Bütün dünyanın “Secret” (Sır) yasasını konuştuğu son günlerde “titreşim” kelimesi günlük yaşamımızda çok fazla yer almaya başladı. “Çekim yasası var mı, yok mu?” tartışmasını bir tarafa bırakıp, evrendeki her şeyin titreşerek bir arada duran parçacıklardan oluştuğu gerçeğini kabul etmeye sanırım kimsenin itirazı olamaz.
İnanan ya da inanmayan herkesin bir arada yaşadığı bu evren, sayılamaz titreşimlerle bir şeyleri bir şeylere çekiyor ya da itiyor! Galiba tartışılması gereken çekim yasası değil, titreşim yasası… Katı ve cansız cisimlerde maddenin özelliklerini de belirleyen titreşim, canlı organizmaların tümünde çok daha karmaşık ve çoğunlukla da gizemli pek çok şeyin sebebidir. Özellikle İnsan beyninin üzerindeki çalışmalarda keşfedilmesi gereken gerçek “secret”lar hala sayılamayacak kadar çok.
Beyin titreşimlerinin tespiti ilk defa Richard Caton tarafından 1875 yılında yapıldı. Bugüne kadar geçen yüz otuz yıla rağmen bu konuda hala sırlarını çözemediğimiz beyin, değişik dalga boylarında titreşiyor. Taşıdığımız bir sürü duygunun ve ruh halimizin beynimizde titreşimsel bir karşılığı olduğunu öğrenmek ise yıllarımızı aldı.
Beyin dört ana dalga boyunda titreşiyor
Alpha -Tetha- Beta- Delta adlı dört ana dalganın hangisinde hangi duyguda ve durumda olduğumuz artık rahatlıkla tespit edilebiliyor.
ALPHA:
7.5 – 12 Hz arasında değişen alpha dalgaları; rahatlığın, farkındalığın, sakin ve huzurlu kavrayışın, uykunun ilk evrelerinin dalgaları olarak tanımlanıyor. Sakin ve huzurlu olunan ama asla uyuşukluk yaşanmayan, dünyayı ve gerçekleri algılamada en uygun titreşimlerin olduğu bu dalga boyu, dünyamızın da ölçülen frekansıyla aynı. Dünyanın manyetik frekansına “Shumann” frekansı deniyor ve 7,8 ile 8 arasında tanımlanıyor. (Fakat son yıllarda bilim adamları Shumann frekansının epeyce yükseldiğini ifade ediyor.)
Gözler kapanıp derin nefes alındığında ve dış dünyadan alınan mental etkiler azaldığında Alpha boyutuna geçiyoruz. Alpha dalgalarındayken yaptığımız işlerde başarımız artıyor. Derin uyku ya da endişe ve korku halinde bu dalga hiç görülmüyor. Meditasyon, Yoga, Reiki gibi çalışmalar esnasında beynimiz Alpha boyutundadır. Zihin açık ve uykunun derinliğine dalmadan önceki geçiş koridorunda hissettiğimiz o duyguların yaşattığı huzur, ilginç bir şekilde dünyanın titreşimiyle aynı dalga boyunda.
TETHA:
Frekansları 4 ile 8 arasında değişiyor ve stresin hiç olmadığı, derin iç dünyamızda olduğumuz dalga boyu olarak tanımlanıyor. Öğrenmenin en yüksek boyutuna geçmeden önce bu dalgada yaşıyoruz ve derin uykudan uyanırken açılan algılarımızın yaşattığı bir durumu temsil ediyor. Alacakaranlık boyutu ismi de kullanılıyor bu dalga boyu için. Yani aydınlanmadan önceki karanlık…
Çok usta meditasyoncuların derin meditasyon halindeyken bu dalga boyunda olduğu tespit edilmiş. Derin düşünüş ve sezgisel kuvvetin en canlandığı bu frekansta sanatsal yeteneklerin zirveye çıktığı düşünülüyor. Özellikle ressam ve müzisyenlerin sanatsal üretimleri esnasında beyinlerinde Tetha boyutunun en yüksek, Alpha frekansının en düşük seviyede olduğu biliniyor. ( yani 7 ile 8 arası) Onların kendi içe dönüşlerinden bize hediyelerle geri dönmeleri ne güzel…
Yapılan bazı araştırmalara göre şifacıların Tetha bandında uzun süreli ve kontrollü olarak kalmayı başarmaları nedeniyle şifa yeteneklerinin geliştiği ortaya çıkmış.
