Gönderen Konu: vefanın ikramı.  (Okunma sayısı 2737 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı v_u_s_l_a_t

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 17
vefanın ikramı.
« : 10 Aralık 2010, 13:40:18 »

Bir eylül ikindisiydi. "Gidelim mi?" dediğimde, "Gideceğiz tabii." demişti İsmail. "Madem Hafız Baba hâlâ yaşıyor, gidip bizzât kendisinden dinleyelim işin hakikatini." "Ne zaman?" dediğimde, "Şimdi değilse ne zaman..." dedi. Hemen o saat atladık arabaya. Sonra "Haydi bismillah!" deyip yola düştük.

"Sora sora Bağdat bulunur." demişler. Biz de Terziler köyünü bulmuştuk. Çeşmede bakraçlarını dolduranlara "Hafız Babanın evi neresi?" dedik. Tek kelime etmeden, utangaç parmaklarını uzatarak gösterdiler.

Nihayet vardık. Kendisini tanımıyorduk; ama hemen tahmin ettik. "Şu ihtişamlı cevizin altındaki aydınlık yüzlü ihtiyar olmalı." diyerek gidip elini öptük. "Hoş geldiniz evlâtlar!" dedi Hafız Baba, sanki bizi bekliyordu. Hâl-hatır sorulduktan sonra daldık bir muhabbete ki, kim olsa bitsin istemezdi. Bir ara İsmail: "Herkesin dilinde bir hatıranız dolaşıyor Hafız Baba. Biz bir de sizden dinleyelim diye, işin hakikatini öğrenmeğe geldik." dedi. Hafız Baba'nın gözleri daldı, bir müddet sonra bize döndü. Bakışları nereleri gezmişti bilemiyorum. Ama uğradığı her neresiyse, yağmur yüklü bulutlar gibi bir hayli yüklendiğini gördüm. Derin bir iç çektiğinde dolu dolu gözlerinden iki damla yaş süzüldü ve kayboldu beyaz sakallarının içinde. "Bundan uzun zaman önceydi. Şimdiki beyaz sakallarımın yerine çocukluk masumiyetinin yüzümü aklaştırdığı zamanlar... Yenişehir'deki hocam: 'Sesin güzel, kıraatin de iyi. Bu işin ardını bırakma, tâ ki bir gün Kelâm-ı Kadîm'i ruhlara bir ebediyet musikisi gibi fısıldayacağın bir fem-i muhsin oluncaya kadar. Konya'dan İznik'e bir zât gelmiş, bizim ayağımıza gelen bir nimettir. Kıymetini bilelim oğul, var ondan talim dersi al.' diyerek beni İznik'e yolladı. Gittim.

İznik'te bir bağ evinde ders alıyorduk. Şehirde onca cami, mescit dururken neden bir bağ evinde talim ettiğimizi önceleri anlayamamıştım. 'Mushaf'ı görünmeyecek şekilde mintanın altına sok.' 'Nereye gidiyorsun?' diyenlere; 'Tarlaya gidiyorum' de! 'Her gün dikkat çekecek şekilde aynı yerden gelme bağ evine...' gibi tembihleri mânâsız bulsam da, 'Büyüklerimdir, bir bildikleri vardır elbette.' deyip söylenenlere uyardım. Sonra bir gün farklı okununca ezanlar, anladım tembihlerin ne mânâya geldiğini. Hem duyunca milletin samanlıklarda Kur'ân öğrenip talim yaptığını, bizim bağ evi uzak olsa da, basbayağı bir köşk gibi olduğunu düşünüp şükrettim." dedi.

