Gönderen Konu: Zekâtın Verileceği, Harcanacağı Kişiler ve Müesseseler  (Okunma sayısı 20544 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ankebut-57

  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 908

Halis ECE

Zekâtın verileceği, harcanacağı kişiler ve müesseseler


ZEKÂT NEDİR?

Zekat, İslamî ölçülere göre zengin sayılan bütün Müslümanların, verilmesi uygun olan kişilere ve yerlere her yıl belli oranda vermeleri gereken mali bir ibadettir.

Ramazan ayında yapılan ibadetlerin sevabı daha çok olduğu için, mesela bir farz yetmiş farza muadil, bir nafile de farz ibadet yerine geçtiğinden, zekat da ekseriyetle bu ayda verilmektedir. Dolayısiyle zekatla ilgili meseleler de fazlaca bu ayda konuşulmaktadır.

İşte bu mübarek hicrî 1428 Ramazan’ında da gördük ki, zekatın kimlere, nerelere verileceği, hangi hizmetlere harcanıp harcanmayağı hususunda Müslüman kardeşlerimizin sıkıntıları var... Bu sıkıntıları gidermek, şüphe ve tereddütleri ortadan kaldırmak, meselenin hallinde bir nebze de olsa yardımcı olabilmek için bu çalışmayı kaleme aldık. Gücümüzün yettiğince bu konudaki sualleri cevapsız bırakmamaya gayret ettik. Bununla birlikte elbette ki kul olarak hatalarımız, gözden kaçmış eksik ve noksanlarımız olabilir. Hâl böyle olunca; çalışmamızın mükemmel, yeterli ve kusursuz olduğunu söylememiz mümkün değildir.

Bu sebeple Cenab-ı Hak’tan ümidimiz hatalarımızın affı; okurlarımızdan ricâmız, eksik ve noksanlarımızı aczimize hamlederek tamamlamaları ve mümkünse bizi haberdar etmeleridir.
***

İSLÂM’IN KÖPRÜSÜ VE NAMAZDAN SONRAKİ ESASI  Z E K Â T T I R

Zekât lûgatte temizlik, artma-üreme ve bereket mânâlarınadır. Zekâtı verilen malın temizleneceği, üreyeyip bereketleneceği Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle açıklanmıştır:

“(Resûlüm!) Onların mallarından sadaka (ve zekât) al ki, kendilerini onunla arındırıp, tertemiz edesin. (Yani günah kirlerinden temizlenmelerine ve hasenâtlarının bereketlenmesine, muhlisler derecesine terfî edilmelerine sebep olasın).”(1)

Fıkıh lisânında ise zekât, “Bir malın, şerîat tarafından tayin edilen miktarını, Müslüman zenginin seneden seneye, zekât alabilecek sekiz sınıftan birine temlik etmesi; yani, hiçbir menfaat ve istifâde alâkası olmamak üzere ona vermesi” demektir.

Zekât, İslâm’ın beş şartından birisi olan mâli bir ibadettir. Hicretin ikinci senesinde oruçtan evvel farz kılınmıştır.

Zekâtın farz oluşu en doğru görüşe göre fevrîdir; yani zekât vermesi gerekli olan kişi, hiç geciktirmeden hemen zekâtını vermelidir. Aksi halde günahkâr olur.(2)

Zekât, kulların kulluktaki sadâkatlerine delâlet eder. Bu bakımdan zekâta, yukarıda zikri geçen ayette olduğu gibi, “sadaka” da denilmiştir. Bununla beraber “sadaka” tâbiri, zekâttan daha umûmidir; vacipleri, nafileleri de içine alır. Zekât ise sadece farz olan için kullanılır.(3)

Zekât, farz bir ibâdet olduğundan bunun edâsında riyâ söz konusu olmaz. Bilakis başkalarına iyi bir örnek olma durumu da vardır. Ayrıca kişi, başkalarının sû-i zannından da kurtulmuş olur. Bu bakımdan alenî olarak verilmesi efdâldir. Nâfile sadakalarda ise böyle değildir. Onları gizlice verip gösteriş ihtimâlinden kaçınmak lâzımdır.
***

ZEKÂTIN VERİLECEĞİ, HARCANACAĞI YERLER

Kur‘ân-ı Kerim, zekâtın verilebileceği kimseleri hususî bir biçimde sıralayıp, sonra da nerelere harcanabileceğini şöyle ifade eder:

“Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak fakirlere, yoksullara, üzerinde çalışanlara (zekât toplamak üzere vazifeli memurlara), kalbleri te'lif olacak olanlara (İslâm'a ısındırılmak istenenlere) verilir; âzât edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda ve yolcu olanlar için sarf edilir.”(4)

Görüldüğü üzere âyet-i kerimede, zekâtın verileceği insanlar ve sarf edilebileceği/harcanacağı yerler sekiz sınıf olarak belirtilmiştir:

1. Fakirler: Nisap miktarından az bir mala sahip olan ve mevcut malı ihtiyacına kifâyet etmeyenlerdir. Yani normal ölçülerde geliri giderini karşılamayan kimseler.

2. Miskinler: Fakirden daha aşağı derecede olup hiçbir şeye sahip olmayan yoksullar.

3. Âmil: Ülü’l-emr tarafından zekât, sadaka ve öşürleri toplamak üzere vazifelendirilen memurdur.

4. Müellefe-i kulûb: Kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenenler.

5. Borçlular: Borç altında olup da, ödeme imkanı bulunmayan kimseler.

6. Yolcu: Yolda kalan kimse, yani memleketinde malı-mülkü olsa bile, gurbette parasız kalmış kimseler.

7. Köle: Hür/özgür olmayan kimse.

8. Fî sebîlillah: Allah yolunda demektir.

Bu sekiz sınıftan “tahsis lâmı” ile beyan olunan ilk dört grup için temlikin şart; zarfiyet edâtı olan “fî” ile ifade edilen dört kısım sarf yerleri içinse, temlikin şart olmadığı söylenmiştir. Temlikin bunlar için de gerekli olduğunu söyleyenler ise, zekâtı, onların ihtiyaçlarını görmekle vazifeli kimselere vermek suretiyle de bunun yerine gelmiş olacağını ifade etmişlerdir. Zira Allah yolundaki mücahitlerin, “cihad ihtiyaçları”nın hepsini bizzat kendilerinin temin edebilmeleri mümkün değildir. Bu uygulamadaki asıl maksat ise, ihtiyaçların karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre zekâtları, mücâhitlerin teker teker bizzat kendilerine değil de, veliyyü’l-emr’e yani onların işlerini-hizmetlerini görmekle, ihtiyaçlarını gidermekle görevli kişi veya kişilere teslim etmekle de temlik tahakkuk etmiş ve farz yerine getirilmiş olur.

Zekâtla alâkalı bu âyet-i celile (nass), günümüzde çocuklarımızın-gençlerimizin en iyi şekilde yetişmeleri için faâliyet gösteren İslâmî müesseselerin-derneklerin mâlî yapısını teşekkül ettirecek şekilde genişçe tefsir ve te'vil edilmeye (yorumlamaya) gayet müsaittir.
***

“FÎ SEBÎLİLLAH” KAVRAMININ ÇERÇEVESİ

Bir kısım âlimler âyetin lafzına uygun olarak umumi manâsını genişletip, “fî sebîlillah”a;
a) Kendilerini hayra-iyiliğe vakfedenler,
b) Dinî ilimleri tahsil eden talebeler, mânâlarını da dahil etmişlerdir.

Cenâb-ı Hak bu sınıfı mutlak olarak zikretmiştir. Buna göre, Allah Teâlâ’ının murad ve beyânını aşmamak şartıyla, zamanın ihtiyaç ve icapları gözönüne alınarak, âyetin lafzına ve ruhuna münasip düşen her türlü hayır ve tâat bu sınıfa dahildir. Bu sınıflar arasında zamanın şartlarına göre tercih ve değerlendirme de olabilir.

İslâm’ın yayılması, Müslümanların yükselmesi için hangi sınıf daha lüzumlu ise, zekât vermekte de ona öncelik tanınması gerekir. Meselâ; harp zamanında, harbe iştirak eden İslâm mücâhit ve gazilerine zekât vermeyi tercih etmek daha uygundur. Ancak, harbin uzun zaman kesilmesi; yahut harbin, İslâm'ın yükselmesi gayesinden uzaklaşması halinde, zekâtı, diğer bir sınıfa meselâ; ilim öğrenmek ve öğretmek için kendilerini bu yola vakfetmiş olan kimselere veya bunların ihtiyaçları için kullanılmak üzere vermek, elbette ki daha münasip olacaktır. Bunların ihtiyaçları ise; binadır, binanın arsasıdır, inşaatın her türlü malzemesidir; yiyecek-içecek, yakacak-yatacak... kısacası, ülke ve insanlık yararına okuyup yetişmeleri için lüzum eden her şeydir.

Binâenaleyh, Kur'ân ilmini okuyanlar ve okutanlar “fi sebîllllah” kavramının umumi mânâsına hakkıyla dahil oldukları gibi, hususi mânâsı olan “mücâhitler” sınıfına da dahildirler. Dolayısiyle cihadın zamanımızdaki şekline en güzel surette katılmış oluyorlar.(5) Şu halde, zekât ve fıtreyi; ya bizzat onlara veya vekâleten onların her türlü ihtiyaçlarında kullanılmak üzere, bu hizmetlerle alâkadar olanlara vermek en uygun olan yoldur.
***

Dilerseniz “fî sebîlillah” kavramını biraz daha genişçe ele alalım... Bu madde üzerinde çeşitli rivâyetler vardır. Tefsirlerde özetle deniliyor ki:
 
“Fî sebîlillah’dan murad; gâzilerdir, mücâhitlerdir, nöbet bekleyenlerdir. Hac yolcularıdır, dini imtisal  edenler, yani hayatlarının her alanında dinî kriterleri örnek alıp ona uymaya çalışan âbitler-zâhitler, dindarlardır. Keza, cihad eden orduyu techiz etmektir. Bu bakımdan, mücâhitlerin ihtiyacı olan her türlü eşya; yiyecek-içecek, giyecek, yakacak, barınak ve benzeri, ‘Onlara (düşmanlarınıza) karşı kuvvet hazırlayın’(6) âyetinin muhtevâsı içindedir.”

