DİNİ KATEGORİLER > MANEVİYAT DÜNYAMIZ

Tasavvuf ve Maneviyat Dünyamız

(1/27) > >>

fazıl14:
Üveysi İrşad:Bir mürşid-i kamil vefat ettikten sonra da istediği bir kimseyi irşad edebilir. Kendi ruhaniyetinden medet dileyen birine yardımlarda bulunur ve onu manen terbiye eder. Silsile-i Sadat-ı Nakşibendiyye içinde büyüklerin kabirlerine giderek irşad olmuş, nice manevi derece ve makamlar elde etmiş zatlar mevcuttur.

Bunların en meşhuru Ebulhasen Harkani Hazretleridir ki, tam 12 sene Ebu Tayfurul Bestami Hazretlerinin kabri sadetlerine devam ederek onun ruhaniyetinden velilik hırkasını giymiş ve pek çok manevi bereketlerin sahibi olmuştur.

Bu hadise tasavvuf kitaplarında aynen şöyle anlatılır:

Bayezid-i Bestami Hazretleri, her sene bir defa, Dıhistan’da şehitlerin kabirlerinin bulunduğu Kumtepeyi ziyarete giderdi. Harkan’dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine;

-“Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz.” diye sorduklarında, buyurdu ki;

- “Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebul Hasen’dir. O, zamanın kutbu olacaktır.”
Ebul Hasen Harkani (k.s.) Hazretleri Cenab-ı Bayezid’i manada gördüğünü ve irşada mahzar olduğunu söylemiştir.
Oniki sene Harkan’dan Betam’a hocasının kabrini ziyaret için gitti. Bu ziyarete giderken, yolda Kur’an-ı Kerim’i hatm ederdi. Her gittiğinde ziyaretle ilgili vazifelerini yaptıktan sonra ;

-“Ya Rabbi! Batezid’e ihsan ettiğin, ilmi ledün’den (sana ait ilimlerden) büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasen kuluna da ihsan eyle!” diye yalvarırdı. Geri dönerken hiçbir zaman Hazreti Bayezid’in türbesine arkasını dönmezdi.

Oniki sene sonra, Allahü Teala’nın lütfu ile Bayezid’in ruhaniyetinden istifade edip olgunlaştı. Allahü Teala’yı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı.
Şah Nakşibend Hazretleri de kendinden evvel geçen evliyanın büyüklerinin kabirlerini birer birer ziyaret ederek ne gibi üstün hallere kavuştuğunu ifade etmiştir.
İşte bu şekilde, cismen değil de manen terbiye olma haline tasavvufta “Üveysi” olarak irşad olma hali denir. Bu hal, ilk defa Veysel Karani Hazretlerine vaki olmuştur. Resülüllah Efendimizi bizzat görmemiş ancak, ruhaniyetinden istifade ederek irşad olmuştur.

fazıl14:
Başta Rasülüllah (s.a.v) olmak üzere, manevi büyüklerin dereceleri hakkında söz söylemek, onların üstünlüklerini anlamak çok zordur.Çünkü onların manevi halleri söze ve yazıya sığmaz.Onları az da olsa anlayabilmek için, onlara tabii olma ve onların sohbetlerine iyi niyetiyle devam etmek şarttır.Onlar madde ve mekanla alakası olmayan bir alemin habercisidirler.Anlattıkları, söz kalıplarıyla tam ifade edilemediği gibi kendilerinden de kelime diziyle bir şeyler anlatmak kolay değildir.

Nitekim İmam-ı Rabbani (k.s.) Hazretleri bu büyük zatlardan asırlar içinde ancak bir tane gelen kutbu irşat hakkında buyuruyorlar ki:

“…Kutbu irşad çok az bulunur.Asırlardan çok zaman uzun sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.Kararmış olan alem onun gelmesiyle aydınlanır.Onun irşadının ve hidayetinin nurları bütün dünyaya yayılır.Yer küresinin ortasından ta arşa kadar herkese; rüşd hidayet iman ve marifet onun yoluyla gelir.Herkes ondan feyz alır.Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.Onun hidayetinin nurları bir okyanus gibi bütün dünyayı sarmıştır.

O derya sanki buz tutmuştur.Hiç dalgalanmaz.(YANİ ŞÖHRETTEN UZAK OLUP, ONU HERKES TANIYAMAZ).O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yahut o, kimi sever ve onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır.Bu yoldan sevgisi ve ihlasına göre, o deryadan kalbi feyz alır.BİR KİMSE AllahÜ TEALAYI ZİKREDER VE BU ZATI HİÇ DÜŞÜNMEZ VE TANIMAZSA BİLE, YİNE ONDAN FEYZ ALIR
(Mektubat-ı Şerife 1/260)

Peygamberimiz a.s. ve onun varisleri Allahü Teala ve kulları arasında bir berzah mesabesindedirler.Allahü Tealanın kendilerine bahşetmiş olduğu ilahi nur ve feyz denizinde boğulmuş haldedirler.Nur denizinde yüzerler.Cismani yüzleriyle,Allahın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle de Allahü Tealaya bağlıdırlar.Zahirleri halk ,ile batinleri Hak iledir.Bu sebeple bu zatlara biat,Allahü Tealaya biat, onlara bağlanmak Allahü Tealaya bağlanmaktır.Onların yüzüne bakınca Allah-ü Teala hatırlanır.

fazıl14:
Sual: Kutb-i irşad ve kutb-i medar kime denir?

CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Kutb-i ebdal [Kutb-i medar], âlemde, dünyada her şeyin var olmasına ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine, vasıta olan zattır. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, kutb-i ebdalin feyzleriyle olur.

Kutb-i irşad ise, âlemin irşadı ve hidayeti için, feyzlerin gelmesine vasıta olur. İman etmek, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmek, kutb-i irşadın feyzleriyle olur. Kutb-i irşadla, bütün insanlara iman ve hidayet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalalet, kötülük haline döner. Şeker hastasına verilen tatlıların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer.

Her zaman, kutb-i ebdal bulunur; çünkü âlem, onunla nizam bulur. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir.

Kutb-i irşad ise, çok az bulunur. Asırlar sonra, böyle bir cevher gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesiyle aydınlanır. Onun irşadının nurları, bütün dünyaya yayılır. Yerden Arş’a kadar, herkese rüşd, hidayet, iman ve marifet, Onun yoluyla gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.

O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse yahut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır.

Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikrederse ve bu zatı hiç düşünmezse, mesela onu tanımazsa, yine ondan feyz alır; fakat birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zatı inkâr eder, beğenmezse yahut o büyük zat, bu kimseye incinmişse, bu kimse, Allahü teâlâyı zikretse de, rüşd ve hidayete kavuşamaz.

Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zat bu kimsenin zararını istemese de, hidayete kavuşamaz. Rüşd ve hidayet, var görünürse de yoktur. Faydası çok azdır. O zata inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikretmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidayet nuruna kavuşurlar. (Mektubat-ı Rabbani 1/260)

Kutb-i irşad denilen Ehl-i sünnet âlimi, her zaman ve her yerde bulunmaz. Her köşedeki cahil tarikatçıları, şeyh sanmamalı, tuzaklarına düşerek sonsuz saadetten mahrum kalmamalıdır.[/b]

Gavs ve kutub
Sual: Gavs ve kutub ne demektir?

CEVAP
Gavs, kelime olarak yardım eden demektir. Evliya arasında, kullara yardımla görevli olan zattır. Allahü teâlânın izniyle insanların imdadına yetişmesi sebebiyle gavs denmiştir.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Gavs, kutb-i medardan üstündür. Kutb-i medar, birçok işlerinde, ondan yardım bekler. Ebdal denilen makamlara getirilecek Evliyayı seçmekte bunun rolü vardır. (1/256)

Kutub, işlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vasıta kılınan büyük zattır. Dünya işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana, kutb-i medar veya kutb-i aktab [kutublar kutbu], din ve irşad işiyle görevli olana kutb-i irşad denir. Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Kutb-i ebdal yani kutb-i medar, âlemde, dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine vasıta olur. Kutb-i irşad, âlemin irşadı ve hidayeti için feyzlerin gelmesine vasıta olur. Her şeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, kutb-i medarın feyzleriyle olur.

İman sahibi olmak, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmekse, kutb-i irşadın feyzleriyle olur. Her zamanda, her asırda kutb-i ebdalin bulunması lazımdır. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz; çünkü âlem bununla nizam bulur. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir; fakat kutb-i irşadın her zaman bulunması lazım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem imandan ve hidayetten büsbütün mahrum kalır.

Resulullah efendimiz, o zamanın kutb-i irşadı idi. O zamanın kutb-i ebdali de, Hazret-i Ömer ve Veysel-i Karni hazretleriydi. Kutb-i irşadla, bütün insanlara iman ve hidayet gelir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalalet, kötülük haline döner. Şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Mearif-i ledüniye)

fazıl14:
Resulullahtan baslayip Siddiki Ekber ile devam eden kemalat-i nübüvvet yolunun kollarinin isimlerini biliyormuydunuz?

Müceddidiyye yolunun mensublarina göredir.

----Piri-------------------Ismi-------

Siddiki Ekber -------------Siddikiyye
Ebu Yezidi Bestami -------Tayfuriyye
Hace Abdulhalik ----------Haceganiyye
Sah-i Naksibend --- ------Naksibendiyye
Ubeydullah Ahrar ---------Ahrariyye
Imam-i Rabbani ----------Müceddidiyye

Mektubatta bazen Imam Rabbani K.S. icin bile "naksibendiyyi ahrari" vasfi kullaniliyor. Hocalarimiz bilirler. Bu ahrari vasfi buradan geliyor. Hz.  bir piri makamen ne kadar büyütsede bir önceki pire baglayarak büyütüyor. Kimse basibos degil.

