Sevgili Yusufum
Yazdıklarından bir çok arkadaş birşey anlamamıştır biraz izah etmeni rica ederim.Ve demişsin ki:
"......Tarikatsız cennete giden pekçoktur fakat i'man sız giden hiç yoktur.
Tasavvufi metotlarla müslüman ancak kendini kurtarabilir.İ'man ve Kur'an hakikatlerinin icraası,ispatı ve ifşaası ile milletler,toplumlar kurtulabilir. "
Bu yazdıklarınızan Tarikat dediğniz kelimeyi doğru olarak bilmediğini anlıyorum.Eğer yanlış anladıysam bağışlayın lutfen...Tasavvufu veya tarikatı dinden ayrı düşünmeyiniz.Aaşağıdaki yazdığım açılmayı okursanız size Tasavvufun ne olduğu ne olmadığı hakkında bilgi verecektir.Ayrıca "......Tarikatsız cennete giden pekçoktur fakat i'man sız giden hiç yoktur. " ifadenizle sizde ne alatmaya çalıştığınız bilmiyorsunuz sanırım...Cennete girme veya girmeme hadisesi şuan için başladımı?Acaba fakir acizane bu konuda eksik bir bilgiye sahip doğrusu anlayamdım.32 Farzda imanın 6 şartından birisiolan "Ahiret İnanmak" ifadesini biraz açarsak "öldüktenten sonra dirilmenin hak olduğunu,mahşer,cennet ve cehennem gibi "kavramalara inanmayı kapsar...O halde size sorarım.Acaba bu "......Tarikatsız cennete giden pekçoktur fakat i'man sız giden hiç yoktur. " ifadeyi neden kullandınız?Sanırm klavyede yanlış yazdınız.Tarikatı din dışı bir kavram olarak görmen için aşağıdaki yazı mutlaka okumalısın...Selam ve dua ile...
Tasavvufun kaynağını yabancı kültürlerde arama kaygısı, daha çok müsteşriklerin gayretleriyle ortaya çıkmış bir görüştür. Muhtelif dinlerin mistik yapılarındaki bir takım benzerlikler onları bunların birbirinden alınmış olması anlayışına sevketmiştir. Bir takım müsteşrikler tasavvufun sadece Yunan mistisizminden değil, Hind, İran, Mısır, Hristiyan ve Yahûdî mistisizminden etkilendiği düşüncesini öne sürmüşlerdir. Aralarındaki bir takım benzerlikler sebebiyle bu düşünceleri öne sürenler, bu benzerliklerin insan fıtratından kaynaklanan özellikler olduğunu; her nerede bulunursa bulunsun ve hangi çağda yaşarsa yaşasın insanın belli ihtiyac ve temayüllerinin bulunduğunu görmezden gelmişlerdir. Nasıl din olgusu tarihi boyunca insan için bir gerçekse, rûhî hayat ve tasavvuf da din ve insan için öyledir. İslâm'da bulunan ibâdet ve muâmelâta âid bir takım ahkâm ve âdâbın Hristiyanlık ve Yahûdîlikteki âdâb ve ahkâma benzemesi, nasıl bunların oradan alındığı anlamına gelmezse, tasavvufi hayat ve tasavvufi düşüncelerdeki benzerliklerin de böyle bir takım dış kültürlerden aktarılmış olması anlamını taşımaz. Rengi, dili, kavmiyeti ne olursa olsun, insanların belli rûhî anlayışları hiç yabancılık çekmeden algılaması meselâ bir Japon'un İslâm tasavvufuna dair yazılmış bir eserden zevk alması bu ortak noktadan kaynaklanmaktadır.
Bir ilmin İslâmî olup olmadığını anlamak için önce adına, sonra muhtevâsına, sonra da o ilim mensuplarının kendilerini şeriat karşısında hangi noktada gördüklerine bakmak gerekir. Bu üç esasa göre tasavvufu sırasıyla ele alacak olursak:
a- Tasavvufun adının genellikle ashâb-ı suffenin "suffe"sinden, "safvet"ten ve "sûf" kökünden geldiği kabûl edilir. Bu kelimelerin üçü de İslâmî menşelidir. Tasavvufun kökü olarak "Sofia" kelimesinden bahsedilmişse de, gerek sûfîler ve gerekse araştırıcılar tarafından reddedilmiştir. Hattâ bir takım müsteşrikler bile tasavvuf ve sufi kelimesinin sofia kökünden geldiğine karşı çıkmış, bunun yerine yün anlamına gelen "sûf" kökünden geldiği görüşünü benimsemişlerdir.