BETA:
13- 30 Hz arasında olduğu biliniyor ve uyanış frekansı olarak tanımlanıyor. Aktif öğrenme, uyanık olma, her şeyiyle hayatı yaşama, dinamizm, konsantrasyon, problem çözme hallerimizde içinde bulunduğumuz dalga boyu olduğu için yaşamı temsil ediyor. Çok yükseldiğinde stres, gerginlik, öfke gibi negatif uç duygulara varabiliyor.
DELTA:
0 – 4 frekansında bulunan dalga boyudur ve derin uyku ve dış dünyadan kopuş boyutudur. Bilinçsiz bir huzur halini yansıtır. Beynin en az çalıştığı döneme aittir ve bu dönemde büyüme hormonu salgısı artar. Çocuklarda fiziksel büyümeyi, yetişkinlerde ise güzelleşmeyi ve dinç kalmayı sağlar.
Beyin dalgaları kontrol edilip değiştirilebilir mi?
Beyin dalgaları, duygu ve ruh durumuna göre kendiliğinden değişirmiş gibi görünse de o titreşimleri bilinçli ve istediğimiz yönde kontrol edip değiştirebileceğimiz ve kendimizi istediğimiz duygu frekansına çekmeyi başarabileceğimiz gibi bir gerçek de mevcut. Bunu nasıl yapabileceğimiz aslında yine kendi titreşimlerimizin içinde saklı bir bilgi. Sadece o frekansı duyabilmeyi ve ayırt etmeyi başaracak bilime ve bilgeliğe ulaşmanın zamanını kendimizde yakalayabilmeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Çoğu zaman farklı Hz’lerde pek çok titreşimin içinde kayboluyoruz. Özellikle de 30 Hz civarında dolaşıyor tüm dünya. Yani şiddet, savaş, bencillik ve paylaşımsızlık frekansında…
Günlük hayatımızda genellikle küçücük şeylere takılıp, öfkeleniyor, hırslanıyor, kıskanıyor, geriliyor, üzülüyoruz. Sevgi- sadakat- şefkat- minnet- huzur-neşe gibi duygulara az kulak veriyoruz nedense…
Düşüncelerimizin bütün bu çeşitliliğine göre beynimizden ve hücrelerimizden değişik frekanslarda yayılan titreşimlerle tüm vücudumuzun etrafında bir enerji alanı oluşuyor. Bu enerji alanı anlık değişimlerle, ruh ve vücut sağlımızı yansıtıyor gözle görünmese de. Son yıllarda alternatif tıp alanı altında kabul edilen enerji dengeleme yöntemlerini kullanarak tedavi sağlama tekniklerinin sayısı epeyce arttı ve gitgide bilimsel olarak desteklenmeye başlandı.
Tedaviye yardımcı olduğu iddia edilen meditasyon ve Reiki, NLP çalışmaları artık bilimsel tedavilerin yanında yardımcı olarak yer almaya başladı.
Amerika’da pek çok hastanede bu konuda ciddi ve resmi uygulamalar yapılıyor, kemoterapi birimlerinin yanı başında Reiki uzmanlarının da bölümleri açıldı, hemşireler ve doktorlar hızla Reiki öğreniyorlar.
Türkiye bu tür çalışmalarda biraz tutucu tavır sergilese de beyin dalgalarının kontrol edilmesi ve değiştirilmesi için Reiki ve meditasyondan daha bilimsel bir yöntem olan Neurofeedback yöntemini kullanarak stres, down sendromu, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, otizm, kişilik bozuklukları gibi hastalıkları tedavi etmeye çalışan merkezler ve hastaneler açılmaya başlandı.
Meditasyon, Yoga, Reiki, Neurofeedback adı ne olursa olsun bütün bu yöntem ve tekniklerin peşinde olduğu tek bir amaç var:
Beyin dalgalarını istenilen frekansa çekebilmek ve uygun dalga boyunun titreşimsel ışınımını yakalaya-ak DNA üzerinde pozitif değişiklik oluşturabilmek.
Işık ve titreşim DNA üzerinde değişiklik oluşturabilirmi?
Her organımızı ve beynimizi de oluşturan en küçük özgün birim olan hücrenin 1980 li yıllarda bilim adamlarının yaptığı çalışmalarla foton yaydığı tespit edilmiş. Hücre fotonunun frekansı ölçülmeye başlandığında ise yan yana gelen iki ayrı hücrenin aynı frekansa girdiği ölçülmüş. Yani iki ayrı enerji birbirinden etkileşiyor ve ya iterek ya çekerek birbirlerini değiştiriyorlar.
