Gönderen Konu: Suzi libermanın Hatıra Defteri  (Okunma sayısı 1002 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #15 : 14 Kasım 2024, 17:17:48 »

Türk Askeri Filistinde
15 Ağustos 1914


Bütün Osmanlı ülkesinde bir hareket, bir kıpırdama, bir faaliyet var. Türkler'in de kavgaya katıldıkları söyleniyor. Zaten Dünya'nın neresinde bir cenk olur da Türk ondan geri kalır! Asya'nın göbeğinden bir sıçrayışta Avrupa'nın ortasına atlayan ve buraları bir yumrukta ellerine geçiren Türkler'den sakınmak lâzım geldiğini söylüyorlar bize!.. Geçenlerde Yafa Hükümet reisi köyümüzden geçti. Türk değil, Libyalı bir Arap. Ne bir kahvemizi içti, ne de yüzümüze bakmağa tenezzül etti. Suratından düşen bin parça olur. Babam başta köyün erkekleri herifi karşıladılar, selâmladılar, saygı gösterdiler, fakat hiç para etmedi. Anlaşılan bunlar bizim buradaki refah ve saadetimizi kıskanıyorlar, yerleştiğimizi istemiyor­lar. Varsın istemesinler,bir gün gelecek onlar buradan defo­lup gidecekler, buranın tek efendisi biz olacağız. Yalnız bu­ranın değil, bütün Dünya'nm!..

Aron bize ilk sinyali verdi: Kulaklarınız kirişte, gözleri­niz açık olsun! Her hareket, her hadise günü gününe bize bildirilecek. Sarah mutemet adamlarından Jozef ile ilk emri­ni gönderdi: "Mıntıkanızdan geçecek, yakınlarınızda konaklayacak veyahud yerleşecek her Türk birliğinin kuvvetini, kumandanını, silahlarını cinsini ve mümkünse kuman­danının adını öğrenip hemen bize bildiriniz. İçlerinden zabit ve neferlere sokullarak, onlara iltifat ederek, gönüllerini hoş ederek kendilerinden malumat alınız. Her haber bizim için mühimdir. Suzy! Tarih sana en büyük vazifeyi veriyor. Bu; Türkler'in bu topraklarda son günleridir. Bu günlerin kısal­tılması için çalışmak borcumuzdur. Onlar tamamiyle ayak­larını kesip buralardan defolmadıkça istikbalimiz emniyet altında değildir, Türkler'in ne kadar haşin ve barbar bir mil­let olduğunu tarihlerde okumuşsundur. Bugün bir şey anla­mıyor gözükürler fakat birgün, fırtınalar gib, kasırgalar gibi birdenbire kopup yuvamız, yurdumuzla birlikte silkip at­malarını daima hesaba katınız ve aklınızda tutunuz. Ona göre daima tetikte bulununuz ve en ufak hareketlerini takip edip bildiriniz. Yehova bizi korusun!"
Ortalık sarsılıyor, yeryerinden oynuyor. Arz-ı Mev'ud, alay alay tümen tümen Türk çizmeleri tarafından çiğneniyor. Hodkâm Almanlar ve barbar Türkler, birbirlerine ne kadar yakışıyor!.. Birlikte harbe girmişler, ikiside bizim düşmanımız. Şu nokta zihnimi o derece işgal ediyor ki, geçen gün köy muallimi Benjamen bana şunları anlattı:

"Ben Türkler'in barbar ve merhametsiz insanlar olduğuna katiyyen İnanmıyorum. Aksine olarak çok merhametli ve asil insanlardır. Bak bizleri buraya yerleştirdiler. Kendi köylüleri fakirlik ve sefalet içinde yüzerken biz burada kon­for ve refah içinde yaşıyoruz. Kimsenin bizi kıskandığı yok. Mal ve can emniyeti içindeyiz. Sonra şunu unutmayalım ki, "Avrupa'dan o mel'un Katolikler bizi koğup binbir çeşit iş­kenceye mâruz bıraktıkları zaman, medenî dünyada yalnız Türkler bize avucunu açmış, vatanlarından bize toprak ve yaşamak imkânı vermişlerdir. Hakikat bu, fakat İsrailin büyük ideali yok mu?"
Hakikat bu,öyle mi? Nasıl olur? Biz bu gerçeğe vakıf olunca var gücümüzle bu millete nasıl düşman olabiliriz? Ben gençliğimi, güzelliğimi, istikbalimi ve aşkımı, her şeyi­mi, her şeyimi bu millet aleyhine seferber etmiş bulunuyo­rum. Bizi köpekten aşağı tutan, bize her türlü zulmü reva gören,dindaşlarımızı bir çırpıda kıtır kıtır, doğruyan Ruslar ve Polonyalılara böyle bir husumet ve suikasdda bulunmayıp da bizi buralara yerleştiren, bize ekmek ve mekân veren Türkler aleyhine kullanmak ve bu işte vazife almak!.. Bu çok feci yarabbi! Demek her şey İsrail için her şey büyük İsrail devleti için öylemi? Ama bu hikâye o kadar bayat, o kadar eski, o kadar müstamel ki!.. Bir sürü kehânet, bir sürü fantazi, bir sürü mistik hikâye!.. Asırlarca ecdaddan evlâda evladdan ahfada hep bu masal, hep bu hikâye!.. Ondan sonra bü­tün milletlerin sönmek bilmeyen, gittikçe alevlenen kinleri ve düşmanlıkları. Şimdilik öyle... Yarını kimse bilmez. Fakat biz yarın için çalışıyonız,şu sonu gelmeyen yarınlar için...

Zihnimi kurcalayan, vicdanımı hırpalayan bu düşüncele­rimi mazAllah duymasınlar, beni yok ederler vAllahi... Hele babam, hele babam.,.
..................................... Silinmiş ve üç sahile okunamamistir.
Türkler'in Mısır'ı fethetmeğe hazırlandıkları söyleniyor. Amma tûl-i emel ha! Bir zamanlar zengin Viyana'yı yağma etmek için ellerini oralara kadar uzatmadılar mı? Yakın vak­te kadar Mısır onların ellerinde değil mi idi? Bizi sonuna ka­dar burada bırakırlar mı bilmem? Şu var ki biz bütün gücü­müzle onları arkadan hançerlemeğe çalışacağız.

Süveyş Kanalını geçip Mısır'ı fethetmek için Türklerin ge­niş ve ciddî mikyasta hazırlıklarda bulundukları burada bomba gibi patladı. Yeruşalem demiroyunu sökmüşler, Süveyşe doğru şimendöfer yapacaklarmış. Babam anlatıyor, Türk ordusunun kumandanı Cemal Paşa isminde gayet sert ve insafsız bir adammış. Türk kabinesinde de Bahriye Nâzırı imiş... Kim olursa olsun bu koca çölü nasıl aşacak bunlar!.. Sakın onlarda bizim kavmimiz gibi, Musa'nın ümmeti gibi Sina'da seneler senesi kendilerini kaybetmesinler, ama bu asırda hiç de bunu sanmam. Şu var ki onları Firavun yerine şimdi ingilizler karşılayacaklar. Yaşayan görür. Bekleyelim. Tarihi günler yaşadığımız malûm!.

Babam dün Kudüs'te Aron'un 'yanına gitti. Yafa Remle Mıntıkasında ne miktar asker toplandığını ve daha cenuplara ne kadar süvari, topçu ve piyade geçtiğini bildirdik. İçlerin­de Alman zabitleri olduğunu ve "Fon Kreys" isminde bir de Alman generali olduğunu onlar tabii biliyorlar. Hiç görmediğimiz hecin süvari kıtalarını da bildirdik. Taberiye'de Lübnan'dan gelmiş bir piyade fırkası olduğunu ilâve ettik. Daha da malûmat topluyorum, civar yahudi köyleri de elde ettik­leri haberleri Kefer Kenna'da Hıristiyan rahibi kıyafetine gir­miş olan fedakâr ırkdaşımız "Mişel=asıl ismi Jakob'a bildiri­yorlar." Adanmış topraklar baştan başa Türk çizmeleriyle çiğneniyor. Şayet bunlar Mısırıda elde edecek olurlarsa bizi burada oturturlar mı acaba? Hiç ummam. Bu düşünce bir kâbus gibi rüyalarıma giriyor. Fakat şuna emin olmalıyız ki; kudretli ve namağlûp İngilterenin sırtı öyle kolay kolay yere gelmez. Biz, bütün varlığımızla onun yardımcısıyız. Türkler'in cepheleri gerisinde başaracağımız vazifeler hiç şüphe­siz bir ordu kadar faydalı olacaktır. Kadın, erkek genç, ihti­yar cümlemiz seferber vaziyetteyiz. Arz-ı Mev'ud'un her kö­şesinde mevzi almış, tarassut noktalarını tutmuş olan ırkdaş-lanmız evvelâ Türk ordusunun kuvvet ve kudretten düşüp mağlûp olması, sonra da İngilizlerin buradan defolup gitme­leri için çalışıyor. Yehova'nın bize yardımcı olduğundan kimsenin şüphesi olmasın Bu inançla ve istikbalin parlak vaadlerini düşünerek müsterih oluyor ve gebe olan gecelerin, gebe olan gündüzlerin, ve gebe olan yarınların neler doğura­cağına intizar ediyorum. Bu; en emniyetli ve kestirme yol!...

