Gönderen Konu: Tek taraflı tarihcilere elveda  (Okunma sayısı 2989 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Lika

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 3892
Tek taraflı tarihcilere elveda
« : 29 Aralık 2009, 20:09:20 »

Tarih ilmi her alanda gelişip derinleşirken, Osmanlı ve İslama karşı duyulan nefret ve korkudan dolayı, kaba saba asılsız benzetmeler ve önyargılar nedeniyle, Avrupa´da İslam tarihi ya hiç öğretilmiyor yada aslından çok uzak bir şekilde okullarda öğrencilere okutuluyor.

Kendimden bir misal vereyim. Ben Almanya´da doğup büyüdüm. Burada 13 sene okula gittim. Okul hayatımda,  tam 13 yıl süren tarih derslerinde birkere bile olsun 600 yıl hüküm süren Osmanlı anılmadı, anlatılmadı. Çanakkale Savaşı sanki hiç vuku bulmamıştı. Sanki Osmanlı sırf “Boğaziçindeki ihtiyar, hasta adam“ idi.

Bu tek taraflı eğitimden dolayı Almanya´da yaşayan türkler ve müslümanlar dahi, Osmanlı Tarihini öğrenme imkanı bulamıyorlar. Bunun yerine Lewis gibi önyargılı tarihcilere yer veriliyor. Mesela şu sözler Lewis´e ait: “Osmanlı medeniyeti, modern batı karşısında gerilemiştir.“ Bu tür düşünceler ve benzeri içerikli kitaplar, sözler, tartışmalar tüm tarih kitaplarını ve akıllarımızı bulandırmış bulunuyor.

Osmanlı  Düşmanlığı elbette yeni bir mesele değil. 1500 yılında Gutenberg matbaasının kuruluşundan sonra ilk basılan kitap, İncil olarak bilinir. Fakat acı bir gerçektirki, ilk basılan kitap incil değil, Türklerin aleyhine yazılan, Türklere karşı kutsal savaşa çağıran bir kitap olmuştur. Ve bu kitap tüm ülkede dağıtılmışdır. O zamanlar İslamiyetin bayraktarı Osmanlı olduğundan, tek hedef onlar olmuş ve çukurlar Osmanlıya kazılmış…Çünkü çöküşüyle, İslamın sönmesi umulmuş.

Başka bir örnek meşhur Shakespeare. Shakespeare`in “4. Henry“ eserinde Kral 4. Henry sevdiği kıza gücünü göstermek için şöyle der: “Ben İstanbula gideceğim ve Türklerin sakalını yolacağım.“ Shakespeare´in bir çok eserinde Osmanlıya nefret sözcükleri bulunmaktadır....

Avrupa, “Osmanlı Hiristiyanlığın en büyük düşmanı“, ”Avrupa`nın korkulu rüyası“, ”Siyah ruhlular“ gibi korkuyu ifade eden tanımlamalardan kurtulamadı ve hala bu tanımlamaları kullanmakta. 

Peki neden Tarih İslama hep düşman gözüyle bakmış?

Çünkü tarihi hep “kazananlar” yazmış. Lewis´in ifadesindeki “batı“da tarih yazarları hep kralların yazarları, hiristiyan rahibler olmuş. Onların İslama karşı hissettikleri korku ve nefretten dolayı, Osmanlı aleyhine yazılar yazılmış.

Ya şimdi? 21. Yüzyılda tarihin yazı masalarına artık vicanlı yazarlar, tarihciler otursun, emanet kavramının moral değerini bilenler buyursun.

Tarihin beyaz, temiz sayfalarını kirletenlere veda edilsin. Vicdan kalemiyle tarihe ayna tutanlar gelsin. 

Geçmişi yalan bataklığından kurtarabilecek bilgide olan, ecdadımızın üzerimizdeki hakkını az da olsa ödemeyi çalışan bilgili halk gelsin.

Bu tür  çalışmalar geleceğimiz için çok önem taşıyor. Kitaplar, sunumlar, tartışmalar, çoğunluk olarak türkçe dilinde olduğundan, kesinlikle iki dilli insanlarımız tarafından bu eserler diğer dillere tercüme edilmeli. Aynı şekilde diğer dillerdeki olumlu ve gerçekci yazılar, türkçe diline tercüme edilmeli.

Tabii ki ilk önce kendi insanımızın tarihine duyduğu soğukluk, yabancılık ve düşmanlıktan kurtulmaları elzemdir. Ancak o zaman sağlıklı bir adım atılabilinir. Çünkü tarih kişiliğin bir parçasıdır. Tarihi ile barış içinde olmayan bir toplum, kendi şahsı ilede barış içinde olamama tehlikesini taşır.

Bir tarihcinin asıl görevi nedir?