Kuantum biyologu olan Dr. Vladimir Poponin tarafından yapılan basit mantıklı ama derin bir deneyde önce bir kabın içi boşaltılıyor. Kabın içinde bir vakum yaratılıp içine fotonlar bırakılıyor. Fotonların kabın içinde rast gele bir şekilde dağıldıkları görünüyor ve sonra kabın içine DNA’lar bırakılıyor. Kabın içindeki fotonların DNA’ların dönüşüne göre uyum göstererek düzenli ve sürekli döndükleri tespit ediliyor. Bir sonraki aşamada DNA’lar çıkarılıyor ve fotonlar tekrar izleniyor. Beklenen sonuç Fotonların yine rast gele dağınık olmaları iken DNA’ların ritim ve düzeniyle döndükleri görülüyor. Işık parçacıklarının neye bağlı olarak sistemli dönmeye devam ettiklerinin cevabı bulunamıyor.
Barışın ve Duanın Gücünün Bilimi” kitabının yazarı Gregg Braden buna benzer deneyleri de anlattığı kitabında bizim henüz tamamen algılamadığımız bir enerji alanının ve ağının tüm evrende mevcut olduğunu ve DNA’nın fotonlarla bu ağ ile iletişim kurduğunu kabul etmemiz gerektiğini söylüyor.
Başka bir deneyde epeyce sayıda deneğe plasenta DNA’ları taşıyan deney şişeleri veriliyor. DNA şişelerinin her biri için aslında her biri uzman olan deneklerden belli bir duygu üretmeleri ve hissetmeleri isteniyor. Her şişe için ayrı bir duygu ve bir denek kullanılıyor. Sonuçta DNA’ların iyi duygularda açılıp gevşediği ve kötü duygularda büzüşüp kapandığı görülüyor. HIV virüsü taşıyan deneklerin DNA’larında bu deney tekrarlandığında minnettarlık-sevgi-takdir-neşe taşıyan duygu titreşimlerinin DNA’yı önceden ölçülen dirence göre yüz binlerce kat daha dirençli hale geldiği tespit ediliyor.
Braden’e göre pozitif duygular ve sevgi içinde olmayı başarabilen insan kendi DNA’sını değiştirebiliyor ve bunu yapabilmesinin sebebi olarak da tüm her şeyi kapsayan bir enerji ağının mevcut olduğunu söylüyor.
Dün, bugün ve yarından fazla boyutu olan zaman, soruların cevaplarını “ŞİMDİ” de saklasa da biz henüz uzanıp alacak frekansla titreşemiyoruz. Evrensel titreşimden payımıza düşen frekanslarda hissettiklerimizle yaşadığımız kendi dünyamız, reel ya da sanal olduğunu aslında bilmediğimiz gizemli bir rüya sanki…
sirus
Son yılların en büyük tıp devrimi: Ölmüş beyin hücreleri yenileniyor, felç tarihe karışıyor.
Tıp dünyasının en önemli buluşları arasında sayılan kök hücrenin keşfi ve kullanımı, pek çok hastalığın tedavisi için çok önemli imkanlar sunuyor. Diğer yandan bilim adamlarının hastaların normal hücrelerini kullanarak kök hücre üretmeyi başarması, kök hücre ile tedavi imkanlarını bir kat daha artırdı.
Fakat bilim adamları için bu son nokta değil. İngiltere’de tıbbi araştırmalar yürüten ve başında Dr. Mike Modo‘nun bulunduğu ekip tıp için devrim niteliği taşıyan bir konuda yine önemli bir aşama kaydetti. Modo ve ekip arkadaşları felçlilerin beyinlerindeki hasarı kalıcı olarak çözme yolunda çok büyük adımlar attı.
Daha önce de denenen bir yöntem, beyindeki ölmüş dokuların kök hücre kullanılarak tedavi edilmesi yönündeydi. Fakat bu denemeler büyük oranda başarısız oldu. Modo ve ekibi bu kez insan bünyesinde çözülebilir polimer yardımıyla kök hücreyi, felç nedeniyle ölmüş beyin dokuları üzerine yerleştirdiler.