Arz-ı Mev'ud kaynıyor. Yeruşalem Türk askerleriyle dolup boşalıyor. Her yer onların işgali altında... Köylerimiz, çiftliklerimiz onların kontrolünde. Bu adamlar Süveyş Kana­lını aşıp Mısır'ı işgal edecekler mi acaba? Köyümüzde, kom­şularımızda, civarımızda hep bu mevzu... israil büyükleri hep bununla meşgul. Kudüs, Yafa, Hayfa, Kefer Kenna, hatta "Nasıra; Taberiye ve Sihron Jakob'ta mevki almış olan tarassud memurlarımız ve fedakâr ırkdaşlarımız hiç bir şeyi göz­lerinden kaçırmıyorlar. Bizi Türklerin idaresinden kurtara­cak olan İngilizleri kazandırmak için Siyon öncüleri kamilen seferber... Hepimizin endişesi, Türkler hakikaten zafer kazanacak olursa birgün, er veya geç bizi buradan koğmalarıdır... Biz buralarda, Anayurdumuzda, adanmış top­raklara yerleşmek için az mı çalıştık, az mı fedakârlık ettik, az mı kurban verdik!.. Ve asırlarca işkence içinde bekledik. Hayfa hahamı doktor Nahmiyas birgün bize şunları söyle­mişti:

"Irkdaşlarımız ve dindaşlarımız bu topraklara, bu, bize mev'ud ve bizim olan muazzez vatana hicret edip yerleşmek için her fedakârlığı göze almıştık. Bütün yeryüzündeki ya­hudi hazineleri bu iş için seferber olmuşlardı. Milyonlarca altın bu uğurda sarfolundu. Milyonlarca altın Türk Sultanı­na rüşvet teklif edildi ve en sonunda bütün bu gayretlere şiddetle göğüs geren Türk Padişahı alaşağı ettik. Yarın elle­rine yeni bir kuvvet ve fırsat geçmesin, akıbet yine kötü, yi­ne vahim... Yarın yine böyle bir sultan, bu tipte, bir hükümet adamı çıkarsa, bu mes'ud yuvalar yıkılır, bu güneşli diyar bize zindan olur. Fakat endişe etmeyiniz, dünya'nııı bütün köprü başlarını elinde tutan, dünyanın bütün servetine sa­hip olan bizler artık bir daha ve ebediyen o karanlık günlere dönmiyeceğiz..."

Bu nutuk birçoklarımızı coşturdu, bir çoklarımızı teselli etti. Ama benim içimi bir kurt kemiriyor, bir türlü iç huzura kavuşamıyorum. Bir sürü Acaba zihnimde, kafamda düğüm­lenmiş duruyor.

Mühim bir şeye dikkat ettim; sırtlarında kışlık yünlü elbi­seler, arkalarında ağır çantalar yüklenmiş olan Türk askerlerini köyümüzden geçerken dikkatle seyrettim. Vicdanım altüst oldu. Bunların fakir bir millet olduğu muhakkak!... Bu cehennem gibi sıcak yerlerde kışlık elbise olur mu? Güçleri yetse idi elbette ince keten elbiseler giyer ve ona göre teçhiz edilebilirdi. Ama şu var hem de çok mühim bir nokta: Köyü­müzden geçen asker ve zabitlerin yüzlerine dikkatle bakıyo­rum, hiç bir millette benzerini görmediğim bir asalet ve tevekkül var bunların yüzlerinde... Fakir oldukları malûm, fakat içlerinden hiç biri kafasını çevirip kıskançlıkla bize bak­mağa tenezzül etmiyor. Bağlarımızdan bir salkım üzüm, ba­demlerimizden bir tek badem kopardıklarım görmedim.

Geçen gün fevkalâde giyinmiş, son terece muntazam bir alay geçti köyümüzden. Zabitleri köy kahvesinde yarım saat kadar dinlenip birer kahve ve limonata içtiler. Kahvecimiz bunlardan para almak istememişti, ikrama tenezzül etmedi­ler ve bahşişleride ekleyerek öyle ayrıldılar. Askerlerin yüz­lerinden öyle merhamet ve sükûnet okunuyordu ki; insan bu kuzu gibi adamların düşman karşısında nasıl poz alacakları­nı merak ediyor doğrusu.. Ama düşünüyorum, Asya'nın or­tasından gelip biranda Avrupa'yı dize getiren ve asırlar boyu büyük bir imparatorluk kuran bu milletin muhakkak ki, bi­zim göremediğimiz fevkalâde bir tarafı var. Şimdiki halde benim gördüğüm asil, sakin, merd ve mütevazı insanlar!.. Bu milletin arkasından, karanlıklarda hançer sallamak; işte bu çok fena, çok âdi bir iş... Biz bunu müstakbel ve büyük ve müstakil İsrail Devletinin hatırı için yapıyoruz. Kızlarımız bekâretini, güzelliklerini ve hayatlarını bu uğurda vakfetti­ler. Erkeklerimiz; süngüsünün gölgesinde yaşadığımız in­sanların ve hükümetlerin hayatlarına bunun için sûikasd ya­pıyorlar. Riyakârlık ve iki yüzlülük bu maksad için mubah ve hatta mukaddes telâkki ediliyor. Fakat şu nokta vicdanımı o kadar eziyor ki: Her biri bir herkül, herbiri bir kahraman ve o nisbette sakin ve mütevekkil olan bu insanlar aleyhine reva gördüğümüz hiyânet ya sonunda yine bir fiyasko ile ne­ticelenirse!. Ya yine bu insanlar muvaffak olur ve bizim gök­lere çıkardığımız, İngilizler mağlup olup burudan defolup giderlerse... Evet onlarda defolup gidecekler ve burası bize kalacak, sadece bizlere!... Ama daima aksi kazıyye sabittir derİer, o zaman halimiz nice olur!.. İşte böyle birbirine zıd, birbirine girift hisler altında eziliyorum ben!.. Nihayet ben de bir insanım. Hem de genç ve güzel, aşka ve ihtirasa muhtaç bir kız... Vicdanım bir mengene içinde sıkılmış gibi azap için­deyim.

Bizim istiklâl davamız!.. Büyük İsrail Devleti!..

« Son Düzenleme: 14 Kasım 2024, 17:31:17 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #16 : 20 Kasım 2024, 13:38:36 »
Muhterem Okuyucu..
Muhterem okuyucu! Filistin cephesinde tatbik şartlarının en tahammül edilmez şartlan altında düşmanla savaşmış olun "Mehmetçik"! erin cümle­si istisnasız Anadolu evlâtlarıydı. Benim Gazze'de birlikte harbe girdiğim alayın bir bölüğü... Her an yüzlerinde Türklüğün, mertliğin bütün işaretle­ri göy.e çarpıyordu.. Masumiyetleri, erkekleri, necâbetleri, tevâzuları, cesa­retleri daima yüzlerinden akıyordu... Erlerin her biri, teker teker ırkımın üstün vasıflarına taşıyordu. Müslüman imanı ve Allah aşkı ruhlarını kap­lamıştı. Ekserisi, Andolu'nun soğuk yaylalarından, Türk'ün şan ve şerefini korumak için, herbiri bu ateş ve güneş diyarına gelmiş, türlü yoksulluklar, mahrumiyetler ve bilhassa susuzluk içinde Sina Çölünü, Tih Sahrasını aşmış olan bu arslanlann her birinin yüzünde tevekkülün ve Türklüğün, Müslümanlığın asalet nuru akıyordu... Koca "Mehmetçik'ler Fâtih'lerin evlâtları, Oğuz Han'ların, Alp Arslan'ların torunları! Hiç birinin gönlün­den ve kafasından: "Bizim bu çöllerde işimiz nedir" istifhamı geçmiyordu... Onlar, sadece Müslümanlığın ve Türklüğün şerefini, vatanlarının şanını düşünüyorlarda... Bu yiğitler, analarını, yavuklularını, yuvalarını terk ede­rek nereye gidiyorlardı? Çöllerde, Süveyş Kanalında işleri ne idi? İçlerinde bu cihetleri düşünen yoktu... Devlet harbe girmişti. Onlarda namus borcu­nu, vatan borcunu seve seve ifa ediyorlardı.

