Gönderen Konu: Taşkent'li Gönül Sultanı  (Okunma sayısı 3124 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı acizz

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 8
Taşkent'li Gönül Sultanı
« : 14 Mayıs 2008, 22:54:55 »

TAŞKENTLİ GÖNÜL SULTANI; UBEYDULLAH AHRAR HAZRETLERİ    
 

   

Her biri altın olan halkalardan meydana gelen seyidler zincirinin 18. halkası, Taşkent’li gönül sultanı Ubeydullah Ahrar Hazretleri’dir. Miladi 1403 yılında Taşkent’te doğdu. 1490 yılında Semerkant'ta vefat etti.

Doğumundan sonra üstün halleri görülen Ubeydullah Ahrar Hazretleri, annesi nifastan temizlendikten sonra süt emmeye başlamıştır. Yüzünde öyle bir nur parlardı ki, görenler hayran kalıp ona dua ederlerdi.

Dedesi Hâce Şihabuddin, alim ve veli bir zat idi. Vefat edeceği sırada, torunlarını son bir defa görüp vedalaşmak istedi. Onlarla tek tek vedalaştı.
Torunu Ubeydullah Ahrar'ı görmek isteyip, babasına onu getirmesini söyledi. Yanına getirdiklerinde o zaman çok küçüktü. Getirilince “beni yatağımdan kaldırın” deyip, yatağı üzerinde oturarak, Ubeydullah Ahrar'ı kucağına aldı. Sarılarak ağladı ve; "Benim istediğim çocuk budur. Ben, bunun büyük bir zat olduğu zaman hayatta olmam. Bunun alemdeki tasarrufunu ve yaptığı hizmetleri göremem. Bu çocuğun şanı alemi tutacak, İslamiyet’e hizmet edecektir. Cihan padişahları bunun emrine itaat edecekler. Bundan zuhur edecek işler, önceki alimlerden zuhur etmemiştir." dedi ve daha bir çok müjdeler verdikten sonra, tekrar bağrına basıp sarılarak, Ubeydullah Ahrar'ın babası Mahmud Şaşi'ye; Benim bu oğlumu iyi gözet, gerektiği gibi yetiştirip terbiye et!" diye vasiyet etti.


En küçük yaşlarında bile dilinden Allah kelimesi düşmez ve düşüncesi hep Allahü Teala idi. Kendileri buyuruyor:
"Mektebe gider gelirdim. Gönlüm daima Allahü Teala ile idi. Bir an onu unutmam, bir an ondan gafil olmazdım. Herkesi de kendim gibi sanırdım. Soğuk bir kış günü kırdan geçerken ayağım çamura battı. Kurtulmağa çalışırken eteğimi de kaptırdım. 0 sırada bana bir gaflet arız oldu. Bu işle uğraşırken Allahü Teala'yı anmaktan uzaklaştığım hissine kapıldım. Karşıda köylü bir genç çift sürüyordu. 'Bak, şu genç bunca eziyet içinde Allah'ı düşünüyor da, sen, ayağım çamurdan kurtarmak gibi küçük bir uğraşma yüzünden onu nasıl unutursun?' deyip, kendime çattım. Ve hüngür hüngür ağlamağa başladım. Ben o zaman, herkesi kendim gibi sanıyor ve her an Allah'ı anmakta biliyordum. Büluğ yaşına erişinceye kadar Allah'tan gafiller bulunduğunu anlayamamıştım. Zannediyordum ki, Allahü Teala herkesi, kendisini düşünmek, hatırlamak, unutmamak için yaratmıştır. Sonradan anladım ki, Allahü Teala'dan gafil olmamak, yalnız bazı kullara mahsus İlahi bir inayet imiş. Ancak riyazet ve nefs mücadelesiyle elde edilebilir, hatta bazılarınca bununla bile elde edilmez bir keyfiyet imiş.
 
Yine bir sözlerinde "İnsanın yaratılmasından murad, kulluk yapmasıdır. Kulluğun özü de, her halükarda Allah-u Teala'yı unutmamaktır."
"İbadet; emirlere uyup, amel etmek, nehy edilen şeylerden sakınmaktan ibarettir. Ubudiyyet, kulluk da bu şekilde Allah-u Teala'ya yönelmektir " buyurmuşlardır.

Hz. Allah hepimizi kendisinden bir an bile gafil olmayan hakiki kullarından eylesin. Ve bizi göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsimize bırakmasın (amin)...



Yine bir gün Ubeydullah Ahrar (ks)'nin kendisi şöyle anlatmıştır; "Halimin başlangıcında, rüya da Hz. Peygamber (sav)'i gördüm. Gayet yüksek bir dağın eteğinde, ashab-ı kiram ile topluluk halinde idiler. Beni görünce, elleri ile benim yaklaşmamı işaret edip; "Beni bu dağın başına çıkar." buyurdu. Bende kendilerini omuzlarıma alıp, dağın tepesine çıkardım. Bundan sonra bana; "Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat, başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım." buyurdular.

