Hz. Ali (r.a.), bir bedevînin diliyle acele acele tevbe ettiğini görmüş ve dil çabukluğuyla yapılan tevbe, yalancıların tevbesidir, demiştir.
Tevbe nedir? diye sorulunca da,
“Tevbe; geçmiş günahlara pişmanlık, farzları yerli yerince edâ ve îfa, haksız kazançları yerine iâde ve hak sahipleriyle helâlleşmek, bir daha günahlara dönmemeğe azmetmektir” diye cevap vermişlerdir.
Bir de
“tevbe-i nasûh” vardır ki, günahın benzerine dönmemeye azmi sağlamlaştırmaktır.
İbn-i Abbas (r. anhümâ) demiştir ki:
“Tevbe-i nasûh; (günahlarda) kalp ile pişmanlık, dil ile istiğfar, bedenle vazgeçmek ve günaha bir daha dönmemeye azmetmektir.” Âyet-i kerimede de,
“Ey îman edenler! Allâh’a nasûh bir tevbe ile tevbe edin” (S. Tahrîm,
buyrulmuştur.
Âlimlerin ekseriyetine göre tevbe, fevrî olarak vâciptir; tehir edilmemelidir. Çünkü tevbenin geciktirilmesinde, haram olan şeylerde israr etmek gibi çirkin bir durum vardır; kişinin helâkine sebeptir.
Tevbenin vücûbuna delil,
“Ey mü’minler, hepiniz Allâh’a tevbe ediniz” (S. Nûr, 31) meâlindeki âyet-i kerimedir. Yine Kur’ân-ı Kerim’de müttakîlerin vasıfları sayılırken,
“Onlar, seher vakitlerinde istiğfar ederler” (S. Zâriyât, 18) buyrulmaktadır.
İbn-i Abbas (r.anhümâ)’tan rivâyet olunan bir hadîs-i şerifte Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ, istiğfâra devam eden kimsenin her sıkıntısı için bir çıkış yolu ve her kederi için bir ferahlık ihsân eder. Onu hiç beklemediği bir yerden rızıklandırır.” Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.)’ten rivâyet edilen,
“İstiğfâr eden kimse, günahta israr etmiş sayılmaz” meâlindeki hadîs-i şerifte ise, Allâh’ın rahmetinden ümidin kesilmemesi gerektiğine işaret olunmuştur.
Hâsılı tevbe, sadece cehennem korkusu ile veya işlenen günahların çirkinliğinden dolayı değil, sırf günahta Allâh’a isyan olduğu için, ona karşı suçluluğun verdiği vicdan azâbıyla yapılmalıdır. Tevbe, tevbe-i nasûh olmalıdır. Zira böyle bir tevbe, kişinin amelinde, mâsiyetten, gizli âşikâr hiçbir eser bırakmaz; sahibine, hâlde ve istikbâlde felâhı temin eder.
F.T.