“Fî sebîlillah” (Allah yolunda) ifadesi bazı âyetlerde umumî bir şekilde geldiği halde, bazılarında “cihâd” ile beraber zikredilmektedir. “Allah yolunda mal ve canla cihâd” emirlerinin muharebe-mücadele masraflarını karşılamayı ve her çeşit cihad ihtiyacının temini gâyesiyle yapılacak harcamaları ifâde ettiği açıktır. Cihâda temas edilmeden mutlak olarak Allah yolunda harcamayı emreden âyetlerden ise sadece böyle bir mânayı çıkarmak zordur. Çünki cihad da dâhil olmak üzere Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun ve O’nun tarafından istenen her türlü iş O’nun yolunda demektir. Böylece incelemesini yaptığımız Tevbe sûresi 60. âyetteki “fî sebîlillah” kavramını; Allah yolundaki her türlü hizmeti, hayır işlerini, iyi ve güzel şeyleri içine alacak şekilde geniş olarak tefsir etmek mümkündür.

Bir devletin gelirlerinden bir kısmını savunma harcamalarına ayırması, hayâtî bir zarûrettir. İslâm gibi hükümranlık gâyesiyle değil ve fakat sırf kendini dünya insanlığına duyurup İslâm’dan onların da istifade edebilmeleri için cihâdı, Devlet’in aslî vazîfeleri arasında sayan bir dînin, devlet gelirlerinden bir kısmını bu sâhaya ayıracağı da muhakkaktır. İslâm cemiyetinin dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması ise, her şeyden önde gelen bir vazîfedir. Bunun için Peygamberimiz (s.a.v.), devleti kurar kurmaz meydana getirdiği kanunî esaslara (kurucu anayasaya);

“(Bir harp vukûunda) Yahûdiler’in masrafları kendi üzerlerine ve Müslümanlar’ın masrafları kendi üzerlerinedir. Muhakkak ki bu sayfada belirtilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır” meâlinde bir madde koymuştur. Resûlülllah Efendimiz zamanında bir harp vukû bulursa, herkes gerekli âlet-edevat ve azığını kendisi tedârik ederdi. Fakir olanlar ise devlet tarafından techiz ediliyor veya zekât mükellefi olan mü’minler, zekâtlarını bu gibilerine vererek, onları da techizât ve azık edinme imkânlarına kavuşturuyorlardı.    
     
Peygamberimiz’den (s.a.v.) sonra ise bilhassa Hz. Ömer (r.a.) zamanından itabaren dâimî ve maaşlı ordular meydana getirildi.
İslâm âlimlerinden bir kısmı, Tevbe sûresi 60. âyette geçen bu “fî sebîlillah” (Allah yolunda) ifadesini dar mânâda tefsir ederek; bunun harbe katılma imkân ve vâsıtalarından mahrum kişilere, gerekli teçhizâtı almaları ve azık masraflarını karşılamaları için yapılacak ödemeleri gösterdiğini ifâde etmektedirler. Şöyle ki:

İmam Muhammed’in dışındaki Hanefî’lerin görüşleri böyle olduğu gibi, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler’in görüşleri de küçük farklılıklarla beraber hep bu merkezdedir. Meselâ İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’e göre, harbe katılacak kimse zengin dahi olsa, bu fasıldan ona zekât ödenir. İmam-ı Â’zâm hazretlerine göre, böylelerine zekâttan harcama yapılmaz. Şâfiî mezhebinden İmam Mâverdî ve Hânefî mezhebinden İmam Ferrâ’ya göre bu fasıldan ancak, askerî dîvandan maaş almayıp gönüllü harbe katılanlara (mutatavvi’a) harcama yapılır. Hanbelîler’den el-Hırakî (ö. 334 H.) gibi âlimler, “fî sebîlillah” faslından hac esnasında ihtiyaç içine düşmüş kimselere de yardım yapılacağını söylerken, Hanefîler’den İmam Muhammed bununla sâdece böyle durumda olan hacıların kastedildiğini ifâde eder. (Rahimehümüllah)

Zekâtta temlîk’i yani verileni ferdin mülkiyetine intikal ettirmeyi şart koşan âlimler; zekât gelirlerinin yol ve ulaşım tesislerine, ibâdethâne ve mekteplerin/okulların yapımına, sulama kanal ve tesislerine ve kalelerin yapımına harcanamayacağı görüşündedirler. Bilhassa Hanefî ve Hanbelî’ler bunu eserlerinde belirtirler.

İmam Mâlik de zekât gelirleriyle câmi yaptırılamayacağını söylüyor ki, bundan, onun da görüşünün aynı merkezde olduğu anlaşılıyor. Ancak İmam Ebû Yûsuf Kitâbü’l-Harâc adlı eserinde, -diğer Hanefî kaynaklarının onun görüşü hakkında verdikleri mâlumata zıt olarak- bu fasıldan; vergi memurlarının maaşları ödenmiş olmak şartiyle, yol yapım ve ıslâhına da harcama yapılabileceğini yazar.

Gene Hanefîler’den Kâsânî (Ö. 587/1191) “fî sebîlilah” ıstılâhını; “Allah’a yaklaştıran bütün işler (hayırlı hizmetler-sâlih ameller)” diye târif eder ve hayır yaptıran kimselere paraları yetmediğinde bu fasıldan yardım yapılacağını, söyler. Ancak o, yukarıda sayılan işlere, doğrudan harcama yerine, bu işleri yapanlara zekât vermekten söz etmektedir.

Yukarıda zikri geçen ulemânın bu görüşlerine karşılık, zekât gelirlerinin yol ve köprüye de harcanabileceği görüşünde olan âlimler de vardır... Enes b. Mâlik, Hasan-ı Basrî ve Atâ‘ rahimehümüllah bunlardandır. Fahr-i Râzî hazretlerinin de aynı görüşü paylaştığı görülmektedir. Ona göre “fî-sebîlilah” kavramını yalnız muhâriplere/mücahitlere tahsis etmek îcap etmez.

Fahr-i Râzî, Kaffâl’in tefsirinden verdiği nakillerde isim vermeden bazı âlimlerin de bu fâsıldan zekâtın kale, cami ve mescid yapımı gibi bütün hayır işlerine sarfını câiz gördüklerini kaydeder. Osmanlılar döneminde, “Masârifü Beyti’l-Mâl” adlı bir risâle de yazmış olan Dede b. Yahşî (yahut Bahşî) zengin olmayan ilim adamlarının, araştırmaları için lâzım olan eserleri satın alabilmeleri maksadıyla onlara zekâttan verileceğini söyler ve bazılarının “fî sebîlillah” ıstılâhını ilmî araştırma yapanlar olarak da tefsir ettiklerini kaydeder.
***

S O N U Ç

“Fî sebîlillah” mefhumu, İslâm’ın her yoldan ve her çeşit usûlle tebliği, anlatılması, öğretilmesi, müdâfaası ve hayrın temini ile alâkalı fiil ve faaliyetlere işâret etmektedir. Dul kadınlar ve yetimler lehine ödemelerde bulunmayı, mektep ve medreselere yardım yapmayı, hastahânelere, câmilere tahsîsât ayrılmasını ve İslâm ordusunun âlet ve edevât ile teçhizâtını vesâir masraflarını karşılamayı, vatan müdâfaası için bir takım askerî sâbit tesisler kurma masraflarına katılmayı ve benzeri harcamaları içine almaktadır.

Görüldüğü gibi âlimlerin büyük çoğunluğu, Müslüman tebaadan toplanan zekâtların, ister İslâm devleti vasıtasıyla olsun ister şahıslar eliyle olsun, Tevbe sûresi 60. âyette gösterilen fertlere hizmet olarak değil de mülk olarak intikal ettirilmesi (temlik) hususunda görüş birliği içindedirler ve bunda ısrarlıdırlar.

Sarf meselesine gelince; devlet hizmetlerinin, kamu harcamalarının ve her çeşit yatırım giderlerinin bir İslâm devletinde zekât gelirleriyle karşılanmaması halinde, yürütmenin imkânsız hâle geleceği muhakkaktır. Bu durumda “fî sebîlillah (Allah yolunda)” ıstılâhını en geniş mânâsıyle tefsir etmekten veya bir kesimin gelirleri yeterli olmadığında diğer kesimden tahsisat aktarmasına müsaade etmekten başka bir çâre de kalmamaktadır. Nitekim Hanefî ve Hanbelîler bu noktada devlete, tahsisat aktarmayı yani bir gelir çeşidiyle karşılanması gereken masrafları, zarûrî hallerde diğer gelir çeşidiyle karşılama izin ve selâhiyetini vermişlerdir.(7)
***

Günümüze gelince…
İslâmî ve insanî hizmetlerin daha iyi yürütülebilmesi, dinin öğretilmesi-yayılması, gelecek nesillerin iyi birer fert, topluma yararlı, güzel ahlâklı insanlar olarak yetişmeleri için bazı gayretli Müslümanlar tarafından, ülkemizin hukuk sistemi çerçevesinde dernekler kurulmuştur. Söz konusu hizmetlerin yerine getirilebilmesi, yürütülebilmesi için lazım olan pek çok şeyin yanında, öncelikle öğrencilerin kalıp barınabilecekleri yurt binalarına ihtiyaç vardır. Bu binaların arsası ve yapımı için yardım devletten gelmediğine, gökten zenbille inmediğine ve bu derneklerin belli bir akarı da olmadığına göre, elbette ki vatandaşlardan temin edilecektir. Vatandaşın yardımı da ya bağış, ya da zekât ve sadaka yoluyla olacaktır. Günümüzde, yürütülmeye çalışılan bu hizmetlerin ise, zekâtın harcanabileceği sekiz sınıftan “Allah yolunda” kavramının içine girmediğini söylemeyi-söyleyebilmeyi bir kenara bırakınız, düşünmenin bile imkânsız olduğu âşikârdır. Barınacak bir yer olmadan o öğrencileri nerede yedirip içireceksiniz? Onların sağlıklarını nasıl koruyacak, istirahatlerini, okuyup yazmalarını, düzenli ders çalışmalarını nasıl temin edeceksiniz? Demek ki temel ihtiyaç, öncelikle bina… diğerleri ondan sonra geliyor ve ancak onunla birlikte var olabiliyor.