b- Tasavvufun iki önemli muhtevâsı vardır: Eğitim ve bilgi. Tasavvuf, eğitimde temel olarak benimsediği zikir, tezkiye, tasfiye, rabbânîlik, mücâhede gibi esaslar ve üsve-i hasene (model şahsiyet) ilkesiyle bir yaşama biçimidir. Kur'an'da 250'den fazla yerde geçen zikir lâfzı ve bu konudaki emirler, "nefsini tezkiye edenin kurtuluşa ereceğini" haber veren âyet (eş-Şems, 91/9); safvete ermiş kalb-i selim (eş-Şuarâ, 26/88-89) ve rabbânîlik (Âlü İmrân, 3/79) riyâzat ve mücâhede konusundaki ilâhî emir ve nebevî tavsiyeler aslında tasavvufî hayatın Kur'an ve sünnet menşeli olduğunu göstermektedir. Tasavvufun bilgi boyutu yukarıda 2. sorunun cevabında belirtildiği gibi manevî eğitim, takvâ sonucu elde edilebilecek keşfî ve ledünnî bilgilerdir.
c- Sûfîlerin kendilerini şeriat açısından hangi noktada gördükleri mes'elesine gelince ilk sûfîlerden itibaren meşâyıh ilimlerinin şerîata bağlılığını sık sık vurgulamışlardır. Nitekim Cüneyd: "Tasavvuf bir evdir, kapısı şeriattır." Seriy Sakatî: "Tasavvuf kitap ve sünnetin zâhirine ters bir bâtın ilminden bahsetmez." ve Sehl b. Abdullah Tüsterî: "Bizim yolumuzun temeli şu yedi şeydir: Allah'ın kitabına sarılmak, Rasûlü'nün sünnetine uymak, helâl lokma, başkalarına eziyet ve yük olmamak, günahlardan kaçınmak, tevbe ve hukuka riâyet." der. Bu tür söz ve uygulamaları çoğaltmak mümkündür. Mes'eleye bu açıdan bakıldığında da görülen sûfîlerin İslâmî bir yapı içinde olduklarıdır.
Bu saydığımız deliller tasavvufun İslâmî bir ilim olduğunu göstermek için kâfîdir. Tasavvufun ayrı bir din olduğu görüşünü savunanlar, ya gerçek tasavvuf çevrelerinin de kabul etmediği birtakım istismarcı ve sapıkların durumuna bakıp bir genelleme yaparak yanılıyorlar, ya gerçek tasavvufu yeteri kadar bilmiyorlar, ya da hasmâne bir tavır içindedirler. Birinci grupta bulunanlar, bugün piyasada tasavvufu bir istismar aracı olarak kullanıp bir takım maddi ve dünyevi çıkarlar sağlamak isteyenlere bakıp tasavvuf hakkında genel bir hüküm vermektedirler. Aslında gerçek sûfîler, böylelerini tasavvuf ehli olarak görmemektedir. İkinci grupta yer alan ve müteşerri tasavvufun temel esaslarını bilmeyen kişilere, müteşerri mutasavvıfların eserlerini ve hayatlarını okuyup incelemelerini tavsiye ederiz. Bir Kuşeyrî’yi, bir Gazzâlî’yi, bir İmâm-ı Rabbânî’yi ve diğerlerini okusunlar. Üçüncü grupta bulunanları ise biraz insafa davet ederiz.
Sûfîlerin yeni bir din ihdâsı ile ortaya çıkan kimselere karşı yaptıkları mücâdele, böyle bir iddiânın doğru olmadığını göstermek için yeterli bir sebebdir. Nitekim İmam-ı Rabbânî döneminde yaşayan devrin sultanı Ekberşah, İslâm, Hristiyanlık ve Hinduizm’den karma bir din ihdas etmeye kalkışmıştı. Bu zatla amansız bir mücâdele sürdürüp engel olan İmam-ı Rabbânî hazretleridir. Kendisine “ikinci bin yılının yenileyicisi” anlamına - Müceddid-i elf-i sânî - denilmesinin sebebi bu mücâdelesi ve hizmetidir. Her biri bir Allah ve peygamber âşıkı, İslâm hâdimi olan sûfilerin temsil ettiği tasavvufun bir başka din gibi takdim edilmesinin ilmîlik ve insâf ölçüleri ile bağdaşır yanı yoktur.