Çogu tarihcilerin yaptıkları “İlerlemeleri-Gerilemeleri” izlemeyi ve anlamayı sosyolog yapabilirler. Fakat bir tarihcinin asıl görevi, tarihin dinamiklerini anlamak için Bütün Tarihi Seferber Etmek olmalıdır.

Gerçek bir tarihci bütün “ilerlemelerin“ (bilim, teknik vs.) ağır bedelleri olduğunu ve belli alanlarda gerilemelerin mecburen olacagini bilir.

Çoğumuz tarihci olmadığımızdan dolayı bizlere başka bir görev düşüyor: Bilgilenmek ve yeri geldiğinde bilgilendirebilmek. Tarihimizi başkalarının bizlere öğretmesi gerekmez - zira bu alanda çok değerli ve güvenilir eserlerimiz mevcut.

Sümeyye Kılışaslan
Ne içindeyim zamanın,Ne de büsbütün dışında;Yekpare geniş bir anın Parçalanmış akışında,
Rüzgarda uçan tüy bile Benim kadar hafif değil.Başım sukutu öğüten Uçsuz, bucaksız değirmen;İçim muradıma ermiş Abasız, postsuz bir derviş;
Kökü bende bir sarmaşık Olmuş dünya sezmekteyim,Mavi, masmavi bir ışık Ortasında yüzmekteyim

mazhar

  • Ziyaretçi
Tarihi bozmak için neler yapıldı?
« Yanıtla #1 : 24 Temmuz 2013, 08:42:55 »
Tarihi bozmak için neler yapıldı?

Tarihi bozmak için yapılanları bir zamanlar üniversitelerimizde okutulan, Dr. İlter Turan’ın kaleme aldığı bir kitaptan aktarayım:

1. Türk Devleti, kanunlarla ıslahat yapmak yerine, din esaslarına dayanmayan Batı dev­letleri kanunlarını doğ­rudan kabul ederek, di­nin siyasî hayat üzerindeki etkisini bertaraf etme yoluna gitti. Bu suretle siyasî hayat üze­rinde büyük nüfuz sahibi olan din âlimleri [ulema] sınıfı­nın da otorite kaynağını ortadan kaldırdı. Kanunların halk tarafından benim­senmesi için, bu kanunların şu veya bu ülkeden aktarıldığı üzerinde durulmadı, kamuoyuna “uygar ülkelerin kanunları” diye takdim edil­di.
2. Millî devlet, tekkeleri kapatarak ve tari­kat faaliyet­lerini yasaklayarak, bölücü ve devlet otoritesini zayıfla­tıcı niteliklerini asga­riye indirmeye çalıştı.
3. Memlekette kullanılan kıyafetlerin Batı memleketle­rinde kullanılanlardan ayrı oluşu, Batılılaşma çabasında olan bir toplumun bu yolu benimsemesine psikolojik bir engel teşkil ediyordu. Ayrıca Batı âdetlerini benimsemiş aydınların Avrupalı kıyafetlerle gezmeleri ya­nında gele­neksel kostümlerin kullanılışı, zaten mevcut olan halk ayırımını kuvvetlendirici ve görülebilir şekle sokacak nitelik­teydi.
Millî devlet, sosyal ayırımları görünebilir ve sembolik şekilde ifade eden kıyafetlerin giyil­mesini yasaklayarak, yerlerine herkesçe giyi­le­bilecek kıyafetlerin giyilmesini sağlamaya çalı­şarak, bu ayırımların zayıflamasına ça­lışmış­tır.
4. Millî devrimin bir amacı, Türkiye’yi Asya ve Arap kültüründen çıkararak Batı kültürüne mâl etmekti. Sosyal ve siyasî hayatın her yö­nüne nüfuz etmiş olan dini bu yerinden çıka­rarak birey [fert] ile Tanrı arasında bir olay yapmak, Arap kültüründen çıkmanın başlan­gıcını teşkil ediyordu. Bunu gerçekleştirmek, dinin toplumsal kurumla­rını ve görüntülerinin bir kısmını ortadan kaldırmakla mümkün ola­bilirdi. Devrimlerin izlediği yol da bu oldu. An­cak din gibi, hislere hitap eden bir kurumun za­yıfla­ması, bir “his boşluğu” meydana getiri­yor­du. Bu boşluğu doldurmak veya diğer bir de­yimle “bireysel” hislerin top­lumsal hareketler şeklinde ifade edilmesini sağlamak için, millî hislerin geliştirilmesine, milliyetçiliğin yayılma­sına çalışıldı. Mustafa Kemal’in kişiliğine yö­nelen bağlılık, sul­tan ve halifeye duyulanın ye­rini aldı. Milleti yüceltmek emel ise hiç ol­maz­sa aydınlara erişilmesi güç, kendilerini verme­lerini gerektiren bir ideal verdi. İhdas edilen millî bayramlar, düzenlenen törenler, dinî tö­ren ve bayram­larda duyulan hislerin millî gün­lerde de duyulmasını sağlamaya ça­lıştı ve bunda başarıya ulaştı. (Dr. İlter Turan, Cumhuriyet Tarihimiz, s. 82-83).
Şimdi hepimizi uzun uzun düşündüreceğine inandığı­m konuya geçelim. Aynı ders kitabından aktarıyorum:
“Arap harflerini kullanmanın doğurduğu güç­lükler milliyetçilerce düşünülürken, Sovyetler Birliğindeki Türk cumhuriyetlerinde Arap ya­zısı yerine Lâtin harfleri kabul edildi. Değişik­liğin amacı Sovyet Türklerini kültürel ba­kım­dan Türkiye’den ve dinî bağları olan Araplar­dan ayırmak olmasına rağmen, milli­yetçi kad­roya Lâtin harf­lerinin Türkçe için çok daha uy­gun olacağını gösterdi.
Alfabe değişikliğinin “en önemli ama-cı”na bir sonraki yazımız da bakalım…
24 Temmuz 2013 Çarşamba 00:08.Yavuz Bahadıroğlu.Haber vaktim.com