Şimdi, hal böyle iken, kalkıp hangi akıl-mantık, insaf-iz‘an ölçülerine dayanarak, “efendim camiye, yurt binasına zekât verilmez” denilebiliyor!” (Herhalde bununla ‘harcanmaz’ demeyi kastediyorlar.) Gerçekten anlamak zor. Âmiyâne ifadeyle, senin dinin için kalkıp ABD mi yardım edecek, AB mi hibede bulunacak, Vatikan mı el uzatacak, Havra mı iâne yapacak?!.. Her sahada olduğu gibi bu noktada da söz söylerken en azından insafı elden bırakmamak gerek. Söylediğimiz sözün hangi sonuçları doğuracağını, meselenin nasıl da kördüğüm olacağını iyi hesap etmemiz lâzım.

Ayrıca bu mevzuda birbirine karıştırılan iki önemli husus var; “temlik” ve “tasarruf”. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi temlik, zekât verilecek kişinin, bunu bizzat kendisinin almasıyla gerçekleşeceği gibi, bir başkasının onun adına vekâleten almasıyla da yerine gelmiş olur. Bu gibi hizmetlerin ifasında da, talebenin bizzat yardım toplaması yerine, bu işi onlar adına vekâleten başkalarının görmesi elbette ki daha doğru olur. Hatta tasarruf/harcama meselesi de böyledir. Öğrenci her şeyi, her ihtiyacı hesap edemeyebilir; çünkü onların asıl işi o değildir. Ama veliyyülemr mevkiindeki vazifelilerin durumu farklıdır; onların esas görevleri, talebenin iaşe ve ibatelerini temindir. Onlar, ihtiyaca göre, ihtiyaçların lüzum ve önemine göre sarfta/harcamada bulunurlar.

Zekâtın bina inşaatına harcanıp harcanamayacağı meselesi de yine yukarıda açıkça belirtildi. Bunun caiz olduğuna dair pek çok âlimin görüşleri ortada… Bunları gözardı ademeyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ümmetimin ihtilâfı (onlar için) geniş bir rahmettir”(8) buyuruyor. Yani âlimlerin herhangi bir mevzuda farklı görüşler-içtihatlar ortaya koymaları, meseleye esneklik kazandırmaları ümmet için çok büyük bir kolaylıktır. Onları sıkıntıdan, darlıktan kurtarır. Zira her hususta tek bir görüşe uymak zorunda kalmak, başka çıkış yollarına müracaat edememek elbette ki büyük bir sıkıntıdır. Fetvalarda meselenin tarihî seyri, insanların ihtiyaçları, yararına olup olmayan hususlar mutlaka dikkate alınır; vaziyete en uygun, fertlerin ve toplumun faydasına olan içtihat ve görüşlere dayanılarak hüküm verilir. Zamanımızın şartları ise ortadadır, ayrıca bir açıklamaya gerek olmayacak kadar nettir. O bakımdan son söz olarak diyoruz ki;

Günümüzde hayır cemiyetlerinin ve bilhassa öğrenci derneklerinin görevlileri/yetkilileri öğrenciler adına zekât alabilir/toplayabilir… ve bu toplanan zekâtlar, diğer yardımlar gibi, öğrencilerin bina ihtiyaçları da dahil olmak üzere her türlü hizmetleri için harcanabilir. Bunun caiz olup olmayacağı tartışmasının lüzumsuzluğu bir kenara, hatta, zekâtın verilebileceği en uygun yerlerin başında buraların geldiğini söylemenin bile zâit olacağı açıktır.


DİPNOTLAR
(1) Kur’an-ı Kerim, Tevbe sûresi, 103.
(2) el-Mergınâni, el-Hidâye, 1, 96; Mehmed Zihnî, Nimet-i İslâm, 2, 5.
(3) Elmalı’lı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, bty. 2, 933.
(4) Kur’an-ı Kerim, Tevbe sûresi, 60.
(5) Hak Dini Kur’an Dili, Ruhu’l-Beyan, Kurtubî, Mecmûatün mine’t-Tefâsîr, Tefsîr-i Kebîr başta olmak üzere muhtelif tefsirler.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Enfâl sûresi, 60.
(7) Dr. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Devlet Bütçesi, İst. 1984.
(8) Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, bty., s. 42.

Âlimleri irfan sahib eden, üç harf ile beş noktadır.(عشقْ)
Mü'minleri duhûlü cennet eyleyen, beş harf ile üç noktadır. (ايمان)

www.ayasofya.org

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Fî sebîlillâh Kaydı
« Yanıtla #1 : 02 Temmuz 2014, 18:10:22 »
"Dinî tedrisatla meşgul olan talebe-i ulûma zekât vermek câizdir. Çünkü o, nefsini, kendisinin ve başkalarının istifadesi için vakfetmiştir ve çalışıp kazanmaktan âcizdir. Hâcetler de onu buna zorlamaktadır."
{Nimet-i İslâm 35, İbn-i Âbidîn C.2 S. 343 Tahtavî... İhya C.1 S. 614}


"İlim tahsil edene ve âlime zekât verilir. Çünkü bunlar çalışmayı ilme hasrettikleri için zengin de olsalar, kazançtan mahrumdur. Hem âlimdeki paradan fakir de istifade eder."
{Nimet-i İslâm S. 524 - Mültekaa şerhi Damad C.1 S. 180}


"Talebeye zekât ve sadaka vermekle ilim tahsiline yardım etmiş ve ilim sevabına ortak olunmuş olur."
{İhyâ İmam-ı Gazâlî Hz.}

Çevrimdışı efsanef

  • araştırmacı
  • ***
  • İleti: 283
Ynt: Zekâtın Verileceği, Harcanacağı Kişiler ve Müesseseler
« Yanıtla #2 : 03 Temmuz 2014, 03:00:00 »
güzel ellerinize emeğinize sağlık Allah razı olsun kardeşim

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Zekât ve Sadakanın En Makbulü
« Yanıtla #3 : 03 Temmuz 2014, 11:04:41 »
Zekât ve Sadakanın En Makbulü

Bakara Sûresinin 273. âyetinin tefsiri:

"Emir ve teşvik olunduğumuz infak ve sadakalar Allah yolunda tutulmuş, din uğrunda ilme, cihada kendini vakfetmiş, yeryüzünde şuraya buraya gidemeyen yani Allah yolunda meşgûliyetlerinden dolayı nafakalarını kazanmaya gücü olmayan fakirler içindir. Hallerini bilmeyen -iffetlerini muhafaza için tahammül edip istemeye tenezzül etmediklerinden- onları zengin zanneder. Sen onları nezâhetlerinden, sîmâlarından tanırsın. İnsanlardan istemezler. Hele, ısrar hiç etmezler."

Bu âyet-i kerîme Ashâb-ı Suffe hakkında nâzil olmuştur. Ashâb-ı Suffe dört yüz kişi kadar vardılar. Medine'de -meskenleri, akrabaları- hiçbir şeyleri yoktu. Dâimâ Kur'ân-ı Kerîm öğrenirler, Resûlullah Efendimiz'in (s.a.v.) sohbetlerini dinleyerek istifâde ederler, bütün vakitlerini, ilim ve ibâdete ayırırlar, bir harb olursa giderlerdi. Bunlar Resûlullah'ın medresesinin kendilerini Allah yoluna vakfetmiş talebeleri idiler.

Resûlullah Efendimiz (s.a.v.) bir gün Ashâb-ı Suffe'nin başlarında durup hallerine bakmışlar, fakirliklerini, çektikleri zahmeti görmüşlerdi. Kalblerini ferahlandırmak için buyurdular ki: "Ey Ashâb-ı Suffe! Size müjdeler olsun ki her kim şu sizin bulunduğunuz hal üzere ve bulunduğu halden râzı olarak bana kavuşursa o benim refiklerimden (arkadaşlarımdan)dir." Bakara sûresinin 273. âyet-i kerîmesi Ashâb-ı Suffe hakkında nâzil olmakla beraber hükmü umûmîdir. Allah rızası için nöbet bekleyen veya Allah rızası için ilim öğrenen veya Allah rızası için Allah yolundaki hizmetlere kendisini vakfeden ve bu halde malı mülkü olmayan, muhtaç olduğu halde nafakasını kazanmaya vakit bulamayan veya yetişemeyen Müslüman fakirler bu âyetin hükmüne girer. Bunlar da infak ve sadakaların verileceği en güzel yerlerdir. Bilhassa bu yerlere herhangi bir hayır yaparsanız Allâhü Teâlâ muhakkak onu bilir, ecir ve mükâfâtını zâyi etmez.



Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Sadaka ve Zekâtı Kimlere Vermeli?
« Yanıtla #4 : 03 Temmuz 2014, 11:06:44 »
Sadaka ve Zekâtı Kimlere Vermeli?

Sadaka ve zekâtı vermek için nemalandıran, yani sadaka ve zekâtı iyilikte kullanan kimseleri seçmeli, onları gözetmelidir.

•   Dünyadan yüz çevirip yalnız âhiret için çalışan muttaki; Allâh'tan korkan fakirleri seçmelidir.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurdular: "Yalnız müttakilerin (Allâh'tan korkanların) yemeğini ye. Senin yemeğini de yalnız müttakiler; Allâh'tan korkanlar yesin." (Ebu Davud ve Tirmizi)

Çünkü onlara yapılan yardım, onların takvalarını artırmaya hizmet eder. Bu sâyede yardımda bulunan da ecir kazanır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuştur:

"Yemeğinizi müttakilere; Allâh'tan korkanlara yedirin. Sadakalarınızı da mü'minlere verin." (îbnu 'l-Mübarek, El-Birr ve 's-Sıla)
"Allah için sevdiğin kimseye yemek ziyafeti ver." (îbnü 'l-Mübarek)

•    Bilhassa ilim sahibi olan fakirleri seçmelidir. Çünkü bunlara vermek ilimde kendilerine yardım etmektir. Allah rızasını kazanmak niyeti ile ilim tahsili en büyük ibadettir.