Bir başka rüyamda Şah-ı Nakşibend (ks)'i gördüm. Batınıma, kalbime öyle bir tasarruf etti ki, ayaklarımda mecal kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarf ederek, arkalarından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp; "Mübarek olsun!" buyurdular.

Ubeydullah Ahrar hz. kalplere şifa sözlerinden bir tanesinde "Tasavvuf, herkesin yükünü çekmek ve kimseye kendi yükünü çektirmemektir” buyurmuşlardır.

Hülasa şu fani dünyada hiçbir şey kolaylıkla elde edilmediği gibi manevi alemde yükselmek ve salihler arasına yazılmak da kolay elde edilmez. Rabbim bizlere de maddi ve manevi alemde yüksek mertebelere çıkmayı nasib eylesin (amin)...



Küçük yaştan itibaren memleketi olan Taşkent’te ilim tahsil eden Ubeydullah Ahrar (ks), ilim tahsilinden artan zamanda Allah-u Teala'ya ibadet etmek ve O'nun ismini anmakla geçirdi. Allah-u Teala'nın rızasına kavuşmak için gayret etti.

Ubeydullah Ahrar (ks) şöyle anlatmıştır; "Çocukluğumda rüyada kendimi Şeyh Ebu Bekir Şaşi'nin mezarı yanında gördüm. Mezarın eşiğinde İsa (aleyhisselam) vardı. Hemen ayaklarına kapandım. Elleri ile başımı kaldırıp; "Gam çekme, seni ben terbiye edeceğim." buyurdu. Rüyayı anlattığım zatlar tıp ilmi ile tabir ettiler. Yani tıp ilminden nasibim olacağını söylediler.
Ben bu tabire razı değildim. Tabirim şuydu; İsa (aleyhisselam) ölüleri dirilten bir peygamberdir. Evliyadan ihya sıfatına mazhar büyüklere de "İsevi meşreb" denirdi. Madem ki İsa (aleyhisselam) bu fakirin terbiyesini üzerine aldılar, demek ki bana ölü kalpleri ihya sıfatı verilecek.
Nitekim kısa bir zaman sonra, Allah-u Teala bana öyle bir hal ve kuvvet bahşetti ki, bende o mana, kemaliyle meydana geldi. Vasıtamızla nice ölü kalpler, gaflet karanlığından şuhud ve huzur ışığına çıktılar."
Hz. Allah biz acizaneler vasıtası ile de nice ölü kalplere hayat versin (amin)...




Ubeydullah Ahrar (ks), Ya'kub-i Çerhi Hazretlerinin sohbetinde üç ay kaldı. Ondan feyz alıp tasavvuf hallerinde yükseldi. İnsanlara İslamiyet’in emir ve yasaklarını anlatmak üzere vedalaşıp ayrılırken, hocası ona, rabıta şartını anlattı ve; "Bu yolu talim ederken dehşet hissi vermemeye dikkat et. Emaneti isteklilere ve istidatlılara ulaştır." buyurdu.

Ya'kub-i Çerhi (ks), Ubeydullah Ahrar (ks) hakkında şöyle buyurmuştur; "Bir mürid, bir büyüğün huzuruna gelince Ubeydullah gibi gelmelidir. Kandili takmış, fitili ve yağını hazırlamış, onun yanması için sadece bir ateş tutmak gerekecek."
Ubeydullah Ahrar (ks) bir defasında şöyle buyurmuştu; "İnsanın kıymeti; idrakinin, zekasının büyüklüğü, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır."




Kendileri ziraat ile meşgul olurlardı. Az zamanda Allah, mahsullerine öyle bereket verdi ki idarede güçlük çekip, yerine vekil tayin etti. Hace hazretlerinin 1300 den çok tarlası vardı. Tarlalarından yalnız bir tanesinde 3000 işçi çalışırdı. Her sene 800.000 batman zahire öşr verirdi.
Bir defasında helal kazanç elde etmenin önemini belirterek şöyle buyurdu; "Bizim yolumuzda, el helal karda, gönül ise hakiki Yar’dadır."


Ubeydullah Ahrar (ks), tenhada olsun, kalabalıkta olsun, zahiri ve batıni edeplere çok dikkat ederdi. Tanıdıklarına ve tanımadıklarına, dost-düşman herkese yardım ederdi ve şefkati pek çok idi. Hatta; "Ben bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayır umduğum herkese hizmet ederim." buyurmuştur.


    



Ehl-i Sünnet Olmanın Önemi

Ubeydullah Ahrar (ks), Ehl-i Sünnet itikadı üzere bulunmayı methederek şöyle buyurdu; "Bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat ehl-i sünnet ve cemaat itikadını kalbimize yerleştirmeseler, halimi harap, istikbalimi karanlık bilirim. Eğer bütün karanlıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi ehl-i sünnet ve cemaat itikadı ile süsleseler, hiç üzülmem."