(Halidiyyelere göre ilaveten)
Halid-i Bagdadi ----------Halidiyye

Bu zat Abdullah-i Dehlevinin K.S. halifesidir. Silsileden degildir. Kendisine rabita yapilmaz.

fazıl14:
MÜCEDDİDİYE
Doğu Pencap'taki Sirhind'de doğan Ahmed Fârukî (o.1034/1624), ilâhî marifete sahip âlim bir zat olduğu için İmam-ı Rabbânî' sıfatıyla anılmıştır Hz. Ömer'in soyundan geldiği ıçin de Fârukî nisbesiy!e yâd edilmektedir. Delhi'de Ahrâriyye koluna mensup Nakşibendî şeyhi Muhammed Bâkî Billah'nin (ö. 1012/1603) halifesi ve 'Müceddiyye' kolunun da kurucusudur. "Allah her asrın başında bu ümmete dinini ihya eden bir (müceddid) gönderir" (Ebû Dâvud) hadis-i şerifi gereği kendisine 'müceddid' sıfatı verilmiştir. Ancak yüzyılın müceddidi ile bin yılm müceddidi arasında yüz ile bin arasındaki fark kadar fark vardır. O, hicrî ikinci bin yılın müceddidi sayılmış ve bu yüzden kendisine 'muceddid-i elf-i sâni' denilmiştir.

Onun bu unvanı sadece sûfîler tarafından değil, sûfî olmayan âlimler tarafından da büyük bir çoğunlukbı kabul edilmiştir.

İmam-ı Rabbânî, Hindistan'da İslâm'ı yıkmak. Hinduizmle İslâm'ın karışımından yeni bir din icat etmek isteyen Hükümdar Ekber Şah ve onun akıl hocası Ebü'l-Fazl gibi düşünenlere karşı büyük mücadeleler vermiştir. Ekber Şah'ın oğlu Cihangir Şah'a secde etmediği için bir yıl zindanda yatan İmam-ı Rabbânî, sonunda mücadeleyi kazanmış ve başta Cihangir Şah olmak üzere Hint Müslümanlarının neredeyse tamamen yıkılan inanç ve yasayışlarını ıslah etmeye muvaffak olmuştu. Bid'atleri ortadan kaldırarak Kur'an ve sünnete dayalı Ehl-i Sünnet itikadını yeniden ihya etmişti.

Geçirdiği büyük manevî tecrübeler ve ulaştığı yüksek tasavvufî makamlar sayesinde vahdet-i vücut meselesinin hakikatine vakıf olduğunu belirten İmam-ı Rabbânî, bu meseleye de ışık tutarak, vahdet-i vücud yerine vahdet-i şuhüd düşüncesini ileri sürdü. Buna göre, sûfî tevhid makamlanndan yüksek bir makama çıktıgı zaman Hakk'tan başka bir varlığı algılayamaz. Yani Hakk namına halkı, Allah namına sair varlığı inkâr eder. Fakat bu makamdan daha yukarıya çıkabilenler; gerçeği, yani yaratıcı olan tek Allah ile yaratılmışlardan ibaret olan diğer varlıkları kavrayarak iki ayrı varlık olduğunu anlar.

Dolayısıyla vahdet-i vücut, tevhid makamlarından aşılması, daha yükseğine çıkılması gereken bir makamdır. İşte bu düşüncede okn Imam-ı Rabbânî, Muhyiddin İbnü'l-Arabî'yi büyük bir velî olarak görmekle birlikte onun düşünceleririni eleştirmiş, vahdet-i vücut ve bu düşünce altmda işlenen bütün konuları İslâm âlimlerinin kolayca kabul edebileceği bir çizgiye getirmiştir. Onun döneminden sonra

Nakşibendiyye Tarikatı'ndi vahdet-ı vücud düşüncesinin tesiri bitmitir.

İmam-ı Rabbânî, şeriatın bir kabuk değil öz olduğunu, onun başka bir şeye ihtiyaç bırakmadığını söylemiş, hakiki müçtehid âlimlerin ortaya koyduğu Ehl-i Sünnet akidesine -kıl kadar bile olsa- ters düşen bir tarikat anlayışını reddetmiştir.

Genel tecdid hareketinden başka Nakşibendiy-ye Tarikatı'nda da ihya ve tecditte bulunmuş, bu tarikatın Kur'an ve Sünnete sıkıca bağlı ve son derece erdirici bir tarikat olma vasfını "Mektûbât" adlı eserinde büyük bir maharetle anlatmıştır. Gerek kendisinin gerekse oğlu Muhammed Masum ve diger halifelerinin gayretleriyle Nakşibendiyye'nin Müceddidiyye kolu, batıda Mekke-Medine'ye, Suriye'ye, Osmanlı topraklarına ve kuzeyde Maveraünnehir'e kadar yayılmıştır.

Navigasyon

[0] Mesajlar

[#] Sonraki Sayfa

Tam sürüme git
Seo4Smf 2.0 © SmfMod.Com | Smf Destek