Şu var ki, asil kanlarıyla müdafaa ettikleri bu koca vatanda arkalarında bîr hıyanet şebekesinin varlığından ve aleyhlerine kurulmuş olan kahbe tuzaklardan o kadar habersiz idiler ki, Onun asil kafası bu derece büyük bir namussuzluğu, vicdansızlığı nasıl kavraya bilirdi?.. Namertliğin, riyakârlığın, vicdansızlığın, alçaklığın ve hıyanetin ne demek olduğunu bu asil insanlar elbette bilemezlerdi ve bilemiyorlardı da... Başları göklerde, öyle mağrur, o derece mütevekkil ve o nîsbette sakin idiler ki... Yahudi kı­zının dediği gibi; bu insan kıyafetindeki arslan'lar, kendi kanlarıyla müda­faa ettiği bu güzel ve sıcak vatan parçasında her biri bir villâ'da, her biri bir köşk'te prensler gibi yaşayan bu çıfıt'lar buraya nereden gelmişler ve bunları buraya kimler getirmişti?..

Türk birlikleri; Türk erleri, bölük, bölük, alay alay, tümen tumen sanki bir kasırga ve sel gibi; kanal'a doğru akıyordu... Vaktiyle büyük Hakan Ya­vuz Sultan Selim'de bu çölleri aşmış ve bu ülkeleri fethetmişti... Fakat; onun arkasında, ordularının gerisinde bizleri arkadan hançerliyen kahbe "casuslar ordusu" hiç yoktu... Bu durum karşısında insan gayri ihtiyari şu mısraları mirıldanmak lüzumunu duyuyor:

"Dört tarafı, amansız düşmanlarla sarılan;
Zavallı, Tülk, yılarca, nice hıyanete katlandı;
Merhametsiz ellerle, arkasından kazılan;
Çukurları görmedi, tatlı dile inandı..
O dillerin ucundan çok zehirler fışkırdı;
Beslediği yılanlar, hep kendisini ısırdı...."


Asırlar boyu savaş meydanlarında kolaylıkla elde edilmiş olan zaferler, neden bugün münhezimiyetle neticeleniyordu? Müteessif hâdise, her yön­den cephe gerisini korumakla görevli olan "İstihbarat teşkilâlımız"ın İs­tanbul'daki "Mason Ekâbir"in zaman zaman tesiri altında kalmasıdır. Bu yüzden cephelerde şehidler verilmiş ve elde edilmesi kafi olan zafer ihtimâlleri acı mağlûbiyetlerle neticelenmiştir.

Haziran 1967 Arap - İsrail harbinden çok acı bir sahne. Yahudi gençleri Kudüste "Kudurmuş Köpekler" gibi. Coşmuşlar. Sevinçleri sonsuz 900 mil­yon Müslümanın üzüntüsü ise pek büyük.
« Son Düzenleme: 20 Kasım 2024, 13:44:57 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #17 : 21 Kasım 2024, 12:21:33 »
David'in Saltanati!
David'in saltanatı!.. Dünyanın tek efendisi ve tek hakimi olmak iddiası...! Fakat bu yeni bir şey değil ki!.. Ecdadımız, ecdadımızın ecdadlan asırlarca hep bu rüyanın peşinde koş­tular. Bu rüya gerçekleşmedi ve bu uzun gecelerin sabahı gelmedi. Dilim varmıyor, düşünmesi bile tüylerimi ürperti­yor ama, belki de İsrail çocukları ebedî karanlıklar içinde, ye­ni yeni Babil esaretleri, yeni yeni Titüs Buhtunnasır kâbusları içinde ezilecek, eriyecek!.. Şimdi ümitlerimiz kuv­vetleri ve cesaretimiz yerinde!.. Çünkü harb var ve biz, bü­yük ve kudretli İngillereye yardım ediyoruz. Ya harb talih Türkler'in yüzüne gülerse, o zaman halimiz ne olur?

Hayır, hayır! Bu kara düşüncelere lüzum yok. Türkler muzaffer olsalar dahi, onlar âlicenab bir millettir her şeyi ça­buk unutur, çabuk afvederler. Hem biz rolümüzü o kadar sanatkârane oyunuyor, vazifemizi o kadar maharetle yapıyo­ruz ki, Türkler davayı ve harbi kazansalar dahi bizi birer sâdık ve vefakâr vatandaş olarak kabul edecekler!.. Onların saflığı ve âlicanaplığı bizim en büyük tesellimiz... Asabım bozuldu, kendimi yatağa atıyorum!..

Gayet muntazam Türk birlikleri cepheye akın ediyorlar. Dün köyümüzden bazı delikanlılar bu giden askerlerin mü­kemmel teçhizattı ve son derece disiplinli ve muntazam ol­duğunu söylüyorlar. Onları bende alıcı gözüyle seyir ve ta­kip ettim. Ne mağrur, ne mütevekkül, ne tok gözlü, ne asil çehreli insanlar... Yüzlerinde kahramanlık ve merdlik okunu­yor. Avrupa'da gördüklerimizin hiç birisine benzemiyor bu insanlar!.. Bunlar mı barbar, bunlar mı vahşi! Köyümüzden geçerlerken tenezzül edip, başlarını çevirip yüzümüze bile bakmıyorlar. Ben bir çıkmazdayım ki, bunun altından nasıl kurtulacağımı bilemiyorum. İnsaf sahipleri diyor ki: Irkdaşlarımız medeni (!) Avrupa'dan tokat, tekme, yumruk, sille koğulduğu zaman bize Türkler koynunu açmış, bize Türkler yurt vermiş, bizi Türkler himaye etmiş... Şimdi ben bu milleti gayet yakından görüyorum, zabitleriyle konuşuyorum. O ne efendilik, o ne incelik, insanı hayran bırakıyor. Buna rağmen bize ve ben bu asil millet aleyhine ve egoist İngiliz hesabına ve lehine çalışıyoruz. Ne yazık!.. Tarih asırlarca bizi lanetle yat etmiş, insanlık bizi asırlar boyu tahrik etmiş itmiş, kak­mış!.. Fakat bizi bir türlü yolumuzdan alıkoyamamışlardır. Bütün bunlar muhayyel bir David saltanatı için mi? Bu dev­letin kurulduğunu farzedelim, bütün Dünyanın gözü bizim üzerimizde oldukça ve yeryüzünde yaşayan milyarlarca in­san bize düşman oldukça kaç yıl, kaç sene payidar olur bu devlet? Vaktiyle Salamon'un saltanatı gözler kamaştırıyor­du, kaç sene sürdü bu saltanat!.. Şimdi ondan bize miras ka­lan, şu göz yaşlarımızla suladığımız temel duvarlarından başka bir şey mî?

Ah benim câhil annem ve ah benim ahmak, şehvetperest, kabbalist babam, Ah!... Beni bir maceraya sürüklüyorlar ki bunu altından nasıl kalkacağımı bilemiyorum. Her şeye rağ­men bana verilen, daha doğrusu güzelliğime ve cazibeme tevdi edilen vazifeyi yapmaktan da kendimi menedemiyorum.

Kimden af isteyeceğim veyahud kimden medet umaca­ğım! Hiç! Felek bana bu yolu seçmiş!.. Varşova ve Karakoyun rutubetli, loş, küf kokulu evinden, güneşli, zarif köşkle­rine geçtik. Burada ne poğrom, ne katliam, ne de bize bakan hor gözler var.. Fakat biz asıl zehirimizi burada kusuyoruz. Bizi koruyanlara karşı!

Şu etrafımızdan alay alay tümen tümen geçen askerler!.. Bunlar vatanlarını ve namuslarını müdafaa ediyorlar. Bunlar muazzam ve muhteşem ingiliz ordusuyle boy ölçüşmekten pervası olmayan cesur insanlar, hepsinin yüzlerinde, şimdi efsaneleşmiş olan şövalyelik okunuyor. Ve biz, bu şan ve şerefin arkasına gizlenmiş, ellerimizde kanlı hançerlerle, o kah­ramanlara kahbece ve gizlice saldırmağa hazır insanlar. Ben bu talihsizliği, Polonyada ki katliamlardan,, mahrumiyet ve sefaletlerden, rutubetli evimiz ve daimi hakaretlerden daha ağır buluyorum. Şimdi bu güzel ev, bu, kuş sesleriyle ahenklere bürünmüş, renkli çiçeklerle cennete dönmüş yerde saa­det namına birşey hissetmiyorum. Cennet içinde cehennem azabı...! Demek bizim nasibimiz bu öyle mi? Lanet olsun bu kara talihe!

