aleyhi ve Sellem), o âlime gidip, tasavvufu öğretmesini emir buyurmuşlar. O zat hemen o mektebe gitmiş ve; "Ben garip kimsesiz bir garibim. Bana burada yatacak bir yer verirseniz, size hizmet ederim, temizlik yaparım." Herkes bu zavallı ihtiyardan hoşlanmış ve ona, bahçedeki bir kulübeyi vermişler. Bu zat orasını silip süpürmüş, tertemiz yapmış. Daha sonra mektebi de hergün silip süpürmeye başlamış. Tabi herkes gayet memnun. Bu sevimli ihtiyar, bütün talebelerle beraber müderris de onu seviyor. Bir yaz günü âlim, bütün talebeleri pikniğe götürüyor. Mektepte yalnız bu zat kalıyor. Herkes ayrıldıktan sonra odalara giriyor ve ne kadar kitap ve defter varsa bahçedeki havuza atıyor ve başlıyor onları yıkamağa. Akşama doğru bütün talebelerle beraber âlim de dönüyor. Bir de ne görsünler, ihtiyar, bütün defter ve kitapları havuza atmış ve yıkamış. Müderris, sinirinden deliye dönmüş ve talebelerle birlikte bu zatın üzerine saldırıp başlamışlar vurmaya. "Sen ne yaptın, bizim bütün emeklerimiz, ömür boyu çalışmalarımız heba oldu" demeye. Mübarek zat ise, "Bir dakika, beni dinleyin" dediyse de onlar daha hızlı vuruyorlarmış. Bu mübarek ise, "Ne olur, bir dakika beni dinleyin" dediyse de, yüzünü gözünü kanlar içinde bırakmışlar. Bu arada taleblerden biri. "Bakalım ne diyecek, bırakın" demiş ve o zat ayağa kalkarak, "Size hizmet olsun diye bütün kitap ve defterlerinizi temizledim. İsterseniz havuzdan alın okuyun." Demiş. Birisi havuza gidip defterlerden birini almış ve bakmış ki, bir zerre bile ıslanmamış. Sonra diğerleri de kendi kitap ve defterlerini almışlar ki kupkuru. İşte o zaman bunun, bu zatın bir kerameti olduğunu anlamışlar ve onun büyüklüğünün farkına varmışlar. Hemen ayaklarına kapanıp af dilemeğe başlamışlar. O zamana kadar tasavvufa ve keramete inanmayan âlim de, "Efendi bu ne hal demiş. O da, hoca, sendeki kâl ilmi, bendeki de hâl ilmidir. Yalnız başına Kâl ilmi de, Hâl ilmi de bir işe yaramaz. Müslümanın, her ikisine de sahip olması lazımdır, demiş."