Fareler üzerinde yapılan ilk deneyler sadece 7 gün içerisinde kök hücre dokularının beyindeki ölmüş hücrelerin yerini almaya başladığı ve hatta kan damarlarının bu yeni oluşturulan hücreler içerisine doğru ilerlediği gözlendi.
bilimveteknoloji.net
Dünya Bülteni / Haber Merkezi
Beynin sözü yazıya dönüştüren küçük bölümünü belirlemeyi başaran Fransız bilim adamları, bu bölümün bir soyut kodun (söz) somut koda dönüştürülmesinde bazı kasların hareket etmesini sağladığını bildirdi.
19. yüzyılda Avusturyalı bilim adamı Seigmund Exner'in yazının yazılmasına ilişkin beyindeki bölgeyi bulduğunu, ancak bu bölgenin sınırlarının belirlenemediğini ifade eden Jean-François Demonet ve ekibi, beynin bu bölümünü araştırmak üzere kolları sıvadı.
Kötü huylu beyin tümörünü alırken beyindeki konuşmaya ilişkin bölüme dokunmamak için hastalarını uyandıran, bu sırada konuşmadaki rolünü anlamak için bir elektrot yardımıyla beyin korteksindeki kimi belirli bölgeleri "devre dışı bırakan" beyin cerrahı Franck-Emmanuel Roux'dan da yardım aldı.
Hastaların onayı alındıktan sonra araştırmacılar bu yöntemi kullanarak yalnızca konuşma değil yazı yazma becerisini de inceledi.
Bilim adamları, birkaç milimetrekarelik alanın, "devre dışı bırakıldığında", hastaların ellerini oynatabilse de tek bir harf bile yazamadığını gördü.
Bununla birlikte araştırmacılar, 12 sağlak ve 12 solağın beyninin MR'ını çekti. Bu araştırma ve önceki araştırmanın verileri birbirini tuttu. Bilim adamları, sağ eliyle yazı yazanlarda alanın, beyindeki konuşma ve yazı yazılan eli kontrol eden bölgenin de bulunduğu beynin sol bölümünde bulunduğunu bildirdiler.
Bu sonuçlar disleksi (dinleme, konuşma, okuma, yazma, akıl yürütme ile matematik yeteneklerinin kazanılmasında ve kullanılmasında önemli güçlüklerle kendini gösteren öğrenme bozukluğu) uzmanları olan bilim adamlarına yeni bir araştırmanın da yolunu açtı.
İnsan beyninde yanıp sönen ışıldar: PEVin gösterdiği dil ile ilgili 3 parlak nokta. Arkadaki nokta, okurken parlıyor; ortadaki nokta konuşma sırasında, öndeki ise bir kelimenin anlamını düşünürken etkinlik gösteriyor.
Tıpkı bilimkurgu filmlerinde gördüğümüz, konuşurken ışıkları yanıp sönen robotlar gibi, pek çoğumuz bir genel kültür olarak, insan beyninin her fonksiyon için ayrı bir bölgeye sahip olduğunu biliriz. Örnek olarak görme merkezi, beynin arka tarafında bir yerlerdedir. Konuşma, duyma, düşünme gibi fonksiyonların her biri için de beynin belli bir yerleşim planı vardır.
Günümüzde kullanımı gittikçe yaygınlaşan Pozitron Emisyon Tomografisi (PET), insan beyninin durmak bilmeyen faaliyetlerini çok canlı renklerle bizlere sunmaktadır.
PET teknolojisi, dünya üzerinde pek çok merkezde teşhis amacıyla kullanılmaktadır. Bu teknikte radyoaktivite kazandırılmış oksijen ya da glukoz, incelenerek organa enjekte edilir ve gelişme izlenir. PET, beynin anatomik yapısını değil, onun yaptığı işi görüntülemektedir.
Siz bu kelimeleri okurken, gözünüz, aldığı görüntüyü sinir impulslarına çevirip, beyindeki görme merkezine iletmektedir. Ardından, sinyaller buradan daha ayrıntılı analizler için görme ile ilgili diğer alt bölgelere gönderilir. Fakat, kendiniz okumak yerine bir başkası size okuyor ve siz de dinliyorsanız, kulağa gelen ses dalgaları, sinir sinyallerine dönüştürülür ve kulağın üst hizasında bulunan beyin bölgesine iletilir.
Konuşmayı yöneten bölge, kaşın ucuyla kulak arasındaki alandadır. Beyindeki kelime anlamlandırma merkezi ise ön beynin alt kısımlarında bir yerdedir.