Türkler'in kanalı geçtikleri söyleniyor. Olur şey değil. Ko­ca Tih Sahrasını, susuz, şakasız geçip bir de Süveyş'i aşmak akıllan durduracak şey!.. Umulurdu bu, bu milletten. Benim gördüğüm insanların yüzündeki manayı okumak lâzımdı. Dibi gayet derin suların durgunluğu ve fırtınaları haber ve­ren sessizliği vardı bunların yüzlerinde... Kafamda kalan en köklü intiba, kışlık elbiselerle bu çölleri aşmak. Bunu tabii gören ve bütün güçlükleri ve imkânsızlıkları normal telâkki eden imanlı kitlelerin niçin böyle asırlar boyu Yeryüzünde hükümran ve hâkim olduklarının sırrını şimdi daha iyi anlı­yorum. Biz böyle miyiz ya?.. Biz paramız ve entrikamızla bü­tün Dünyaya hükmetmeğe kalkıştık. Bizde de tahammül var, bizde de sabır var!... Hem de fazlasiyle. Eksik olan tarafımız asaletimiz ve mertliğimizdeki noksanlık olacak. Bu kadar âlim, bu kadar kafalı insan yetiştirmişiz. Dünya kültürüne hakim olduğumuzu iddia ediyoruz. O halde niçin beşeriyet bizden nefret ediyor? Yoksa bizi kıskanıyorlar mı? Kimbilir... Bu hikâye asırlık maceraları taşıdığı için onun sırrını varsın başkaları çözsün!.

Dün Ramla'dan gelen bir ırkdaşımız, kanalı geçen Türk Ordusunun muvaffak olmadığını ve gerilere doğru çekildiği­ni bize müjdeledi... Bu çekiliş acaba bütün Arz-ı Mev'ud'u terk etmek suretiyle mi olacak, yoksa mevzii mi kalacak. O zaman ordu burada başımıza ekşimez mi bizim? Bu daha büyük felâket o zaman varımızı, yoğumuzu onlara yedirmek mecburiyetinde kalacağız. Gerçi parasını, hem de fazlasiyle veriyorlar, fakat paraları yiyecek değiliz ya...

Aron Aronson beni çağırdı, yarın Kudüs'e gideceğim...

* * *

Aron Aronson dedi ki:

"Kızım; Türkler'in Kanal Seferin'de muvaffak olamayacak­larını zaten biliyorduk. Fakat harbdir bu, bakarsın talih yüz­lerine güler, Mısır tekrar ellerine ve Abdülhamid'e benzer bîr adamda başlarına geçebilirdi, o zaman yahudilik ve onun bütün hayalleri ve emelleri yok olup giderdi. Yehova buna müsaade etmedi. Şimdi hepimizin vazifesi Türkler'in bu; ır­kımıza ve mümtaz milletimize vaad olunan topraklardan ebediyen ve külliyen çekilmesi için var kuvvetimizi sarfetmek, onların her adımını saymak, her hareketini takip etmek ve günü gününe bildirmek. Hiç birşeyi gözden kaçırmayın. Tek neferden, bölük ve tüneme kadar bütün birliklerin mevcudlarını, sırlarını, silâhlarını, hareket cihetlerini hülâsa en ufak teferruat kadar her şeylerini dakikası dakikasına zabtedip bildirmek.

Türkler kadına karşı zayıf kalbli insanlardır. Hele senin güzelliğin ve caziben karşında fazla mukavemet edemezler. Babanın bu hususta vereceği talimata harfiyen riayet et..."

Hemen köye döndüm. Bana güzel altın bir de bilezik he­diye etti. Hayırlısiyle takmak nasib olsun...
« Son Düzenleme: 21 Kasım 2024, 13:39:44 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #18 : 26 Kasım 2024, 09:58:28 »
Savas Kizisiyor
Köyün altındaki vadide bir develi bölük konakladı.[9] Biz, develerin bu kadar sür'atle koştuklarını bilmiyorduk. Bizim bildiğimiz, çöllerin emektar ve cefakeş nakliyecesi develer, gayet ağır hayvanlardı. Bunlar ise, ceylan gibi seğirtiyorlar. Öyle sür'atli, öyle çevik şeyler ki... Hele onları hareket halin­de görmek çok hoş. Öyle heybetli manzaraları var ki.. Ve bu bölüğün başında, hususi kıyafetiyle genç bir teğmen. Belki Dünyânın en yakışıklı erkeği...! Dün köy otelinin kahvesinde bir fincan kahve içti. Babam benî yanına gönderdi fakat çok mağrur bir insan. O kadar hoş giyinmiş ki..! Viladimir bu­nun eline su dökemez. Sırtındaki pelerin, develer uçarken kanatlanmış meleklere benzetiyor onu. Bugün bir sır keşfet­miş bulunuyorum: Oda aşkın yalan olduğunu... Viladimir'in, Polonya asilzadelerine mahsus mağrur tavırları ya­nında bu zabitin, bu gencin şahane hareketleri, yüksekten bakışları ve içleri gülen parlak gözleri ve insanı bir lâhzada tepeden tırnağa kadar süzen hakimiyeti vaziyeti... Aklımı ba­şımdan aldı.

Aşkıma mı yoksa İsrail'in asırdide, davasına mı hizmet edeceğim, ruhum bu iki kuvvetin tesiri altında eziliyor, eri­yorum ve harab oluyorum...

" - Bir kadeh konyak içermişiniz mülâzım efendi?" dedim.

"- Teşekkür ederim, kahve içtim" dedi.

"- Bu da bizim ikramımız olsun, kabul buyurunuz."

"-Çok nazik ve zarifsiniz madmezel..."

Bu mükâleme ceseratimi arttırdı. İsmini öğrendim : Halet. Fransa'da tahsil etmiş. Asilzade olduğu her halinden belli. Ne yazık ki tek kelime Fransızca bilemiyorum.

" - Burada kalacakmısınız?
" ? Bir iki gün...
" - Sonra nereye gidecekseniz."
" - Nereye emrederlerse.

Bundan fazla bîrşey öğrenmek mümkün değil bu gençten.

Cismi değilse bile, hayali kaç gündür koynumda, yata­ğımda bu gencin!.. Kadınlarda bile bu kadar güzellik bulun­maz. Üstelik cesur ve merd bir erkek..

Biz, tabiî ve normal haklarımız ve ilişlerimizden zorla kendimizi uzaklaşıp davalar ve asırlık hayaller peşinde ko­şuyoruz. İnsanlık haklarımızı inkâr ediyor, çiğneniyoruz. Bu, ne zaman kadar böyle gidecek ve nerede son bulacak, nerede duracak?

Tıbkı iki ruhlu insanlar gibiyim. Cesedimde hangi ruh ha­kim onu tayin edemiyorum. Aşk beni yerden yere vuruyor.. Vazife ve ideal, tesirinden yakamı sıyıramadığım bir kâbus gibi beni eziyor. Hem de kıyasıya.. Benim yasımda, benim kadar güzel bir kızın hayatta ve Dünya'da nasibi sade bu mu yarabbi! Büyük İsrail Devleti, David saltanatı, Dünya'nın bü­tün insanlarına tahakküm etmek ve mümtaz millet olmak... .

Bütün bu, asırlardan beri ecdattan ahfada intikal eden ve ırkımıza çok pahalıya mal olan inanç..! Cesaretin varsa ve kendinde o kudreti görüyor isen bu kâbustan sıyrıl da göre­yim seni Suzi!

Halet heybetli kıtasını önüne düştü ve kuş gibi uçtu. De­velerin hayret verici çevik hareketleri ve kayışları, kısa süren rüya gibi gözlerimin önünden sıyrıldı geçti. Ne bir veda, ne bir tahassür, ne de ufak bir iltifat... Bu Dünya güzeli erkek, bunların hepsini bize çok görerek ufuklardan öyle süzülüp gitti ki!.. Hani Türkler kadına düşkün idiler. Yalan bunlar, bütün güzelliğimi, bütün cazibemi, bütün zekâmı seferber et­tim, o mağrur gözleri dönüp bana bakmadı, o parlak gözle­rin içi sıcak sıcak bana gülmedi.

Aşka da, Viladimîre'de, Halete de, güzelliğime de, şansı­ma da, anama da, babama da hepsine lanet olsun! Bu hayatada!...

Türkler'in ağır ağır çekildikleri söyleniyor, ingilizler ne­dense peşlerine düşemediler. İşten anlayanlar diyor ki: Eğer arada kanal olmasaydı. Türler şimdi Mısır'ı baştan başa elle­rine geçirmiş olurlardı. Araplar da onlara yardıma hazırmış. Ne olsa her ikisi de Müslüman. Bizim dinimizi, diyanetimizi çiğneyen Müslümanlar!..