İstanbul’un Manevi Fatihi

Sultan Fatih, İstanbul’un Fethi hakkında Akşemseddin Hz. İle sohbet ederken, “Bana öyle bir dua öğret ki, fetih için bana yardımı olsun” der. Akşemseddin Hz. De, “Zikrin, ‘Destur Yâ Şeyh Ahmed’ demek olsun. Şeyh Ahmed’den himmet (yardım) taleb et” der.
Bu zikre devam eden Fatih sorar: “Şeyh Ahmed kimdir ki, tazarru ve niyaz eyledim?” Akşemseddin Hz. nin cevabı: “Şeyh Ahmed, bu zamanın tasarruf sahibi ve kutbudur.”
Şeyh Ahmed, Özbekistan’da / Semerkand’da bulunan Ubeydullah Ahrar Hazretleridir.
Fatih, bu zikrini fetih esnasında devamlı surette tekrarladı ve fetih müyesser oldu.

Ubeydullah Ahrar Hz. nin torunu Hâce Muhammed Kasım şunları anlatıyor:
“Ubeydullah Ahrar Hz. bir gün, öğleden sonra aniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkand’dan sür’atle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da arkasından gittiler. Biraz yol aldıktan sonra, Semerkand’ın dışında bir yerde talabelerine, “Siz burada durunuz” dedi. Kendisi, Abbas Sahrası’na doğru hızlıca sürdü. Onu bir müddet daha takip eden Mevlâna Şeyh ismindeki meşhur talebesi diyor ki, “Sahraya vardığında, atını sağa-sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu.”
Hazret daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye/niçin gittiğini sordular. O da, “Türk Sultanı Muhammed Han (Fatih) kâfirlerle harb ediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardıma gittim. Allahü Teâlâ’nın izniyle gâlib geldi, zafer kazanıldı” buyurdu.

Ubeydullah Ahrar Hz. nin, bu hadiseyi nakleden torunu Muhammed Kasım, babası Hâce Abdülhâdî’nin de şunları anlattığını naklediyor:
“Bilâd-ı Rûm’a (Anadolu’ya) gittiğimde, Fatih Sultan Mehmed Han’ı oğlu Sultan Bâyezid Han, bana babam Ubeydullah Ahrar’ın şeklini tarif etti ve ‘O mübarek zatın beyaz bir atı var mıydı?’ diye sordu. Ben de, beyaz bir atının olduğunu ve bazen ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezid bana şunları anlattı:
“Babam Fatih Sultan Mehmed Han bana şunları anlattı: İstanbul’u fethetmek üzere harb ettiğim sırada, harbin en şiddetli bir anında, Şeyh Ubeydullah Ahrar Semerkandî Hazretleri’nin imdadıma yetişmesini istedim. Bir zat, beyaz bir atın üstünde hemen yanıma geldi ve bana ‘Korkma’ buyurdu. Ben de ‘Nasıl korkmayayım, bir türlü kale düşmüyor’ dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. ‘İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık. Üç defa kös vurdur ve orduna hücum emri ver’ buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da, bana gösterdiği ordusuyla hücuma geçti. Böylece düşman hezimete uğradı ve İstanbul’un Fethi müyesser oldu.”

Bu ve bunun gibi daha nice kerametleri olan Ubeydullah Ahrar hz. ömrünü İslam dininin emir ve yasaklarını öğrenmek, öğretmek, vaaz ve nasihatleriyle insanların kurtuluşuna vesile olmakla geçirdi ve 1490 senesi muharrem ayının başında hastalandı.

Hastalığı 89 gün sürdü. Aynı senenin Rebiu'evvel ayının sonunda, bir Cuma günü hastalığı ağırlaştı ve sekerat-ı mevt hali Cuma günü öğle vaktinde başlamıştı. Tam o sırada, Semerkand’da büyük bir zelzele oldu.

Vefat ettiği gün, akşam vakti hastalığı pek şiddetlenmişti. Bu arada: "Akşam namazının vakti girdi mi?" diye sordu. Orada bulunanlar; "Evet girdi!" dediler. Akşam namazını ima ile kıldı. Yatsı vakti girdiği sıralarda, son nefeslerini veriyordu.

Vefatı sırasında huzurunda bulunan talebelerinden Hâce Muhammed Yahya şöyle anlatmıştır; "Ubeydullah Ahrar'ın (ks) mübarek nefeslerinin kesilmesi yaklaştığı sırada, akşam ile yatsı arası bir vakitte idik. Bulunduğu odada birkaç lamba yaktılar. Ev son derece aydınlık olmuştu.

Bu sırada mübareğin iki kaşı arasından, birden bire şimşek gibi bir nur çıkıp öyle parladı ki, evde yanmakta olan lambalar, o nur arasında sönük kaldı. Herkes bu nuru gördü. Bu nur parladıktan sonra, Ubeydullah Ahrar (ks) son nefesini verip vefat etti. Vefat ettiği sırada da şiddetli bir zelzele oldu.

Ubeydullah Ahrar (ks) Silsile-i Aliyye'de emaneti, Ya'kub-i Çerhi (ks)'den almış, Muhammed zahid bedahşi hz. lerine vermiştir. Hz. Allah bizleri şefaatlerine mazhar buyursun. (amin)...


EVLİYALAR ANSİKLOPEDİSİ CİLD 12