Eski nörolojik anlayışa göre, okuduğumuz bir kelimeyi anlamamız ya da onu yüksek sesle tekrarlamamız için, önce kelimeyi görüntü formundan ses formuna çevirmemiz gerekmektedir.
Oysa ki, artık bunun yanlış olduğu düşünülmektedir. Washington Üniversitesi'nden Marcus Raichle, PET görüntülerinden yola çıkarak, bu dönüşümün gerekli olmadığını savunuyor. Meselâ, "kitap" gibi bilinen bir kelime, işitme merkezinde seslendirilmeden, görüntü formunda doğrudan ağızla ilgili motor merkeze ya da anlamlandırma bölgesine gitmektedir.
Pekâlâ, bir şiir okuyup kelimeler arasındaki ses uyumuna dikkat ettiğimizde ne olur? Meselâ, okuduğumuz harap, kitap, nergiz ve çorap kelimelerinden hangisinde kafiye yoktur diye düşünsek, acaba beynimizde hangi ışıklar yanıp söner? işte bu durumda beynin işitme merkezi de olaya dahil olmakta ve okuduğumuz kelimeleri beynimizde seslendirmektedir.
Öte yandan, bu iki olay her insanda aynı şekilde gerçekleşmez. Örnek olarak, ilkokula yeni başlayan bir çocuk, yüksek sesle okumayı tercih eder. Çünkü kelimeleri görüntü formu, henüz kafasında kodlanma-mıştır. Kişinin yaşı ilerleyip iyi bir okuyucu olduğunda ise, artık yüksek sesle okuma ve beyinde seslendirme gereksiz hale gelmektedir.
Artık, bir kelimeyi görmek, onu anlamak için yeterli olmaktadır. Gerçekten de son zamanlarda popüler olan "hızlı okuma teknikleri", bu gerçekler üzerine kurulmuştur. Bu uygulamalarda amaç, kelimeleri sadece görmeye alışmak, onları anlamak için duyma ihtiyacı hissetmemektir.
Fakat, bunun da temel esprisi, çok okumak ve mümkün olduğunca fazla kelime formunu beynimizde bulundurmaktır. Çünkü yapılan araştırmalardan anlaşılmıştır ki, "perestroika" gibi ilk defa karşılaştığımız garip ve yabancı bir kelimeyi anlayabilmemiz için, onu beynimizde seslendirme gereğini duyarız. Bunlardan yola çıkarak, beyin faaliyetlerinin rijit, sabit bir yol izlemeyip, çok değişik katılımlar gösterebileceği sonucuna varabiliriz.
Bu konuda uzmanları ikna eden bir olay 1930′ larda gerçekleşti.
Bir hasta, gözünü açtığında, kafasının içinde bir "şif şif" sesi duyduğundan şikâyet ederek hastaneye başvurdu, incelemeler sonucu, hastanın beyninin arka kısmında, anormal sayıda damar olduğu ortaya çıktı.
Hastanın duyduğu ses, bu damarlardaki kan akışı idi. Hasta, ameliyata alındı; fakat operasyon sırasında damarların alınmasında tehlike olduğu görüldü ve olduğu gibi bırakıldı. Öte yandan, ameliyat sırasında damarların hemen üstünde bulunan kafatası parçası alınmış ve daha sonra burası sadece deriyle kapatılmıştı.
Operasyon sonrası, artık doktorlar da, hasta gazete okurken, buradan steteskopla aynı "şif şif" sesisini duyabiliyor, hasta gözünü kapattığında, ses kayboluyordu.
Bu olay, görme merkezinin beynin arka kısmında bulunduğunu ve beyindeki değişik bölgelerin, etkinlik derecelerine göre değişen miktarda kan aldığını göstermekteydi. PET görüntüleme yöntemi de, temel olarak bu fizyolojik gerçeklere dayanmaktadır. Bu teknikte, hastaya koldaki bir damardan radyoaktif oksijen taşıyan özel bir sıvı verilir.
Bütün vücuda kan dolaşımı ile dağılan bu madde, on dakika içinde beyne ulaşır. Radyoaktif madde, kanla birlikte dolaşırken pozitron salar ve pozitronlar, elektronlarla tepkimeye girerek gamma ışınlarını oluştururlar.