İbn-i Mübarek sadakalarını bilhassa âlimlerin fakirlerine verirdi. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulduğunda buyurdular ki: "Ben, Peygamberlikten sonra ilimden daha üstün bir rütbe olduğunu zannetmiyorum. Âlimlerden biri bir ihtiyaçla karşılaşınca onun ile meşgul olur da okuyamaz. Onun ihtiyacını temin edip okumasını sağlamak daha makbuldür."



Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
İlim Talebelerine Yardım
« Yanıtla #5 : 03 Temmuz 2014, 12:46:42 »
İlim Talebelerine Yardım

Abdullah b. Mübarek (r.h.) hazretleri, her sene fakirlere ve ilim talebelerine bin dirhem altın sadaka verirdi.
Ve Fudayl bin lyaz (r.h.)'a şöyle derdi: "Eğer sen ve ashabın (talebelerin) olmasaydı ticâret yapmazdım."

Abdullah b. Mübarek (r.h.) hazretleri, Fudayl ve ashabına şöyle derdi:
"Siz dünyâ ile meşgul olmayın. İlim ile iştigâl edin. İlim öğrenmeye bakın. Ben sizin bütün ihtiyaçlarınızı karşılarım!"

(İlim Talebelerine yardım hakkında İmam-i Rabbani hazretlerinin bir Mektubu)

Yahya Bermekî266, Süfyân-ı Sevrî (r.h.) hazretlerine her ay bin dirhem gönderirdi. Süfyân-ı Sevrî hazretleri, secdelerinde Yahya Bermekî için şöyle dua ederdi:
-"Allahım! Yahya Bermekî benim dünyâ işlerimde bana kâfi geliyor (benim ihtiyaçlarımı giderip kendimi ibâdete vermemde bana yardımcı oluyor). Sen de âhiret işlerinde ona kâfi ol. (Onun âhiretteki hâlini düzelt ve ona yardımcı ol)" (1/295)
Yahya Bermekî öldükten sonra bâzı dostları onu rüyasında gördüler.

Ona sordular:
-'"Allah sana ne etti (nasıl muamele etti?)

O:
-"Süfyân-ı Sevrî hazretlerinin dualarının bereketiyle Allah, bana bağışladı. Günahlarımı affetti." dedi.

Saib buyurdu:
Bu cihan günlerinde idare lambasının kandilini yak.
Sen kandile yağ koy ki, o da seni aydınlatsın.

Allahü Teâlâ hazretleri bizi ve sizi, kitabının muktezası ve hitabının medlûlünce amel etmeyi nasîb etsin. Amin


(Ruhü’l Beyan Tercümesi C:2 S:347-350)

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
MEVZUU : Hamele-i Şeriat-i Garra (şeriat emirlerini taşıyan) olan âlimlere ve ilim talebelerine tazim edilmesine teşvik..

NOT : İMAM-I RABBANİ Hazretleri bu mektubu Seyyid Nakib Şeyh Ferid Buharî'ye yazmıştır.

Allahü Teâlâ, Peygamberlerin en üstünü hürmeti için "aleyhi ve aleyhimüssalevât vetteslîmât vettehtyyât", din düşmanlarına karşı olan mücâdelenizde yardımcınız olsun! İltifat yoluyla göndermiş olduğunuz mübarek mektubunuzu okumakla şereflendim. İlim talebelerine ve tasavvuf ehline sarf ve harcamak üzere, bir miktar para gönderdiğinizi yazıyorsunuz. Mektubunuzda İlim talebelerini tasavvuf ehlinin üzerine takdim etmeniz çok güzel oldu. Değer bakımından gerçekten böyledir. Zahir, bâtının- unvanı olduğuna hükmedilir. Bâtında da bu cemaatin (yâni ilim talebelerinin tasavvuf ehlinin üzerine) takdim edilmesini ümit ederiz.
(Ne güzel buyurmuşlar) "Ve her kabın içinde bulunan şey dışarıya sızar."

İlim talebelerini tasavvuf ehlinin üzerine takdim etmek şeriatın ilerlemesine sebeb olur. Çünkü ilim talebeleri, nebevi şeriatın yükünü taşıyanlar ve bekçileridir. Muhammed Mustafa aleyhisseiâmın dîni onlarla kaimdir. Din, ilim talebeleriyle ayakta durmaktadır. Kıyamet günü insanlara islâmiyetden sorulacak, tasavvuftan değil... Cennete girmek. Cehennemden kurtulmak, ancak şeriat ile amel etmeğe bağlıdır. İnsanların en iyileri, seçilmişleri olan Peygamberler "salevâtüllahi Teâlâ ve teslîmâtühü aleyhim", halkı (insanları) şeriatlere davet ettiler. Kurtuluşun medarının şeriat olduğunu beyan ettiler. O büyüklerin (peygamberlerin), gönderilme maksatları şeriatleri tebliğ etmekti.. O hâlde en büyük hayr ve iyilik, şeriatı yâni islâmiyet! öğretmek ve dinin eğitimine ve öğretimine yapılan çalışma, hizmet, yardımdır ve islâmiyetin hükümlerinden bir ahkâmını ortaya ihya etmektir. Hususiyetle İslâm şiâr'ının yıkıldığı, çöktüğü ve zayıf olduğu bir zamanda; Allah yolunda fakirlere milyonlarca sadaka dağıtmak, şeriatın meşelerinden birinin öğrenilmesine ve halk arasında revaç bulmasına asla müsâvî olamaz.. Çünki, bu işte, (yâni şeriatın öğretilmesinde) mahlukatın en büyükleri olan Peygamberlere "aleyhimüssalevâtü vetteslîmât" uymak ve o büyüklerin vazifesine ortak olmak vardır. Hâlbuki, Müslümanın hasenatının en mükemmeli ancak onlara tabi olmakla mümkündür. Milyonla sadaka vermek, hayrat, hasenat yapmak ise, bu büyüklerden gayrı herkese müyesser olabilir. Şeriatın ikâmesi ve onun ahkamı ile amel etmekte nefse muhalefet vardır. Mal infak etmek (yâni hayrat yapmak) ise, çoğu kere nefsin hoşuna gidebilir. Evet, eğer malın infakı şeriatın öğretilmesi için oluyorsa, yâni İslâm öğretilmesi ve milletin ona revâc bulması, dine eğilmesi için oluyorsa, o harcamanın ve sarf edilenin üzerimizde çok yüksek dereceleri vardır...Bu niyet ile az bir şey vermek, bu niyet olmadan sarf edilen milyonlardan aşağı değildir.

Suâl: (Eğer denilse ki:) Nefsine uyan ve nefsinin elinde esir olan ilim talebesi, nefsi ile cihâd eden ve nefsin elinden kurtulan söfîden nasıl üstün olabilir?

Cevâp: (Buna şöyle cevâb veririm:) Bu suâli soran kişi, kelâmın hakîkatından sonra anlamamış ve meramın aslına muttali olmamıştır. Muhakkak ki ilim talebesi, nefsinin elinde esir olmakla beraber, mahlukatın kurtuluşuna sebebtir. Zîrâ şeriatın hükümlerinin tebliğ edilmesi, ilim talebelerine bağlıdır. Her ne kadar o ilim talebesinin kendi nefsi ondan faydalanmazsa bile (onun ilminden insanlar faydalanmaktadır.) Söfî ise, kendini kendi nefsini kurtarmakla berabar o sâdece kendisini kurtarmıştır. Mahlûkata iltifat etmemektedir (başkalarına faydası yokdur.) Fazilet ve üstünlük, kendisine taalluk eden şeye göredir. Çok kişinin kurtuluşuna sebep olmak, büyük toplulukların saadetine çalışmak, kişinin kendi nefsinin kurtuluşuna çalışmasından daha üstündür. (Yâni İslâmiyet, insanların saadetine çalışanları, kendini kurtarmağa çalışanlardan, daha üstün tutmaktadır.) Evet, şu bir gerçektir ki, (tasavvuf yolunda ilerliyen) sofi bir sâlik, fena ve beka makamlarından, Allah ile Allah'tan seyr derecelerine erer ve sonra insanları da'vet etmek için âleme döner; ilim sahibi olup halkı davet etme vazîfesi ile şereflendirilirse, Peygamberlik makamından nasîbi olur. Böylece o sofî, şeriatı tebliği eden (yâni Islâmiyeti bildirenlerden) sayılır. (Mürşid olan bu kişi) şerefli âlimlerin hükmüne girer. (Ve böylece İslâm âlimleri gibi üstün ve kıymetli olur.) Bu, (makam ve mevki) Allahü Teâlâ'nin fazl-ü keremidir. Onu dilediğine verir. Allah, büyük fazilet ve ihsan sahibidir."

İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.) - Mektubat-ı Şerife, Cilt 1/48.Mektub-u Şerif

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Kur’ân talebesine ve onları barındıran derneklere zekât verilebilir mi?

Ezelî isti’dâdı olan, az sayıda bazı nasipli Müslümanların, Kur’ân hizmetlerine destek verirken, Bayram yapar gibi sevinçle hayır yapmalarını büyük bir hayranlıkla izlerken, birçok zengin Müslümanların ise, (sanki) aslında fakirin hakkını değil de, kendi canının parçasını veriyormuş gibi zorlandığını ve Kur’ân dâvasına bir türlü gönül ver(e)mediklerini de, dehşet içinde seyredip duruyoruz. Tam da, Zekâtın verileceği yer, açıkça önüne çıktığı halde hâla "Kur’ân talebesine ve onları barındıran derneklere zekât verilebilir mi?" diye  sorup duran Müslümanları anlamak mümkin değil...

Şimdi, meseleyi hiç uzatmadan, bir kısım yorum da katmadan, doğrudan doğruya Tefsirden aktarmak suretiyle;

أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ

"Dîn'i ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin.” (42. Şura Sûresi, âyet 13) şeklindeki “Üssül’Esas = Allahın Temel Kanunu”olan âyet-i kerimenin ruhuna sahip isimsiz kahramanları hatırlatmak istiyorum.


Evet, Farz olan Zekât kime verilmeli?