Dün akşam buradan dolaşan söylentilere inanılmak lâzım gelirse Türkler Katya önlerinde bir ingiliz birliğini perişan ve mağlûp ederek bir çok da esir ve hayvan elde etmişler. Garip şey!.. Bu sessiz, sakin millet bunu yapıyor. Tevekkeli deme­mişler, böyle sessiz insanlardan korkulur. Onları harb cehpesinde doğüşürken görmek isterdim. Acaba şu güzel Halet düşman karşısında nasıl efsaneleşir, nasıl harikulâdeleşir... Onun kanat açmış melekler gibi, pelerini içine rüzgârları dol­durarak, şu ince bacaklı, çevik develeriyle düşmana saldırışı­nı seyir ve temaşa etmek ne doyulmaz bir zevk, ne anlatıl­maz bir heyecan ne ifade edilmez bir şey olurdu.

Fransa'da okumuş, iyi bir aile muhitinde yetişmiş, kibarlı­ğı güzelliğinden, güzelliği kibarlığından üstün bir insan. Fa­kat o yukarıdan bakışları, o göz ucuyla insanı süzen, arada bir belindeki kırmızı kuşağına elini sokup karşısındakini hiçe sayan insan... Belki de onun bu hali beni çileden çıkardı. Bu, ne Viladimire benziyor, ne de benim şimdiye kadar gördü­ğüm diğer insanlara. Bunda başka bir füsun, başka bir cazibe, başka bir mana var.!"

"- Nereden geliyorsunuz!." dedim, cevap alamadım.

"- Nereye gidiyorsunuz? dedim. Öğrenemedim. Ne İpek saçlarım, ne hareli yeşil gözlerim, ne de herkesin aklını ba­şından alan güzelliğim bu delikanlının ruhunda en ufak bir ihtizaz yapmadı.!. Aklıma tuhaf bir fikir geldi, eğer birgün kadınlarda asker olup cephelere gidecek olursa bu adam tek başına hepsini esir eder, çıkar.

Aman Yarabbi! Benim bu kadar heyacanım ve aşkıma rağmen buna bu insanların mezarını kazmak vazifesi veril­sin. Bize yurt veren, bizi koynunda barındıran, bizi bağrına basan bu insanlardan ne alıp vereceğimiz var. İşitseydim inanmazdım, gözlerimle gördüm. Kaç tabur, kaç alay köyü­müzden geçti. O, buram buram terleyen, sıcaktan bunalmış insanlar tenezzül edip bizim elimizden bir bardak su içmedi­ler ve istemediler. Sakalarının getirdiği su ile yetindiler.

Sunu unutmayalım; Arap kadınları desti, desti su ve ay­ran ikram ettiler onlara... Sepet sepet portakalları yollarına serdiler ve en garibi, bu savaş meydanlarına giden erlere ce­saret vermek için hep bir ağızdan bağrıştılar:

"Namusumuzu müdafaa edeceksiniz. Biz kadınlarınız ar­kanızdayız. Allah sizinle beraberdir. Düşmana arka çevir­meyiniz. Vatanımızın ve bizim namusumuz sizlere emanet­tir."

Hiç bir teşkilâtın eseri olmayan, kendilinden doğan bu göz yaşartıcı manzara beni öldürdü ben de sinir namına birşey bırakmadı.

Araplarla Türkler'in birbirlerini sevmediklerini ve bizim bundan istifade etmekliğimizi tenbih etmişlerdi. Bu mu sevmemek? Gözlerimle görmeseydim inanmazdım. Arap kadın­larının yollar üzerine serdikleri portakalları kapışan, suya, ayrana saldıran insan görmedim. Çok vekarlı, çok asil bir millet bu....!

Ve ben... Hiç bir şeye akıl erdirmeden, hiç bir alâkası ol­mayan bu zavallı insanların aleyhine çalışayım. Bu, bir insan İçin tasavvur edilecek talihsizliklerin en büyüğü, en fecii, en korkuncu!.. Bizim hahamlarımızın, büyüklerimizin ve ittihatçılarımızın bize söyledikleri sözler, önümüze döktükleri edebiyat ve çektikleri nutuklara rağmen, içimin ta derinlikle­rinden, ruhumun kuytu köşelerinden bir ses duyuyorum:

"- Suzi ! Bu hıyanetinin cezasını çekeceksin!.."
Babam bende gördüğü değişiklikten ve moral bozuklu­ğundan şüpheye düştü. O; Karakoydaki rutubetli, küflü oda­mızı unuttu, şimdi büyük idealler peşinde koşuyor. Fakat karyolamın ucundaki onun meş'um hayali gözümün önünde olanca canlılığı ile duruyor. Göya Talmut ona böyle bir hak tanıyormuş, Doğru ise, ne fecî şey bu!.. Fakat ben buna inan­mıyorum, böyle şey olamaz.

Dün, öküz arabaları içinde bîr yaralı kafilesi köyümüzden geçip yukarılara doğru gitti. Kudüsteki hastahanelere gidi­yorlarmış. Sanki kolları, bacakları parçalanmış insanlar değil de, düğün alayına giden delikanlılar gibi öyle sakin bir halle­ri vardı ki bunların... Bir yandan onlara acıdım, bir yandan da kendimden iğrendim, nefret ettim. Hakikaten biz böyle kötü, fena, habis ruhlu insanlar mıyız, yoksa insanların taş yüreklilikleri ve bize reva gördükleri zulüm ve hakaret mi bizi bu kötü yollara sürükledi? Gel de işin içinden çık!.. Ha­hamlar ve babam daima şunu bize telkin ettiler:

"İsrail oğullarından olmayan herkes hayvandır. Onlara yapılacak her fenalık mübahdır, borcdur. Bizi ayakta tutan, bize yürüdüğümüz dikenli yollarda cesaret veren, bizi besle­yen kinimizdir. Bu kin zayıfladığı gün güm diye yıkılırız biz. Bu kini içimizde saklayınız, büyütünüz, yaşatınız ve goyimlere karşı bir şefkat ve merhamet hissi beslemeyiniz."

Ama neden? Acaba bizim bu tarzdaki düşüncemiz mi in­sanları aleyhimize çevirdi, yoksa onların bize yaptıkları zu­lüm mü bunu doğurdu? Yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıktı gibi bir şey!.. Bu mesele asırlar boyu halledilmemiş, kıyamete kadar da halledilemez.

Mühim olan şu ki, şimdi benim masum omuzlarıma, ba­şımdan büyük mesuliyet yüklenmiş, ben bunu altında ezilir­ken bir de aleyhine çalıştığım insanları tetkik ediyorum, bun­lara ibtidaî dediler, bunlara, barbar dediler. Yemin ederim ki, yalan bunlar! Birlikler köyümüzden geçerken, bu kızgın gü­neş altında şahlanan sinirlerle moralleri zayıflamış zannetti­ğimiz insanlar tunçtan birer heykel gibi, sessiz ve sedasız akıp gidiyorlardı, hiç birinde bir lâubalilik, hiç bir subayında hafif bir hoppalık görmedim. Hele bu yaralılar... Hele bu ya­ralılar. Kırk, elli öküz arabalık bir kafile idi bunlar. Arap ka­dınları yollarını kesmiş, önlerine geçmiş neleri var, neleri yoksa onlara ikram etmişler... Limonata, ayran, su portakal ve saire... Bizim köyümüz böyle bir insanlıkta bulunmadı. Ya bu adamlar buradan bütün bütün çekilir de biz, şu kendini beyenmiş, hodgâm ingilizlerle başbaşa kalırsak, onlar böyle mi hareket ederler, hiç sanmam! Ben bir İngiliz subayının karşısında arz-ı endam edersem böyle mi hareket eder!.. Ka­tiyen!... Avrupalıları gördük. Onlar bize Türkler aleyhinde söylemedik söz bırakmamışlardı. Şimdi alay alay, yığın yığın cephelere giden bu milletin erlerini, kumandanlarını görüyo­ruz. Ne işitmiş isek, bize bunlar aleyhine ne söylenmiş ise hepsi yalan ve bunlar duyduklarımızın tamamen aksine ha­kiki birer centilmendirler...

Körolası talih; beni bu asil milletin mezarını kazmakla va­zifelendirdi. Allah Şahid olsun ki; ben bunu isteyerek yapmı­yorum. Evet, Polonya'da bulunduğumuz sırada, mektepde, sokakta, parklarda bize yapılan hakaretleri hatırlıyorum ve goyimlere karşı içimden kinler taşıyor, kabarıyor. Fakat bu zavallı adamların, önümüzden kuzu, kuzu, sakin, sakin ge­çişlerine, vekâr ve kibarlıklarına bakıyorum da ruhumun de­rinliklerinden bir ses, tokat gibi, kamçı gibi vicdanım üzerinde saklıyor ve bana haykırıyor:

"Suzi! Cinayet işliyorsun. Bu kendi halinde insanlar, va­tanlarının ve namuslarının uğruna bu cehennem gibi sıcak iklimde dönüşüyorlar. Siz onları adım, adım takip edip bü­tün sırlarım düşmanlarına bildirmekle büyük günaha giri­yor, kana giriyor, kötülük ediyorsunuz. Cezasını da mutlaka çekeceksin."