Eski bir yaranın tazelenen acısıyla kesildi Hafız Baba'nın sözleri; yine daldı bakışları. Nihayet hatırladı varlığımızı, yeniden başladı. "Bu bağ evine her gidişimde Kutbeddin-i İznikî'ye uğrardım, hem de günde iki kere. Şartlar ne olursa olsun mutlaka uğrar, Fatihalar okurdum onun makamında. Sonra başta Efendimiz (sallAllahü aleyhi vesellem) olmak üzere isimlerini bildiğim bütün büyüklerin ruhlarına hediye ederdim okuduklarımı. Kutbeddin-i İznikî, ötelere kanatlandığım bir rampa olmuştu benim için. Bu yüzden ben de tiryakisi olmuştum kendisinin. Kışın en sert günlerinde bile iki kere uğramayı ihmal etmezdim. Dışarıda hangi mevsim olursa olsun, Kutbeddin-i İznikî'nin hep âsûde bir havası olurdu. Gözlerimi kapatıp içime çektiğimde bu âsûde hava, tarifsiz bir huzura kavuştururdu beni. Gözlerimi açtığımda ise, harap olmuş, sıvaları dökülmüş türbenin perişan hâli, bir dev kederi getirip kalbimin üzerine koyardı. Mızraklı ilmihallerden biri olan Mukaddeme-i Kutbeddin adlı eseriyle tam beş asır boyunca milletin mânevî hayatına hizmet etmiş bu insana; 'Bu ilgisizlik, vefasızlık değil midir?!..' dediğimde, içimdeki dağlarda mevsimler değişirdi. Bir tarafımda ateş olurdu, bir tarafımda ayaz." Hafız Baba yine suskunluğa büründü. Bir hayli sürdü suskunluğu, nihayet ben dayanamayıp "Kutbeddin-i İznikî'nin makamında dua ettiğinizden bahsediyordunuz." dedim. Hafız Baba bakışlarını yüzümde gezdirerek "Evet!" dedi. "Yine bir gün dua için huzurundaydım. Hem de ilk kez sandukanın yanında, bizzat kabrinin başucunda okuyordum dualarımı. Farklı bir havam vardı bu sefer. Her zamanki İlâhî lâfızlar bu sefer farklı bir tonda dökülüyordu dilimden. Birden bir gözyaşı nöbetine tutuldum. Ama nasıl? Hıçkıra hıçkıra.... Çok geçmeden bütün türbeyi bir sarsıntı aldı. Her yer sallanıyordu; bilhassa da Kutbeddin-i İznikî'nin kabri. Sarsıntı daha da şiddetlendi. Korkular kabarırken içimde, olağanüstü bir şey oldu. Kutbeddin-i İznikî'nin kabri yarıldı ve hazret beyazlar içinde kalkıp dizleri üstünde doğruldu. Benimse dizlerimin bağı çözüldü.

Hafız Baba o hâdiseyi yeniden yaşıyordu sanki. "Hazretin dudaklarındaki tarifsiz tebessüm içimdeki korku dağlarını eritmeseydi, o ağırlığa kalbim dayanabilir miydi bilemiyorum." dedi ve devam etti. "Kutbeddin-i İznikî'nin sükûneti beni de sakinleştirdi. Sanki bir rahleye çökmüş, bağ evindeki talimi hazretten alıyorum gibi bir sıcaklık sardı içimi. Kutbeddin-i İznikî ötelere ait bir sesle 'Kur'ân evlât. Kur'an'a sahip çıkın, okuyun onu, terk etmeyin! Allah bahtınızı açacaktır. Kınayanın kınamasından korkmayın!' deyip sonra bazı dualar ve tesbihat söyledi. Her kelimesi güm güm diye indi yüreğime. İfade edemeyeceğim bir tesirle her zerrem bir daha sarsıntıya tutuldu. Sarsıntı taştı bedenimden, türbe yeniden sallanmağa başladı. Kutbeddin-i İznikî'nin yanı başında yatan babasının kabri de büyük bir gürültüyle yarılmaya başladığında, tahammülü zor bir korkuyla avazım çıktığı kadar bağırmışım. Annemin 'Uyan oğlum, uyan oğlum!' sözleri imdadıma yetişti. Uyandığımda annem beni hâlâ sarsıyordu. Bir yandan terimi siliyor, bir yandan da Fatiha okuyordu. Kutbeddin-i İznikî'nin iltifatından mı, yoksa diğer kabrin yarılmasıyla kapıldığım korkudan kurtulmaktan mı bilemiyorum, belki de annemin okuduğu Fatiha'dandı, derin bir 'Oh!' çektim. Anneme gördüklerimi anlattım. Sevinçten pırıl pırıl oldu nurlu yüzü. 'Allah hayretsin!' diyerek Kutbeddin-i İznikî'nin bana söylediği tesbihatı ihmal etmememi tembihledi." "Nasıl bir tesbihat o Hafız Baba?" diyerek sözlerini kestim. Bir müddet gülen gözlerle bana baktı. Sonra, "Hazretle ikimizin sırrıdır, evlât!" dedi. "Ama istersen her gün Kutbeddin-i İznikî'ye uğrar, Fatihalar okur, bir bağ evinde Kur'ân talim edersin. Kim bilir belki kendisi teşrif eder âlemine ve sana da bir tesbihat telkin eder."

O sırada içeriden bize çay geldi, yanında da ceviz. "Anadolu misafirperverliği işte..." diye İsmail'le bakıştık. Çaylarımızı yudumlarken Hafız Baba: "Orada burada duyduğunuz hâdisenin hakikati işte budur." dedi. Ardından, "Size bir şey daha anlatayım mı?" dedi. "Hayır!" dememiz mümkün müydü?!.. İkimizin de aynı anda "Lütfen!" demesi üzerine Hafız Baba: "Talimimi bitirdikten sonra bir müddet Karacabey'de imamlık yaptım. Hayatımı imamlık yaparak idame ettirme, insanlara hak ve hakikati anlatma, hele Kelâm-ı Kadîm'i ruhlara duyurma niyetinde iken, kader karşıma farklı bir yol çıkardı. Bir de baktım ki Türkiye Elektrik Kurumu'nda memur olmuşum." dedi. Bir müddet yine sustu Hafız Baba, elini alnına götürdü: "İnsan fail-i muhtar olsa da, esas olan meşiet-i İlâhîdir." dedi. "Önemli olan kulluk ve bu kulluğun yerine getirilmesidir; imam, mühendis veya başka bir şey olmak değil. TEK'te Kur'ân öğrenmeye müştak pek çok gönül buldum. Bunlardan pek çoğunun da öğrenmesine bizi vesile yaptı Cenab-ı Hak. Şimdi anlıyorum ki, bu bir istihdammış. Demek ki, orada Kur'ân öğrenmek isteyenlerin arzularını yerine getirmek için kader, yolumuzu buraya çıkarmış. Memurluğumun ikinci senesinde kader bir başkasının yolunu da bizim oralara, Terziler köyüne, çıkardı. Simavlı Mehmet Efendi... Tam ilim irfan ve edep timsali bir zâttı Mehmet Efendi. Ee 'Çanağında balı olanın müşterisi tâ Bağdat'tan gelir.' demişler. Kısa bir süre içerisinde Simavlı Mehmet Efendi'nin etrafı insanlarla dolmuştu. Kendisine gelenlerin gönüllerini imanın huzurlu iklimine kanatlandırırdı. İlk fırsatta ben de ziyaretine gittim. O gece sohbet bitiminde elini öptüm ve 'Efendim müsaade buyurursanız, ben de size intisap etmek istiyorum.' dedim. Tatlı bir tebessüm yayıldı çehresine, bir müddet yüzüme baktı, sonra ikimizin duyacağı bir sesle: 'Hafız.' dedi. 'Hafız sen Kutbeddin-i İznikî'den alacağını aldın. Onlara devam et. Bize yalnızca tesbihatı doğru yapıp yapmadığını kontrol etmek düşer.' demez mi?!.. Hayretten neredeyse küçük dilimi yutacaktım." Biz şaşkınlık içerisinde birbirimize bakıp dururken Hafız Baba: "Mehmet Efendi'nin sözleri beni o ân hayrete düşürmüştü; ama zaman ve tecrübelerim bana gösterdi ki, bu milletin içinde her zaman bir mâneviyat damarı vardır. Azıcık kazılmaya görsün, çok derine inmeden o damardan mâneviyât pınarları fışkırır." dedi.

Saatin milleri dönme zamanımızın çoktan geçtiğini bir kere daha hatırlatırken, arzu etmesek de, müsaade istedik. Köyün ışıkları arkamızda kaldığında, İsmail ile hiç konuşmadan ilerliyorduk....
Alaaddin DİKMEN...