mazhar

  • Ziyaretçi
Harf devriminin en önemli amacı 2
« Yanıtla #2 : 28 Temmuz 2013, 11:58:39 »
Harf devriminin en önemli amacı 2
Dünden devam ediyoruz, birleştirip tekrar okursunuz artık…
“İkinci olarak, Anadolu’da tarih boyunca ku­rulan uygar­lıklar incelenerek, bunların Türk uygarlıkları olduğunun gösterilmesine çalışıldı. Anadolu uygarlıkları arasında, özellikle Sümerler ve Etiler üzerinde duruldu. Sümerler ve Etilerin tercih edilmiş olması sebepsiz de­ğildir. Osmanlı Devletinin kalıntılarının yı­kılmak is­tendiği bir devrede, Osmanlı tarihi incelene­mezdi. Sonra gerek Selçuklu, gerek Osmanlı tarihinin araştırılması, Türklerin İslâm’a olan yakın ilgisini de belirtmek zorun­daydı. Lâik­leşme döne­min de İslâm’ın bir araş­tırma konu­su edilmesi uygun düş­mezdi. Hâlbuki Sümerler ve Etiler, Anadolu’da yaşa­mış oldukları gibi, Selçuklu ve Osmanlıların ortaya çıkardığı sa­kıncalar (yani Müslümanlık) onlar için varit değildi (çünkü onlar Müslüman değildi). Dola­yısıyla onların pek de kesin olmayan Türklük­leri—ki, bugün Etilerle Sümerlerin Türk olmadı­ğı konusundaki deliller kesindir—üzerinde du­ruldu, kurdukları uygarlıkların “Anadolu Türk uygarlığı” olduğu ve Türklerin Anadolu’da uzun bir tarihe sahip olduğu gösterilmeye ça­lışıldı.
“Çalışmalar belirli bir gayeye hizmet etmek için yapıldı­ğından zaman zaman bilimsellik dışına çıkmışlardır” (s. 93-94).
“Belirli bir gaye”den muradın ne olduğunu bugün hepi­miz biliyoruz. Kitleleri dininden, dilinden, kültüründen, me­deniyetinden, tarihinden koparıp Batılılaştırma gaye­sidir bu. Hatta bu “gaye”nin gerçekleşmesi için isyanlar ter­tip­lenmiş, sehpalar kurulmuş, kelleler alınmış, arkada kandan bir iz bıra­kılmıştır.
Ama acaba umulan elde edilmiş midir?
Eğer bir türlü belini doğrultamayan, kendi ayakları üzerinde du­ramayan, bir asra dünya çapında birkaç deha oturtama­yan fukara, ilmî gelişmelerin dışında, kabuğuna büzülmüş bir Türkiye murat ediliyordu ise, evet, umduklarını elde etmiş sayılabilirler.
Yok, kültürlü, dünyada sözü geçen ve ilim, fen, edebiyat, teknik sahalarında söz sahibi bir Türkiye murat ediliyordu ise, bunun hâlâ çok uzağındayız.
Zaten o yoldan yürüyüp parıltılı bir noktaya gelmek, geçmişi in­kâr zeminine sağlam bir gelecek inşa etmek imkânsızdı. Gele gele inkârcıların gelebileceği bir noktaya gelmişiz: Hüsran noktası...
Bu noktadan geçmişi tahlile çalışırken, kahırlanmamak elden gelmiyor. Ancak kahırlanıp kalmak da çare olarak gözükmüyor. Bizce ilk çare, kaybettiğimiz değerleri, kaybettiğimiz yerlerde ara­maya başlamaktır. Öncelikle ders kitaplarının yeniden yazılmasına ihtiyaç var.
27 Temmuz 2013 Cumartesi 01:24.Yavuz Bahadıroğlu