Cezasını öyle mi? Fakat nasıl bir ceza? Korkunç, evet kor­kunç! Bir ahtapot gibi bütün kollarıyle ruhumu sarmış olan bu hayalet daima bana haykırıyor gibi: "Cezanı çekeceksin Suzy..."

Gel de bunu benim ahmak ve haris babama ve câhil ana­ma anlat!.. Onlar da beni kıskıvrak öyle bir mengene içine al­mışlar ki haddin varsa gel de kurtul bu kâbustan!.. Köyün öteki genç kızlarına benimki kadar ağır yük yüklenmedi, bü­yük vazife verilmedi. Demek ki benim bütün bedbahtlığım güzelliğimden geliyor öyle mi? O halde lanet olsun bu güzel­liğe! Ne Viladimir, ne de Halet'in önünde bu güzellik para etmedi, hiyanete yaradı.
Zomarin'de Sara ablaya, misafir oldum, beraberce Nasıra'ya, Kefer Kenna'ya, Karme'e ve Hayfa'ya gittik, gezdik, dolaştık, biraz içim hafifledi. Çok şeyler gördüm ve istifade ettim.

Zomarîn'e döndüğüm vakit Sara abla bana şunları söyle­di:

"Güzel kız kardeşim..'. Kurtuluş günlerimiz yaklaşıyor. Barbar Türkler'in buralardan ebediyen çekilip gidecekleri gün geliyor. Bütün bu topraklar, bir ülke, bunu ilerisi, gerisi, ötesi ve daha ötesi hep bizim olacak... Bugünün daha çabuk gelmesi için, Türkler'in buradan bir an evvel çekilmesi lâzımdır. Kanalı söktüremediler, orada tutunanındılar, geri geliyorlar. Sizin köyünüz onların geçitleri üzerindedir. On­lar hakkında elde edilecek en ufak malûmatı günü gününe, saati saatine bize haber vermeli, babana yardım etmelisin... Sen israil tarihinin parlak sahifelerine, siyonizmin büyük kahramanı olarak geçeceksin Suzi, göreyim sen."

Bu sözlere bakılırsa; Sara ablanın heyecan ve samimiyeti­ne ve göğüs gerdiği tehliklere de bakılırsa, boş yere çalışmı­yorum ben. Fakat içimteki ifrit beni rahat bırakmıyor ki: Ce­zanı çekeceksin Suzi, cezanı....

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #19 : 26 Kasım 2024, 10:00:14 »
Türk'ün Basarilari ve Hainler
Köyde büyük heyecan var. ingilizler adım adım buralara yaklaşıyor, Türkler'de var kuvvetiyle müdafaaya hazırlanıyorlarmış. Köyümüzün genç, ihtiyar, erkek, kadın bütün in­sanları cephe gerilerinde cirit oynuyorlar, geleni, gideni ve bütün gördüklerini Sara ablaya yetiştiriyorlar. Askerlere ka­ğıt, zarf ve kırtasiye satmak için birliklerin haremine kadar sokulan ırkdaşlarımız öyle malûmat topluyorlar ki... Fakat bu Türkler ne kadar saf insanlar!.. Gözleri ileride düşman gö­zetliyor, halbuki düşman onların koynunda, haberleri yok. Bu dikkatsizliğin sırrını çözdüm ben... Bu millet gayet asil ve civanmert. Dayım; bir Türk masalı söylemişti geçen gün: Bir kahvenin kırk yıllık hakkı olurmuş, Öyleya, bize toprak, bize yurt, bize yuva veren bir millet aleyhine çalışacağımızı böyle adamların havsalası almıyor, onun için bu kadar lâkayd ve ihtiyatsızlar!.. Günah kimin? Artık ötesini kafam çözemiyor.

Moze topladığı malûmatı Sara ablaya yetiştirdi.

Ramle'den gelen bir bölük ve onun başındaki genç zâlim, merhametsiz, hırçın bir subay "Yafa" şehrini bir günde boşalttı.[10] Bu genç zabitin ırkdaşlarımız hakkında en ufak bir merhamet hissi beslemediği söyleniyor. Dindaşlarımız lâyikiyle eşya ve mallarını almağa, vesaid tedarik etmeğe vakit bulmadan öy­le hoyratça evlerinden atılmışlar ki; Ya, bu herifi bizim başı­mıza da musallat ederlerse o zaman biz ne yapabiliriz? Bunu düşündükçe üzerime yüklenen vazifenin haklı bir vatan va­zifesi olduğuna inanıyorum.

Bundan başka buraların da tahliyesini emrederlerse biz nereye gidebiliriz. Geriler tıklım tıklım ve şehirler halkı aç. Bütün bunlar bizi, Türkler'in bütün bu topraklardan çekilme­si için çalışmağa sevk etmez mi? Bu cihetten şimdi biraz müsterihim.

Yukarıdan bir sürü asker geliyor. Mozez; İstanbul'dan ve İzmir'den de taze kıtalar geldiğini ve hatta Galicya Cephesi'nde harp etmiş, tecrübeli birliklerin de üst üste yığıldıkla­rını bildiriyor. Bi'resseb'ya da Türkler yığılmışlar ve dün in­giliz tayyareleri orasını şiddetle bombardıman etmiş. Bütün bunlar bize, tehlike içinde olduğumuzu gösteriyor. Fakat ci­varımızdan geçen Türk kıtalarından en ufak kötü bir mua­mele bir hushumet görmedik doğrusu!.. Aksine kibar ve asıl bir millet vesselam!.

. Gazze ve El'ariş arasında iki ordu karşılıklı toplanıyor. Ergeç büyük bir mücadeleye şahid olacağız. Bakalım netice ne olacak. Yafa'yı boşaltan ırkdaşlarımızdan muhtaç ve kimse­siz on kişiyi köyümüze yerleştirdik, diğer otuz kişilik kafile Câuna'ya gittiler. Biz onların istirahatlerini ve ihtiyaçlarını temin ettik yaralarına merhem olduk, teselli buldular. Bunlar için Roçild'in vekili para gönderecek! Onlara ev yapacağız ve arazi satın alacağız. Köyümüz genişliyor, halkı çoğalıyor. Şu var ki; bir türlü huzur ve emniyet içinde değiliz. Babam ve bizim köyün büyükleri, taşkın Siyonistler cezbe halindeler. Türkler buradan çekilecek ve İngilizler buralarını bize terk edecekler diye!.. Peki ama iki mühim nokta bu cezbe ha­lindeki insanların gözünden kaçıyor. bunlardan biri: İngiliz­lerin sözüne inanılır mı? Ülkesinde Güneşin batmamasiyle iftihar eden bu millet burasını ele geçirirse kolay kolay bize terk eder, buyurun güle güle oturunuz der mi? Ama biz on­lara bütün varlığımızla kavim, kabile yardım ediyoruz. Er­keklerimiz masum, mert ve erkek Türk ordusunun gerilerin­de, her türlü tehlikeleri göze alarak onlara sıcağı sıcağına ha­ber yetiştiriyor. En hurda malûmatı topluyor, onlara takdim ediyoruz. Türkler bunu bir sezecek olurlarsa en ufak ceza: Ölüm! Kız olarak ben, bütün güzelliğimi, aşkımı, istikbalimi, herşeyimi davaya adadım. Bütün tabii haklarımı büyük David saltanatı hülyasına feda ettim. Acaba netice yine üç bin yıldır elde edilen neticenin aynı mı olacak? Kim bilir, kendi­mi bir sete kaptırmış, gidiyorum, öyle bir gidiş kî belki bu­nun dönüşü olmayacak...

Lübnan'daki fırka ile Suriye'de toplanan bütün ihtiyat kuvvetleri ve İstanbul'dan gelen tekmil İmdat kuvvetleri Gazze'ye doğru ilerliyor. Bizim erkeklerimizde çeşitli şekil­lerde, tıbkı dost gibi, zararsız bir unsur gibi peşlerinde!.. Ne saf millet!.. Bizden bir şey ummuyorlar.

Dün akşam taze ve henüz harbe girmemiş bir alay köyü­müzden geçti. Subayları bir kaç dakika kahveye uğrayıp bi­rer fincan kahve içtiler. Alayın kumandam, Hürkül gibi bir binbaşı, ne adını, ne de numarasını Öğrenemedik. Sadece ku­mandanının İzmirli olduğunu öğrendik. Sara Abla bizden haber bekliyor, görebildiklerimizi, duyabildiklerimizi saati saatine yetiştiriyoruz.