PET cihazında, bu yayılan gamma ışınlarını algılayabilen radyasyon dedektörleri bulunmaktadır. Vücutta kanın en çok gittiği yerlerden en çok ışıma alınır. Böylece, beyindeki merkezler, meselâ, konuşurken konuşma merkezi, göz açıkken görme merkezi ve ses varken duyma merkezi, faaliyetteyken daha fazla kan aldıklarından daha fazla ışıma yaparlar.
PET'in dedektörlerince alınan radyoaktif ışıma, daha sonra özel bir bilgisayarla görüntüye dönüştürülür. Bu görüntülemede renkler, etkinlik derecesini göstermektedir. Örnek olarak, beyaz renk maksimum etkinliği gösterirken, renk kırmızıdan maviye döndükçe etkinlik seviyesi azalmaktadır.
PET ile çok ilginç deneyler yapmak mümkündür.
Meselâ, görüntüler birbirlerinden çıkartılmak suretiyle yeni sonuçlara varabilmektedir. Böyle bir metotla beyinde okuma ve kelime anlamlandırma merkezlerinin yerleri bulunmuştur.
Bu iş için Cihaza yerleştirilen denek, önce sadece önüne konan bir ekrandaki kelimelere bakmış ve bu sırada PET görüntüleri alınmıştır, ikinci seferde ise denek, ekrandaki kelimeleri içinden okumuş ve yine beynin faaliyetleri görüntülenmiştir. Bu işlemler sonucu elde edilen bu iki görüntünün biri, sadece görmeye, diğeri ise sadece okumaya aittir. Fakat, okuma anında çekilen filmde, görme merkezinin etkinliği de elbette görülecektir.
Bu yüzden, sadece okuma merkezinin yerinin belirlenebilmesi için, birinci film ikinciden çıkartılmaktadır. Bu buluş, gerçekten de bu iş için uygulanabilecek tek ve en geçerli yöntemdir.
Benzer bir şekilde, duyma, duyma-tekrarlama deneyleri ile çıkartma metodu kullanılarak, sadece konuşmaya mahsus bölgeler ortaya çıkartılmıştır. PET'in verdiği görüntülerin, klinik gerçekçiliği de ispatlanmıştır. Meselâ, normal olarak gören, fakat kelimeleri okuyamayan insanların, PET'in okuma merkezi olarak tanımladığı oksipital ve temporal lobların birleşim yerinde lezyon bulunduğu belirlenmiştir.
Öte yandan, PET araştırmaları, daha önce doğru kabui edilen pek çok teorinin yanlışlıklarını ortaya çıkarmıştır. Meselâ, beyinde "Broka bölgesi" olarak adlandırılan ve sadece cümle kurma merkezi olarak bilinen kısmın, aslında diğer pek çok motor fonksiyonunun koordinasyonunda da rol aldığı, PET uzmanlarınca öne sürülmektedir.
Bu amaçla yapılan deneylerde, denekler çeşitli hareketleri gerçekleştirirken, Broka bölgesindeki koordinasyon merkezinin de faaliyette olduğu gözlenmiştir. Öyle ki, deneklere sadece bir hareketi yaptıklarını düşünmeleri söylendiğinde dahi bu bölge ekranda parlamaktadır.
Uzmanlar, bundan yola çıkarak bir hareketi düşünmenin, o hareketi yapan merkezce gerçekleştirildiği sonucuna varmışlardır.
Araştırmaları daha ileriye götüren araştırmacılar, semboller ve taşıdıkları anlamlar arasındaki ilişkinin nerede kurulduğunu incelediler. Meselâ, bildiğimiz bir kelime, "ev", bize neyi hatırlatıyor? Bazıları bu soruya "aile", bazıları "bahçe", bazıları ise "uyku" olarak cevap verebilir. Her durumda, beyinde yanıp sönen ışıklar benzer yerlerde görülmektedir.
işi daha ileriye götürecek olursak ne olur? Meselâ, Ahmet Haşim'in şu mısralarını okuyalım: "Bir acem bahçesi, bir seccade, Dolduran havzı ateşten bade Ne kadar gamlı bir akşam vakti, Bakışların benzemiyor mu'tâde."
Bu mısraları okurken, bir yandan şiirin kafiye ve veznindeki uyum bizi hoşnut ederken, diğer yandan cümlelerin anlamını çözmeye, taşıdığı mesajı anlamaya çalışırız. Özellikle bu şiir Ahmet Haşim gibi sembolist
bilimvetekloji.info