لِلْفُقَرَاء الَّذِينَ أُحصِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ لاَ يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الأَرْضِ يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاء مِنَ التَّعَفُّفِ تَعْرِفُهُم بِسِيمَاهُمْ لاَ يَسْأَلُونَ النَّاسَ إِلْحَافًا وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ

“(Zekât ve Sadakalarınızı) Allah yolunda kapananlara, Din yoluna adamış olanlara verin. Onlar, öteye beriye koşup dünyalık kazanamazlar. İffetlerinden dolayı halden anlamayan câhil kimseler onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. İnsanlardan ısrarla bir şey istemezler. Artık hayır namına ne verirseniz, muhakkak Allah onu bilir” (Bakara 273 sh-47 Sadeleştirilmiş Elmalılı tefsiri 2-227) (Elmalılı Tefsirinden aynen)

Madem ki sadakalarınız Allah içindir, o halde mü’mine de, kâfire de, Allah rızâsı için tatavvu ve nâfile olarak sadaka verebilirsiniz. Her birine verdiğiniz sadakalardan ayrı ayrı sevap kazanabilirsiniz. Fakat en iyisi hangisidir? Ve vermekle emrolunduğunuz farz olan sadakalar kimlerin hakkıdır?... Bu cihete gelince, vermekle emrolunduğunuz, borcunuz olarak ödemekle mükellef bulunduğunuz infak ve sadakalar;

لِلْفُقَرَاء الَّذِينَ أُحصِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ

Allah yolunda tutulmuş, din uğrunda ilme, cihad'a kendini adamış,

لاَ يَسْتَطِيعُونَ ضَرْبًا فِي الأَرْضِ

Yeryüzünde gezip dolaşamayan, şuraya buraya gidemeyen.. Yani Allah yolunda meşguliyetlerinden dolayı geçimini kazanmaya gücü yetmeyen fakirler içindir ki,

يَحْسَبُهُمُ الْجَاهِلُ أَغْنِيَاء مِنَ التَّعَفُّفِ

Halden anlamayan câhil kişi, onları iffetli ve haysiyetli olmalarından dolayı zengin sanırlar.

تَعْرِفُهُم بِسِيمَاهُمْ 

Sen onları simâlarından tanırsın. Dikkat edildiği zaman hallerinde görülecek edeb ve nezâhet ve yüzlerinde müşâhede olunacak fakr-u zaruret izleri gibi alâmetlerinden onları tanırsın.



Evet, sadakaların kimlere verileceğini bildiren bu âyet-i kerime, (esas itibariyle devamlı Resulüllah’ın ders halkasına oturan ve) Ashâb-ı suffe adı verilen fakir muhâcirler hakkında nâzil olmuştur ki dört yüz kişi kadar oluyorlardı. Ashâb-ı Suffe’nin Medine’de, ne bir meskenleri, ne aşiret ve akrabaları, ne de kazanç getirecek bir meslekleri yoktu. Hep Hz. Peygamberin mescidine devam ederler, Mescidin sofasında ikamet eder, orada yatar kalkarlardı. Kur’ân ilmini tahsil ederler, Hz. Peygamber’in va’z ve derslerini takip ederlerdi.

Hülâsa, Umumiyetle oruçlu bulunan bu sahâbeler, Hz. Peygamberin dersânesinin, hayatlarını Allah yoluna, ilim ve ibadete adamış talebeleriydi. Ve her ne zaman bir gazâ, bir muhârebe olursa koşar, hemen iştirak ederlerdi. Buna binâen idi ki âlem-i islâmda Medreseler hep, mübarek câmilerin etrafında yapılmış ve Medrese mensubu ilim irfân talebelerinden de Ashâb-ı suffenin ahlâkı ve davranış biçimi beklenir olmuştur.

İlim tahsili ibâdettir. Din uğrunda her türlü sıkıntıya tahammül ederek iffeti muhafaza edip, dini yaymaya hizmet etmek cihâd’dır. (Sadeleştirilmiş Elmalılı tefsiri 2-227)

İşte bunun içindir ki, Tevbe Sûresi 122. âyet’i kerimede :

وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنفِرُواْ كَآفَّةً فَلَوْلاَ نَفَرَ مِن كُلِّ فِرْقَةٍ مِّنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِّيَتَفَقَّهُواْ فِي الدِّينِ وَلِيُنذِرُواْ قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُواْ إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ


“Mü’minlerin hepsinin topyekün sefere çıkmaları uygun değildir“ buyurulmuştur. İslâm ilmi talebelerinin, bütünüyle muharebeye gitmemesi ve ilim tahsiline kesiklik verilmemesi gerektiği de beyan olunmuştur. (Tevbe sh-207)

Abdullah bin Abbas Hazretlerinden vâki olan rivayete göre bir gün Resulüllah sallellahu aleyhi vesellem Ashâb-ı Suffe'nin başlarına durmuş hallerini nazar-ı tetkikten geçirmiş idi. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri gördü ve kalplerini hoşnud edip buyurdu ki :

«Ey Ashâb-ı suffe size müjdeler olsun ki her kim şu sizin bulunduğunuz hâl ve sıfatta olur ve bulunduğu halden râzı olarak bana kavuşursa o benim refıkım, arkadaşımdır.»

İşte bu âyet-i kerime de, bunlar hakkında nâzil olmuştur. (Sadeleştirilmiş Elmalılı tefsiri 2-227)


Şu da var ki, Allah rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için Medreselerde dirsek çürüten (ilim talebeleri) veya Allah rızâsı için nefsini millet hizmetine vakfetmiş ve bu ahvâl içinde mâl ve mülki yok, muhtaç olmakla beraber nafakasını kazanmaya vakit bulamayan veya vakit bulduğu halde gücü yetmeyen yoksul ve fakir Müslümanlar, nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsunlar bu âyet-i kerimenin kapsamı içine girerler.

Bunlar, verilecek infâk ve sadakaların verilecek en güzel yeri olarak, tercih sırasında daima başta gelirler. (Sadeleştirilmiş Elmalılı tefsiri 2-230)

(Resulüllah sallellahu aleyhi vesellem Efendimiz :

“İlim öğrenene zekât vermek câizdir. Velev ki kırk yıllık nafakası olsun.” buyurmuştur. (İlim, din ilmi yani, öğrenilmesi farz’ı ayn veya farz’ı kifâye olan ilimdir. Fz.).

Tefsirden Aynen...:

وَمَا تُنفِقُواْ مِنْ خَيْرٍ

İyi bilinmelidir ki, gerek özel olarak bu ilim yolunda olanlara ve gerek umumi olarak bütün ihtiyaç sahiplerine her hangi bir mâl infâk ederseniz.. Yahut maldan, çabadan, ilimden, nasihatten, irşâd'dan, vücudunuzla hizmetten, bir şey ikrâm ederseniz, hatta saygı, sevgi gösterisi ve selâmdan her hangi bir iyilik gösterirseniz;

فَإِنَّ اللّهَ بِهِ عَلِيمٌ

“Muhakkak ki, Allah onu bilir; emeğinizi boşa çıkarmaz, karşılığını verir” (Elm.tefsiri 2-273)

Binâenaleyh, veriniz efendiler veriniz. Bâhusus Allah (ve kur’an) yolunda kendilerini hizmete adamış olan fakîrlere veriniz, ihlâsınız ve olgunluğunuz size gece gündüz, gizli veya açık farkını hissettirmeyecek kadar yüksek olsun. (Elmalılı tefsiri 2-228)

Minnet yüklemek, başa kakmak suretiyle; verdiğiniz kişiye ezâ vermekten, riyâdan ve nifaktan sakınıp Allah rızasını gözeterek ve kendinizi Allah yolundan ayrılmayan biri yapabilmek için gönül hoşluğu ile gücünüzün yettiği kadar en iyisinden vermek âdetiniz, huyunuz, melekeniz olsun da, her zaman ve her şekilde veriniz. Çünkü CÖMERT OLAN KAZANIYOR.

وَسَارِعُواْ إِلَى مَغْفِرَةٍ مِّن رَّبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ


Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! (Al-i İmran sh-68)


الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُم بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرًّا وَعَلاَنِيَةً فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ


Mallarını gece gündüz, gizli ve âşıkar hayra sarfedenler var ya, onların mükâfatları, Rableri katındadır. Onlara hiçbir korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir. (Bakara sh-47 Elmalılı tefsiri 2-228)

Gece ve gündüz, dar zamanda ve bol zamanda.. Yani her vakit ve her şekilde infak yapabilmek melekesini kazanmış olanlar yok mu :
فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِندَ رَبِّهِمْ

Bu infâkları sebebiyle bunların, Rabbül-âlemîn katında, kat kat mükâfatları vardır.

وَلاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

Ve bunlara bir korku olmadığı gibi, hiçbir zaman mahzun da olmazlar.

“Verdiklerini dünya ve âhirette kat kat alırlar, bütün korkulardan selâmet bulurlar. Dünyada verdiklerine hüzün ve esef duymayıp memnun oldukları gibi âhirette de cimriler mahzun olurken, bunlar her türlü hüzün ve kederden uzak kalır, mes'ud olurlar.” (Elmalılı tefsiri 2-230)


Bu Âyet-i Kerime'nin Geliş Sebebi

Hazret-i Ebu Bekir radıyAllahu anh mâlik olduğu kırk bin dinarın;
on binini gece,
on binini gündüz,
on binini gizli,
on binini açıkça
olmak üzere birden tasadduk etmiş idi ve bu âyet-i kerime, o sebeple nâzil olduğu rivayet edilmiştir.

Hazreti Ali radıyAllahu anh dahi, dört dirhem gümüşten başka bir şeye mâlik değil iken;
bunun birini gece,
birini gündüz,
birini gizli,
birini de açıktan olmak üzere hepsini tasadduk etmiş idi.

Resulüllah aleyhisselam kendisine "Niye böyle yaptın? diye sorduğunda;
"Rabbimin va'dine hak kazanmak için", demiş, bunun üzerine
Resulülah aleyhisselam "Şüphesiz sen onu hak ettin!" buyurmuştur.
Ki, bu âyet-i kerimenin geliş sebebi bu olduğu da rivayet edilmiştir.

Bir rivâyette de, Allah yolunda cihad için atlar besleyip, (vasıtalar hazırlayıp) buna masraf edenler hakkında nâzil olduğu kaydedilmiştir.
Bu sebeple, Ebu Hüreyre (r.a) hazretleri, bakımlı bir at gördüğü zaman الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُم بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ سِرًّا وَعَلاَنِيَةً âyet-i kerimesini okurmuş..

(Mühim İfade) :

“Bunlardan başka bu âyet-i kerimenin, bütün zamanlar ve bütün durumlar içinde zekat veren ve her hangi bir kimsenin muhtaç halini gördüğü vakit, hiç geciktirmeden derhal onun o ihtiyacını karşılayan ve başka bir zamana ertelemeyen kimseler hakkında” olup, bütün Müslümanları hayra koşmaya teşvik ve tergıb için nâzil olduğu da naklolunmuştur (Elmalılı Tefsiri 2-228)

Fahrüddin-i Râzî hazretleri Tefsir-i Kebir’inde :
"Bu âyet-i kerimenin, infâkla ilgili hükümleri beyan eden âyetlerin sonu olduğunda hiç şüphe yoktur. Bunda, infâk çeşitlerinin en mükemmel şekli açıklanmıştır." diyerek o da (mühim ifade kısmındaki) bu sonuncu rivâyeti tercih etmiştir. (Elmalılı Tefsiri 2-228)


“Dîn'i ayakta tutma” emri istikametinde ilmi olanların ilmi ile, okuma imkânı olan gençlerin ders halkasına katılımı ile ve mâlî imkânı olanların maddî destekleriyle yürütülen her asırdaki KUR’AN hizmetlerini omuzlayan bu üç sınıf isimsiz kahramanlar için, bu âyet’i kerimelerin, ne büyük müjde teşkil ettiği, bir düşünülmelidir!

H. YILMAZ | Fıkhi Meseleler | www.incemeseleler.com | http://incemeseleler.com/fikhi-meseleler/1805-zekat-en-iyi-kime-verilir.html

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Zekâtın Verileceği, Harcanacağı Kişiler ve Müesseseler
« Yanıtla #8 : 05 Şubat 2015, 00:05:50 »
Tşk eder çok güzel olmuş
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
Kermese verilenler zekât sayılır mı
« Yanıtla #9 : 12 Mayıs 2016, 11:50:23 »
Sual: "Selamün aleyküm hocam, talebe ve yurt yapılması için düzenlenen kermeslerimize verilen para ve eşya zekata sayılırmı? bu kermeslere hayır olarak verdiğimiz elbise vb giyecek ve yiyecek eşyası zekat olurmu? Bunlar orada satılıyor."

CEVAP:
“...
Bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Kerim, zekâtın verilebileceği kimseleri hususî bir biçimde sıralayıp, sonra da nerelere harcanabileceğini şöyle ifade eder:

“Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak fakirlere, yoksullara, üzerinde çalışanlara (zekât toplamak üzere vazifeli memurlara), kalpleri te'lif olacak olanlara (gönülleri İslâm'a ısındırılmak istenenlere) verilir; âzad edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda ve yolcu olanlar için sarf edilir.” [Tevbe sûresi, 60]

Görüldüğü üzere âyet-i kerimede, zekâtın verileceği insanlar ve sarf edilebileceği/harcanacağı yerler sekiz sınıf olarak belirtilmiştir:

1. Fakirler: Nisap miktarından az bir mala sahip olan ve mevcut malı ihtiyacına kifâyet etmeyenlerdir. Yani normal ölçülerde geliri giderini karşılamayan kimseler.

2. Miskinler: Fakirden daha aşağı derecede olup hiçbir şeye sahip olmayan yoksullar.

3. Âmil: Ülû’l-emr tarafından zekât, sadaka ve öşürleri toplamak üzere vazifelendirilen memur.

4. Müellefe-i kulûb: Kalpleri İslâm’a ısındırılmak istenenler.

5. Borçlular: Borç altında olup da, ödeme imkânı bulunmayan kimseler.

6. Yolcu: Yolda kalan kimse, yani memleketinde malı-mülkü, varlığı-serveti olsa bile, gurbette parasız kalmış insan.

7. Köle: Hür / özgür olmayan kişi.

8. Fî sebîlillah: Allah yolunda (mücadele-mücahede eden ve hizmette bulunan kimse) demektir.

Âlimlerimiz / müçtehitlerimiz tarafından, bu sekiz sınıftan, “tahsis lâmı” ile beyan olunan ilk dört grup için temlikin şart; zarfiyet edâtı “fî” ile ifade edilen dört kısım sarf yerleri içinse, temlikin şart olmadığı söylenmiştir. [Bkz. Zemahşerî, el-Keşşâf; er-Râzî, Mefâtîhu’l-Ğayb, mezkûr âyetin tefsiri.]

Temlikin bunlar için de gerekli olduğunu söyleyenler ise, zekâtı, onların ihtiyaçlarını görmekle vazifeli kimselere vermek suretiyle bunun yerine gelmiş olacağını ifade etmişlerdir. Zira Allah yolundaki mücahidlerin, “cihad ihtiyaçları”nın hepsini bizzat kendilerinin temin etmeleri / edebilmeleri mümkün değildir. Bu uygulamadaki asıl maksat ise, ihtiyaçların karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre zekâtları, mücahidlerin teker-teker bizzat kendilerine değil de, veliyyü’l-emr’e yani onların işlerini-hizmetlerini görmekle, ihtiyaçlarını gidermekle vazifeli kişi veya kişilere teslim etmekle de temlik tahakkuk etmiş ve farz yerine getirilmiş olur.

Zekâtla alâkalı bu nass (âyet-i celile), günümüzde çocuklarımızın-gençlerimizin en iyi şekilde yetişmeleri için faâliyet gösteren İslâmî müesseselerin-derneklerin mâlî yapısını teşekkül ettirecek şekilde genişçe tefsir ve te'vil edilmeye (yorumlamaya) gayet müsaittir.

Ayrıca talebe adına tahsilatta, teberruda bulunan personel (hoca-talebe-ihvan-esnaf-tüccar), âmil hükmünde olamaz mı? Kendi kasaları-keseleri için talepte bulunmuyorlar ki. Gaye belli, niyet belli, yapılan iş bellidir.

[color=brown***

S o n u ç :

Şüphesiz ki zekât niyetiyle verdikleriniz zekât yerine geçer, bunda kuşkunuz / tereddüdünüz olmasın.

Şöyle düşünün:

Öbür türlü verdiğimiz zekâtlarımızı ekseriyetle nasıl veriyoruz ki; bizzat talebeye mi, yoksa vazifeli personele mi?

Tabii ki vazifeli personele…

Kimin için?

Talebe için.

Kermes niçin?

O da talebe için.

Yani ismin farklılığı, faaliyetin değişikliği maksadı değiştirmiyor.

Hedef, “Allah yolunda”ki hizmetlere malî ibadetimizle destek olmak…

Vesselam…”


http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/3215-kermese-verilenler-zekat-sayilir-mi.html[/color]

Çevrimdışı akkuslu

  • Yeni üye
  • *
  • İleti: 6
Ynt: Zekâtın Verileceği, Harcanacağı Kişiler ve Müesseseler
« Yanıtla #10 : 26 Mayıs 2016, 10:29:40 »
"Dinî tedrisatla meşgul olan talebe-i ulûma zekât vermek câizdir. Çünkü o, nefsini, kendisinin ve başkalarının istifadesi için vakfetmiştir ve çalışıp kazanmaktan âcizdir. Hâcetler de onu buna zorlamaktadır."
{Nimet-i İslâm 35, İbn-i Âbidîn C.2 S. 343 Tahtavî... İhya C.1 S. 614}


"İlim tahsil edene ve âlime zekât verilir. Çünkü bunlar çalışmayı ilme hasrettikleri için zengin de olsalar, kazançtan mahrumdur. Hem âlimdeki paradan fakir de istifade eder."
{Nimet-i İslâm S. 524 - Mültekaa şerhi Damad C.1 S. 180}


"Talebeye zekât ve sadaka vermekle ilim tahsiline yardım etmiş ve ilim sevabına ortak olunmuş olur."
{İhyâ İmam-ı Gazâlî Hz.}


Allah Razı Olsun kardeşim.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."
...Yoksa yalnız felsefî ve aklî ilimleri tahsîl edenler değildir...
« Yanıtla #11 : 12 Haziran 2016, 02:47:18 »
Fetvâ kitaplarında okuma ve okutma ile meşgul olan ilim ehlinin zengin de olsa zekat almasının caiz olduğu yazılmıştır. (Tenvîru’l-ebsâr ve Tefsîr-i Semerkandî) Hadîs-i şerîfte: “Kırk senelik nafakası da olsa ilim (din ilmi) talebesine zekât verilir.” buyurulmuştur.

İsmâil Hakkı Bursevî diyor ki: "Burada ilimden maksad: Peygamberlerin ve evliyânın ilmi olan dînî ilimlerdir. Yoksa yalnız felsefî ve aklî ilimleri tahsîl edenler değildir."(Hadîs-i Erbâîn terc. ve şerh, İ. Hakkı Bursevî)



Çevrimdışı ihvan

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 2399
Ynt: Zekâtın Verileceği, Harcanacağı Kişiler ve Müesseseler
« Yanıtla #12 : 10 Eylül 2019, 16:57:59 »
şükran

Çevrimiçi ihvan23@hotmail.com

  • okur
  • *
  • İleti: 57
Ynt: Zekâtın Verileceği, Harcanacağı Kişiler ve Müesseseler
« Yanıtla #13 : 27 Kasım 2023, 11:38:16 »
ZEKÂTIN VERİLECEĞİ, HARCANACAĞI YERLER

Kur‘ân-ı Kerim, zekâtın verilebileceği kimseleri hususî bir biçimde sıralayıp, sonra da nerelere harcanabileceğini şöyle ifade eder:

“Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak fakirlere, yoksullara, üzerinde çalışanlara (zekât toplamak üzere vazifeli memurlara), kalbleri te'lif olacak olanlara (İslâm'a ısındırılmak istenenlere) verilir; âzât edilecek köleler, borçlular, Allah yolunda ve yolcu olanlar için sarf edilir.”(4)

Görüldüğü üzere âyet-i kerimede, zekâtın verileceği insanlar ve sarf edilebileceği/harcanacağı yerler sekiz sınıf olarak belirtilmiştir:

1. Fakirler: Nisap miktarından az bir mala sahip olan ve mevcut malı ihtiyacına kifâyet etmeyenlerdir. Yani normal ölçülerde geliri giderini karşılamayan kimseler.

2. Miskinler: Fakirden daha aşağı derecede olup hiçbir şeye sahip olmayan yoksullar.

3. Âmil: Ülü’l-emr tarafından zekât, sadaka ve öşürleri toplamak üzere vazifelendirilen memurdur.

4. Müellefe-i kulûb: Kalbleri İslâm’a ısındırılmak istenenler.

5. Borçlular: Borç altında olup da, ödeme imkanı bulunmayan kimseler.

6. Yolcu: Yolda kalan kimse, yani memleketinde malı-mülkü olsa bile, gurbette parasız kalmış kimseler.

7. Köle: Hür/özgür olmayan kimse.

8. Fî sebîlillah: Allah yolunda demektir.

Bu sekiz sınıftan “tahsis lâmı” ile beyan olunan ilk dört grup için temlikin şart; zarfiyet edâtı olan “fî” ile ifade edilen dört kısım sarf yerleri içinse, temlikin şart olmadığı söylenmiştir. Temlikin bunlar için de gerekli olduğunu söyleyenler ise, zekâtı, onların ihtiyaçlarını görmekle vazifeli kimselere vermek suretiyle de bunun yerine gelmiş olacağını ifade etmişlerdir. Zira Allah yolundaki mücahitlerin, “cihad ihtiyaçları”nın hepsini bizzat kendilerinin temin edebilmeleri mümkün değildir. Bu uygulamadaki asıl maksat ise, ihtiyaçların karşılanması olduğundan, ihtiyacın cinsine göre zekâtları, mücâhitlerin teker teker bizzat kendilerine değil de, veliyyü’l-emr’e yani onların işlerini-hizmetlerini görmekle, ihtiyaçlarını gidermekle görevli kişi veya kişilere teslim etmekle de temlik tahakkuk etmiş ve farz yerine getirilmiş olur.

Zekâtla alâkalı bu âyet-i celile (nass), günümüzde çocuklarımızın-gençlerimizin en iyi şekilde yetişmeleri için faâliyet gösteren İslâmî müesseselerin-derneklerin mâlî yapısını teşekkül ettirecek şekilde genişçe tefsir ve te'vil edilmeye (yorumlamaya) gayet müsaittir.
***

“FÎ SEBÎLİLLAH” KAVRAMININ ÇERÇEVESİ

Bir kısım âlimler âyetin lafzına uygun olarak umumi manâsını genişletip, “fî sebîlillah”a;
a) Kendilerini hayra-iyiliğe vakfedenler,
b) Dinî ilimleri tahsil eden talebeler, mânâlarını da dahil etmişlerdir.

Cenâb-ı Hak bu sınıfı mutlak olarak zikretmiştir. Buna göre, Allah Teâlâ’ının murad ve beyânını aşmamak şartıyla, zamanın ihtiyaç ve icapları gözönüne alınarak, âyetin lafzına ve ruhuna münasip düşen her türlü hayır ve tâat bu sınıfa dahildir. Bu sınıflar arasında zamanın şartlarına göre tercih ve değerlendirme de olabilir.

İslâm’ın yayılması, Müslümanların yükselmesi için hangi sınıf daha lüzumlu ise, zekât vermekte de ona öncelik tanınması gerekir. Meselâ; harp zamanında, harbe iştirak eden İslâm mücâhit ve gazilerine zekât vermeyi tercih etmek daha uygundur. Ancak, harbin uzun zaman kesilmesi; yahut harbin, İslâm'ın yükselmesi gayesinden uzaklaşması halinde, zekâtı, diğer bir sınıfa meselâ; ilim öğrenmek ve öğretmek için kendilerini bu yola vakfetmiş olan kimselere veya bunların ihtiyaçları için kullanılmak üzere vermek, elbette ki daha münasip olacaktır. Bunların ihtiyaçları ise; binadır, binanın arsasıdır, inşaatın her türlü malzemesidir; yiyecek-içecek, yakacak-yatacak... kısacası, ülke ve insanlık yararına okuyup yetişmeleri için lüzum eden her şeydir.

Binâenaleyh, Kur'ân ilmini okuyanlar ve okutanlar “fi sebîllllah” kavramının umumi mânâsına hakkıyla dahil oldukları gibi, hususi mânâsı olan “mücâhitler” sınıfına da dahildirler. Dolayısiyle cihadın zamanımızdaki şekline en güzel surette katılmış oluyorlar.(5) Şu halde, zekât ve fıtreyi; ya bizzat onlara veya vekâleten onların her türlü ihtiyaçlarında kullanılmak üzere, bu hizmetlerle alâkadar olanlara vermek en uygun olan yoldur.
***

Dilerseniz “fî sebîlillah” kavramını biraz daha genişçe ele alalım... Bu madde üzerinde çeşitli rivâyetler vardır. Tefsirlerde özetle deniliyor ki:
 
“Fî sebîlillah’dan murad; gâzilerdir, mücâhitlerdir, nöbet bekleyenlerdir. Hac yolcularıdır, dini imtisal  edenler, yani hayatlarının her alanında dinî kriterleri örnek alıp ona uymaya çalışan âbitler-zâhitler, dindarlardır. Keza, cihad eden orduyu techiz etmektir. Bu bakımdan, mücâhitlerin ihtiyacı olan her türlü eşya; yiyecek-içecek, giyecek, yakacak, barınak ve benzeri, ‘Onlara (düşmanlarınıza) karşı kuvvet hazırlayın’(6) âyetinin muhtevâsı içindedir.”

“Fî sebîlillah” (Allah yolunda) ifadesi bazı âyetlerde umumî bir şekilde geldiği halde, bazılarında “cihâd” ile beraber zikredilmektedir. “Allah yolunda mal ve canla cihâd” emirlerinin muharebe-mücadele masraflarını karşılamayı ve her çeşit cihad ihtiyacının temini gâyesiyle yapılacak harcamaları ifâde ettiği açıktır. Cihâda temas edilmeden mutlak olarak Allah yolunda harcamayı emreden âyetlerden ise sadece böyle bir mânayı çıkarmak zordur. Çünki cihad da dâhil olmak üzere Allah Teâlâ’nın rızâsına uygun ve O’nun tarafından istenen her türlü iş O’nun yolunda demektir. Böylece incelemesini yaptığımız Tevbe sûresi 60. âyetteki “fî sebîlillah” kavramını; Allah yolundaki her türlü hizmeti, hayır işlerini, iyi ve güzel şeyleri içine alacak şekilde geniş olarak tefsir etmek mümkündür.

Bir devletin gelirlerinden bir kısmını savunma harcamalarına ayırması, hayâtî bir zarûrettir. İslâm gibi hükümranlık gâyesiyle değil ve fakat sırf kendini dünya insanlığına duyurup İslâm’dan onların da istifade edebilmeleri için cihâdı, Devlet’in aslî vazîfeleri arasında sayan bir dînin, devlet gelirlerinden bir kısmını bu sâhaya ayıracağı da muhakkaktır. İslâm cemiyetinin dış saldırı ve tehlikelere karşı korunması ise, her şeyden önde gelen bir vazîfedir. Bunun için Peygamberimiz (s.a.v.), devleti kurar kurmaz meydana getirdiği kanunî esaslara (kurucu anayasaya);

“(Bir harp vukûunda) Yahûdiler’in masrafları kendi üzerlerine ve Müslümanlar’ın masrafları kendi üzerlerinedir. Muhakkak ki bu sayfada belirtilen kimselere harp açanlara karşı, onlar kendi aralarında yardımlaşacaklardır” meâlinde bir madde koymuştur. Resûlülllah Efendimiz zamanında bir harp vukû bulursa, herkes gerekli âlet-edevat ve azığını kendisi tedârik ederdi. Fakir olanlar ise devlet tarafından techiz ediliyor veya zekât mükellefi olan mü’minler, zekâtlarını bu gibilerine vererek, onları da techizât ve azık edinme imkânlarına kavuşturuyorlardı.   
     
Peygamberimiz’den (s.a.v.) sonra ise bilhassa Hz. Ömer (r.a.) zamanından itabaren dâimî ve maaşlı ordular meydana getirildi.
İslâm âlimlerinden bir kısmı, Tevbe sûresi 60. âyette geçen bu “fî sebîlillah” (Allah yolunda) ifadesini dar mânâda tefsir ederek; bunun harbe katılma imkân ve vâsıtalarından mahrum kişilere, gerekli teçhizâtı almaları ve azık masraflarını karşılamaları için yapılacak ödemeleri gösterdiğini ifâde etmektedirler. Şöyle ki:

İmam Muhammed’in dışındaki Hanefî’lerin görüşleri böyle olduğu gibi, Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelîler’in görüşleri de küçük farklılıklarla beraber hep bu merkezdedir. Meselâ İmam Şâfiî ve İmam Mâlik’e göre, harbe katılacak kimse zengin dahi olsa, bu fasıldan ona zekât ödenir. İmam-ı Â’zâm hazretlerine göre, böylelerine zekâttan harcama yapılmaz. Şâfiî mezhebinden İmam Mâverdî ve Hânefî mezhebinden İmam Ferrâ’ya göre bu fasıldan ancak, askerî dîvandan maaş almayıp gönüllü harbe katılanlara (mutatavvi’a) harcama yapılır. Hanbelîler’den el-Hırakî (ö. 334 H.) gibi âlimler, “fî sebîlillah” faslından hac esnasında ihtiyaç içine düşmüş kimselere de yardım yapılacağını söylerken, Hanefîler’den İmam Muhammed bununla sâdece böyle durumda olan hacıların kastedildiğini ifâde eder. (Rahimehümüllah)

Zekâtta temlîk’i yani verileni ferdin mülkiyetine intikal ettirmeyi şart koşan âlimler; zekât gelirlerinin yol ve ulaşım tesislerine, ibâdethâne ve mekteplerin/okulların yapımına, sulama kanal ve tesislerine ve kalelerin yapımına harcanamayacağı görüşündedirler. Bilhassa Hanefî ve Hanbelî’ler bunu eserlerinde belirtirler.

İmam Mâlik de zekât gelirleriyle câmi yaptırılamayacağını söylüyor ki, bundan, onun da görüşünün aynı merkezde olduğu anlaşılıyor. Ancak İmam Ebû Yûsuf Kitâbü’l-Harâc adlı eserinde, -diğer Hanefî kaynaklarının onun görüşü hakkında verdikleri mâlumata zıt olarak- bu fasıldan; vergi memurlarının maaşları ödenmiş olmak şartiyle, yol yapım ve ıslâhına da harcama yapılabileceğini yazar.

Gene Hanefîler’den Kâsânî (Ö. 587/1191) “fî sebîlilah” ıstılâhını; “Allah’a yaklaştıran bütün işler (hayırlı hizmetler-sâlih ameller)” diye târif eder ve hayır yaptıran kimselere paraları yetmediğinde bu fasıldan yardım yapılacağını, söyler. Ancak o, yukarıda sayılan işlere, doğrudan harcama yerine, bu işleri yapanlara zekât vermekten söz etmektedir.

Yukarıda zikri geçen ulemânın bu görüşlerine karşılık, zekât gelirlerinin yol ve köprüye de harcanabileceği görüşünde olan âlimler de vardır... Enes b. Mâlik, Hasan-ı Basrî ve Atâ‘ rahimehümüllah bunlardandır. Fahr-i Râzî hazretlerinin de aynı görüşü paylaştığı görülmektedir. Ona göre “fî-sebîlilah” kavramını yalnız muhâriplere/mücahitlere tahsis etmek îcap etmez.

Fahr-i Râzî, Kaffâl’in tefsirinden verdiği nakillerde isim vermeden bazı âlimlerin de bu fâsıldan zekâtın kale, cami ve mescid yapımı gibi bütün hayır işlerine sarfını câiz gördüklerini kaydeder. Osmanlılar döneminde, “Masârifü Beyti’l-Mâl” adlı bir risâle de yazmış olan Dede b. Yahşî (yahut Bahşî) zengin olmayan ilim adamlarının, araştırmaları için lâzım olan eserleri satın alabilmeleri maksadıyla onlara zekâttan verileceğini söyler ve bazılarının “fî sebîlillah” ıstılâhını ilmî araştırma yapanlar olarak da tefsir ettiklerini kaydeder.
***

S O N U Ç

“Fî sebîlillah” mefhumu, İslâm’ın her yoldan ve her çeşit usûlle tebliği, anlatılması, öğretilmesi, müdâfaası ve hayrın temini ile alâkalı fiil ve faaliyetlere işâret etmektedir. Dul kadınlar ve yetimler lehine ödemelerde bulunmayı, mektep ve medreselere yardım yapmayı, hastahânelere, câmilere tahsîsât ayrılmasını ve İslâm ordusunun âlet ve edevât ile teçhizâtını vesâir masraflarını karşılamayı, vatan müdâfaası için bir takım askerî sâbit tesisler kurma masraflarına katılmayı ve benzeri harcamaları içine almaktadır.

Görüldüğü gibi âlimlerin büyük çoğunluğu, Müslüman tebaadan toplanan zekâtların, ister İslâm devleti vasıtasıyla olsun ister şahıslar eliyle olsun, Tevbe sûresi 60. âyette gösterilen fertlere hizmet olarak değil de mülk olarak intikal ettirilmesi (temlik) hususunda görüş birliği içindedirler ve bunda ısrarlıdırlar.

Sarf meselesine gelince; devlet hizmetlerinin, kamu harcamalarının ve her çeşit yatırım giderlerinin bir İslâm devletinde zekât gelirleriyle karşılanmaması halinde, yürütmenin imkânsız hâle geleceği muhakkaktır. Bu durumda “fî sebîlillah (Allah yolunda)” ıstılâhını en geniş mânâsıyle tefsir etmekten veya bir kesimin gelirleri yeterli olmadığında diğer kesimden tahsisat aktarmasına müsaade etmekten başka bir çâre de kalmamaktadır. Nitekim Hanefî ve Hanbelîler bu noktada devlete, tahsisat aktarmayı yani bir gelir çeşidiyle karşılanması gereken masrafları, zarûrî hallerde diğer gelir çeşidiyle karşılama izin ve selâhiyetini vermişlerdir.(7)
***

Günümüze gelince…
İslâmî ve insanî hizmetlerin daha iyi yürütülebilmesi, dinin öğretilmesi-yayılması, gelecek nesillerin iyi birer fert, topluma yararlı, güzel ahlâklı insanlar olarak yetişmeleri için bazı gayretli Müslümanlar tarafından, ülkemizin hukuk sistemi çerçevesinde dernekler kurulmuştur. Söz konusu hizmetlerin yerine getirilebilmesi, yürütülebilmesi için lazım olan pek çok şeyin yanında, öncelikle öğrencilerin kalıp barınabilecekleri yurt binalarına ihtiyaç vardır. Bu binaların arsası ve yapımı için yardım devletten gelmediğine, gökten zenbille inmediğine ve bu derneklerin belli bir akarı da olmadığına göre, elbette ki vatandaşlardan temin edilecektir. Vatandaşın yardımı da ya bağış, ya da zekât ve sadaka yoluyla olacaktır. Günümüzde, yürütülmeye çalışılan bu hizmetlerin ise, zekâtın harcanabileceği sekiz sınıftan “Allah yolunda” kavramının içine girmediğini söylemeyi-söyleyebilmeyi bir kenara bırakınız, düşünmenin bile imkânsız olduğu âşikârdır. Barınacak bir yer olmadan o öğrencileri nerede yedirip içireceksiniz? Onların sağlıklarını nasıl koruyacak, istirahatlerini, okuyup yazmalarını, düzenli ders çalışmalarını nasıl temin edeceksiniz? Demek ki temel ihtiyaç, öncelikle bina… diğerleri ondan sonra geliyor ve ancak onunla birlikte var olabiliyor.

Şimdi, hal böyle iken, kalkıp hangi akıl-mantık, insaf-iz‘an ölçülerine dayanarak, “efendim camiye, yurt binasına zekât verilmez” denilebiliyor!” (Herhalde bununla ‘harcanmaz’ demeyi kastediyorlar.) Gerçekten anlamak zor. Âmiyâne ifadeyle, senin dinin için kalkıp ABD mi yardım edecek, AB mi hibede bulunacak, Vatikan mı el uzatacak, Havra mı iâne yapacak?!.. Her sahada olduğu gibi bu noktada da söz söylerken en azından insafı elden bırakmamak gerek. Söylediğimiz sözün hangi sonuçları doğuracağını, meselenin nasıl da kördüğüm olacağını iyi hesap etmemiz lâzım.

Ayrıca bu mevzuda birbirine karıştırılan iki önemli husus var; “temlik” ve “tasarruf”. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi temlik, zekât verilecek kişinin, bunu bizzat kendisinin almasıyla gerçekleşeceği gibi, bir başkasının onun adına vekâleten almasıyla da yerine gelmiş olur. Bu gibi hizmetlerin ifasında da, talebenin bizzat yardım toplaması yerine, bu işi onlar adına vekâleten başkalarının görmesi elbette ki daha doğru olur. Hatta tasarruf/harcama meselesi de böyledir. Öğrenci her şeyi, her ihtiyacı hesap edemeyebilir; çünkü onların asıl işi o değildir. Ama veliyyülemr mevkiindeki vazifelilerin durumu farklıdır; onların esas görevleri, talebenin iaşe ve ibatelerini temindir. Onlar, ihtiyaca göre, ihtiyaçların lüzum ve önemine göre sarfta/harcamada bulunurlar.

Zekâtın bina inşaatına harcanıp harcanamayacağı meselesi de yine yukarıda açıkça belirtildi. Bunun caiz olduğuna dair pek çok âlimin görüşleri ortada… Bunları gözardı ademeyiz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ümmetimin ihtilâfı (onlar için) geniş bir rahmettir”(8) buyuruyor. Yani âlimlerin herhangi bir mevzuda farklı görüşler-içtihatlar ortaya koymaları, meseleye esneklik kazandırmaları ümmet için çok büyük bir kolaylıktır. Onları sıkıntıdan, darlıktan kurtarır. Zira her hususta tek bir görüşe uymak zorunda kalmak, başka çıkış yollarına müracaat edememek elbette ki büyük bir sıkıntıdır. Fetvalarda meselenin tarihî seyri, insanların ihtiyaçları, yararına olup olmayan hususlar mutlaka dikkate alınır; vaziyete en uygun, fertlerin ve toplumun faydasına olan içtihat ve görüşlere dayanılarak hüküm verilir. Zamanımızın şartları ise ortadadır, ayrıca bir açıklamaya gerek olmayacak kadar nettir. O bakımdan son söz olarak diyoruz ki;

Günümüzde hayır cemiyetlerinin ve bilhassa öğrenci derneklerinin görevlileri/yetkilileri öğrenciler adına zekât alabilir/toplayabilir… ve bu toplanan zekâtlar, diğer yardımlar gibi, öğrencilerin bina ihtiyaçları da dahil olmak üzere her türlü hizmetleri için harcanabilir. Bunun caiz olup olmayacağı tartışmasının lüzumsuzluğu bir kenara, hatta, zekâtın verilebileceği en uygun yerlerin başında buraların geldiğini söylemenin bile zâit olacağı açıktır.


DİPNOTLAR
(1) Kur’an-ı Kerim, Tevbe sûresi, 103.
(2) el-Mergınâni, el-Hidâye, 1, 96; Mehmed Zihnî, Nimet-i İslâm, 2, 5.
(3) Elmalı’lı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, bty. 2, 933.
(4) Kur’an-ı Kerim, Tevbe sûresi, 60.
(5) Hak Dini Kur’an Dili, Ruhu’l-Beyan, Kurtubî, Mecmûatün mine’t-Tefâsîr, Tefsîr-i Kebîr başta olmak üzere muhtelif tefsirler.
(6) Kur’ân-ı Kerim, Enfâl sûresi, 60.
(7) Dr. Celâl Yeniçeri, İslâm’da Devlet Bütçesi, İst. 1984.
(8) Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslâm İlmihali, İstanbul, bty., s. 42.