Top sesleri, acı acı kulaklarımıza geliyor. Uzaklardan ak­seden bu sesierin dehşetini ve o toplara hedef olan insanların halini düşündükçe iliklerime kadar titriyor, ürperiyorum. Bu yetmiyormuş gibi bizim de, bu memleketin sahipleri aleyhi­ne sarfettiğimiz gayretler vicdanımı eziyor ruhumu öldürü­yor ve beni öyle müthiş bir mânevi işkenceye sokuyorki... Bir ey diyemem, asırlarca dindaşlarımız sürgünden, sürgüne; firardan, firara; esaretten, esarete; duçar oldular, yollarından dönmediler. Bu kadar ısrar ve mücadelenin elbette bir mana­sı vardı.

Gazze ile El'ariş arasında müthiş bir muharebenin başla­dığı haber alınıyor. Gazzede Alman, Avusturya ve Macaris­tan topçuları da varmış. Devamlı gök gürültüleri içinde yaşı­yoruz, asabım bozuldu. İngiliz Ordusunun en az iki misli kuvvetli, silâh ve cephanece çok üstün olduğu söyleniyor. Bütün bunlara, şu gördüğümüz kuzu gibi sakin insanlar kar­şı koyacak, hayret!

Geçen gece Elza anlatıyordu: Şu gördüğünüz sakin ve va­kur insanlar yok mu, işte bunlar Asya'nın göbeğinden bir sıç­rayışta, Viyana önlerinde soluk alan, denizler aşan, italya'ya kadar uzanan, Afrika'yı baştan başa feth eden ve bayrakları­nı yer yüzünün üç kıtasında dalgalandıran bir millettir. Sükûneti asaletinden ve müsamahakârlığı azametinden do­ğuyor. Fakat bu sakin milletin gayzı ve nefreti de o derecede müthiştir, ihtiyatlı olalım...

İçime müthiş korkular çöküyor, geceleri uyuyamıyorum, gündüzleri bir yerde duramıyorum. Sara Abla mütemadiyen bize cesaret mesajları gönderiyor. Aron'dan hergün haberler geliyor. Bütün İsrail oğulları hazır ve ayakta!.. Allah sonunu hayır eyleye...

Büyük muharebe patladı. Bizimkiler, Türkler'in bu mithiş kuvvet karşısında çekilmeğe mecbur olacaklarım söylüyor­lar. Arap köylüleri aksini... Civardaki köylerin Arap kadınları toplanarak zafer neşideleri okuyor ve ellerinde ne varsa cephe gerilerindeki hastahenelere taşıyorlar. Meyveler, yo­ğurtlar, desti desti su, yün yataklar, yorganlar, herşeyi, herşeyi...

Harbi Türkler kazandı. Bu bir meydan muharebesi idi. in­gilizlerin o korkunç topları, o mükemmel ordusu, dev gibi atlara binmiş süvarileri, er meydanında Türkün sırtını yere getiremedi ve yüzgeri dönüp gitti. Bizde donup kaldık. Şu koca ingiliz ordusunu paçavra gibi geri atan, mağlup eden işte o sessiz, sakin, terbiyeli, kuzu gibi adamlar. İnsanları an­lamak ne müşkül!..

Köyümüzün ilerisinde seyyar bir harb hastanesi kuruldu, bütün köylüler yatak ve yorgan yardımı yaptıkları halde biz­den bir çöp bile veren olmadı. Şuna dikkat ettim ki, onlarda bizden bir şey istemedi. Demek ki tenezzül etmediler, bize inanmadılar. Başkumandan Cemal Paşa'nm gayet gaddar ve merhametsiz ve üstelik de yahudilerin düşmanı olduğu söy­leniyor. O, Yafa'nın boşaltılması ve Taberiye'deki yahudilere yapılan muamele hiç te hoş bir alâmet değil.. Şimdi bir de ingilizlerin bütün bütün mağlûp olup buralardan çekildikle­rini bir düşününüz, o zaman bu adamlardan biri haydi defo­lun deyip de bizi palas pandıras buralardan sürerse o zaman vay halimize!.. O zaman Polonya'daki rutubetli ev, küflü dükkhan, sefil hayat da bizim için bir hayal olur.

Gelen haberlerden Türkler'in zaferlerinin kat'î ve muaz­zam olduğunu öğreniyoruz. Ama köyümüzden geçen yaralı kafileler ve onların başındaki kumandanlarda hiç de zafer gururu gözükmüyor. Yine eski sakin ve vakur halleri devam ediyor.

Mozez diyor ki:

"? Siz birinci savaşa bakmayınız bu; İngilizlerin Türkleri bir yoklaması idi. Noksanlarım bir tamamlasınlar da görü­nüz, bir hamlede Kudüs ve ondan sonra soluğu Şam'da alır­lar. Belki de İngilizler harbi mahsus kaybettiler, bu da bir plân olabilir, bizim askerlik işine aklımız ermez, vazifeleri­mizi yapmağa devam edelim."

Artık baharla yaz arasında bir mevsim yaşıyoruz. Mayıs'da bizim görmediğimiz alışımadığımız bir yaz, bir sıcak mevsim. Ekinler oldu, biçiyorlar. Meyveler, bademler, üzüm­ler kemale geliyor. Fakat bütün bu nimetlerin zevkini süre­cek huzurdan mahrumuz. Bir yanda top gürültüleri, bir yan­da binlerce yaralının geçit resmi ve görmediğimiz binlerce insanın ölümü ve kulaklarımız tıkadığımız ahu figanlar ve bizim bunlarakarşı lâkaydımız hissizliğimiz ve nankörlüğü­müz.

Belki bir gün gelecek bu yazıları okuyanlar diyecekler ki: Bir insan hakikatleri bu kadar berrak bir şekilde görür, aley­hinde çalıştığı milletin alicenablığını ve mertliğini gözleriyle bizzat müşahade eder de, nasıl olur da tabiatın ve vicdanının ters istikametinde yürümeğe devam eder? Bu istifhamı ben çözemedim, benden sonrakiler de çözemeyecek, geriye kalan sadece şu cümle:

Büyük ve uçsuz bucaksız İsrail devletî: Hududları Nil'den Fırat'a kadar uzanan muhteşem imparatorluğu­muz!...[11]

Kimbilir, belki...

İki gündür ortalık yeniden sarsıldı. 1917 Mayıs ayına böy­le sarsıla, sarsık geldik. Top sesleri şiddetlendi yeni bir harb başladı. Öylesine şiddetli, öylesine şiddetli, öylesine müthiş bir harb ki!.. Şiddetini buralardan duyuyor, dehşetini buralardan hissediyoruz. Kıyasıya bir doğuş. Köyümüzden ve ci­vardan geçen yardımcı askerlerin gidişatına, çatılmış kaşları­na, insanda hayret uyandıran soğuk kanlılıklarına bakıyo­rum da bunu tıpkı büyük fırtınalara takaddüm eden sessizli­ğe benzetiyorum. Top sesleri bütün hıncıyla, bütün gürültü­sü ile tepemizden patlıyor gibi... Bunun karşısında insanlar nasıl dayanıyorlar, zor şey doğrusu. İşin fenası bizim işledi­ğimiz çifte cinayetler değil mi?

Gelen haberler karışık, kimisi Türkler'in, kimisi de İngilizler'in harbi kazandığını söylüyor. Anlaşılan henüz kat'î bir netice alınmamış.

Fakat gece yarısı köye gelen Kempinski acı bir haber ge­tirdi. Türkler kafi bir zafer daha kazanmış ve ingilizleri boz­guna uğratmışlar!.. Arap köylüleri de böyle söylüyorlar, top seslerinin azaldığı ve Türklerin yerinde kaldıklarına göre bu haber doğru... Ne karanlık bir hayat, ne karanlık!...

Mozez bir vecize daha yumurtladı: Son gülen tam gülermiş... Ya son ağlayan, bundan hiç bahsetmedi, galiba son ağ­layış bir ölüm feryadı, bir matem ağlayışı olacak!.. Ama ki­min?!... O daha belli değil...

Türkler üst üste iki büyük meydan muharebesi kazandılar.Avrupalı müttefikleri diğer cephelerde böyle zaferler ka­zanırlarsa ve büyük İngiltere ile müttefikleri harbi kaybeder­se o zaman binlerce yıl süren intizarlar, ümitlere, hayallere, hülyalara ebediyen veda etmiş olacağız. Ne korkunç bir vazi­yet!..

Ortalık sıcaktan cayır cayır yanıyor. Bu gece bir İngiliz si­hirli silahı bütün Gazze ovasını korkunç bir dehşete boğdu. Kurşun işlemez, dere, tepe dinlemez bir motor. Türk siperle­rini çiğneyecek ortalığa korku saça çakmış...[12] Türkler bunun karşısında acze düşecek korkudan teslim olacak zannediyor­duk. Bir de ne işitelim: Bu korkunç motor, tam bir Türk sipe­rinin üzerine geldiği zaman, Türk topçusunun bir tek mermi­siyle param parça edilmez mi? Hayret... Gecelerin zifiri ka­ranlığında, göz gözü görmezken bu Türk topçusunun bu muvaffakiyeti ne ile izah edilebilir. Şimdi bu aleti ellerine ge­çiren Türkler muhakkak ki; onun sırrrını çözecek ve benzeri­ni mutlaka yapacaklar, buda ayrı bir facia!..

Bu facialarla, hayallerle, kanla, ümitle, dikenle dolu yol­larda, bu mânevi bataklıklarda biz daha ne zamana kadar yürüyeceğiz. Yoksa bu yol bizi cehenneme mi, yahud uçsuz, bucaksız uçrumlara mı götürecek. Hiç birşey bilmiyorum, hiç birşey...

Bugün yeni ve hepsinden müthiş bir kara haber!.. Sara Ablayı Türkler yakalamışlar. Şu, hiç bir şeyden habersiz gibi görünen, sakin yüzlerinde ve masum simalarınada hangi ma­naların gizli olduğunu bilinmeyen Türkler!.. Moze diyor ki: Sara Ablayı öyle döğmüşler, öyle işkenceler yapmışlar ki ka­dının bunlara nasıl tahammül ettiğine şaşmamak mümkün değil! Türkler zavallıyı çini çıplak ederek vücûdunu kamçı darbeleriyle delik deşik etmişler ve sonunda zavallı tabancasiyle intihar ederek bu işkenceden kendisini kurtarmıştır.[13]

Zamarin'de aziz ırkdaşlanmız Josef Tobin ile Naman Bolkent de yakayı ele vermişler, akıbetleri kötü. Safed'de bir çok ırkdaşımız yakalanarak ordu karargâhına sevk edil­mişler. Demek ki, uyur gezer gibi zannettiğimiz bu insanlar hiç de o kadar lâkayd ve uykuda insanlar değilmişler!..

Bu haberleri aldıktan ve manasız konferansları dinledik­ten sonra kendi halimi bir düşünüyorum ve iliklerime kadar titriyorum. Korkuyorum. İşlediğimiz cinayetler meydanda, birgün bizi el ense ederlerse kendimi nasıl müdafaa edebili­rim. Hangi meşru sebep, hangi mâkul mukadderat beni Sara Abla'nın âkibetinden kurtarır. Siyonizm ve büyük İsrail ve David saltanatı heyhat! Heyhat!

Bu uğurda binlerce senedir, kaç bin kurban verdik, kaç bin felâkete katlandık. Asırlar boyu iklimden iklime diyar­dan diyara sürüldük, itildik, kakıldık. İnsanların nefret ve kinlerini üzerimize topladık. Firarlar, sürgünler, pogramlar bizim günlük hayatımız oldu. Hiç birşey bizi yolumuzdan alıkoymadı. Hiç bir ders bize kâr etmedi. Musibetler, facialar, felâketler, hakaretler bizi adam etmedi. İçime fena hisler doluyor. Anamın ve hele babamın tazyiki, hahamların telkini, talmut... Bütün bunlar irademi öldürdü. Bir saman çöpü gibi kendimi akıntıya kaptırmış gidiyorum. Viladimir'in aşkı öldü. Halet yüzüme bile bakmadı.

Adnan kibar, asil ve zarif çocuk!.. O kadar da saf ve te­miz. Ben onu bütün kalbimle seviyorum o da beni seviyor. Şu mutaassıp, kaba, ruhsuz insanlar olmasa ben bu çocukla evlenir ve Dünya'mn en mes'ud insanı olabilirdim.

Öyle korkunç ve kirli bir aşk içindeyim ki; ruhumla his­sim birbirine zıd hisler ve hareketler halinde... Bir insan bü­tün kalbiyle sevdiği, güzel, yakışıklı, asil bir gencin ve onun mensup olduğu cemiyetin canına kasdeder mi?

Şuna inanıyorum ki; Adnan bu saf güzel delikanlı beni sa­mimiyetle seviyor. O, hiç ötekilere benzemiyor. Mahcup ve görgülü bir insan!.. Onun uzun parmaklı beaz, yumuşak elle­ri vücudumda dolaşırken bir yandan içim titriyor bir yandan da cehennem zebanisi gibi arkamda, kapkara, kop korkunç birer heyulanın bulunduğunu düşünüyor, bu defa da korku­dan titriyorum. Hakikatte ve görünüşte iki yüzlü bir oyun oynamaktayım. İçime sorsalar ve onu okuyabilseler orada saf ve masum bir aşk görülür. Bu tezatlardan ben değil be­nim kötü talihim ve o nisbette kötü ruhlu olan babam ve anam mes'uldürler. Beni onlar bu uçuruma sürüklüyorlar. Ne aşkım, ne güzelliğim, ne gençliğim bu kayışa firen olamı­yor ve ben hangi korkunç akibete yuvarlandığımı tam manasiyle hissediyorum. Bu bir hiss-i kablelvuku!.. Ve içimdeki o korkunç ses haykırıyor:

?- Suzy! Cezanı çekeceksin! Aşklarınla, hiyanetlerinle birlikte gömüleceksin!..?

Evet aziz okuyucu, bu genç yahudi casusu, bu güzel kız, henüz tazeliğinin sihrini muhafaza eden dolgun göğsüne do­kuz kurşun yedi ve ve bu facia perdesi Öyle kapandı...

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Suzi libermanın Hatıra Defteri
« Yanıtla #20 : 26 Kasım 2024, 10:27:41 »
Dipnotlarlar
[1] Merhum Cevat Rıfat Atilhan bu savaşın içinde casusluk ve iha­netlere de bizzat şahit olmuştu. Birçok yahudi casusunun, bu arada Suzy Liberman'ın da yakalanmasını sağlamış ve onun kur­şuna dizilmesine yetecek delilleri de bulmuştu. Suzy Liberman'a ait bildiklerini aktardığı bu kitaba merhum Cevat Rıfat daha son­ra onun yakalanışı sırasında ele geçirdiği hatıratını da ilâve et­miştir. Yahudiyi daha iyi tanımak için okuyuculara bir ibret ve­sikası olarak sunmuştur.

[2] Cimnazyorn: Lise

[3] Goyim: Yahudilerden gayri bütün insanlar.

[4] Bu isim; Talmut'taki Hodorâ'dan müştaktır. Farisiler için mukad­des ve mevhum bir topraktır. Araplar bu ismi Hudeyra'ya çevir­mişlerdir.

[5] Birinci Dünya Harbi'ni kasdediyor, Şayarv-ı hayrettir ki; Yahudi bu kıyametin kopacağım çok evvelden tahmin etmiş, çünkü bu­nu o hazırlamıştır.

[6] Şimdi, şimdi anlıyoruz ki, Yahudiler müstakbel saltanatlarının merkezini daha o zaman tayin etmişler. Biz birsey görmemiş ve işitmemişiz. Görse idik, işitse idik ne olacaktı sanki!.. Olanları gördüklerimizi olduğu gibi kırk yıldır yazıyoruz, yazdıklarımızı zaman ve hâdiseler tasdik ve teyit ediyor, sözlerimiz ve yazıları­mız bir kehânet gibi tahakkuk ediyor da ne oluyor? Düşmanları­mız hergün aran bir şiddetle, hergün şiddetini arttıran bir hızla ilerliyor, bir tek adım duraklatabiliyormuyuz. Heyhat!

[7] Birinci Dünya Harbi'ni kasdediyor

[8] Birinci Dünya savaşının kopmasına iki ay var. Fakat bundan kimsenin haberi yok. Hele neticesinden ve gayesinden...

[9] Hecin süvari demek istiyor.

[10] Bu vazife Allah tarafından bana verilmişti. Kimsenin malına, canına, ırzına dokunmadan, kimseden beş para almaya tenezzül et­meden şehri, aldığım emir mucibince bir günde tahliye ettirdim. Yahudi kızının hezayanlan beni hedef tutuyor. Halbuki ordu ku­mandanı ve Bahriye Nazın Cemal Paşa, şehrin en geç yirmi dört saat içinde boşaltılmasını emretmiş. Bir bölük kumandanı buna ne yapabilir?

[11] Nilden-Fırat'a?

[12] Tanktan bahsediyor

[13] Dayak ve işkence katiyyen yalan ve yahudi uydurmasıdır. Kor­kunç casus kadın Şahab Vadisine kendisini atmak suretiyle inti­har etmiştir.
« Son Düzenleme: 27 Kasım 2024, 09:43:27 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »