Gönderen Konu: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar  (Okunma sayısı 1949 defa)

0 Üye ve 9 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #15 : 01 Kasım 2024, 14:53:11 »

Yahudi ve Hristiyanlarla Mücadele
M üslüman olmayanlar; müslümanların iktisap ettiği kud­reti ve bu sayede islâmlık yolunda yapılan fedakârlıkları ve gece gündüz tanımadan bu mukaddes yolda sarfedilen mesai ve bu mesainin ruh ve gönüllerden kopup gelen canlılığını görü­yorlardı. Bu müslüman gönüller, o gün dînlerinin yüksek ses­le ilân edildiğini ve hükmünün yürüdüğünü görerek saadet içinde yaşıyorlardı. Bundan müslüman düşmanları müteessir ve mükedder oldular. Bilhassa komşuları Yahudilerde bunun alâmetleri görüldü. Yahudiler korkmağa başlayarak yeniden Muhammed'e ve esbabına karşı Medinelilerin merbutiyetlerini ve müslümanlığa bütün gönüllerinin rızasiyle intisap arzu­sunun arttığını görerek düşünmeğe başladılar. Bazen Yahudilerin de müslüman olmağa şitap etmeleri onları fazla kızdıra­rak müslümanlığın kendi cemiyetlerini istilâ etmesinden endişelendiler. Bu sebeple müslümanlığa, imanına ve İslâm hüküml erine tecav üze başladılar. Müslümanlarla Yahudiler arasında, vaktiyle Mekke'de müslümanlarla kâfirler arasında olan mücadelerden daha büyük bir çekişme başladı. Evvelâ fikir müca­delesinde her türlü hile ve iki yüzlülük ve geçmiş peygamber­lere ait malûmat Yahudilerin elinde bir silâhdı. Bununla Pey­gamberin şahsına ve asaletine ve muhacirin ile ensara tecavüz ediyorlardı. Aralarında gizlice anlaşarak yalan yere müslüman olduklarını gösteren hahamlardan bazıları, müslümanların arasına sokuldukları vakit son derece dindar gözüküyorlar­dı. Bunlar bir zaman sonra fikirleri teşviş etmek için bir takım şüphe ve tereddütler uydurup ortaya atıyor ve müslümanların imanlarını sarsmak için Peygambere bir sürü sualler soruyor­lardı. Bu uydurma ve maksatlı suallerle müslümanlan birbi­rine düşürmek için Evs ve Harzec'lilerden sahte müslüman olanlar da Yahudilere iltihak ettiler. Yahudilerle müslümanlar arasındaki mücadele bir aralık aralarındaki anlaşmalara rağmen yumruk kavgasına kadar gitmiştir. Yahudilerin inat­larını ve mücadeledeki ısrarlarını anlatmak için bir misal vere­lim : Güzel huylu ve ağır başlı ve halim bir zat olan Ebubekir bile bu huylardan sıyrılarak şiddete sürükledikleri söylemek kâfidir. Rivayet edildiğine göre Hazreti Ebubekir Fenhas adlı bir Yahudi ile konuşurken ona müslüman olmasını teklif et­miştir. Fenhas buna cevaben : «Ey Ebubekir! Allaha kasem ederim ki; biz ona değil, o bize muhtaçtır. O bize yalvarır, biz ona yalvarmayız. Biz ona lâzım olmasa idik, Peygamberiniz olduğu iddiasında bulunan adamınızın söylediği gibi malları­mızı bizden ödünç istemezdi. Size faizi yasak ederken bize ve­riyor. Varlıklı olsa idi bize vermezdi.» Gibi saçmalar savurdu ki Kur'anda Cenabı Hakkın «Allaha güzel ödünç kim verir ki Allah ona kat kat ödeyecektir.» Buyurduğu âyete dil uzatmak istemiştir. Ebubekir bu küstah cevaba, sabrı tükenmiş bir hâlde hiddetlenerek Yahudinin suratına şiddetli bir tokat indirdi ve şöyle dedi:

«Ey Allahın düşmanı! Aramızda bir anlaşma olmasaydı se­nin boynunu vururdum.» Böylece müslümanlarla Yahudiler aras ındaki mücadele müteaddit devreler ve safhalar geçirerek şiddetlendi. O sırada Medine'ye aralarında altmış süvari bulu­nan Necran Hıristiyanlarından bir hey'et geldi. Bu hey'et ihti­mal ki; müsîümanlarla Yahudiler arasındaki ayrılığı ve uyuş­mazlığı öğrenerek bu gerginliği arttırmak ümidiyle Medine'ye gelmiş ve bundan istifade ederek iki din arasındaki husumeti te şdit ve bundan Hıristiyanlık lehine istifade etmek ve yeni dî­ni ortadan kaldırmak istemiştir. Bu hey'et, Hazreti Peygam­berle ve Yahudilerle görüşmüştür. Peygamber gerek bunlara, gerekse Yahudilere incil ve Tevratın sahibi iki millet diye baktığından hepsini İslama davet etmiş ve Kur'an-ı Kerimden şu âyet-i celileyi okumuştur : «Ey kitap ehilleri! Bizimle sizin aranızda müşterek olan bir nokta vardır ki o da Allahın birli­ğini kabul edip ona şirk koşmayalım. Bazılarımız, Allahtan gayri hahamlar ve papazlarınızı Tanrı ittihaz etmesinler, eğer buna yanaşmazlarsa şahit olunuz kî biz müslümanız deyiniz» mealindeki âyet-i kerimeyi okur... Yahudilerle Hıristiyanlar Peygamberlerden kimlere inandığını kendisinden sorarlardı:

«Allaha ve bize inen kitaba ve ibrahim ve İsmail ve İshak ve Yakub'a ve İsrail oğullarına inen kitap ile âyetlere ve Mu­sa ve İsa Peygamberlere Rablarmdan verilen kitaplara inan­dık. Bu Peygamberlerin herhangi birini diğerinden farklı tut­mayız ve Allaha karşı bir müslümamz.» yolundaki âyeti de okuyunca söyleyecek birgey bulamazlardı. Karşılaştıkları sağ­lam delil, isbat kuvveti kendilerini susturur, hakikat tezahür eder fakat yine müslürnan olmazlardı. Mevki düşkünlüğü ken­dilerini bu nimetten mahrum ederdi. Hattâ içlerinden bazıları bunu itiraf bile etmişlerdir. Şunu rivayet ederler: Necran he­yetinden ve Hıristiyanların âlimlerinden olan Ebu Harisa bir arkadaşına; Muhammedin doğru söylediğine inandığını bildi­rince, arkadaşı da ona; bunu böyle bildikten sonra kendisine "tâbi olmaktan seni men eden nedir? diye sorunca, bu; Necranlıların bize yaptıkları iyilik sebebiledir, çünkü onlar bize şeref Verdiler, bizi mal sahibi ettiler ve bizi hoş tuttular demiş ve şunları ilâve etmiştir: Onlar bizden Muhammed'e muhalefet etmekten ba şka birşey istemiyorlar, eğer biz bunu yapmazsak o zaman Necranlılar bize verdikleri şeylerin hepsini geri alır­lar.

Bu d üşünce bu tarz-ı hareket onların imansızlıklarından ve büyüklük taslamalarından ileri geliyordu. Bundan başka Resul-i Ekrem, Hıristiyanlara: «Sana bilgisi geldikten sonra seninle iddiaya kalkan olursa onlara de ki, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizleri ve sizleri davet edelim. Sonra Allaha yalvararak lânetleşelim ve Allahın lânetini yalancılar üzerine indirmesini ve rahmetini onlardan kesmesini dileyelim» âyetini okuyarak Hıristiyanları lânetleşmeye davet etti. Onlar birbirlerine danışarak bunu kabul etmeyeceklerini ve kendisini kendi dini üzere bıraktıklarını ve kendileri de dînlerinde kalarak avdet edeceklerini, bununla beraber uyuşmamış oldukları bir takım mallar için aralarında hakemlik etmek üzere birini göndermesini Peygamberden is­tediler. Resul-i Ekrem de Cerrah oğlu Ebu Ubeydeyi onlarla birlikte gönderdi.

Art ık müslürnanlık bir nur huzmesi gibi yayılmağa başla­mış, metinleşmiş kat'î delil ve isbatlarla sahte müslümanlar ve Yahudilerle Hıristiyanların ileri sürdükleri nazariyatın cümle­sini yok etmiştir. Şimdi ortada sadece îslâmiyetin münakaşası kaldı. Bununla beraber dönmelerle Yahudiler içlerindeki müslüman düşmanlığını gizlemekte devam etmişlerdir. Onların müslümanlara husumet ve kinleri sürmüş gitmiştir. Şu kadar ki müslüman hükümranlığı Medine'de teessüs etmiş ve cemi­yet temelleşerek her şeye üstün gelmiştir. Müslüman çeteleri­nin ardı ardına savaşa gönderilmeleri ve onların gösterdikleri kuvvet ve kudret malûl ruhların susturulmasında büyük âmil olmuştur. Allahın iradesi galebe çalmış Medine ve etrafında bulunan müslüman düşmanları susmaya ve müslüman hüküm­ranlığına baş eğmeğe mecbur kalmışlardır.


Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #16 : 01 Kasım 2024, 14:54:08 »
Yahudi ve Hristiyanlarla Mücadele
M üslüman olmayanlar; müslümanların iktisap ettiği kud­reti ve bu sayede islâmlık yolunda yapılan fedakârlıkları ve gece gündüz tanımadan bu mukaddes yolda sarfedilen mesai ve bu mesainin ruh ve gönüllerden kopup gelen canlılığını görü­yorlardı. Bu müslüman gönüller, o gün dînlerinin yüksek ses­le ilân edildiğini ve hükmünün yürüdüğünü görerek saadet içinde yaşıyorlardı. Bundan müslüman düşmanları müteessir ve mükedder oldular. Bilhassa komşuları Yahudilerde bunun alâmetleri görüldü. Yahudiler korkmağa başlayarak yeniden Muhammed'e ve esbabına karşı Medinelilerin merbutiyetlerini ve müslümanlığa bütün gönüllerinin rızasiyle intisap arzu­sunun arttığını görerek düşünmeğe başladılar. Bazen Yahudilerin de müslüman olmağa şitap etmeleri onları fazla kızdıra­rak müslümanlığın kendi cemiyetlerini istilâ etmesinden endişelendiler. Bu sebeple müslümanlığa, imanına ve İslâm hüküml erine tecav üze başladılar. Müslümanlarla Yahudiler arasında, vaktiyle Mekke'de müslümanlarla kâfirler arasında olan mücadelerden daha büyük bir çekişme başladı. Evvelâ fikir müca­delesinde her türlü hile ve iki yüzlülük ve geçmiş peygamber­lere ait malûmat Yahudilerin elinde bir silâhdı. Bununla Pey­gamberin şahsına ve asaletine ve muhacirin ile ensara tecavüz ediyorlardı. Aralarında gizlice anlaşarak yalan yere müslüman olduklarını gösteren hahamlardan bazıları, müslümanların arasına sokuldukları vakit son derece dindar gözüküyorlar­dı. Bunlar bir zaman sonra fikirleri teşviş etmek için bir takım şüphe ve tereddütler uydurup ortaya atıyor ve müslümanların imanlarını sarsmak için Peygambere bir sürü sualler soruyor­lardı. Bu uydurma ve maksatlı suallerle müslümanlan birbi­rine düşürmek için Evs ve Harzec'lilerden sahte müslüman olanlar da Yahudilere iltihak ettiler. Yahudilerle müslümanlar arasındaki mücadele bir aralık aralarındaki anlaşmalara rağmen yumruk kavgasına kadar gitmiştir. Yahudilerin inat­larını ve mücadeledeki ısrarlarını anlatmak için bir misal vere­lim : Güzel huylu ve ağır başlı ve halim bir zat olan Ebubekir bile bu huylardan sıyrılarak şiddete sürükledikleri söylemek kâfidir. Rivayet edildiğine göre Hazreti Ebubekir Fenhas adlı bir Yahudi ile konuşurken ona müslüman olmasını teklif et­miştir. Fenhas buna cevaben : «Ey Ebubekir! Allaha kasem ederim ki; biz ona değil, o bize muhtaçtır. O bize yalvarır, biz ona yalvarmayız. Biz ona lâzım olmasa idik, Peygamberiniz olduğu iddiasında bulunan adamınızın söylediği gibi malları­mızı bizden ödünç istemezdi. Size faizi yasak ederken bize ve­riyor. Varlıklı olsa idi bize vermezdi.» Gibi saçmalar savurdu ki Kur'anda Cenabı Hakkın «Allaha güzel ödünç kim verir ki Allah ona kat kat ödeyecektir.» Buyurduğu âyete dil uzatmak istemiştir. Ebubekir bu küstah cevaba, sabrı tükenmiş bir hâlde hiddetlenerek Yahudinin suratına şiddetli bir tokat indirdi ve şöyle dedi:

«Ey Allahın düşmanı! Aramızda bir anlaşma olmasaydı se­nin boynunu vururdum.» Böylece müslümanlarla Yahudiler aras ındaki mücadele müteaddit devreler ve safhalar geçirerek şiddetlendi. O sırada Medine'ye aralarında altmış süvari bulu­nan Necran Hıristiyanlarından bir hey'et geldi. Bu hey'et ihti­mal ki; müsîümanlarla Yahudiler arasındaki ayrılığı ve uyuş­mazlığı öğrenerek bu gerginliği arttırmak ümidiyle Medine'ye gelmiş ve bundan istifade ederek iki din arasındaki husumeti te şdit ve bundan Hıristiyanlık lehine istifade etmek ve yeni dî­ni ortadan kaldırmak istemiştir. Bu hey'et, Hazreti Peygam­berle ve Yahudilerle görüşmüştür. Peygamber gerek bunlara, gerekse Yahudilere incil ve Tevratın sahibi iki millet diye baktığından hepsini İslama davet etmiş ve Kur'an-ı Kerimden şu âyet-i celileyi okumuştur : «Ey kitap ehilleri! Bizimle sizin aranızda müşterek olan bir nokta vardır ki o da Allahın birli­ğini kabul edip ona şirk koşmayalım. Bazılarımız, Allahtan gayri hahamlar ve papazlarınızı Tanrı ittihaz etmesinler, eğer buna yanaşmazlarsa şahit olunuz kî biz müslümanız deyiniz» mealindeki âyet-i kerimeyi okur... Yahudilerle Hıristiyanlar Peygamberlerden kimlere inandığını kendisinden sorarlardı:

«Allaha ve bize inen kitaba ve ibrahim ve İsmail ve İshak ve Yakub'a ve İsrail oğullarına inen kitap ile âyetlere ve Mu­sa ve İsa Peygamberlere Rablarmdan verilen kitaplara inan­dık. Bu Peygamberlerin herhangi birini diğerinden farklı tut­mayız ve Allaha karşı bir müslümamz.» yolundaki âyeti de okuyunca söyleyecek birgey bulamazlardı. Karşılaştıkları sağ­lam delil, isbat kuvveti kendilerini susturur, hakikat tezahür eder fakat yine müslürnan olmazlardı. Mevki düşkünlüğü ken­dilerini bu nimetten mahrum ederdi. Hattâ içlerinden bazıları bunu itiraf bile etmişlerdir. Şunu rivayet ederler: Necran he­yetinden ve Hıristiyanların âlimlerinden olan Ebu Harisa bir arkadaşına; Muhammedin doğru söylediğine inandığını bildi­rince, arkadaşı da ona; bunu böyle bildikten sonra kendisine "tâbi olmaktan seni men eden nedir? diye sorunca, bu; Necranlıların bize yaptıkları iyilik sebebiledir, çünkü onlar bize şeref Verdiler, bizi mal sahibi ettiler ve bizi hoş tuttular demiş ve şunları ilâve etmiştir: Onlar bizden Muhammed'e muhalefet etmekten ba şka birşey istemiyorlar, eğer biz bunu yapmazsak o zaman Necranlılar bize verdikleri şeylerin hepsini geri alır­lar.

Bu d üşünce bu tarz-ı hareket onların imansızlıklarından ve büyüklük taslamalarından ileri geliyordu. Bundan başka Resul-i Ekrem, Hıristiyanlara: «Sana bilgisi geldikten sonra seninle iddiaya kalkan olursa onlara de ki, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizleri ve sizleri davet edelim. Sonra Allaha yalvararak lânetleşelim ve Allahın lânetini yalancılar üzerine indirmesini ve rahmetini onlardan kesmesini dileyelim» âyetini okuyarak Hıristiyanları lânetleşmeye davet etti. Onlar birbirlerine danışarak bunu kabul etmeyeceklerini ve kendisini kendi dini üzere bıraktıklarını ve kendileri de dînlerinde kalarak avdet edeceklerini, bununla beraber uyuşmamış oldukları bir takım mallar için aralarında hakemlik etmek üzere birini göndermesini Peygamberden is­tediler. Resul-i Ekrem de Cerrah oğlu Ebu Ubeydeyi onlarla birlikte gönderdi.

Art ık müslürnanlık bir nur huzmesi gibi yayılmağa başla­mış, metinleşmiş kat'î delil ve isbatlarla sahte müslümanlar ve Yahudilerle Hıristiyanların ileri sürdükleri nazariyatın cümle­sini yok etmiştir. Şimdi ortada sadece îslâmiyetin münakaşası kaldı. Bununla beraber dönmelerle Yahudiler içlerindeki müslüman düşmanlığını gizlemekte devam etmişlerdir. Onların müslümanlara husumet ve kinleri sürmüş gitmiştir. Şu kadar ki müslüman hükümranlığı Medine'de teessüs etmiş ve cemi­yet temelleşerek her şeye üstün gelmiştir. Müslüman çeteleri­nin ardı ardına savaşa gönderilmeleri ve onların gösterdikleri kuvvet ve kudret malûl ruhların susturulmasında büyük âmil olmuştur. Allahın iradesi galebe çalmış Medine ve etrafında bulunan müslüman düşmanları susmaya ve müslüman hüküm­ranlığına baş eğmeğe mecbur kalmışlardır.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #17 : 01 Kasım 2024, 14:54:44 »
BEDIR GAZASI
Hicretin ikinci y ılı... Hazreti Peygamber o senenin Rama­zan ayının sekizinci gecesi eshabiyle birlikte Medine'den çıkti. Halka namaz kıldırmak ve Medinenin işlerine bakmak için Ümmü Mektumun oğlu Omruyu vekil bıraktı. Üçyüz beş kişi idiler. Beraberlerinde yetmiş de deve vardı. Bunlar nöbetle bi­niyorlardı. Bunlar Ebu Süfyan'ın başında bulunduğu kervanı aramağa çıkmışlardı. Kervan hakkında malûmat almak için epey çalıştılar. Defran deresine kadar gelip konakladılar. Ora­da iken, Kureyşlilerin kervanlarını muhafaza için Mekkeden çıktıkları haberi gelince işin rengi değişmiş oldu. Şimdi mes'ele Ebu Süfyan'ın kervanı değil, Kureyşlilerle karşı karşıya gelmekti. Peygamberimiz Kureyşlilerin vaziyetleri hakkında elde ettiği malûmatı müslümanlara bildirerek onlarla müşave­re etti. Ebubekir ve Ömer görüşlerini söylediler. Bunlardan sonra Mikdat oğlu Ömrü: « Ey Allahın Resulü! Allah sana han­gi yolu gösterirse o istikamete yürü. israil oğullarının Musaya: git, sen ve Salibin düşmanla boğuşunuz, biz burada oturup bek­leriz, dedikleri gibi diyemeyiz. Biz; senin ve Rabbimizin arzu­larına göre hareket ederiz» dedi. Müslümanlar sustular.

Peygamber Akabe andla şmasında bulunanları kasdederek şöyle buyurdu: «Bana görüşlerinizi söyleyiniz» dedi. Ensar; bu hitabın kendilerine olduğunu sezince bayraktarları olan Maaz oğlu Saad yüzünü Hazreti Peygambere dönerek: Bize hi­tap ediyorsun sanırım, Ey Allahın Resulü! Sana inandık. Her ne s öyledinse doğru bulduk. Deruhte ettiğin vazifenin hakikat olduğunu gördük ve bunun üzerine seni dinleyip itaat edece­ğimize and içtik, biz doğru yolunda seninle beraberiz. Seni Pey­gamber gönderen Allaha kasem ederiz ki, şu denize atılmamızı ister isen biz de seninle birlikte atılırız ve biz yekdiğerimizden ayrılmayız. Yarın düşmanlarımızın bizimle karşılaşmak istedi­ğini bilmiyor değiliz. Biz cenklerde sabırlı ve sözümüzün eriyiz. Belki Cenabı Hak bizim yüzümüzden gözlerini aydınlatacak mertlikler göstereceğiz. Allahtan hayırlı temennilerle bizi istediğin istikamete götür, yürü.» dedi. Saad sözlerini bitirir bitir­mez Hazreti Peygamberin mübarek yüzü meserretten nur sa­çarak demiştir ki : «Yürüyünüz, size müjdeler olsun, Cenabı Hak bana iki kısımdan birinin bizim olacağına söz verdi ve Al­lahın izniyle sanki şimdiden düşmanların maktül düştükleri yerleri görüyor gibiyim.»

Hep birlikte y ürüyerek Bedir mevkiine yaklaştıklarında Kureyş kervanlarının kendilerine yakın olduğunu gördüler. Peygamber, Ebu Talib oğlu Ali'yi ve Avam oğlu Zübeyri ve Ebu Vakkas oğlu Saad'ı keşif maksadiyle Bedir suyu mahalli­ne gönderdi. Bunlar dönüşlerinde beraberlerinde iki genç ge­tirdiler. Bunlardan Kureyşlilerin sayılarının dokuzyüz ile bin kişi arasında olduklarını ve bunların Peygamberi geri döndür­mek için reisleri ile birlikte yola çıktıklarını öğrendiler. Böyle­ce adetçe kendilerinden üç misli fazla olan bu kuvvetle muha­rebenin pek şiddetli olacağı anlaşılıyordu. Peygamber müslümanlara: Mekkenin kendilerine reva gördüğü haksızlıkları ha­tırlatarak, şiddetli bir mücadeleye hazır olmalarını hatırlat­mıştır. Müslümanlar, düşmana karşı sebat etmeğe söz vererek Bedir suyu kenarında mevzi aldılar. Evvelâ bir havuz kazarak içine su doldurdular. Düşmanlarını susuz bırakmak için orada­ki kuyuları kapadılar. Peygamber için çadır kurdular.

Kurey şliler gelince, onlar da müslümanlarla harp etmek için mevzilerini tutmuşlardır. Bundan sonra Mahzumlu Abdülesed oğlu Elesved Kureyşlilerin safları arasından müslümanların üzerlerine saldırmış, su havuzunu yıkmak istemişti. Buna karşı çıkan Abdülmuttalib oğlu Hamza çevik davranarak indirdiği bir kılınç darbesiyle Elesvedin bacağım koparmış, kanlar içinde sırt üstü yere serilince, Hamza ikinci bir vuruş­la onun isini bitirmiş, havuza el sürdürmemiştir. Bundan sonra cenk meydanına Kureyşlilerden Rebia oğlu Atebe ve kardeşi Şibe ile oğlu Velid çıktılar.

Bunlara kar şı Abdülmuttalib oğlu Hamza ve Ebu Talib oğ­lu Ali ve Haris oğlu Ubeyde çıktılar. Hamza Şibe'yi ve Ali de Velid'i bir anda öldürdüler. Ondan sonra Ubeyde'nin yardımı­na koştular. Bundan sonra esas mücadele başladı, her iki taraf cenge iştirak etti. Hicretin on ikinci yılı ve Ramazan ayının on yedinci Cuma günü sabah vakti iki tarafın tekmil askerlerinin karşı karşıya geldikleri sırada Hazreti Peygamber müslümanların başına geçerek onların saflarını düzeltiyor ve onları har­be teşvik ediyordu. Bunun üzerine müslümanlar, Peygamberin kendi aralarında bulunduğunu ve kendilerini teşci ve teşvik ettiğini görünce şevk ve gayretleri artarak toz, duman bulut­lan gibi yerlerinden fırlayarak Kureyşlilere saldırdılar. Kafa­lar gövdelerinden kopmağa başladı. Müslümanların imanlariyle kuvvetleri artarak «Birdir, bîrdir» diye bağırıyorlardi. Harb meydanının ortasında duran Resul-i Ekrem, iki avucunu dol­duran çakıl taşlarını «yüz karası» mânasındaki remziyle düş­man üzerine atıyor ve hücum ediniz, hücum ediniz ta ki, cenk meydanı müslümanların zaferiyle bitsin diyordu.

Nusrat ve zafer İslama teveccüh etmiş, Kureyşlilerden bir çoğu kaçmış, kimisi esir edilmiş ve birçoğu öldürülmüştü. Bu zafer, müslümanlar için büyük bir kuvvet ve sağlam bir temel olmuş ve müminler böylece Medineye dönmüşlerdir.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #18 : 01 Kasım 2024, 14:56:03 »
Bir Kabilenin Sürülmesi
Bedir gazas ından daha evvel Yahudilerin infialleri başlamıştı. Müslümanlar Bedir harbini kazanınca onların infial ve kinleri artmıştı. Müslümanların hakkından nasıl geleceklerini düşünmeğe başladılar. Müslümanları görünce birbirlerine kaş, gözle işaret ediyorlardı. O sırada müslümanlarla olan andaşmaları da bozdular. Bu yüzden müslümanlar hiddetlenerek onlar­da bir yolsuzluk görünce onları döğmeğe başladılar. Yahudiler müslümanların bu şiddet ve tehevvüründen korktular. Fakat duracaklarına kötülüklerini daha da arttırdılar. O suretle ki bir gün Yahudilerin çarşılarına ziynet altunu getiren bir müslüman kadınının arkasında gizlenen bir Yahudi karısı, müslümanın eteğini iğnelemiş, kadın ayağa kalkınca mahrem yerleri a çılmış olduğundan etraftan kendisine gülmüşler... Müslüman kadını bu sinsi ve yahudice tecavüze karsı feryat et­tiğinden diğer müslüman kuyumcu Yahudinin üzerine hücum ederek onu telef etmiştir. Yahudiler de bu müslümana saldıra­rak onu öldürmüşlerdir. Böylelikle müslümanlarla Yahudiler arasında münazaa çıkınca Hazreti Peygamber fenalıklardan vaz geçmelerini kendilerinden istemiş ise de Yahudiler bunu reddetmişlerdir. Bunun üzerine Resul-i Ekrem müslümanlarla Medineden çıkarak Yahudilerin mensup oldukları Kinkaoğulları kabilesini muhasara altına almışlardır. Hazreti peygamber eshabiyle istişareden sonra bu Yahudilerin cümlesinin öldü­rülmesine karar vermiştir. Fakat o sırada hem müslümanlarla, hem de Yahudilerle dost olup her iki tarafla ahitnamesi olan Ebîoğlu Abdullah Hazreti Muhammed'e şu teklifte bulunmuş­tur: «Ya Muhammed! Kendileriyle ahitli bulunduğum insan­lara iyilik et!»... Bu teklif cevapsız kalınca Abdullah ricasını tekrar etmiş ve Peygamber o tarafa teveccüh edince: «Bunu yap, bunu yap» diye tekrar tekrar ricalarda bulunmuştur. Bu­nun üzerine ResulAllah bir eser-i merhamet ve şefkat olmak üzere Yahudilerin hayatlarını bağışlamış ve onları Medineden Sam taraflarındaki Ezrea denilen mevkie gelinceye kadar şarka çekmişlerdir.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #19 : 01 Kasım 2024, 14:56:57 »
Dahili Karisikliklara Son
M üslümanlarla Kureyşliler arasında cereyan eden ilk Be­dir gazasında zafer kat'î surette müminlere teveccüh edip küffar hezimeti kahkaharîyeye uğrayınca Kureyşliler bundan son derece müteessir ve manen perişan olmuşlardır. Bundan maada Medinedeki Yahudiler fesat, iki yüzlülük ve hainliklerden ötü­rü sürgün edilip bazılariyle sözleşmeler akdedildiğinden müslümanların kuvvetleri artmış, mevcudiyetleri rasanet kesbetmiştir. Kureyşlilerin ise dahilî karışıklıkları durmuyor ve Be­dir gazasının acısı içlerinden çıkmıyor, bunun öcünü almak için her türlü hazırlıklara başlamış bulunuyorlardı. Bundan Uhud cengi doğdu. Uhud gazası İslâm tarihinde başlı başına bir hususiyet ta şır, bu ilk mağlûbiyetimizdir. Buna sebep ola­rak da ok atıcıların verilen emir ve kumandaya aykırı hareket ettikleri gösterilebilir. Kureyşlilerin kazandıkları bu zafer, on­ların Bedir de uğradıkları mağlûbiyetin acısını silmiş ve onları sevince boğmuştur, Müslümanlar harbi kaybederek Medineye dönmüşlerdir. Orada düşmana karşı taa Hamra-ül Esed çengi­ne kadar zaman zaman takipler yapmalarına rağmen kendile­rini Uhud hezimetinin tesirinden sıyıramamışlardır. Müslü­manların uğradıkları bu mağlûbiyet yüzünden Medine halkının birçoğu tavırlarını değiştirdiği gibi Arap kabilelerinin bazıları da gidişatını değiştirmiştir. Yahudilerle Dönmeler, Bedir har­binden ve müslümanların kendilerine gösterdikleri üstünlük­ten sonra Islâm hükümranlığına boyun eğmişler ve Medine haricindeki Arap kabileleri de müslümanların kuvvet ve kudret­lerine karşı korkuya düşmüşlerdi. Fakat Uhud harbinden son­ra bu vaziyet tamamen değişmiştir. Öyle ki Medine haricindeki Arap kabileler Peygambere muhalefet etmeğe ve baş kaldır­mağa kadar gittiler. Medinedeki Yahudilerle Dönmeler de düş­manlık eseri göstermekten kendilerini alamamışlardır. Hazreti Peygamber Medinedeki halkla, hariçteki kabileler hakkında malûmat almağa ve müslümanların şeref ve itibarlarını iade etmek için gayret sarfetmeğe başladılar. Uğradıkları mağlûbi­yetin sebeplerini izaleye çalıştılar. Müslümanları küçük düşür­mek ve onlardan öç almak isteyen düşmanları tepelemeğe ha­zırlandılar. Uhud cengi üzerinden bir ay geçmişti. Esed oğulla­rı kabilesinin, Medine etrafında otlamakta olan müslümanların koyunlarını yağma etmek için hücuma hazırlandığı öğrenilince onlardan evvel davranmak ve baskın yapmak için Abdülesed oğlu Ebu Selme'yi nezdine celb ile yüz elli kişilik bir kuvveti onun emir ve kumandasına verdi. Bu rnücahidler arasında Cer­rah oğlu Ebu Ubeyde ve Ebu Vakkas oğlu Sa'd ile Hadir oğlu Esid gibi mümtaz kahramanlar bulunuyordu. Cenabı Peygam­ber bunlara geceleri yürüyüp gündüzleri gizlenmeyi ve işlek olmayan yollardan gitmelerini emretti ki bu suretle kimsenin haberi olmadan düşmana ansızın basılsın Ebu Selme, Esed o ğulları kabilesine doğru yürüdü. Sabahın alaca karanlığında onları kuşatarak hücuma geçti. Kabileyi mağlûp ve tarumar ederek bir çok «ganimet» ve zaferle Medineye avdet etti ki, bu zafer müslümanların şeref ve itibarını iade etmiş ve onların kahramanlık ve fedakârlıklarını isbat etmiştir.

Bundan sonra, S üfyan el Hezeli oğlu Halid'in Medineyi basmak için halkı toplamakta olduğu Peygamber tarafından haber alındığından, işin aslını öğrenmek için Enis oğlu Abdulahı vazifelendirmiştir. Abdullah Halid'in nezdine gitti. Halid, sen kimsin diye ona seslendiği vakit, Abdullah şu mukabelede bulundu :

?? Ben Araplardan biriyim. Senin Muhammed'e karşı as­ker topladığım işittim. Bunun için geldim. Deyince Halici; Me­dineyi basmak için insan topladığını gizlememiştir. Abdullah Halîd'in yalnız başına olduğunu fırsat bilerek onunla yola çıktı. Yolu uzattı, fırsat kolluyordu. Bu fırsat çıkınca Halid'in üzerine saldırarak onu öldürdü. Medineye avdet ederek keyfi­yeti Peygambere bildirdi. Onun ölümünden sonra kabilesi, tabiatiyle boş durmamıştır. Peygamberimiz de onlara haber göndererek uslu oturmadıkları takdirde kendilerini tedip edece­ğini bildirerek kendilerini yerlerinde mıhlamış ve şerlerinden emin olmuştur. Bununla beraber alınan tedbirler Arapları ha­reketten alıkoymuş ve Uhud gazasında uğranılan mağlûbîyetin izleri silinerek Medine dışındaki Urban müslümanlara ehem­miyet ve kıymet vermeğe mecbur kalmıştır.

Hezil kabilesine kom şu bulunan diğer bir aşiretten birkaç kişi Peygambere gelerek : Aramızda müslümanlar var. İslâmiyetin esaslarını ve vazifelerini Öğretmek için arkadaşlarınız­dan bir kaç kişiyi bizimle birlikte gönderiniz de bize Kur'an okutsunlar dediler. Bunun üzerine eshabdan altı kişi bu işle vazifeli kılındı. Bunlar Reci' denilen mevkie gelince suikasta uğradılar. Kendileriyle birlikte oraya giden Araplar Hezil hal­kını çağırarak bunların üzerine saldırtmıştır. Kılınçlariyle kendilerini müdafaa eden bu altı müslümandan üçü şehid edilm i ş diğer üçü esir olmuştur. Bunlar Mekke halkına satılmak, üzere yola çıkarılmıştır, içlerinden biri muhafızların dalgınlığından istifade ederek ellerindeki bağları çözmüş ve kılıncına sarılmış ise de muvaffak olamamış o da sehid edilmiş, diğer iki esir Mekkelilere satılmıştır. Bu iki müslümandan biri olan Zeydi, Ümmiye oğlu Safvan'm babası; Halef oğlu Ümmiyenin yerine öldürmek için satın almıştır. Bu zat tam öldürüleceği sırada Ebu Süfyan kendisine şu suali tevcih etti:

Ey Zeyd; Allah ını sever isen söyle, şimdi Muhammed senin yerinde olarak boynu vurulup da sen de çoluk çocuğunun ya­nında olmaklığını ister misin?

Zeyd cevap verdi:

?? VAllahi, şimdi Muhammed'in benim yerimde, benim de çoluk çocuğumun yanında olmaklığım söyle dursun onu gül dikeniyle dahi incitmek istemem dedi. Ebu Süfyan hayretler içinde kaldı : Muhammed'in eshabının kendisini sevdikleri ka­dar samimî bir muhabbete asla şahit olmadım dedi ve sonra. Zeyd Öldürüldü.

İkincisine gelince: Onun da ismi Habib Mahbus idi. Kendi­sini asmak için dar ağacına çıkardıkları vakit:

?- İki rek'at namaz kılmaklığıma müsaade buyurunuz dedi. İzin verdiler. Usulü dairesinde tam ve sakin olarak iki rek'at namaz kıldı. Sonra hazuruna dönerek:

?? İyi bilin ki, vAllahi ölümden korkarak işi uzattı demenizden çekinmese idim daha çok namaz kılacaktım dedi. Onu d a dar a ğacına çıkardıkları vakit hısım gibi bir bakışla şöyle feryad etti:

«Allahım! Sayıları sence malûm. Onları darma dağınık et, kendilerinden kimseyi sağ bırakma!..» Bu ses orada bulunan­ları titretti. Onu da öldürdüler.

Cenab ı Peygamber ve bütün müslümanlar bu altı kişinin ölümünden ziyadesiyle müteessir oldular. Hezil kabilesinin Müslümanlara oynadığı bu kahbe oyun kederleri arttırdı. Resulu Ekrem bu hâdise üzerinde durmuş ve düşünmeğe başladığı sırada mızrak oyunlarında şöhret sahibi Malik oğlu Ebu Bera Âmir yanına geldi. Peygamber kendisine rnüslüman olma­sını teklif etmiştir. Bunu kabul etmemekle beraber musluman­lığa karşı muhalefet de göstermemiş ve şunları söylemiştir:

Necitlileri İslama davet için bazı kimseleri gönderirisen, müslüman olacaklar. Fakat Hazreti Peygamber Hezil kabilesi­nin oynadığı kancık oyunu düşündüğünden bu teklife itibar etmemiştir. Fakat Ebu Berâ bu vazife için göndereceği insanla­rı kendisinin koruyacağını temin ve tekeffül ederek Resulullahı ikna etti. Ebu Berâ sözüne inanılır, teminatına güvenilir, kahpelik yapmaz bir adam olduğundan Peygamber, Ömer oğ­lu Münzir'i kırk seçkin müslümanla Necide gönderdi. Bunlar Muavne kuyusu konak yerine kadar gittiler. Orada durarak iç­lerinden bir elçi ile Tafil oğlu Âmir'e bir yazı gönderdiler. Amir mektuba bakmadan elçiyi kati etmiş ve öteki müslümanları da öldürmek için Amirlileri çağırmış ise de bu emri kimse dinlememiş, mertliklerini göstermişler ve Ebu Berâ'ın himayesini tanımışlardır. Âmir bunun üzerine diğer kabileleri çağırarak müslümanlan konakladıkları yerde kuşatmıştır. Müslümanlar bunları görünce kılınçlarını çekerek onlarla döğüşmüşler, teslim olmayarak son neferlerine kadar şehid olmuşlardır. İçlerinden ancak iki kişi kurtulabilmiştir. Bu hâdiseden de gerek Hazreti Peygamber, gerekse diğer müslümanlar büyük üzüntü duymuşlardır. Cenabı Peygamber bu hâdi­seleri ve Arapların halini düşünerek onları yola getirmek ve müslümanlara hürmet etmelerini temin edecek çareleri aradı. Bu sırada, cereyan eden hâdiselerin Medine içinde de fena te­sirlerini dikkate alarak evvelâ dahilî işlerle uğraşılması ve bu işler yoluna konduktan sonra hariçteki Arap meseleleriyle meş­gul olmasında karar kılındı. Gerek Medine dahilinde, gerekse Uhud cengi ve Reci' mahalli ile Muavne kuyusu konağında maruz kalınan suikastlar Dönmeler ve Yahudiler nezdinde müslümanların itibarını azaltmış ve bütün bunlar Peygamberi­mizin nelere maruz bulunduğunu göstermiştir.

Resul-i Ekrem, kar şı taraflara peyderpey fırsat vererek on­ların iç yüzlerini ve kendisine karşı tasavvur ettikleri suikast­ların açığa vurulmasını sağladı. Bu defa yine esbabından Müslime oğlu Muhammed'i Benî Nadîr Yahudilerine gönderdi ve şu talimatı verdi :

«Onlara deki : Beni size Allahın Peygamberi gönderdi. Aramızdaki ahidleri, kurmuş olduğunuz hain tuzaklarla bizzat sizler bozdunuz. Sizlere Resulullah on gün mühlet veriyor. Bu müddetin hitamında burada görülecek olanların boyunları vurulacaktır.»

Nad îr oğulları çıkıp gitmeğe hazırlanırken Ebi oğlu Ab­dullah, bu emre itaat etmemelerini söylediği gibi Ahtab oğlu Hay de kendi kalelerinde kalabileceklerini söyleyerek onları cesaretlendirdi. Bu Yahudilerin aradan on gün geçtiği hâlde yerlerini terk etmedikleri görülünce Hazreti Peygamber onlar­la harp ederek sıkıştırdı. Bunun üzerine mallarına ve çoluk çocuklarına dokunulmayacağına dair söz verilirse çıkıp gide­ceklerini bildirdiler. Cenabı Peygamber de kâfi miktarda erzak ve içecek su ve herkese bir deve verilmek ve bundan başka bir şey almamak şartiyle onlarla sulh akteddi. Onlar da çıkıp gitti­ler. Arkalarında bıraktıkları arazi ve hurmalıklarla mahsulleri ve silâhlan Müslümanlara harp ganimeti olarak kaldı. Resul-i Ekrem bu ganimetleri yalnız muhacirlere dağıtıp ensara bir şey vermedi. Ensardan yalnız Ebu Deccanı ve Hayif oğlu Seni gibi fakir olan iki kişiye de hisse verdi.

Nad îr oğullarının yerlerinden koğulmaları ve şehirlerinden uzak kalınmak Peygamberin dahilî siyasetini takviye etti. Müs­lümanların itibarı yükseldi. Bundan sonra dış siyasete bir isti­kamet vermek sırası geldi. Uhud savaşının üzerinden bir yıl geçmişti. Ebu Süfyan: «Uhud mağlûbiyeti, biz Kureyşlilerin Bedir gazasındaki mağlûbiyetimizin intikamıdır, gelecek yıl onlarla görüşürüz» demişti. Bu söz hatırlanarak Ebu Süfyan'a karşı bir sefer tertibini zarurî kılıyordu. Bu sebeple Müslüman­lar mükemmel bir surette hazırlandılar. Sonra Hazreti Pey­gamber Medinede Sulul oğlu Abdullahın oğlu Abdullahı vekil b ırakarak sefere çıktı. Bedirde konakladılar ve harp etmek üze­re Kureyşlileri orada beklediler. Kureyşliler Ebu Süfyan ku­mandasında ve iki bin kişiden fazla bir kuvvetle Mekkeden çık­tılar. Fakat geri döndüler. Cenabı Peygamber sekiz gün onları Bedir mevkiinde bekledi, geri döndüklerini haber aldı. Bedir'de kaldıkları sekiz gün içinde Müslümanlar ticaret yaparak kazançlar elde ettiler ve böylece Medine'ye döndüler. Bu çar­pışmadan harp kazanılmış bir zafer idi.

Bundan sonra Resul ü Ekrem Necidde Gatfan kabilesi üzeri­ne yürüdü. Bunların cümlesi firar ettiler. Bıraktıkları mallarla kadınlarını Müslümanlar ganimet olarak alıp Medineye dön­düler. Bundan sonra Şam ile Hicaz arasında bulunan Dumatül Cendel mevkiinde zaman zaman ticaret kervanlarına tecavüz eden kabileler üzerine yürümüş ise de onlar da korkudan mal­larını bırakıp kaçtılar. Bu suretle Müslümanlar ganimetler ve zaferler kazanarak Medine'ye avdet ettiler.

İste böylece Peygamberin Medine haricînde yapmış olduk­ları akınlar ve Medinedeki İslâhat ile ?İslâm Devletinin? Ur­ban ve yahudiler nezdinde itibarı arttı. Uhud mağlûbiyetinin, acısı yok oldu.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #20 : 04 Kasım 2024, 16:32:13 »
Ahzap Cengi
Hazreti Peygamberin Uhud harbinden sonra d üşman üze­rine yaptığı savletler Müslümanların kıymet, kudret ve itibarı­nı ziyadesiyle arttırmıştır. Böylece «İslâm Devleti»nin temel­leri sağlamlaşmış ve Müslümanların nüfuz ve hükümranlığı büyümüş idi. Arap yarımadası halkı bundan çekinmeğe başla­mıştı. Arap kabileleri, Müslümanlar harbe çıkıyor diye Pey­gamberin ismini işitir işitmez, arkalarını dönüp kaçmağa başla­mışlardı.

Kabilelerde oldu ğu gibi Kureyşliler de, ikinci Bedir sava­şında görüldüğü gibi Müslümanlarla karşılaşmaktan korkmak­ta idiler. Bu hâdiseler Müslümanların Medinedeki hayatlarına küşayis vermiştir. Nadîr oğullarından elde edilen ganimetler, arazi, hurmalıklar ve evlerin muhacirlere dağıtılması Müslü­manlara refah sağlamış olmakla beraber Cihâd isleri gevsememiştir. Zira islamda cihâd, müminler üzerine hükmü kıyamete kadar baki farzlardandır. Bu sayede de Müslümanlar küffar üzerine bir tavaffuk temin etmişler ve hayatlarını da nizama sokmuşlardır. Hazreti Peygamber vaziyetteki salâh ve iktisap edilen kuvvet ve kudrete rağmen, düşmanlar tarafından gafil avlanmaktan daima sakınmakta idi. Bunun için Arap yarımada­sının her tarafına gözcüler göndererek Arapların vaziyetine, neler tasarladıklarına ve plânlarına dair malûmat alırlar, buna göre hazırlıklı ve tertipli bulunurdu. Bilhassa Arapların en çok korktukları şey Peygamberin nüfuz ve hükümranlığının art­ması idi. Benî Nadir kabilesi ile diğer Urban ve yahudilerin Medineden sürülmelerinden sonra Cenabı Peygamber emniyet tedbirlerini arttırmış bulunuyordu. Kureyşlilerin diğer düş­manlarla birlikte Medîneye taarruz ihtimalleri göz önüne alı­narak lüzumlu ihzarat yapıldı. Zihinleri işgal eden en mühim nokta Medineden koğulan yahudilerin Peygamberden intikam almak için Arapları tahrik ve fitne çıkarmaları meselesi idi. Nitekim yahudilerden Ahtab oğlu Hay ve Ebulhakik oğlu Se­lâm ve Kenane ile Nadîr oğullarından birkaç yahudi Mekkeye gelmişler ve Kureyşlilere: Kendi kabilelerinin Hayber ile Me­dine arasında bulunduklarını ve Benî Kurayza'nın da; sizler gelip iştirak edinceye kadar Medinede Muhammed'e pusu kur­duklarını söylemişlerdir. Kureyşlilerin Hazreti Peygamberle aralarındaki ihtilâf sadece Resulü Ekrem'in İslâm dinini neşire tamimden ibaretti. Bu sebeple yahudilerin tekliflerine hemen uymakta tereddüt ettiler ve Hazreti Muhammed'in dâvasında haklı olmasının mümkün olduğunu da hatırladılar. Bunun için yahudilere şunu sordular: Ey yahudiler! Siz ilk kitap sahibisiniz. Muhammed ile aramızdaki ihtilâfı biliyorsunuz, bi­zim dinîmiz mi, yoksa onun dini mi doğrudur, diye sordular. Yahidiler bu suale; «sizin dininiz daha doğrudur, siz daha haklısınız» diye cevap vermişlerdir. Halbuki yahudiler de o za man Allah ın birliğine inanıyor ve Hazreti Muhammed'in dini­nin, hak dini olduğunu biliyorlardı. Fakat Arabları kışkırtmak için bile bile bu yanlışlığı irtikâb ettiler ve Allahın ebedî lane­tine uğradılar ve putperestliğin vahdaniyet inancından üstün olduğunu söylediler. Yahudiler daima böyle iki yüzlü ve hilekâr idiler. Böylece Kureşylileri aldattılar ve bundan sonra Müslü­manlara düşman bütün kabileleri dolaştılar ve onları Müslü­manlardan intikam almak için harekete teşvik ettiler ve Muhammed'le harp edilirse kendilerine yardımcı olacaklarını söy­lediler. Putperestliği medhettiler ve harbi kazanacaklarına bu kabileleri ikna ettiler. Yahudiler; nihayet Arap kabilelerinden kandırdıkları insanlar ve Kureyşlilerle birlikte harp için yola çıktılar. Kureyşliler dört bin piyade, üç yüz atlı, develere bin­miş beş bin asker ve diğer muhtelif kabilelerden gelmiş olup yekûnu on bin kişiye baliğ olan ordu Ebu Süfyan'ın kumanda­sında Medineye doğru yola çıktılar. Bunların yürüyüş haberini alınca Cenabı Peygamber Medinede müdafaaya karar verdi. Selman Farisî'ye Medine etrafında hendek kazılmasını ve şehir dahilinde müdafaa yapılmasını emretti. Bu hendekler kazılırken Resulü Ekrem efendimiz bizzat çalışmış, iki eliyle toprak kaza­rak Müslümanlara cesaret vermiş ve fazla gayret sarfetmelerini emretmiştir. Hendekler altı günde bitmiş, evlerin düşman tarafına bakan yüzleri ve duvarları kale gibi takviye edilmiş­tir. Hendeklerin arkalarına isabet eden evler boşaltılmış, ço­cuklarla kadınlar daha emin yerlere nakledilmiştir. Resulüllah üç bin Müslüman ile şehirden çıkıp hendekleri kendisiyle düş­manlar arasında bırakmış ve kırmızı çadırını kurdurmuştur.

Kurey şlilerle diğer müttefik kabileler Hazreti Muhammed'i Uhud denilen mahalde bulacaklarını tahmin ederek oraya gel­diler. Orada kimseyi bulamayınca Medineye yöneldiler ve hen­deklerle karşılaştılar. Bu tertip ve müdafaayı bilmediklerinden şaşırdılar. Kureyşliler ve yardımcıları Medine haricinde hen­deklerin arkasında mevzi aldılar. Ebu Süfyan ve beraberinde­kiler hendekleri aşamayarak uzun zaman durup kalacaklarını düşündüler. Vakit kış, rüzgârlar sert, soğuklar şiddetli olduğundan aralarında ümitsizlik baş gösterdi. Hemen geldikleri yoldan dönecek oldular. Ahtab oğlu Hay bu hali görünce onla­ra: Kurayza oğullarının Muhammed'le ve Müslümanlarla ak­dettikleri tarafsızlık anlaşmasını bozarak Kurazya oğullarını kandıracağını ve bu iş böyle olunca Müslümanlara yardımcı gelemiyeceğini ve Medine yolunun açılmış olacağını söyledi. Buna Kureyşlilerle Tatfanlılar sevindiler. Ahtab oğlu Hay he­men Benî Kurayza'nm reisi olan Esed oğlu Ka'be koştu. Ka'b onu görünce içinde bulunduğu kale kapısını suratına kapadı. Fakat Hay bundan vazgeçmiyerek bir takım vaadlerle kale ka­pısını açtırmağa muvaffak oldu ve şöyle söylendi:

«Ey Ka'b! Sana dünya durdukça erişilmeyecek bir devlet getirdim. Sana Kureyşliler ve müttefiklerinin kumandanlarını getirdim. Mahammed'i ve onunla birlik olanları yeryüzünden kaldırmadıkça rahat oturmayacağımıza söz verip anlaştık.»...

Bu s özler Ka'bı iyi düşündürdü. Muhammed'in vefakârlığını ve mertliğini, doğruluğunu hatırladı ve işin neticesinden ürktü. Fakat Hay ona, yahudilerin Muhamrnedden çektiklerini ve gelen birleşmiş kabilelerin kuvvetlerini söyleyerek onu yu­muşattı ve istediklerini kabul ettirdi ve Muhammed'le ve Müs­lümanlarla olan ahidlerini bozdurdu. Bunun üzerine Benî Kurayzalılar Peygambere haber vermeden müttefik kabilelere iltihak ettiler. Bu haber Resulü Ekrem ve esbabına ulaşınca sarsıldılar ve işin netice ve vahametinden çekindiler. Peygamber Evs kabilesinin reisi olan Maaz oğlu Sa'd ve Harzeclilerin reisi olan İbâde oğlu Sa'dı ve onlarla birlikte Revvaha oğlu Abdullahı ve Cabir oğlu Havvatı işin hakikatini öğrenmek için gön­derdi. Eğer hakikaten Kurayzalılar ahidlerini bozdularsa, bu­nun Müslümanların maneviyatını kırmaması için gizli tutul­masını, ve kendisine mahrem olarak bildirilmesini emretti. Bu elçiler Kurayzalıların yanına vardıklarında, almış oldukları kötü haberlerin doğru olduğunu gördüler. Kurayzalılann ahidlerine sadık olmalarını teklif ettikleri vakit, o kabilenin ahidlisi olan Maaz oğlu Saad kabilesini iknaa çalışırken onlar da Hazreti Muhammed'i kötülemeğe kalktılar ve ahidlerini in k âr ettiler. Murahhaslar avdetlerinde vukuu hali anlatınca telâş ve heyecan artmış oldu. Müttefik kabileler harp hazır­lığına bağladılar. Kurayza oğulları harbe hazırlanmak için müt­tefiklerden on gün mühlet istediler ve bu on gün içinde birleş­miş kabilelerin en şiddetli bir savaş yapmalarını şart koştular. Öyle de yapıldı. Ahzâp, Peygamberle harb etmek için üç grup meydana getirdiler. Bunların ikisi yanlardan, Ebu Süfyan da hendeklerin önünde göründü. Müslümanlar bu kuvvetler karşısında şaşırmış ve telâşa düşmüşlerdi. Ahzâb'ın hücumları sert oldu. Bir takım süvariler ileri atıldılar, dar bir yol buldu­lar ve atlarını sürerek hendeği geçtiler. Bu sırada Ebu Talib oğlu Ali bir kaç Müslümanla ilerleyerek düşmanların girdiği gediğin ağzım tuttular.

Abduo ğlu Ömrü ileri atılarak: Bana karşı çıkacak var mı? diye bağırdı. Ebu Talib oğlu Ali karşısına dikilerek onu döğuşmeye davet etti, fakat karşısındaki büyüklük taslayarak şu mu­kabelede bulundu: «Ey benim kardeşimin oğlu; Allah şahid ol­sun ki seni öldürmeğe kıyamam» dedi. Hazreti Ali cevaben: Ben seni Öldürmek isterim deyince aralarında mücadele baş­ladı ve Ali düşmanı öldürdü. Bu hali gören müttefik düşman arkalarını dönerek gözleri bir şeyi görmeden yüz geri kaçmağa başladılar. Bununla beraber birleşmiş kabileler bu halden yıl­madılar ve Müslümanları korkutmak için mücadeleye hız ver­diler. Kurayzalılardan ayranları kabaranlar, Medine halkını korkutmak için kalelerinden fırladılar. Ortalığı dehşet istilâ etti. Resulüllah Allahın nusret ve yardımından son derece emin ve müsterih bulunuyordu. Burada hain yahudilerin hüviyetle­rine bir miktar nüfuz etmek faidelidir: Hicretten takriben dört asır evvel Bizans kırallan, Suriye ve Filistin'i yahudilerden is­tirdat ettikleri için, onlar da Arabistana sığınmışlardı. Suriye ile Medine arasında bir sürü müstahkem mevkiler ve kaleler yapmışlardı. Yahudiler ticaret ve iktisadî işlerde Öteden beri nüfuz sahibi idiler ve bu yüzden ispanya ve diğer Avrupa mem­leketlerinin siyasetleri üzerinde müessir idiler. Onlar bu nüfuz ve tesiri Arabistanda da kazanmışlardı. Bu sebepten ötürü, kend ilerinden o derece emin idiler ki, M üslümanlığın teessüs et­mekte olduğu günlerde bu yeni dine zerre kadar ehemmiyet ve kıymet vermemişler, onun yok olmasına var kuvvetleriyle ça­lışmışlardır. Şimdi yukarıdan aşağıya okuduğumuz hâdiseler­de onun kanlı gölgesini sarahaten görüyoruz. Hendek gazasın­da bu manzara daha da ciddî ve müthiştir. Hendekler arkasın­da mahsur kalan ve Allahın nusretinden bir an bile ümitlerini kesmeyen müminler cidden buhranlı dakikalar geçirmekte idi­ler. Müslümanlar kalelerinden daha metin, müstahkem mevki­lerden daha çetin olan Peygamberimizin yüksek dehası ve ilâhî yaradılışı ile onun emsalsiz cesaretinden kuvvet ve cür'et al­makta idiler. Müslümanların bu müşkül anlarda semalara yük­selen tekbir sesleri ortalığı dehşete garkediyor, ruhlardaki kayğu ve tereddütleri kökünden siliyordu. MaazAllah hendeklerin düşman tarafından aşılması, tekmil îslâmiyetin ölümü demekti ki elbette Rabbı Zülcelâl buna müsaade etmiyecekti. Gerçi bir kaç defa hendekler muhtelif yerlerden yarılmış ise de İslâm mücahitleri o açılan gedikleri derakap kapamışlardı. Ket'î neti­cenin yaklaştığını sezen Kurayza yahudîleri, yüzlerindeki mas­keyi atarak hakikî cehrelerini göstermişler ve Peygamberimi­zin düşmanlarına iltihaka karar vermişlerdir. Bunlar Medine müdafaa hattını cenahlardan ve geriden tehdide başlamışlardır. Bu döneklikleri ve hiyanetleri o şekilde tebarüz etmiştir ki; Yahudiler islâm mücahitlerinin karılarına ve hassaten Fahri Kâinatın mübarek hanımlarının, haremi hümayunlarının sı­ğınmakta oldukları mahalleri hedef tutmuşlardı. Allah esirge­sin bîr mağlûbiyet olsa idi ilk saldıracakları insanlar, mümin­lerin anneleri ve Resulü Ekrem'in mübarek zevceleri olacaktı...

Kurayza yahud ilerinin bu alçakça naksi âhtîleri ordu geri­sinde düşmanlarla müştereken giriştikleri baltalama hareketi Medine şehri içinde şiddetle tesirini göstermiş ve mücahidleri müthiş zorluklara maruz bırakmıştır.

B ütün bunlar, Peygamberimizin azim ve iradesinde en ufak bir noksanlık meydana getirmemiş, aksine olarak bütün deha, kudret ve tedbirlerini kullanarak düşmanı acze düşürecek net iceler vermi ştir. Bu hâdiseler bu şekilde cereyan ederken Kureyşliler yahudilerden şüpheye düşmüş bulunuyorlardı. Ebu Sufyan, Kurayzalı Ka'ba: Muhasara uzun sürdü. Yarın sabah sizin hücuma geçmenizi ve bizim de arkanızdan yüklenmemi­zi uygun buluyorum diye haber gönderdi. Ka'b cevap olarak; yarının Cumartesi olduğunu ve bugün harp edemeyiz deyince Ebu Sufyan çok kızdı ve eğer siz Muhammed'le savaşmazsanız, Cenabı Hak müminleri muzaffer kılmış ve harp felâketinden biz de sizinle ahdimizi bozar ve Muhammed'den önce sizi te­mizleriz, dedi ise de yahudiler cumartesi günleri harb etmiyeceklerinde ısrar ettiler. Ebu Süfyan'ı telâş ve endişe bürüdü... Gece olunca müthiş bir rüzgâr çıktı, korkunç sesli gök gürül­tüleri ortalığı kapladı ve küffarı korku ve dehşet istilâ etti. Düşman; Müslümanların bu fırtınadan istifade ederek mukabil taarruza geçeceklerini düşünerek heyecana sürüklendi. Taliha yüksek sesle şöyle bağırdı: Muhammed! sizden evvel davrana­rak bizi berbat edecek, kaçınız, kaçıniz! Ebu Sufyan da: Ey Kureyşliler geri dönünüz, ben dönüyorum, diye bağırdı. Düşman ordusu yükte hafif olan eşyalarını sırtlanarak firara kadem bastılar. Diğer müttefik kabileler de bu ricata uyup çekildiler. Sabah olduğu vakit Medine önünde düşmandan kimse kalma­mıştı. Peygamberimiz bu manzarayı görünce ilâhi nusratın bu tecellisinden memnun olarak müminlerle evlerine döndüler. Cenabı Hak müminleri muzaffer kılmış ve harp felâketinden, kurtarmıştı.

Şimdi sıra, ahitlerini bozan ve Kureyşlilerle birlik olup fırsat kollayan Kurayza yahudilerinin haddini bildirmeğe geldi. İki muhasım oldu birbirlerinden ayrıldıktan sonra efendimiz hendekleri terk edip Medineye avdet eder etmez her tarafa ha­berler göndererek mücahitlerin silâhlarını çıkarmamalarını ilân ettirdi ve ikindi namazının Benî Kurayza kaleleri önünde kılınacağım bildirdi. Aradan iki saat geçmişti ki mansur ve muzaffer Müslüman ordusu ayağının tozunu silmeden Kurayza yahudilerinin kargısında mevzi almış bulunuyordu. Muhasara nizamı bizzat Cenabı Peygamber tarafından tanzim ve tertip, edildi. Kanc ıklar ve hainler her taraftan çevrilmişti. Resulü Ek­rem öncü olarak sancağiyle beraber Hazreti Ali'yi göndermiş­ti. Ebu Talib oğlunun bu işin ön saflarında bulunması mümin­lerin şevk ve gayretlerini arttırmış, yahudilerin maneviyatını, alt üst etmişti. Yahudiler Ahzâb kuvvetlerinin muvaffak ola­caklarından o derece emin idiler ki, on bin kâfirin bir avuç Müslümana galebe çalmasını gayet kolay ve tabiî görüyorlar­dı. Allahın nusratının Müslümanlara teveccüh edeceğini katiyen hatır ve hayalden geçilmiyorlardı. Hainlerin erzakı tüken­mişti. Bu şartlar altında daha uzun müddet dayanmak imkânı talmamıştı. Muhasara yirmi beş gün sürdü. Kurayzahlar Hazreti Peygambere adamlar göndererek görüşmek teklifinde bulundular, Maaz oğlu Sa'di hakem tayin ederse onun vereceği hükme razı olacaklarını bildirdiler. Yahudiler bunda da aldanmışlardı. Hakem yerine, Resulü Ekremin âlicenaplığına ve Peygamberane şefkatine müracaat edeceklerdi, basiretleri bağlan-ı, bunu yapamadılar, Ölüm fermanlarını kendileri imzaladılar,

Hazreti Peygamber s özlerinden dönen, ahitlerini bozan ha­in yahudilere şu hitapta bulundu :

«Ahdinizi çiğnediniz, sözünüzden döndünüz. Size gösteri­len müsamaha ve civanmertliği anlamadınız. Dünya durdukça aldanmağa mahkûmsunuz. Bazen elinize fırsat geçti, kendinizi muzaffer sayarak öyle şımarıklık yaptınız ki... Bu, sizin için tâ haşre kadar hüsrana sebep olacaktır. Bu defa işlediğiniz cinayetin cezasını ben değil, arzunuz üzerine sizin itimat ettiğiniz hakem tayin edecektir.»

Yahudiler bu Peygamberane ifadeden ümide düştüler. Ötedenberi komşu ve dost oldukları Maaz oğlu Saad'ı hakem tanı­yacaklarını söylediler. Saad muhacir değil Medinenin yerlisi ve Evs kabilesinin reisi idi. Bu kabile ile Benî Kurayza senelerce birbirleriyle dost yaşamışlardı. Bu sebeple bu kabilenin reisini hakem seçmekle yahudiler büyük ümitlere kapılmışlardı. Hal­buki mesele hiç de umdukları gibi çıkmadı, tamamen aksine te celli etti. Saad' ın verdiği karar cidden müthiş ve korkunçtu. Bu karara göre :

«Muharip olan erkeklerin birer birer boyunları vurulacak, kadınlar ve çocuklar esir edilecek, malları, mülkleri Müslüman mücahidlere harb ganimeti olarak tevzi edilecek... Bu karar gereğince dörtyüz erkek ve bir kadının kafaları kesildi. Kurayza oğulları kabilesinin reislerinden olup Hayberde kalıp da Ku-reyşlileri harbe teşvik eden ve ortalığa fitne ve fesat tohumları «açan şahıslar idam edilenler meyanında idiler.»

Bu h ükmün infazından sonra Arab yarımadası uzun zaman huzur ve sükûn içinde yaşadı, bir müddet için fesat ve entrika durdu.

Ahz âb'ın yani birleşmiş kabilelerin ve Kureyşlilerin uğra­dıkları bu hezimet Müslümanların kuvvetlerini ve itibarlarını arttırdığı gibi siyasî vaziyeti de tamamen ve Müslümanların le­hine düzeltmiş oldu.

Burada ziyadesiyle ehemmiyetli bir nokta vard ır: Tamamen tarafsız ve hattâ yahudilerin dostu ve komşusu olan hakem Muaz oğlu Saad'ın vermiş olduğu karar ve ölüm fermanı, za­manımıza kadar yahudi tesirinde bulunan Avrupa yazarlarında îslâm aleyhinde bir propaganda vesilesi teşkil etmiştir. Bu ta­rafgir muharrirler unutuyorlardı ki hakemi seçen ve onun hük­müne peşinen rıza gösterenler bizzat yahudilerdir. Bundan da­ha mühimi, hakem hükmünü, bizzat yahudilerin kendi kanun­larına ve şeriatlerine göre vermiştir.

Çünkü Tevrat'ın tesniye faslının yirminci bab 10 - 20 nci âyetleri bunu böyle emir ediyordu. Bu âyetleri aynen şöylece aşağı almakta faide görüyoruz;

«10 ? Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın za­man, onu barışıklığa çağıracaksın.

11 ? Ve vaki olacak ki, eğer sana sulh cevabı verirse, ve kapılarını sana açarsa, o vakit vaki olacak ki, içinde bulunan b ütün akvam sana angaryacı olacaklar, sana kulluk edecekler.

12 ? Ve eğer seninle musaleha etmeyip cenk etmek ister­se, o zaman onu muhasara edeceksin.

13 ? Ve Allahın Rab onu senin eline verdiği zaman, onun erkeğini kılınçtan geçireceksin.

14 ? Ancak kadınları, ve çocukları, ve hayvanları, ve şehirde olan her şeyi, bütün malını kendin için çapul edeceksin; ve Allah ın Rabbin sana verdiği düşmanlarının malını yiyeceksin.

15 ? Bu milletlerin şehirlerinden olmayıp senden çok uzak­ta bulunan bütün şehirlere böyle yapacaksın.

16 ? Ancak Allahın Rabbin miras olarak sana vermekte olduğu bu kavmlerin şehirlerinden nefes alan kimseyi sağ bı­rakmayacaksın;

17 ? Fakat onları! Hittîleri ve Amorileri ve Kenânlılan ve Perizzileri ve Kivileri ve Yebusîleri, Allahın Rabbin sana em­rettiği gibi tamamen yok edeceksin.

18 ? Taki, kendi aleyhlerine yaptıkları bütün mekruh şey­lerine göre yapmağı size öğretmesinler; yoksa Allahınız Rabba karşı suç edersiniz.

19 ? Bir şehirle cenk ederek onu almak için, çok günler onu muhasara edeceksin, ağaçlarına balta vurarak onları harap etmiyeceksin; çünkü onlardan yiyebilirsin, ve onları bes leyeceksin; çünkü kırın ağacı insan mıdır ki, senin tarafından muhasara olunsun.

20 ? Ancak kendilerinden yenilmeyen ağaçlar olduklarını bidiğin ağaçları harap edip keseceksin; ve seninle cenk eden şehir düşünceye kadar ona karşı meteris yapacaksın.

i şte Tevrat âyetleri, olduğu gibi ve aynen yukarıdadır. Binaenaleyh hakemin verdiği karar, mücrimlerin, döneklerin kendi kitaplarına göre verilmiş olup, Müslümanlığa buğz etmeye kimsenin hakkı yoktur.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #21 : 04 Kasım 2024, 16:33:45 »
Hudeybiye Andlasmasi
Resul ü Ekrem'in Mekkeden Medineye hicretlerinin üzerin­den altı yıl geçti. Artık Müslümanlık kökleşmiş ve ordusu kuv­vetlenmiştir. Artık bütün Araplar, yeni İslâm devletini saygı ile karşılamakta idiler. Bundan sonra İslâm devletinin kuvvetini arttırmak ve düşmanlarını zayıf düşürmek için yeni bir adım daha atılmak icap ediyordu. O sırada Hayberlilerle Mekkeliler arasında Müslümanlar aleyhine gizli bir anlaşma yapıldığı ha­ber alındı. Bunun üzerine Mekkelilerle bîr uzlaşmaya varılabilmek için bir plân çizilmiştir ki o da: Arabistan yarımadasın­da İslâmiyetin neşir ve tebliğ işini devam ettirmek ve kolaylaş­tırmak için Kureyşlilerle Hayberlilerin arasını açmak için Kâbeye karşı dostluktan ayrılmamak esası kabul edilmiştir. Haram aylarında Arapların kavga etmemeleri bu plânı kolaylaş­tırıyordu. Bundan dolayı haram aylarından Zilkadede hac için Mekkeye gidileceği ilân edilmiş ve Müslüman olmayan Arap kabilelerinin harp etmeyeceklerinden endişesiz olarak mukad­des Kâbeyi ziyarete katılmaları için etrafa davetler gönderil­miştir. Bu suretle Mekkeye doğru gidişin hac için olup, savaş için olmadığı ve Müslüman olmayan Arapların da buna katıl­maları istenmiştir ki, şayet Kureyşliler buna mani olmak ister­lerse umumî efkâr Müslümanlar lehine dönsün... Harb etme­mek kararında olan Müslümanlar, Resulü Ekrem'le birlikte bin dört yüz kişi olarak yola çıktılar. Hazreti Peygamber Kısvâ adlı devesine binmiş olduğu halde kafilenin en önünde gidi­yordu. Böylece Medineden ayrılan kafile beraberlerinde kur­banlık koyun götürmekte idi. Ömre ehrama girmişti ki bu, kendilerinin harb istemediğini ve ancak Beytullahı ziyaret maksadını güttüklerini gösteriyordu. Medineden on beş kilo­metre kadar uzakta Zilhalife mevkiine varıldı. Orada Ömrenin «Lebbeyk» tekbirini işittiler, Mekkeye doğru yol aldılar. Bun­ların hac için geldikleri, kavga için gelmedikleri haberi Kureyşlilere ulaşınca onlar bunu Muhammed'in bir plânı olduğuna atfederek korku ve endişeye düşmüşler ve ne bahasına olursa olsun Hazreti Muhammed'i Mekkeye sokmama ğa karar vermiş­lerdir. Bunun için Müslümanlarla mücadele etmek üzere bir ordu kurulmuş, Velid oğlu Halid ve Ebu Cehil oğlu Akreme kumandalarında olarak içinde ikiyüz atlı bulunan büyük bir kuvvet meydana gelmişti. Bu ordu Mekkeden çıkarak hac için gelenleri kovmak için ilerledi ve ilk konakta durdu. Kureyş kumandam Halid Bin'il-Velid Müslümanları gafil avlamak ve birden hücum etmek için hazırlanmıştı. Müslümanlar Mekkeye yakın Gasvan mevkiine gelmişlerdi. Resulü Ekrem yolda tesadüf ettiği Kaab kabilesinden bir Araptan şu malûmatı aldı: «Kureyşliler sizin gelmekte olduğunuzu duymuşlar ve sırtlarına kaplan derileri geçirerek ilk konakta durdular. Seni Mekkeye sokmamak için and içtiler, başlarında Velid oğlu Halid var, sü­varileri Gasvan mevkiine on beş kilometre uzaktadırlar.» dedi. Cenabı Resul bu haberi işitince: «Allaha and içerim ki bana nübüvvet vazifesini veren Cenabı Hak beni muzaffer kılıncaya ve ölünceye kadar çalışacağım» buyurdular ve tanzim ettikleri plânı gözden geçirdiler. Yalnız harb için herhangi bir hazırlık yapılmadı. Kureysliler harb için büyük bir ordu göndermişler­di. Onların icbar edecekleri bir harbe, îslâm mücahitleri iman kuvvetleriyle iştirak edebilirlerdi. Fakat harb için değil, hac için geliyorlardı. Bu sebeple müminler Mekkeye döğüşerek de­ğil, sulh ve sükûn içinde girmek istiyorlardı. Bu sayede Müs­lümanlığın davet tebliğ işindeki ulviyeti de meydana çıkmak­ta idi. Bu hal gerek bütün Araplarda gerekse Kureyşlilerde bir fikir uyandırmış ve onları düşünmeğe davet etmiştir. Müslü­manların bu hareketleri dâvalarındaki samimiyet ve doğruluğu göstermesi itibariyle de cidden mühimdi. Kureyşlilere fırsat ve bahane vermemek için başka bir yoldan Mekkeye girmek düşünüldü. Bîr kılavuz bulundu, dağlar arasından, sarp yollardan, binbir zorlukla ve yorucu gayretlerle o yolu geçtiler ve bir ova­ya çıktılar, Hudeybiye denilen mevkide konakladılar, orada İslâm ordusuna düzen verildi. Halid'in kumandasındaki Kureyş ordusu onları görünce Müslümanların kendi ordusunu çiğneyip Mekke hudutlarından aşacaklarından korktular ve Mekkeyi m üdafaa için geri döndüler. Putperestlerin ordusu Mekke için­de, Müslümanların ordusu da Hudeybiye'de yer alarak karşı karşıya geldiler. Her iki ordu ne şekilde hareket edilmesi lâ­zım geldiğini düşünüyor, vaziyete göre plânlar hazırlıyorlardı. Kureyşliler, Müslümanları döndürmek için güçlerinin yettiği kadar hazırlanmış olmakla beraber müminlerle kolayca başa çıkılamayacağını da takdir ediyorlardı. Hazreti Peygamber Omra'nın ehrama girdiği gibi yapmıştır ki bu; bir dostluk ve sulh alâmetidir. Bu şekilde Resulü Ekrem Hudeybiye'de beklemeyi tercih etti. Karsı taraftan elçilerin gelmesine intizar ediyordu..

Kurey şliler; Müslümanların hakikaten hac için gelip gel­mediklerini Öğrenmek maksadiyle Peygambere bir tahkik he­yeti gönderdiler. Bu heyet kısa bir görüşmeden sonra Peygam­berin ve eshabının harb için değil, hac için geldiklerine ka­naat getirerek döndüler ve : Müslümanların Kâbeyi ziyaret ve omre ta'zim için geldiklerini söyledilerse de Kureyşliler buna inanmadılar. Ve bunu heyet azasının Hazreti Muhanınıed'e olan dostluk hayranlığına atfettiler. Bunun üzerine Mekke Put­perestleri başka bir heyet daha gönderdiler. O da birinci heyet gibi ayni fikir ve kanaatle geri döndü. Bundan sonra Kureysliler kendilerine ahidleri bulunan üç dört kabilenin reisi Hâlis'i Peygamberle görüşmek üzere gönderdiler. Bu adamın Peygam­beri geri döndüreceğine emin idiler. Şayet Müslümanlar bu adamın da sözünü dinlemezse, Hâlis'in muğber olacağını ve böylece Mekke müdafaasının daha ziyade kolaylaşacağını dü­şündüler. Peygamber bu adamın gelişini haber alınca, kurban­lık hayvanları ortalığa saldırmıştı ki, bundan maksadın Kâbe­yi ziyaret olduğu anlaşılsın... Nitekim Hâlis Müslümanların ka­rargâhına geldiği vakit vadide deve ve koyunların otladığım görmüş ve bu manzaranın harb değil, hac alâmeti olduğuna ka­naat getirmişti. Peygamberle de görüştükten sonra bu kanaati kuvvet bulan murahhas Mekkeye avdetle kararını Kureyşlilere bildirdi ve Müslümanların hac için Kâbeye gelmelerine müsaa­de edilmesini tavsiye etti. Eğer Peygamberin ve Müslümanların Kabe ziyaretine müsaade erilmezse kendisinin ve tevabiinin Mekkeyi terk edeceklerini hiddetle il âve etti. Kureyşliler onları, gönlünü kırmamak için biraz düşünmeğe vakit vermesini söy­leyerek sustular. Bundan sonra Mes'ut Sakafi oğlu Arvyi'yi tam bir güvenç ve itimatla Peygamberin nezdine gönderdiler. Bu zat Resulü ekremle uzun uzadıya görüşmüş ve sonunda peygamberin haklı olduğunu ve yolunda azimli bulunduğunu görerek Mekkeye dönmüş ve şöyle konuşmuştur: Ey Kureyşliler! Ben Kîsrayı, Kayseri, Necâşîyi memleketlerinde gördüm. Bunlar arasında Muhammed gibi bir padişah görmedim. Abdest aldığında ümmeti akan suları kapışıyor. Saçlarından dökü­lenleri yere düşürmüyorlar. Eshabı onu katiyen ele vermezler. Bundan ötesini siz bilirsiniz, ne yapacağınızı siz düşününüz.» dedi. Bunun üzerine Kureyslilerin inat ve İsrarı azalacağına şiddet kesbetti. husumetleri arttı, boşu boşuna konuşup görüş­meleri uzadı. Peygamberimiz Kureyşîilerin elcileri belki ken­dilerinden korkuyor düşüncesiyle kendi murahhaslarını gön­dermeyi daha muvafık buldu. Fakat Kureyşliler bu elçinin de­vesini kestiler, eğer müdafaa edilmese idi az kalsın öldürecek­lerdi. Küffar üstelik geceleri kötü ruhlu adamlarını Müslüman ordugâhına göndererek onları taşlattırdılar. Bu muameleden hiddete gelen müminler Kureyşlilerle harb etmeyi düşündülerse de Peygamber onları teskin ediyordu. O sırada Kureyşlilerden elli kişi Müslümanlara tecavüz için ordugâhlarına gelmişlerse de bunların cümlesi yakalanarak Peygamberin huzuruna geti­rildi. Resulü Ekrem bunların hepsini affederek serbest bıraktı. Bu hâdisenin büyük bir tesiri oldu ve Müslümanların cenk için değil, hac için geldiklerini isbat etti. Böylece Mekkede umumi efkâr Hazretî Muhammed'in lehine döndü. O derecede ki, o dakikada Müslümanlar Mekkeye girecek ve aleyhdarı buna mâni olmağa kalkacak olsalardı vaziyet bütün bütün kendi aleyhleri­ne dönebilir ve bütün Mekkelilerle kabileler Kureyşlilerin düşmanı olabilirlerdi. Bundan dolayı Kureyşliler tecavüzden vaz geçmiş ve ne yapılmak lâzım geldiğini düşünmeğe koyul­muşlardı. Ortalık sükûna kavuşunca Peygamber kendi murah­haslarını göndermek istemiş ve Hattab oğlu Ömer'e gitmesini s öylemiştir. Ömer şu mukabelede bulunmuştur: Ey Allanın Peygamberi, Kureyslilerin bana fenalık yapmalarından çekini­rim. Mekkede Ka'b oğlu Adi kabilesinden beni himaye edecek kimse yok. Kureyşlîler, benim kendilerine olan düşmanlığımı ve sertliğimi bilirler. Lâkin onların benden üstün tuttukları biri var. Aff an oğlu Osman.. O daha münasiptir, dedi. Peygam­ber Osman'ı çağırarak onu Ebu Süfyan'a gönderdi. Osman Kurenyşilere vazifesini söyledi. Onlar da Kâbeyi tavaf etmek ister isen, et dedilerse de Osman; Allanın Resulü tavaf etmeden ben etmem dedi ve Kureyşlilere ne maksatla gönderildiğini izah etti. Kureyşliler bunu kabul etmediler. Aralarındaki müzakere­ler uzadı. Kureyşlilerle Müslümanların arasındaki anlaşmaz­lıkları bertaraf edecek çareler akla geldi. İçine düştükleri bu çıkmazdan, bu sıkıntılı vaziyetten kurtulmak ve Muhammed ile aralarındaki düşmanlığa son vermek için Osmandan istifa­deyi düğündüler. Osmanın Mekkedeki ikameti uzayınca müs-lümanlar arasında endişe belirdi ve Kureyslilerin hainlik edip Osmanı öldürdükleri şayiası çıktı, Müslümanların merakları arttı. Kureyslilerin Osrnanı öldürdüğü endişesi Peygamberi de sardı. Müslümanlar cuş-u buruşa geldiler, herbirinin eli kılınçlarının kabzasına yapıştı ve cümlesi harb için ayaklandı. O za­man Resulü Ekrem sulh ve dostluk plânını tekrar gözden geçir­di. Kureyşliler haram ayında hainlik edip elçi Osman'a kıyınca barış plânının gözden geçirilmesi zarurî görüldü. Bunun için: «Onlarla döğüşmedikten sonra buradan gitmeyiz» dedi. Sonra bir ağacın altına giderek esbabını yanına çağırdı ve kendilerin­den muvafakat istedi. Cümlesi ölümden kaçmamak için and iç­tiler. Esbabın coşkunlukları, fedakârlıkları, azim ve imanları bütün vuzuhiyle görülüyordu. Böylece andlaşma sona erince. Resulüllah iki elini birbirine çarparak Osman da kendileriyle birlikte imiş gibi onun namına da and içti. Bu; Rıdvan andı ü-zerine şu âyet-i kerime nazil oldu: (Fetih sûresi, âyet 18-19).

«And olsun ki Allah müminlerden seninle ağacın altında biat ederlerken razı olmuştur da kalblerindekini bilerek üzer­lerine kuvvei maneviyeyi indirmiş ve onları yakın bir fetih( Felh-i karib) ve alacaklar ı birçok ganimetlerle mükafatlan­dırmıştır. Allah mutlak galiptir. Tek hüküm ve hikmet sahibi­dir.»

Bu âyetin Hayber fethini müjdelediği Müslüman âlimler tarafından beyan edilmiştir. Ağaç altı biatından sonra Müslü­manlar hemen harb ve hücuma hazırlanırken Osman'ın Öldü­rülmediği haberi geldi. Arkasından da Osman geri geldi ve Kureyslilerin söylediklerini bildirdi. Bunun üzerine Peygam­berle Kureyşliler arasında dostluk müzakereleri yenilenerek daha geniş bir görüşme yapılmasına karar verildi. Bu vazifeye Amru oğlu Süheyl memur edildi. Yapılan müzakere neticesin­de Müslümanların bir yıl Mekkeye girmekten vazgeçmeleri teklif edildi ve Resulü Ekrem de bu esas dahilinde barışı kabul etti. Zira Kabe ziyaretinden maksat hasıl olmuş olup bu sene ile gelecek sene arasında bir fark görülmemiştir. Müslümanların istedikleri şey, Hayberlileri Kureyşlilerden ayırmak ve is­lâmlığı tamim için kendisiyle Araplar arasındaki mânileri kal­dırmaktı. Bu sebeple Kureyşlilerle Müslümanlar arasında arka , arkaya devam eden harblerin durdurulması isteniyordu. Hac ve ehramın bugün veyahut yarın yapılmasında bir fark yoktu. Böylece Amru oğlu Süheyl ile müzakerelere girişilmiş, uzun münakaşalar yapılmış, şartlar konuşulmuştur. Çok defa kesil­mek raddesine gelen bu münakaşalar Resulü Ekremin hakima­ne idaresi sayesinde devam etmekte idi. Müslümanlar Peygam­berin etrafında çevrelenip bu konuşmaları takip ediyorlardı. Bunlar bu müzakerelerin hac için yapıldığını zannediyorlardı. Halbuki Peygamber harbin önüne geçmek için konuşuyordu. Bu sebeple Müslümanlar bu müzakereden müteessir oldular. Peygamberimiz ise uzun münakaşa ve dağınık fikirler ve mu­vakkat kazançlara bakmadan cereyan eden müzakerelerden memnun olmakta ve müzakereyi hedefe varacak şekilde yürüt­mekte idi ki sonunda her iki taraf muayyen şartlar dahilinde uyuşmuş ve anlaşmışlardı. Bu şartlar Müslümanların hoşuna gitmeyip onları galeyana getirdi ve muahedeyi reddedip harb etmek için Peygamberi iknaa çalıştılar. Bunun için Hattab oğlu Ömer Ebubekire giderek: «Dinimizi aşağı tutmak hakkı bize ve­rilmiş değildir» dedi ve birlikte Peygambere gidip ikna etmeyi teklif etti; Ebubekir; Peygamberin beğendiği şeyleri beğenmek lâzımdır diye Ömeri iknaa çalıştı ise de muvaffak olamadı. Bu­nun üzerine Ömer hiddet ve tehevvür içinde Peygambere gide­rek konuştu. Onun sözleri Resulü Ekremin sabır ve sebatından bir şey eksiltmedi ve Ömer'e şöyle hitap etti: « Ben Allahm kulu ve Resulüyüm. Onun emrine muhalefet edemem. O, hiç bir va­kit beni terk etmez.» Peygamber ondan sonra Talib oğlu Ali'yi çağırdı ve ona: «Rahman ve Rahim olan Allahın ismiyle yaz dedi: Bu sırada Süheyl elini tuttu ve «Rahman ve Rahimi ben tanımam. Ey Allah senin adına» diye yaz dedi. Peygamber öy­le yazdırdı. Sonra: Allahın Peygamberinin Amru oğlu Süheyl ile barıştığını yaz dedi. Süheyl yine elini tuttu ve şöyle söylen­di: «Ben senin Allahın Resulü olduğuna inanmış olsaydım se­ninle harb etmezdim. Onun için yalnız kendi ismini ve babanın adını yaz.» dedi. Resulü Ekrem bunun üzerine: «Abdullah oğlu Muhammed'in sulh mukavelesidir.» diye yazdırdı. İki tarafın uzlaşması şu maddeleri havi idi:

1 ? Mukavele, bîr sulh sözleşmesi olup iki taraf arasında barışı ve cenk ve harb olmayacağını bildirir.
2 ? Kureyşlilerden Müslüman olup da velisinin müsaadesi olmaksızın Muhammed'in yanına gelen olursa Muhammed onu geri çevirecek ve Müslümanlardan her hangi biri dininden dö­nüp Kureyşlilere dönecek olursa onu geri çevirmiyecektir.
3 ? Araplardan her kim isterse Muhammed'le anlaşma, uzlaşma yapabileceği gibi Kureyşlilerle de isteyen yapabile­cektir.
4 -- Muhammed, bu sene arkada şlariyle birlikte Mekkeden dönecekler, gelecek yıl Mekkeye girebilecek ve orada üç gün kalacaklar, yanlarında silâh olarak sadece kınlarına sokul­muş kılınçlar bulunacak, başka silâh bulunmayacaktır.
5 ? Muahede imzalandığı tarihten muteber olarak on yıl devam edecektir.
Resul ü Ekrem ile Süheyl Müslümanların hiddet ve tehev­vürleri ve kırgınlıkları arasında bu uzlaşmayı imzaladılar, Sü­heyl Mekke'ye dönmüştü. Peygamberimiz Müslümanlarda mü­şahede ettiği teessür, coşkunluk ve şiddetli harb arzularından münfeil dargın ve küskün olmuştu. Beraberinde götürdüğü hanımı Ümmü Selmenin yanına gitti ve düşüncelerin ona an­lattı. O da:

«Ey Allahın Resulü! Müslümanlar senin istemediğini yap­mazlar. Onların celâdetleri ve kahramanlıkları dinleri ve Allah ile senin Peygamberliğine imanları yüzündendir. Sen traş ol, ve ehramdan çık, onlar sana uyarlar. Sonra onları al Medineye dön.» dedi.

Peygamber M üslümanların yanına gitti ve ehramdan çıkıl­dığını göstermek için saclarını kestirdi, içine güven ve meserret doldu. Müslümanlar kendisini ve nefsine olan itimadını görün­ce cümlesi koşuşarak kurbanlarım kestiler, kimisi saçlarını kes­ti, bazıları da kısalttılar. Peygamber Müslümanlarla Medineye dönerken (Inna Fetahna) sûresi nazil oldu:.

«Gerçekten biz sana aşikâr bir zafer yolu açtık. Ki böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını mağfiret kılsın. Senin üzerine nimetini tamamlasın ve seni doğru yola götürsün.» diye başlayan ve onuncu âyetinde; «Seninle anlaşma abdi ya­panlar ancak Allah ile anlaşma ahdi yapmışlardır. Allahın eli onların elinin üstündedir. Kim bu ahdi bozarsa kendi nefsi aley­hine bozmuş olur. Kim de Allaha karşı ahdine vefa gösterirse O, ona büyük mükâfat verir.»

Ve 29 uncu âyetinde:

«Muhammed, Allahın Resulüdür. Onunla beraber bulunan­lar kâfirlere karşı çetin, birbirlerine karşı merhametlidirler. Onları rükû eder, secdeye varır görürsün. Onlar Allahın lütuf ve rızasını dilerler. Onların nişanlarını yüzlerinde görürsün. Bu, secdenin izidir, işte onların Tevrattaki vasıfları budur. İncildeki vasıfları şöyledir: Onlar ekilmiş bir tohum misali gibi­dir, filiz verir, gittikçe kuvvetlenir ve kalınlaşır. Sapları üzerine doğrulup yükselerek bir ekin olurlar. Bu, ekicilerin hoşuna gider, böylece kâfirler öfkelenirler. Allah'a içlerinden iman edip salih amel sahiplerine mağfiret ve büyük mükâfat vaadetti.»

Vaadlerini ihtiva eden s ûreyi, Cenabı Peygamber basından sonuna kadar okudu. O zaman yapılan anlaşmanın Müslüman­lar için sarih bir Fetih ve zafer olduğuna Müslümanların cüm­lesi kani oldular ve böylece Medineye döndüler. Resulü Ekrem Hayber'in mevcudiyetine son vermek ve İslâmiyeti Arabistanda ve haricinde neşir ve takviye etmek yolundaki plânını tat­bike koyuldu. Kureyşlilerle yapılan barışın verdiği fırsat ve zaman zarfında bazı düşman varlıklarını bertaraf etmeğe ve memleket haricindeki işlerle uğraşmağa boş zaman buldu. Bu­nunla Cenabı Resul hacca gitmeğe kalktığı zaman çizdiği plâ­nın uğradığı zorluklar ve karşısına çıkan manilere rağmen ar­zuladığı siyasî neticeleri elde etmişti. Bunun için Hudeybiye anlaşmasının aşikâr bir fetih, bir zafer olduğu görüldü ve şu neticeleri sağladı:
1 -- Gerek b ütün Araplarda ve gerekse Mekke ve Kureyşlilerde İslâmiyetin neşrini destekleyen Müslümanların kıymet ve itibarı arttı.
2 ? Müslümanların Peygamberlerine itimat ve emniyet­leri arttı ve korkunç tehlikelere şiddetle mukabeleleri ve ölüm­den korkmadıklarını gösterdi.
3 ? Müslümanlara; siyasî manevraların İslâmiyetin neş­rinde faideli olduğunu gösterdi.
4 - Mekkede putperestler aras ında kalmış olan Müslü­manların düşman ordugâhı içinde bir cep vazifesi görmelerini kolaylaştırdı.
5 ? Siyasette gidilecek yolun başında doğruluk ve ahde vefa olduğunu gösterdi. Ancak müracaat edilecek çarenin be­hemehal bir deha ve idrak örneği olması ve bağ vurulan küçük tedbirlerin istihdaf ettiği büyük gayenin düşmandan gizli tu­tulması.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #22 : 06 Kasım 2024, 13:57:09 »
Hayber Cengi
Hudeybiye'den d önüp Medinede bulunah ancak onbeş gün geçmişti ki Peygamber Hayberi vurmak için vaktiyle kendisiy­le Hudeybiyede bulunmuş olan cemaatin hazırlanmasını em­retti. Peygamberin Hudeybiye'ye hareketinden evvel, Medine üzerine Müslümanları mahvetmek için Hayber yahudilerinin Kureyşlilerle anlaşmağa çalıştıkları Resulü Ekremce öğrenilmiş bulunuyordu. Benî Nadir yahudilerinin ileri gelenleri Haybere taşındıktan sonra oradaki yahudileri de etraflarına toplayıp Peygamberimizle Müslümanlar aleyhine suikastler tertip et­meğe ve etrafı Ümmeti Muhammet aleyhine teşvik için çok paralar sarf etmeğe ve büyük Peygambere karsı harb etmek ve onun neşrettiği İslâm dînini imha etmek maksadiyle uzak­tan yakından taraftarlar bulmağa, gizli ittifaklar yapmağa ve her türlü teşebbüslere ve fitnelere baş vurmağa başlamışlardı.

B ütün bu mel'un teşebbüsler akamete uğradı, müşriklerin ve yahudilerin Hazreti Peygamberi ortadan kaldırmak plânla­rı suya düştü. Bundan sonra bütün dağınık yahudiler bir ara­ya geldiler. Tekmil kabile ve partiler birleşerek Müslümanları kahrü tedmir için Medineye ani bîr baskın yapmayı kararlaş­tırdılar.

Bunun i çin Hayber yahudileri, akrabaları olan Tima ve Fedik ve Vadilkura yahudileriyle Haybere kaçmış olan Benî Nadîr yahudileriyle işbirliği yaptılar. Medinenin yüz elli kilometre şimalinde bulunan Hayber kalesini kuşatmak için Resulü Ekrem hazırlamıştı. Bunu gizli tuttular. Kureyşlilerle dostluk luahedesi akdetmeleri bundan ötürüdür. Hudeybiyede yapı­lan anlaşma yahudileri Kureyşlilerden ayırmak ve onların kâr­larını bir an evvel bitirmek içindi. Bu maksatla Peygamber emrinde bin altıyüz mücahitle yola çıktı. Beraberlerinde bir bö­lük de süvari vardı. Bunların cümlesi Allanın nusratına güven-liş bulunuyorlardı- Müslümanlar Medine ile Hayber arasınlaki mesafeyi üç günde kat' ettiler ve üçüncü geceyi Hayber talesi önünde geçirdiler. Sabah olunca Hayber rençberleri tar lalar ına gidiyorlardı. Müslüman ordusunu görünce ters yüz edip geri döndüler ve şöyle feryat ettiler: işte Muhammed ve ordusu! Peygamber bu sözü işitince: Yıkılası Hayber. Uğraya­cakları kütü âkibet kendilerine ihtar edilen insanların yurt­larının önüne dikildiğimiz vakit onların halleri işte böyle olur! Diye söylendiler. Yahudiler, daha evvelden Müslüman ordusu­nun ileri yürüyeceğini tahmin etmişlerdi. Hudeybiye musalehasını ve Kureyslilerin Peygamberle anlaştıklarını duydukları vakit bunu Kureyslilerin döneklikleri saydıklarından, içlerin­den bazıları Medinenin basılması için, yukarıda yazdığımız gi­bi diğer yahudi kabileleriyle bir ittifak akdetmişlerdi. Yahu­dilerden diğer bir kısmı ise, Müslümanlarla yahudiler arasın­daki husumeti ortadan kaldırmak için Resulü Ekremle bir an­laşma yapılmasını uygun buluyor ve aralarında bunu konuşuyorlardı. Zira korktukları kötü akıbetin yaklaştığını hissedi­yorlardı. Peygamberin Kureyşlilerle anlaştıktan sonra sıranın kendilerine geleceğini biliyorlardı. Fakat bunun bu kadar ça­buk olacağını tahmin etmiyorlardı. Bunun için İslâm ordusunu birdenbire karşılarında görünce şaşırdılar. Diğer kabilelerden yardım alarak Peygamberin karşısına çıkmayı düşündülerse de Müslümanların sür'atle hareketleri buna meydan bırakmadı. Müslümanlar yahudilerin kalelerini hak ile yeksan ederek onIarı derin bir ümitsizliğe düşürdüler ve sulh istemeğe mecbur ettiler. Peygamber bunu kabul ederek kendilerini yerlerinde bıraktı. Ancak arazileri ve bağlarının yarısı zafer karşılığı ol­mak üzere ellerinden alındı, yahudiler buna razı oldular. Müs­lümanlar geriye döndüler ve yarıda kalan «Hac» vazifesini ya­pıncaya kadar Medinede kaldılar. Hayberlilerin siyasî nüfuz­ları kırıldıktan sonra Arabistanın Şama kadar şimal kısmında hiç bir korku ve endişe kalmadı. Hudeybiye musalehasından sonra cenup kısmında da korku kalmamıştı. Haricin de yolları açılmış bulunuyordu.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #23 : 06 Kasım 2024, 13:57:43 »
Komsu Devletlere Elçiler
Hicaz k ıt'asının her tarafında İslâmın nurunun yayıldığına ve zulmetleri yırttığına Cenab-ı Resul kanaat getirdikten son­ra, bu meş'aleyi Hicaz kıt'asının haricine götürmek gayretine düştü. Zira kendisinin neşriyle vazifelendirildiği Müslümanlık bir kavmin değil, tekmil beşeriyetin dinidir ve Peygamber bü­tün âlemlere rahmet ve mürşid olarak gönderilmiştir. Cenabı Hak, Enbiya sûresinin yüz yedinci âyetinde «Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik» ve Sebâ sûresinin yirmi sekizinci âyetinde: «Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve ko­ruyucu olarak gönderdik; fakat insanların çoğu bunu bilmez­ler.» Ve Tevbe sûresinde. Allah Resulünü doğru yolu gösterici olan hak dini ile göndermiştir ki bu dini bütün dinlerin üstün­de tutsun. Kâfirlerin ikrahına rağmen....» buyurulmaktadır. Bu sebeple Resulü Ekrem İslâm devletini ve dinini köklestirdikten sonra etrafa elçiler göndermek suretiyle memleket ha­ricindeki mesaisine germî vermiştri. Peygamberin bu dış faa­liyeti hududu haricinde kalan kâfirleri de imana davet içindir. İslâm hâkimiyeti yalnız Medinede iken Medine haricinde bu­lunan Kureyşliler ve diğer küffar ile uğraşmak harici gayret sayıldığı gibi, hükümranlığı bütün Hicaza yayılınca bu hareket ve ondan sonra tekmil Arap yarımadası İranlılar ve Rumlar gibi yarımada haricindeki milletlerle meşgul olması da Peygamberîn dış mesaisi sayılır. Hudeybiye anlaşmasından ve Hayber yahudilerinin işi bitirildikten sonra hemen hemen Hi­caz kıt'asının tümü Peygamberin hükümranlığı altına girmiş­tir. Artık Peygambere karşı koyacak kuvvet Kureyşte kalma­mıştı. Bundan dolayı Resulü Ekrem elçilerini harice gönder­meğe ve bu işe ancak iç siyasette bir istikrar ve kökleşme olduktan sonra başlamıştır. Bu iş için dahilde kâfi derecede kuv­vet hazırlanmıştı. Hayberden döndükten sonra bir gün Resulü Ekrem esbabına : «Ey nâs! Allah beni tekmil insanlara rahmet olarak gönderdi: Meryem oğlu isa'ya karsı havarilerin gös­terdikleri uygunsuzluk gibi, siz de bana uygunsuzluk göster meyiniz. » deyince Eshabı sordular: Nasıl uygunsuzluk ettiler? Resulü Ekremin buna kargı cevabı şu oldu: «Sizi ifasına davet ettiğim vazife gibi, Meryem oğlu Isa da havarilerini çağırdı ise de, yakın yere göndereceği kimseler evet demişler, uzak ye­re göndermek istediği kimseler de suratlarını ekşiterek memmunsuzluk göstermişlerdir.» buyurdu ve bütün civar hükümet­lere, Kisrâlara, Yemen Melikine ve Habeşistan Necaşisi'ne te­lâma davet için elçiler göndereceğini söyleyince, eshabı bu ar­zuyu muvafık bulduklarını söylediler. Bunun üzerine Hazreti Peygamber gümüş bir mühür kazdırarak üzerine «Allahın Re­sulü Muhammed» dîye yazdırdı. Ve bu mühürle imza ettiği na­melerle yabancı hükümdarları Islama davet etti. Name-i hümayunu hamil sefirlerin cümlesi bir anda huzuru risaletten ayrıldılar ve memur oldukları memleketlere doğru yola çıktı­lar. Peygamberin mektuplarını hamil olan elçiler vazife ma­hallerine gidip geri döndüler. Yabancıların çoğu Resulü Ekre­min mektubunu hoş ve nazikâne karşıladılar. Bazıları da kötü mukabelede bulundu. Fena karşılayanlar meyanında Yemen ve Umman melikleri vardır. Bahreyn hükümdarı ise iyi kar­şılamış ve Müslüman olmuştur. Yemame meliki ise kendisinin hükümdar tanınmak şartiyle teklifi kabul edeceğini bildirmiş, olduğundan Peygamber tarafından lanet edilmiştir. Arap ol­mayan hükümdarlara gelince: İran hükümdarı Kisra kendisi­ni İslama davet eden Name-i Resulü okuyunca hiddete ve şid­dete kapılmış, mektubu yırtarak Yemendeki valisine: Hicazda­ki bu zatın basının kendisine gönderilmesini bildrimistir. Pey­gamberimiz bu hâdiseye muttali olunca: «Allah onun mülkünü parçalasın!» demiştir. Kisra'nın Yemelideki valisi Bazane impa­ratorunun emrini alınca, Müslümanlığı tetkik etmiş, onun hak dini olduğunu anlayarak ihtida etmiş ve Resulü Ekremin vali­si olarak Yemen'de kalmıştır. Bu zat o zaman Yemen hüküm­darı olan Haris Hamiri'den başkadır. Mısırın büyük hükümdarı Name-i Peygamberi hüsnü kabul ederek Peygambere hediye­ler göndermiştir. Habeş hükümdarı Necaşi de teklifi iyi kar­şıladığı ve bir rivayete göre Müslüman olduğu söylenir. Herkl'e gelince bu davete k ıymet vermemiş ve bir şey de söylememiş­tir. Haris El Gasanî kendi kumandasında bir ordu ile Peygam­beri cezalandırmak için Herkl'den müsaade istemiş ve bu mü­saadeyi alamamıştır. Herki o sırada Kudüste bulunduğundan Haris'i nezdine celb etmiştir.

Hazreti Peygamberin bu davetnamelerinin tesiriyledir ki Araplar fevc fevc hak dinine girme ğe başlamışlardır. Bundan sonra ardı ardına bir çok hey'eyler Resulü Ekrem'in nezdine gelerek Müslümanlıklarını ilân etmişlerdir. Arap olmayanları hidayet yoluna celb için Hazreti Peygamber kuvvet ve ordu hazırlamağa başlamıştır.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #24 : 11 Kasım 2024, 09:52:22 »
Mö'te Savasi
Arab yar ımadası haricindeki hükümdarlara gönderilen el­çiler, onlardan aldıkları müsbet ve menfi cevaplarla geri dön­dükten sonra Resulü Ekrem Arabistan haricinde faaliyette bu­lunmak üzere bir ordu hazırlamağa koyuldu, Rumlarla, İranlıların vaziyetlerini ve faaliyetlerini tetkika başladı. Rumların, hudutları, Peygamberin hududuna bitişik idi. Onlardan gizli ha­berler almağa çalışılıyordu. İslâmiyetin yayılışı bütün halk ta­bakalarına sirayet ettiği için, dinin tamimi meselesi Arab hududlarını aşınca geniş çapta yayılacağı muhakkaktı. Alınan haberler ve müşahedeler Islama davetin Şam Ülkesinde daha geniş kabule mazhar olacağını gösteriyordu. Yemen'deki Kisra'nin valisi davete icabet etmiş olduğundan, Şam ülkesine bir ordu şevki düşünüldü. Hicretin yedinci yılının Cemaziyülevvel ayı içinde yâni Hudeybiye musalehasından bir kaç ay sonra en seçkin Müslüman kahramanlarından üç bin mücahid toplana­rak Harisi oğlu Zeyd'in kumandasına verildi. Kendisine bir şey olursa onun yerine Ebu Talibin oğlu Cafer, ona da bir şey ola­cak olursa Revvaha oğlu Abdullah'ın yerine geçeceği tebliğ edildi. Ordu hareket etti. Hudeybiye musalehasından sonra Müslüman olmuş olan Halid ibn-i Velid beraber idi. Resulü Ekrem Medine haricine kadar orduyu takip etti ve kumandan lara; kad ınlarla çocukları ve körleri öldürmemelerini, evleri yıkmamalarını, ağaçları kesmemelerini tenbih etti ve sonra şu duada bulundu :

«Allah sizinle beraber olsun ve sizi muhafaza buyursun. Sağ ve salim bize iade etsin.» Ordu hareket etti. Kumandanlar bu harbin, Resul-i Ekrem'in bizzat bulunduğu harplerde yaptı­ğı gibi bir yıldırım harbi, bir baskın şeklinde olması kararında idiler. Şam ordusunu ansızın basıp mağlûp etmek istiyorlardı. Bu programla ilerleyen ordu Maan'a geldiği vakit Herkl'in Şam kumandanının müslümanlara karşı Arab kabilelerinden yüzbin muharib topladığı gibi bizzat Herkl'in de ayrıca yüzbin muharib ile gelmiş olduğu haber alındı. Bu haber ortalığa kor­ku verdi. Maan'da iki gün kalan ordu, bu büyük kuvvet karşı­sında ne türlü hareket edileceğini düşünmeğe bağladı. Bazıları keyfiyeti peygambere yazıp düşmanın sayısını bildirerek tak­viye kuvvetleri istemeyi, bazıları da bu vaziyete karşı Pey­gamberin talimat ve emirlerini beklemek lâzım olduğu müta­lâasında bulundukları bu sırada Revvaha oğlu Abdullah şöy­le bir hitabda bulundu :

Ey cemaat! Şimdi aradığınız şehidlik payesi önünüzdedir. Biz bugüne kadar harb ettiklerimizle ne adet, ne de kuvvet çokluğuyla değil, ancak Allahın bize ihsan buyurduğu din kuvvetiyle savaştık. Yürüyünüz! İki rahmetten biri... Ya düş­manı mağlûp etmek veyahut şehitlik!...


Bu hitabe m ü'minleri coşturdu. Müsarif köyüne varan ordu orada Rum yığınlarına tesadüf etti. Oradan Möte'ye saparak orada konakladılar. Orada rnüslümanlarla Rumlar arasında en korkunç ve en müthiş kanlı bir harb başladı. Sanki ölüm kor­kunç ağzını açmış, insanları yutuyor gibi idi. ölüm ve şehid­lik arayan üç bin imanlı müslüman ordusunu kamilen imhaya azmetmiş yüzbin veyahut iki yüzbin kişilik bir düşman ordu­su olanca hıncı ve güciyle savaşıyordu. Böylece iki taraf ara­sında müdhiş bir harb başlayınca Zeyd, Peygamberin sancağını alarak düşmanın ortalarına doğru atıldı. Ölümle karşı karşıya idi ve onu müşahhas bir şekilde karsısında görüyor gibi idi. Korkmuyordu, çünkü şehitlik arıyor ve bunun için akla sığma­yacak bir kahramanlıkla düşman mızrakları kendisini parçalayıncaya kadar harb etti. Sancağı Ebu Talib oğlu Cafer aldı. Henüz otuz üç yaşında yakışıklı bir genç idi. O da Ölümü arar gibi döğüşürken etrafı düşman tarafından çevrildi. Atının ayakları kesilmişti, yaya olarak yalın kılınç düşmanın ortası­na atıldı. Rumlardan biri bu kahramanın üstüne atılarak vücu­dunu ikiye bölerek onu şehit etti. Sancağı Revvaha oğlu Ab­dullah aldı ve ileriledi. At üstünde idi. O da düşmanın üzerine saldırdı ve döğüşerek öldü. Sancağı Erkanı oğlu Sabit alarak : Müslümanlar içinizden birini seçiniz. Diye bağırdı. Velid oğlu Halid seçildi. Halid sancağı aldı. Müslüman saflarını dolaştı, onları sıklaştırdı ve gece karanlığı basıncaya kadar ordusunu oyaladı. Geceleyin Halid. düşmanın sayıca üstünlüğünü ve kendi ordusunun azlığını görerek muntazam bir ric'at plânı hazırladı. Bu program gereğince ordu mevcudundan az bir kısmım cephe gerisine dağıttı. Sabah olunca sanki Peygamber­den kendilerine imdat kuvveti gelmiş gibi düşmanları aldata­cak bir yaygara ve gürültü koparmalarını onlara tenbih etti, böyle de yaptılar, düşman bundan ürktü ve taarruzdan çekindi ve hattâ Halid'in mukabil taarruza geçmediğine sevindi. Çok geçmeden Halid'in yaptığı program mucibince müslüman or­dusu cepheden çekilerek Medine'ye döndü. Böylece ne galip ve ne de mağlûp olmuş fakat kendilerine kat kat faik kuvvetler "karsısında müslümanlar büyük kahramanlıklar göstermişler­dir.

Bu gazan ın kahraman kumandan ve askerleri kendilerini -ölümün kucağına attıklarını biliyorlardı, fakat hiç bir şeye bakmadan İslâm şerefi ve imanı kudretiyle cenk meydanına girdiler, erkekçe döğüştüler ve şehid oldular, islâm dini bunu böyle emrediyordu. Çünkü Allah yolunda mücadele, mü'minler için en büyük kazanç ve şereftir. Kur'an-ı bakîmde Cenabı Hak şöyle buyuruyor :

?Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığı cen­net olmak üzere satın almıştır ki, öldürürler ve öldürülürler. Bu kar şılık kendilerine Tevrat, incil ve Kur'an'da tasdik edil­miştir. Allahdan daha ziyade sözünde duran kimse bulunabilir mi? Müjdeler olsun sizlere ki alış verişinizde büyük kurtuluş ve kazanç vardır.?

i şte bu kahramanlar, bu iman sahipleri bunun için ölümü göre göre ,bile bile istihkar etmişler ve döğüşmüşlerdir. Bu se­beple müslümanlar karşılarındaki düşmanın adetçe üstünlüğü­nü hesaba katmaz ve Allahın nusratına güvenerek cenk ederler.

îmam-el mücâhidin Peygamberimiz hudud komşusu olan Rumların kuvvetini biliyor ve üzerlerine bir ordu gönderme tehlikesini elbette takdir ediyordu. Fakat müslümanların böyle madde üstünlüklerine kıymet vermediklerini de etrafa göstermek siyasî bir zaruretti. Nitekim son hareket Rumların gö­zünü yıldırmış müslümanlığın kuvvet ve cesaretini etrafa gös­termişti...

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #25 : 11 Kasım 2024, 09:53:18 »
Mekke'nin Zabti
Resul-i Ekrem'le Kureysliler aras ında akdedilen Hudeybiye musalehasından sonra Huzâa kabilesi Peygamberle andlasmış olduğu gibi Bekir oğulları da Kureyşlilerle andlaşmışlardı. Kureyşlilerle Müslümanlar arasında münasebetler düzelmiş ve her iki taraf birbirinden emin olarak kayıplarını telâfi yo­luna girmişlerdir. Bu arada Resul-i Ekrem de nübüvvetini bü­tün insanlara tebliğ ve Arab yarımadasında devletin temelle­rini takviye ve asayişin takviyesine çalışarak Hayberlilerin zararlı mevcudiyetine son verdiği gibi muhtelif devletlere mu­rahhaslar göndermek suretiyle hariçle de temas etmiş ve Arab yarımadasının her tarafını kaplamış olan îslâm devletinin te­mellerini takviye için çalışmıştır. Hudeybiye meselesinin üze­rinden bir yıl geçtiği için ilk defa yapamadıkları için borç ka­lan hac işine hazırlanmalarını müslümanlara emretmiştir. İki bin kişilik mü'minler kervanı yola düzülmüstür. Hudeybiye anlaşması gereğince erkeklerden hiç biri kınlarına sokulmuş birer kılınctan başka yanlarına silâh almamışlardır, îmam-el m ücâhidin Efendimiz putperestlerin hainliklerini bildiği için Müselleme oğlu Muhammed'in kumandasında yüz atlıyı Mekke harimine girmemek üzere öncü olarak göndermiştir. Müs­lümanlar geçen seneden borç kalan Kâbeyi tavaf vazifesini yaptıktan sonra Medine'ye dönmüşlerdir. Bunların avdetlerini müteakip Mekke halkı hak dinine girmeğe başlamıştır. Halid ibni Velid, Asî oğlu Ömrü ile Kâbenin bekçisi Talha oğlu Osman müslüman oldukları gibi Mekkelilerden bir çoğu da bun­lara uyarak müslüman olmuşlardır. Böylelikle müslümanların mekke'de kuvvetleri artmış, Kureyşliler sarsıntıya uğramışlardır. Müslümanlar Möte çenginde bir çok zayiat verdiklerinden Kureyşliler artık müslüman kuvvetinin zayıf düştüğüne kanilarak Bekir oğulları kabilesini teşvik ederek ve onlara silâh vererek Huzaahlar kabilesine tecavüz ettirmişler ve onlardan bazılarını öldürmüşlerdir. Huzaalılar bu hücum üzerine Mekkeye kaçtıkları gibi bunlardan Salim oğlu Ömrü Medine'ye koşmuş ve olup bitenleri Peygambere anlatarak kendisinden yardım istemiştir. Resul-i Ekrem de: «Ey Salim oğlu Ömrü, istediğin yardım sana verildi.» buyurmuştur. Peygamber Kureyşlilerin yaptığı bu nakz-i ahdin karşılığı ancak Mekke'nin zabtı olabileceğini düşündü. Kureyşliler bu ihanetten korkarak andı yenilemek ve müddetini uzatmak için Ebu Süfyan'ı Medine'ye gönderdiler. Medineye giden Ebu Süfyan, Peygamberi görmek için kendi kızı ve Peygamberimizin eşi olan Ümmü habibe'nin evine gitmiş ve yanına girince Peygamberin yata­na oturmak istemiştir. Ebu Süfyan'ın kızı yatağı katlamıştır, übu Süfyan, yatağı mı benden, yoksa beni mi yataktan esir­gedin deyince, kızı: «O peygamberin yatağıdır. Sen ise murdar putperestsin, üzerine oturduğunu istemem» demiştir. Ebu süfyan benden sana kötülük geldi deyip evden çıkmış, Pey­gamberin yanına gelmiştir. Resul-i Ekrem nezdinde andı ve andın uzatılmasını konuşmuş hiç cevap alamamıştır. Ondan sonra Ebubekir'le konuşmuş ondan da mukabele görmemiştir. Hattâb oğlu Ömer'e gitmiş sert ve kötü karşılanmıştır. Ömer; Allahın Resulünü sizin için mi ikna edeyim? VAllahi ben bir toz zerresi olsam yine onunla birlikte sava şırım» dedi. Ebu Süfyan Ebu Talib oğlu Alinin yanında Fatma olduğu sırada yan­larına girdi ve sebeb-i ziyaretini anlattı ve Resul-i Ekrem nezdinde tavassutta bulunulmasını istedi. Ebu Talib oğlu Ali su cevabı verdi: «Peygamberin yapmak istediği şeyi ifadan onu menedecek kimse bulunamayacağını, güzellikle anlattı. Ebu Süfyan, Fatmaya oğlu Hasan'ın insanları himayesini söyledi. Fatma da: Allahın Resulüne karşı hiç kimseyi himaye edeme­yeceğini söyleyince çok müteessir olan Ebu Süfyan Kureyşlilere dönerek Medine'de karşılaştığı muameleyi anlattı.

Resulullaha gelince: Hemen davranarak halk ın hazırlan­masını emretmiştir ve Mekke'ye gitmiştir. Maksadı Kureyşlilere ani bir baskın yaparak onlara müdafaa fırsatı vermeden ve kan dökülmeden teslim olmalarını temin etmekti. Müslüman ordusu Medine'den Mekke'ye doğru hareket etmiş ve Mekke'­ye yirmi kilometre mesafede konaklamış, ordunun mevcudu on bini bulmuştur. Kureyşlilere bu orduya dair hiç bir haber gelmemişti. Kureyşliler Hazreti Peygamberin kendileriyle döğüşmek için geleceğini biliyor ve ona karşı koymak için ne ya­pılmak lâzımgeldiğini birbirleriyle münakaşa ediyorlardı. Bu sırada Ebu Süfyan duyulmakta olan tehlikenin derecesini an­lamak için Mekke'den çıkmış yolda, müslüman olan Abbas'a tesadüf etmişti. Abbas Peygamberin kısrağına binmiş aman di­lemeleri için Kureyşlilere gidiyordu. Ebu Süfyan'a seslendi: «Allahın Resulü ordunun içindedir. Eğer zorla Mekke'ye girecek olursa veyl Kureyşlilerin haline!» dedi. Ebu Süfyan bu işin hal çaresi nedir, diye sorunca Abbas onu kısrağının arkasına bindirmiş ve yürümüştür. Hattâb oğlu Ömer'in yaktığı ateşin yanından geçerlerken Ömer, Peygamberin kısrağım görmüş ve Ebu Süfyan'ı tanımıştır. Ömer Ebu Süfyan'ın başını vur­mak istediğinden Abbas ile Ömer arasında sert bir münakaşa olmuştur. Abbas hemen Peygamberin çadırına girerek: Ey Al­lahın Resulü! Ben ona aman verdim dedi. Peygamber de : Ey Abbas onu yanına al, sabah olunca bana getir dedi. Sabah olun­ca Ebu Süfyan getirildi, müslüman oldu. Bu defa Abbas tekrar huzuru Peygamberiye girerek: Ey Allah ın Resulü, Ebu Süfyan Övünmeyi sever. Ona bir şey yap dedi. Peygamber de : «Evet;. Ebu Süfyan'ın evine sığınan ve kendi evinde oturup üzerine kapusunu kapayan ve mescide giren kimseler korkmasınlar» buyurdu. Bunun üzerine dağın Mekke'ye girilecek yerinde, vadinin dar geçidinde Ebu Süfyan'ın alıkonulmasını emretti. Oyle de yapıldı. Oradan geçen askerlerin kuvvet ve heybetle­rini gözleriyle gören Ebu Süfyan Mekke'ye Kureyşlilerin ya­nına döndüğü vakit; sesinin en yüksek perdesiyle şöyle bağır­dı : Ey Kureyşliler! Muhammed, kendisine karşı duramayaca­ğınız bir ordu ile geldi. Ebu Süfyan'ın evine sığınan ve kendi evlerinde kapılarını kapayıp bekleyenler ve mescide girenler için korku yoktur... Bunun üzerine Kureyşliler karşı koymak­tan vaz geçtiler, Peygamber yürüdü ve Mekkeye girdi. Emni­yet tedbirleri aldı. Ordunun dört kısma ayrılmasını, döğüşmemesini ve kan dökmemesini emretti. Mecbur edilmedikçe, zor­lanmadıkça tecavüzde bulunmamalarını ilâve etti. Böylece or­dular Mekkeye girdi. Bunlardan yalnız Halid ibni Velid'in or­dusu biraz mukavemete maruz kaldıysa da onu atlattı, Resulü Ekrem Mekke'nin en yüksek yerinde yere inerek yürüdü ve Kâbeye geldi. Kabe etrafında yedi defa dolaştı. Sonra Talha oğlu Osman çağırdı, Kâbeyi açtırdı ve kapısında durdu. Halk kalabalıklaştı, Resulullah onlara hitab etti ve Cenabı Hakkın Kur'an-ı Keriminde: ?Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir di­şiden yarattık ve sizi soylara kabilelere ayırdık ki birbirinizi tanıyasınız. Allah nezdinde en iyileriniz, Rablerini düşünüp ondan en ziyade çekinip korkanlardır. Muhakkak Allah, alîm ve habîrdir. Bilgisi tükenmez ve ilminden bir şey kaçmaz? ayetini okudu sonra; Ey Kureyşliler size ne yapacağımı sanı­yorsunuz? diye sordu. Onlar da: İyi şeyi yapacaksın, çünkü sen muteber bir kardeşsin ve kardeş oğlusun dediler. Resûl-i Ekrem de: Gidiniz, cümleniz serbestsiniz buyurdu. Bu sözlerle Kureyşlilerin ve Mekkelilerin yaptıkları fenalıklar affedilmiş oldu. Hazretî Peygamber Kâbeye girdi. Duvarlarında melâikelerin ve peygamberlerin resimlerini gördü. Emri üzerine bu resimler bozuldu. Sazdan yap ılmış bir güvercin heykelini eliyle kırarak yere attı, sonra elindeki değnekle bütün putları gös­tererek : «Hakikat olan islâmiyet geldi, boş olan kâfirlik can verdi.» mealindeki âyet-i kerimeyi okuyup putların hepsini al aşağı etti, mukaddes Kâbeyi bunlardan temizledi. Mekke'de onbeş gün kalarak şehrin idare ve intizamını sağladı. Mekke halkına İslâmiyeti izah ederek öğretti. Mekke'nin işgali tamam­lanarak İslâm nurunun yayılmasını gölgeleyen maniler berta­raf edildi. Bu suretle Cenabı Hakkın ümmeti Muhammed'e lâ­yık gördüğü nusrat ve fetih güneş gibi gözlere çarptı.

İmam-el Mücâhidin Hazreti Muahmmed bütün bu neşir ve tamim ve kökleşme işlerinde daima halkı tenvir ve irşada bü­yük kıymet ve ehemmiyet vermişlerdir. Resul-i Ekrem'in bu babta mesaisi hakkında şu misalleri verebiliriz :

Hazreti Halid ibni Velid Yemenlileri hak dinine davet i çin bir müfreze ile gönderilmiş ise, yaradılıştan kumandan olan bu zat, irşad işinde muvaffak olamamış yerine Hazreti Ali gönderilmişti. Hazreti Ali bu vazifede muvaffak olmuştur.

Peygamberimiz eshab ından bu tenvir, irşad ve îslâma da­vet vazifesiyle gönderdiği insanların başında Kur'an-ı Kerimi en iyi bilenler, Bakara gibi en uzun surelerini ezberlemiş olan­lar ve bunları en iyi anlayanlar gönderilirdi.

Bundan ba şka San'a'ya Resul-i Ekrem zevceleri Ümrnü Selemenin biraderi Ebî Ümmiye gönderilmişti.

Hadramut'a Bedir m ücahidlerinden Zeyyad Bin Lebid yine San'a'ya, ilk iman edenlerden Halid Bin Said gönderilmişti.

Dillere destan olan Hatem Tay'in o ğlu Adi bin Hatem Tay kabilesine gönderilmişti.

Âlâ bin Hadrami Bahreyn havalisine gönderilmiştir.

Eshab ı Kiramın meşhur âlimlerinden Ebu Musa el Eş'arî Aden'e gönderilmiştir.

Yine say ılı sahabeden Maaz bin Cebel Cünd'e gönderil­miştir.

Bunlar ın meşhurlarından Cerir bin Abdullah Becelî Zül-kila' Humeyriye gönderilmiştir. Burası bir zamanlar Hümeyri hükümdarlarının merkezi idi. Ahalisi kamilen müslüman ol­muş ve bunu tes'id için dört bin köle azad edilmiştir.

B ütün bu tafsilâttan da anlaşılacağı üzere müslümanlık; büyük Peygamberimizin çizdiği bir program, plân, gayret, ir­şad ve doğruluk sayesinde yıldırım hıziyle yeryüzüne yayıl­mıştır.
« Son Düzenleme: 11 Kasım 2024, 13:21:03 Gönderen: ihvan23@hotmail.com »

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #26 : 13 Kasım 2024, 14:36:07 »
Huneyn Gazvesi
Mekke'nin m üslümanlara geçmesinden sonra vuku bulan bir hâdise Hevazen kabilesinin müslümanlara karşı harekete geçmesidir. Hevazen'e karşı büyük bir kuvvet hazırlanmış ve Huaeyn vadisine yürümüş. Hevazenliler müslümanları bir pusuya düşürmeğe ve ok sağanağına tutmağa muvaffak olmuşlar, bu yüzden bir aralık şaşkınlık baş göstermiş, fakat müslümanlar kendilerini çabuk toplamış, bilhassa Resul-i Ekrem'in fev­kalâde itidali sayesinde vaziyet kurtarılmış, muazzam bir gale­be kazanılmış ve düşmandan altı bin esir alınmış, daha sonra bütün bu esirler Hazreti Peygamberin bir emriyle serbest bıra­kılmıştır.

Bu muharebeye dair bir miktar tafsil ât vermek faidelidir: islâm ordusu Huneyn deresine doğru yokuş aşağı yürürlerken birdenbire düşman kabilelerinin hücumuna maruz kalmışlardır.Avioğlu Malik adamlarına taarruz emri vermiş olup onlar da tek bir insan imiş gibi fırlayarak müslümanlan ok yağmuruna tutmuşlardır. Henüz sabah karanlığında apansızın her taraftan gelen bu ok yağmuru tabiatiyle bir şaşkınlığa sebep olmuştur. Bir çok insan yüzgeri etmiş, gayri muntazam bir ric'ata başla­mıştır. Ordunun gerisinde bulunan Peygamberin yanından ge­cen askerler durup kendisine bakmıyorlardı bile... Resul-i Ek­rem amcası Abbas ile birlikte dimdik ayakta duruyorlardı. Peygamberin etrafım muhacirin ve ensardan ve akrabaların­dan pek az kimse sarmış bulunuyordu. Bunlar bozguna uğra­yan insanlara: Nereye ey insanlar, nereye diye bağırıyorlardi.

Bu ses, maatteess üf bir akis yaratmıyordu. Düşman bu ka­çakları müthiş bir şekilde takip ediyordu. Kendilerine yetiştik­leri yerlerde kaçanları oklarla yere düşürüyorlardı. Bu korkunç ve tehlikeli anda Peygamber ordusuna en gür sesiyle hitap ediyor, fakat bu sesi duyuramıyordu. Henüz yeni müslüman olmuş olan insanlar bu vaziyet karşısında birdenbire dönmüş­ler, âdeta düşmanlar gibi sevinmeğe başlamışlardır. Bunların içinde Hanbel oğlu Külde: Bugün afsun bozuldu; Talha oğlu Osman oğlu Şeybe ise bugün Muhammedden intikam alıyorum; Ebu Süfyan ise bütün bütün coşarak, müslümanların bu hezi­meti ancak onların denize dökülmesiyle sona erer diyordu. Bunlar ve bunlar gibiler Mekkede yeni müslüman olmuş kimse­lerdi. Bunlar Peygamberin ordusiyle birlikte savaş meydanına gelmişlerdi. Fakat bozgun içlerindeki kuruntu ve tereddütleri açığa vurmuştu. Artık en nazik zaman gelip çattı. Her şeye rağ­men Peygamber yerinden kıpırdamadı ve harp meydanında kalmayı tercih etti ve meydanda ilerledi. Düşmana karsı be­yaz kısrağı üzerinde saldırdı. Yanında, yukarıda da yazıldığı gibi Amcası Abbas ile Abdülmuttalib oğlu Elhâris oğlu Ebu Süfyan vardılar. Elhâris oğlu Peygamberin bindiği kısrağın yularını tutarak ilerilemesine mani oldu. Amcası Abbas ise gür sesiyle bağırmakta idi: Ey ensâr ve muhacirler, ey ağaç altında biat ahdi yapan muhacirler, Muhammed sağdır, geliniz diye bağırmış ve bu feryadı tekrarlamıştır ki bu sesin akisleri her tarafı çınlatmıştır. Bozguna uğrayan müslümanlar bu sesi işitenler, Peygamberi hatırlamışlar ve uğurunda o güne kadar yaptıkları gavzeleri de akıllarına getirmişlerdir. Bu ricatın put­perestleri üstün kılacağını ve islâm dininin yok olacağını düşünmüşlerdir. Bundan sonra herkes, heryandan, Resul Ekrem'­in Arncasının sözüne ve dâvetine uyarak harb meydanına sal­dırmışlar ve fevkalâde bir kahramanlık ve eşsiz bir fedakârlık­la ateşlere atılmağı ve icap ederse o ateşte yanmağı göze almış­lardır. Peygamberin etrafında toplanmağa başlayan müslümanların sayılan artmağa başladı. Bunlar harb meydanına atıl­mışlar, göğüs göğüse döğüşerek harbi kızıştırmışlardır. Pey­gamberimiz bu sırada iki avucuna çakıllar alarak düşman üze rine f ırlatmış ve: Yüzler bozulsun buyurmuştur. Müslümanlar Allah yolunda Ölümü hiçe saydılar, harb şiddet kesbedince Hevazen ve Sakif kabileleri büsbütün mahvolacaklarını anladık­larından bozgun halinde, hiç bir tarafa bakmadan,arkalarında mallarını müslümanlara ganimet bırakarak kaçtılar. Müslüman­lar bunların peşlerini bırakmayarak takibe koyuldular, ellerine geçenleri katlettiler ve düşmanı müthiş bir hezimete, kahkaharî bir mağlubiyete uğrattılar. Düşman kumandanı Avf oğlu Mâlik Taife kaçarak öylece canını kurtardı. Cenabı Hak müslüman büyük bir zafer ihsan buyurmuştu. Bunun üzerine şu âyeti kerime nazil olmuştur:

«Alah size bir çok yerlerde çokluğunuzu beyendiğinîz hal­de bu çokluğun üzerinizden her hangi bir sıkıntının defi olma­sına yaramadığını, genişlikleriyle beraber yerlerin size dar gel­diği ve arkalarınızı çevirip döndüğünüz Huneyn günü galibiyet yard ımını yaptı: Sonra Resulüne ve müminlere gönül rahatlığı verdiği gibi görmediğiniz yardımcılar da indirmiş ve imansız­ları azap içinde bırakmıştır ki bu, imansızların cezasıdır. Allah günahlarına tövbe edenlerden dilediğini affeder. Alİah günah­ları bağışlayıcı ve kullarını esirgeyicidir.»

Bu harbde m üslümanlar büyük ganimet elde etmişlerdir. Ogün sayıldığına göre yirmi iki bin deve, kırk bin koyun, dört yüz okka gümüş ve saire... Putperestlerden bir çok da maktul v e alt ı bin esir...

M üslümanların zayiatları çoktu, fakat tadat edilmemiştir, iki müslüman kabilesinin yok olduğu tarih kitaplarında yazılı­dır. Bunların cümlesinin namazları Peygamberimiz tarafından kıldınlmıştır. Resul Ekrem bu ganimetleri ve esirleri bırakarak Avf oğlu Mâlik'in kaçıp iltica ettiği Taif'i muhasara etmişler­dir. Taif Sakif kabilesine ait olup mukavemetli bir şehirdi. Taifliler de kale harbi usullerine aşina ve çok zengin insanlardı. Ok atmakta da mahir idiler, M üslümanlara ok atmışlar ve bir çoklar ını şehid etmişlerdir. Bu kalenin aşılması kolay değildi. Bunun için islâm ordusu kaleden uzak duruyor ve Cenabı Hak­kın kendileri ve düşmanları için ne yapacağını bekleyip duru yorlard ı. Cenabı Peygamber Taif'i taş gülle atan toplarla döğmek için yardımcılar tedarik etmiş ve muhasaranın dördüncü günü Taife hücum edilmiş taş atan toplarla kale bedenleri do­ğulmuş ve hisarlara doğru taarruza geçilmiştir. Fakat üzerleri­ne, ateşte eritilmiş demir parçaları atıldığından hücum mu­vaffak olmamıştır. Bunun üzerine müslümanlar Taif'liler tes­lim olsunlar diye bağlarını tahrip etmişlerse de bu hareket ne­ticesiz kalmıştır. Zilkade ayı girmiş olduğundan haram aylar başlamıştı. Resul Ekrem Taifden Mekkeye dönerken, esirlerin ve ganimetlerin bulunduğu yerde konakladılar. Peygamberimiz Avf oğlu Melik gelip teslim olacak olursa malını ve çoluk ço­cuğunu bağışlayacağını kendisine ayrıca yüz deve vereceğini vaddettiğinden Mâlik gelmiş, müslümanlığı kabul etmiş ve bun­ları almıştır. Diğer ganimetler muhacirlere taksim edilmiş ve Resul Ekrem kendi hissesine bir şey istememiştir.

* * *

İmamülrnucâhidin, Peygamberimiz efendimizin gerek Uhud gerekse Huneyn gazaları esnasında tek başına kaldığı zaman gösterdiği sebat ve metanet ve tevekkül cidden şayanı hayret­tir. Bu; Peygamberimizin Allaha olan iman ve tevekkülünün bir tezahürüdür. Peygamberimizin Allaha bağlılığına ve inan­cına dair bol misaller mevcuddur. Bunlardan bazıları şöyledir:

Resul Ekrem Necit muharebesinden d önerken eshabiyle birlikte bir ağacın gölgesinde istirahat etmiş, cümlesi yorgun­luktan bitap düşerek uyuya kalmışlardı. Peygamberin kılıncı ağacın üzerinde asılı idi. Bu sırada oradan geçen bir bedevi bu vaziyetten istifade ederek Peygamberin kılıncını almış, kının­dan çıkarmış ve Cenabı Peygambere hücum etmişti. Resul Ek­rem uyanmış, bedevinin üzerine yürüdüğünü görmüştü. Bedevi şöyle bağırmıştı:

?? Seni kim kurtarır şimdi elimden?.! Resulullah cevap verdi: Allah!...?

Bedevinin elindeki k ılınc yere düştü. Allahın kudreti bir anda tecelli etti.

Yine ba şka bir gün Peybamberi öldürmek kasdiyle fırsat kollayan bir adam yakalanarak huzura getirilmiş, Resul Ek­rem bu adamın serbest bırakılmasını emrederek: «Bırakınız onu, beni öldürmek istese de öldüremez» buyurmuştu. Peygam­ber bu sözlerle Cenabı Hakkın kendisini himaye ve siyanet bu­yurduğunu anlatmak istemiştir. Peygamberimizi zehirlemek isteyen Yahudiye, maksadının ne olduğunu sorduğu zaman:

? Seni üldürmek istiyordum, demesi üzerine

? Yapamazsın! Cenabı Hak sana o kuvveti vermedi, bu­yurmuştu.

B ütün bu misaller islâmın büyük Peygamberinin irnanındaki ihtişamı göstermek itibariyle son derece mühimdir.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #27 : 15 Kasım 2024, 14:50:19 »
Tebük Harbi
İslâmiyetin sür'atle inkişafı ve intişarı, civardaki hristiyanları endişeye düşürüyordu. Suriyeden gelen haberlere göre Roma devleti islâmiyete karşı mühim hazırlıklarda bulunuyor­du. Bu malûmat Peygambere ulaşınca, kendisinin gelecek ordu­yu bizzat karşılamasını ve bir plân tanzimini düşündü. Bu prog­ramın esası, müslümanlara tecavüze cesaret edecek kuvvetleri bir daha baş kaldıramıyacak surette imha etmekti. Mevsim yaz nihayeti ve son baharın başlangıcı idi. Yaz sıcağının şiddeti artmıştı. Medineden Şama kadar olan bin üçyüz küsur kilo­metrelik mesafenin aşılması çok zor ve yorucu idi. Su ve iaşeye çok ihtiyaç vardı. Bu hakikatin halka bildirilmesi ve keyfiye­tin gizli tutulmaması zaruri idi. Ayrıca Romalılarla harb edi­leceğini de bildirmek lâzımdı. Bu tarz hareket Peybamberin şimdiye kadar girdiği harblerde tuttuğu yola muhalifti. Çünkü Resul Ekrem hareketini daima gizli tutar ve çok defalar düş­manı şaşırtmak ve nereye gideceğini gizlemek için bir istika­metten diğer istikamete teveccüh ederdi. Bu defa ise hududlarda Romalılarla savaşmak İçin hareket edeceğini açıkça ilân etti. Bu sebeple toplanması elzem büyük bir orduyu meydana getir­mek için bütün kabilelerin hazırlanmalarım, adetçe ve silâhça üstün bir kuvvet meydana getirmek için müslüman zenginleri­nin de Cenabı Hakkın kendilerine bahsettiği maldan harcama­ları bildirildi. Müslümanlar bu tebliği muhtelif şekillerde kar­şılamışlardır. Bütün samimiyet ve halis bir inançla hak dinine girmiş olan rnüslümanlar bu teklife «Lebbeyk» diye heyecanla mukabele etmişlerdir. Bunlar meyanında üstüne binip gidecek vasıtası olmayan fakirler olduğu gibi mallarını Allah yolunda canı gönülden Peygamberin emrine veren ve şehidlik veyahut korkudan müslüman olanlar ise bu vaziyete karşı ağır davran­mağa ve çeşitli bahaneler uydurmağa başladılar. Bunlar sahte müslumanlardır ve birbirlerine, sakın bu sıcakta gitmeyiniz diyorlardı. Bunun üzerine «Sıcakta gitmeyiniz dediler. Cehen­nemin ateşi daha sıcaktır. Bunu anlasalar, da!» âyeti nazil oldu. Resul Ekrem Seline oğullan kabilesinden olan Kays oğlu Cedde şöyle hitap etti: Ey Ced! Sarı renklilerle savaşmağa gönlünün rızası varmı? Ced şöyle mukabelede bulundu: Ey Allahın Resulü, bana izin verde günaha girmeyeyim. Benim soydaşlarım benden ziyade kadın düşkünü kimse olmadığını bilirler. Sarı renklilerin kadınlarını görürsem uslu duramayacağımdan kor­karım...

Peygamber ondan y üzünü çevirdi ve «onlardan, bana izin verde beni günaha sokma diyenler vardır. Bilsinler ki günahın içine düşmüşlerdir. Gerçek cehennem kâfirleri kuşatmıştır.» mealindeki âyeti kerime bu sebeple nazil oldu. Sahte müslü­manlar harbe çıkmakta teallül etmekle kalmayıp halkı savaş­tan soğutmağa da kalktılar. Peygamberimiz bunlara karşı şid­detli davranarak bir ceza tertibini de lüzumlu görmüştür. Yahuri Süveylemin evinde toplanarak halkı harbden soğutmak ve bozgun yaratmak için çalışanlar Peygamber tarafından ha­ber alınınca Ubeydullah oğlu Talhayı eshabdan bir keçiyle Yahudinin evine göndermiş, evi yaktırmış, kaçanlardan bazıları sakatlandığı gibi çokları da ateşten canlarını zor kurtarmışlar­dır. Bu ceza diğerlerine ibret olmuş ve bozgunculuğa artık kimsede cesaret kalmamıştır. Resulullahın gösterdiği bu şiddet ve dûrbinlik orduda tesirini göstermiş, ordu mevcudu otuz kü sur bin m üslümana yükselmiştir. İslâm tarihçileri bu orduya usret yâni zorluk ordusu ismini verdiler, çünkü bu ordunun .şiddetli sıcaklar altında, susuzluk ve uzun mesafeler kath mec­buriyeti zamanın imkânlarına göre cidden aşılması zor bir hâ­disedir. Peygamberimiz bu ordunun kurulmasiyle meşgul ol­duğu vakit imamet vazifesini Hazreti Ebubekir ifa etmiştir. Kesul Ekrem Medinedeki vazife için kendi yerine Müslüme oğ­lu Muhammedi ve aile hususları için de Hazreti Aliyi vekil bı­rakmıştır, îslâm ordusu gayet muhteşem, heybetli kuvvetli ve kalabalık bir halde Medineden ayrılırken bütün kadınlar evle­rinin damlarına çıkmış, gördükleri harikulade manzaradan cûş-u hurûşa gelerek müminler ordusunu çılgınca alkışlamıslar ve Arap an'anelerine göre askerleri teşvik ve teşcih etmiş-rdir.

«Buna benzer bir manzaraya da biz 1917 senesi başlarında Yafa' an gaze meydan muharebesine giderken şahid olduk. Bire on nisbetinde adetçe faik, silâhça üstün İngiliz ordularına karşı sadece göğ­sündeki iman kuvveli, Peygamber aşkı, din kudretiyle ilerileyen Türk ordusunu Südût köyünün Arap kadınları böyle teşvik ve teşcih etmiş­ler ve çoğumuzu ağlatmışlardı. O ateşle hızla ateş hattına giren Türk Mehmetçikler, azim bir zafer kazanmış ve ingiliz ordusunu büyük bîr mağlubiyete uğratmıştı.»

îste Medineden çıkan Hazreti Muhammed'in ordusundaki on bin atlının heybetli manzarası da insanları coşturmuş ve nusat yollarına sürüklemişti. Roma orduları Tebükte müslümanların üzerine yürümek için hazırlanıyordu. Onlar mümin­ler ordusunun bu muhteşem kuvvetini öğrenince telâş ve deh­şete kapıldılar. Daha evvel Möte harbinde, böyle bir kuvvete sahip değil iken müslümanların gösterdikleri celüdet ve kah­ramanlığı düşünerek bu defa haklı bir korkuya kapılmaları tabii idi. Bu sebeple müstahkem mevkilerinde kendilerini mü­dafaa edebilmek için Roma orduları Şam şehirlerine çekilmeği muvafık bulmuşlar ve Tebük ile çöldeki bütün mevkilerini terk ederek büyük bir ricata başlamışlardır, îmamülmücahîdîn Efendimiz düşmanın içine düştüğü bu korku ve ricat hareketi ni haber al ınca Tebük üzerine yürüdü ve ordugâhını orada kurdu ve artık Romalıları Şam şehirlerine kadar takibe lüzum, görmedi. Cenabı Peygamber Tebükte bir ay kadar kalmış ve bu müddet zarfında etrafındaki kabilelere haberler göndererek cümlesini hak dinine davet etmiş ve bunlardan bir çoğu imana gelmiş bir çoğu da vergiye bağlanmıştır. Hududlarda bulunan ufak tefek hırîstiyan hükümetleriyle itilâf nameler akid olun­muş ve böylece hududlarda sulh ve müsalenıet temin edilmiş­tir.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #28 : 15 Kasım 2024, 15:47:40 »
Arabistanda Islam Hakimiyeti
îslâmm nuru, koyu karanlıklar ve zulmetler içinde Arab yarımadasında doğdu, bu güneşin ışıklan oradan bütün yeryü­züne yayıldı. Bu güneşin şuaları, uzun ve kasvetli gecelerin zifiri karanlıklarını yarmadan evvel yalnız Arab yarımadası değîl, bütün cihan vahşet, zulmet, zulüm ve kahır, cehalet ve ıstırap içinde yüzüyordu.. Arabistanda cehalet ve putperestlik almış yürümüştü. Efendimize vazifei nübüvet teveccüh edip, müslümanlığın neşir ve tamimi Allah tarafından emredilince ilk tebligat telkinat ve nazil olan âyetlerle bu dinü mübin yanlış terazi hileli tartı ve çeşitli ahlâksızlıklara, adaletsizliğe son çeken hükümlerle ümmeti muhammede iblâğ edilmekte idi. Büyük hakikatlerin ortaya atılması, beşer hayatına yeni isti­kamet veren, büyük ve cihanşümul medeniyetin umdelerini ih­tiva eden müslümanlık, bu satırlara kadar okuduğumuz tafsi­lattan da anlaşılacağı veçhile bin bîr zorluk, bin bir mâni ve çeşitli suikastlara maruz kalmış ve bunların cümlesi tafsilâtını gördüğümüz gibi iman kuvveti, ahlâk, cesaret ve fasılasız mü­cadelelerle bertaraf edilmiştir. Hiç şüphesiz ki ahır zaman Peygamberi, bütün bu zorlukları yenecek, Allahın hükmünü yürü­tecek ve bütün mânileri azimle, iradesiyle, cesaretiyle, dehasiyle ve imaniyle yok edecek bir hilkatte yaradılmıştı.

Evvel â Arab yarımadasında, sonra bütün cihanda maddi ve manevî bir islâm devleti ve hükümranlığı kuran Zat -ı risâlet-penahulul-azm bir Peygamberdir. Onun kurduğu devlet, ya sad ığı ve yaşattığı tarih, cihan medeniyetine kıyamete kadar kıymeti bakı hediye ettiği din kendisinin azametine, kudretine, ikdamına ve imanına sahiddir.

B ütün Arabistan şirk içinde yüzdüğü devirlerde tevhid sancağını kaldırmış, bütün bir cihan husumetle tek başına mü­cadele etmiştir. Yıldığı, ürktüğü, durakladığı, azminin sarsıldı­ğı dâvasından zerre kadar fedakârlık ettiği görülmemiştir. AIlahdan aldığı emiri yerine getirmek, islâm dinini yaymak. Kur'­an hükümlerini yürütmek ve medeniyeti muhammediyi neşir ve tamim etmek için çöllerde her kum zerresi karşısına dağ gibi dikilmiş fakat Peygamberimizin azmi ve onun nübüvet vekan Önünde kar gibi erimiş, onun Peygamberine sesini boğ­mak ve yeni doğan dini öldürmek isteyen düşmanları mahf ve perişan olmuşlardır.

Bedir harbinde te çhizat ve silâhları noksan ve kötü. sayıları az üçyüz müslümanın herşeyleri mükemmel bin kişi ile savaş­mağa mecbur oldukları vakit, Peygamberimizin dağ gibi, bir azim ve iman heykeli gibi düşman karşısına dikilmesi zaferin müminlere teveccüh etmesini mümkün kılmıştı.

îslâmın büyük Peygamberinin kısa zamanda hükmünü ci­hana yaydığı dinin bu sürat ve bu şekilde yayılması tesadüfün eseri değil, himmet ve iman gayretinin neticesidir. Huneyn harbinde düşmanların baskınları ve savletleri karşısında şaşıran ve gerileyen İslâm ordusu gayb ettiği maneviyatı, Fahri kâinatın sarsılmaz cesareti ve yerinde dini dik duran kahraman vaziyetinden ibret alarak düzeltmiştir.

İslâmiyetin, nur huzmeleri gibi yayılışında, bizatihi birer nur huzmesi olan Kur'an âyetlerinin insan ruhunda yaptığı te­sirler ve yarattığı furtunalar cidden mühimdir. Bu âyâtı keri­meden bazılarının lâfzan ve maalen tercümelerini aşağıya sı­ralamağı faydalı bulduk.

1 ? Es-Saf suresinin altıncı âyeti bütün insanlara şu müjdeyi verir:

«Meryem oğlu îsa da bir zaman söyle demişti: Ey israil oğulları ben size Allahın Peygamberiyim. Benden evvelki Tev rat ı tasdik edici, benden sonra gelecek bîr Peygamberi de - kî ismi Ahmed tir - müjdeleyici olarak geldim. Fakat o kendilerine açık açık beyyineler getirince bu, apaşikâr büyücüdür» dediler. Bu âyeti celilenin bütün diğer âyeti kerime gibi taşıdığı i'caz ve belagat insan ruhuna elektrik ceryanları gibi tesir et­mekte idi. Tercemeler ne kadar mükemmel olursa olsun, hatta arapça terceme ve tefsirlerin dahi Zatı kibriyaya mahsus ilâhi bir talâkat manzumesi olan âyetlere kat'iyyen benzemediği mu­hakkaktır. Şu kadar diye biliriz ki: Kur'an Kerim Arab lügati ve Arab cümleleriyle nazil olduğu halde bugüne kadar hiç bir Arabın bir tek âyetine nazire yapamadığı, onun ilâhi eser olduğunıın en kat'î delilidir.

2 ? Şimdi yine Es - Saf suresinin sekizinci âyetini görelim. Cenabı Hak şöyle buyuruyor:

«Onlar ağızlariyle Allahın nurunu söndürmeğe yelteniyorlar. Halbuki Allah, kendi nurunu, kâfirler hoşlanmasalar dahi tamamlayıcıdır.»

3 ? Seba' suresinin 28 inci âyetini aşağıya alıyoruz:

«Habibim , seni rahmetimizin müjdecisi, azabımızın haber­cisi ve bütün insanların Peygamberi olmaktan başka bir sıfatla göndermedik.' Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.»

B ütün bu âyetlerde müsahade ettiğimiz ilâhî belagat, talâ­kat ve i'câzdır ki yıldırın hıziyle insan ruhlarını istilâ etmiş, hükmünü yapmış ve kalpleri hakka küşâde, insanları iman nuruyla nurlandırmıştır.

Buna muvazi olarak Resul Ekrem'in de sahip bulunduklar ı yüksek ahlâk, fazilet, necabet, uluvvücenâb ve bunun gibi sayı­sız meziyetler Cenabı Hakkın kendisine tevdih buyurduğu Peygamberlik vazifesini yapmağa ve islâm dinini kıyamete kadar baki kılmağa hizmet etmiştir.

B ütün bu mütalaaları göz önüne alarak İslâm hakimiyetinin nasıl teessüs ettiğini takip edelim:

Teb ük gazasiyle Resul Ekrem haricî siyasetini tanzim et­miş, hududlarını emniyet altına almış ve düşmanlara kudreti­ni tanıttırmıştır. Bundan sonra Arab yarımadası haricindeki insanlar ı îslâma davet vazifesine başlamıştır. Tebük seferi biter bitmez Cenubda Yemen, Hadramut, Umman halkı müslümanlığı kabul ederek îslâm hükümranlığına baş eğmiştir. Hic­retin dokuzuncu yılında diğer bütün kabileler dairei İslama da­hil olarak bütün Arab yarımadası bir bütün halinde ve islâm devleti şeklinde tarih sahnesine çıkmış ve hükümranlık tamam­lanmıştır. Romalılarla olan hududlar da emniyet altına alın­mıştır.

Sultan Enbiya Hazreti Muham medin, bütün ebnâyi beşere hitap eden islâm dinine girmeleri için ecnebi hükümdarlara gönderdiği namei hümayunlarından bir danesini aşağıya alıyoruz:

«Bismillâhirrahmanirrahim. Roma imparatoruna.

Essel âm-ü menittehaalhüdâ

" Üzerimize vacib olandan sonra... Sizleri Islama çağırıyo­rum. Kabul edin. Cenabı Hak sizi iki taraflı mükâfatlandırır. Sizler bu islâmiyet davetinden istinkaf ederseniz halkınızın bütün günahları üzerinizde kalır. Ey kitap ehilleri! Sizin ve bizim için dahi en münasip olan dine geliniz. O da şudur: Yalnız Allaha iman etmek ona başka ortak tutmamak, diğerlerine Allah dememek. Ey kitap sahipleri! Sakın bu davetten çekinmeyiniz! Biz müslümanız, dinimize islâm denir.»

M üslümanlık Arab yarımadasında kökleştiği gibi onun zi­yası hududlardan taşmış, etrafa yayılmıştı. Bununla beraber, başlangıçta Arab yarımadasında tuhaf bir manzara hüküm, sürmekte idi. Bir yandan ekseriyeti teşkil eden müvahhitlerle, Putperestler yanyana yasamakta idiler. Gayri müslimler, enin­de sonunda bu nurun ziyasına katılmışlar ve müslüman cemi­yeti içinde kaynaşıp gitmişlerdir. Müslümanlığın bütün sema­vi kitapları kabul etmeleri, onların ibadet ve dinlerine hürmet etmelerine mukabil yahudiler daima dinimizi istihza ve istih­daf ile karşılamışlar ve islâm güneşi doğduğundan şu ana kadar düşmanlık ve husumetten bir zerre bile eksiltmemişlerdir. Bir kısım halkın putlara tapması, müminlerin putları kırması büyük bir tezad teşkil ediyordu. Buna son vermek zamanı geldi. Tebük savaşı sona erdikten sonra Hazreti Ebubekirin riyase­tinde müslümanlar hacca gidince tövbe suresi nazil oldu. Bu surenin şu âyeti büyük bir mâna taşıyordu:

«Allah ve Resulü tarafından haccı ekber günü bütün insan­lara beyan olunur kî: Allah ve Peygamber müşriklerden uzak­tır. Eğer tövbe ederseniz bu sizin için hayırlıdır. Yüz çevirsenizde, bilin ki Allahtn takdirini zayiflatamazsınız. Kâfirlere acıklı azabı bildir.»

Bu âyeti kerime nazil olunca Resulü Kibriya hemen Ebutalib oğlu Aliyi çağırarak Hazreti Ebubekirin nezdinde gönderdi ve şu talimatı verdi: Git hutbe ver ve tövbe suresini halka oku! Hazreti Ali, Minada halkı topladı, yanında Ebu Hüreyre vardı. Yüksek sesle şu âyetleri okudu:

«Allaha şirk koşanlardan andlaşmış olan kimselere veril­miş olan ahietlere Allah ve Resulü tarafından son verilmiştir.»

«Allaha ortak koşanların sizinle döğüstükleri gibi sizde on­ların cümlesiyle döğuşunuz. Allahın, kendisinden korkanlarla beraber olduğunu biliniz.»

Bu âyetlerin okunması bittikten sonra biraz duraklayarak, yüksek sesle şöyle bağırdı:

«Ey İnsanlar! Müslüman olmayan cennete giremez. Bu yıl­dan sonra müşrikler hac edemez ve kâbe etrafında çıplak dolaşamaz.»

O g ünden sonra hiç bir putperest hac etmemiş, hiç kimse çıplak olarak Kâbeyi tavaf etmemiştir. Bu hâl islâm dâvasının rasanetini ve islâm devletinin kökleştiğini gösteren en büyük misallerdir.

Resul Ekrem Medinede bulunduklar ı müddetçe müslümanlara imamet ve riyaset edip onların hakemliğini de ifa ederdi. Müslüman hakimiyeti tamamiyle teessüs ettikten sonra etrafın­daki bütün kabilelerle andlaşmalar yapılmış vilâyetlere vali­ler ve şehirlere beğler tayin edilmiştir. Peygamberimiz valileri tayin buyururken onlara vazifelerini hak ve adalet dahi­linde ifa » etmelerini ve bulundukları memleketin halkını hoş tutmalarını emir ederdi. Valileri memleketin eşrafından, iman­ları son derece kuvvetli ve samimî insanlardan seçerlerdi. Ay­rıca bu valileri, vazife mahalline göndermeden evvel imtihana tabi tutardı. Meselâ: Yemen'de vali gönderdiği Cebel oğlu Maaz'a söyle sormuşlardır:

? Halka ne ile hükmedeceksin?

? Allahın kitabiyle...

? Bulamaz isen?

? Peygamberin sünnetiyle...

? Yine bunda da bulamaz isen?

? İctihad ederim.

Cevab ını verdi. Peygamberimiz: «Benim sefirlerimi, Alla­hın ve Resulünün sevgilerini celbe muvaffak eden Allaha binleree hamdüsenalar olsun» diye şükürler etti.

Resul Ekrem Bahreyne vali olarak g önderdiği Seid oğlu Ebani'ye şu talimatı verdi:

«Halkı hoş tutmak hususundaki vasiyetimi yerine getir. ileri gelenleri saygı ile karşıla.»

Hazreti Peygamber valilerini çok güzide insanlardan se­çerdi. Onlardan halka rnüslümanlığı öğretmelerini, zekât ile diğer vergilerin tahsilini ve hazine mallarının muhafazasını is­tedi. Halkın iyilik hislerini okşamalarını, onlara Kur'an öğret­melerini, din anlayışlarını kuvvetlendirmelerini, haklı olanlara yumuşak, haksız olanlara karşı sert olmalarını, halk arasında nizamsızlık ve şûris olursa onu bastırmalarını ırk ve kabile dâ­valarının yasak edilmesini emrederdi. Allaha sirk koşulması­nın meni, ganimet mallarından beşde birinin beytülmale veril­mesi bu evamir cümlesindendir. Resul Ekrem; gönül nzasiyle Ve içten inanarak müslüman olan, ihtida eden insanların müslüman hukuk ve vecaibine sahip olduklarım beyan eder ve hıristiyanlık ve yahudilikte kalmak isteyenlerin serbest bırak­malarını emrederdi. Birgün Maaz'a söyle hitap buyurdular:

«Yanlarma gideceğin halk, kitap ehlidir. Onlara ilk söyle­yeceğin şey. Allaha ibadet etmeleridir. Allahı tamdıklarını gö­rür isek zenginlerden alır fakirlere veririz. Onlara, Allahın kendilerini zekât ile borçlu tuttuğunu söyle, dinlerlerse al, fa­kat mallarının en kıymetlisini almaktan sakın. Zulme uğrayanların bedduasından sakın. Zira, dualarda Allah ile insan arasın­da hâil yoktur.»

Bundan mada Pepgamber, baz ı vakitler mal tahsili için hususi memurlar da gönderdi. Nitekim her sene Revvaha oğ­lu Abdullahı meyvelerin tahmini için Haybere gönderirdi. Hayber yahudileri tahminin fazlalığından şikayet etmişlerdi. Ya­hudiler Revvaha oğluna rüşvet teklif etmişler, kadınlarının ziynet altunlarından bir çıkın içinde getirerek: Bu senin olsun, tahminini az tut demişlerdi. Revvaha oğlu Abdullah da buna kargılık:

«Ey Yahudiler cemaati! Sizler Allahın mahlukatı içinde sevmediklerîmizsinîz. Fakat bu tefret beni sîzlere zulmetmeğe sevketmez. Teklif ettiğiniz rüşvete gelince: O, en menfur ka­zançlardandır. Biz onu yiyemeyiz.»

Yahudiler bu hareket kar şısında; gökler ve yerler bu fera­gatle ayakta durur demişlerdir. Resul Ekrem valileri ve beğleri daima teftiş ettirir, kendisine getirilen haberleri dinlerdi. Bahreyn valisi hakkında Kays kabilesi tarafından vaki olan şikayet üzerine kendisini azletmiştir. Peygamberimizin devlet idaresindeki hassasiyeti şayan dikkattir. Valileriyle sıkı hesap görür, onların varidat ve masraflarını inceden inceye tetkik ederdi. Bir kere, zekât tahsili için birini memur etti, tahsilat sonunda bu memur hesap verdi ve getirdiği mallardan; bu si­zin, bu da benimdir, bana verilen hediyelerdir dedi. Bunun üzerine Resul Ekrem söyle buyurdu. Allahın bizi borçlu tut­tuğu vazifelerde çalıştırdığımız kimselerde ne oluyor ki ba sizindir, bu da bana hediye edilmiştir demektedir. İnsan kendi atasının, babasının evinde oturduğu vakit kimse ona durup dururken hediye getirir mi? Bizim bir işe çalıştırdığımız ve karşılığını verdiğimiz kimsenin hakkından fazla birsey alması hırsızlıktır buyurdular.

Peygamber i çtimaî ve islâmî nizama son derece riayet eder­di. Birgün Maaz'ın namazı uzatmasından Yemen halkı şikâyet etmiş ve ResulAllah da onu tekdir etmiş, halka imamet eden­lerin namazı uzatmamalarım emretmiştir.

Resul Ekrem halk ın adalet işlerini yürütmek için kadılar tayin ederdi. Nitekim Ebutalib oğlu Ali'yi Yemen'e kadı gön­derdiği gibi Nevfel oğlu Abdullahı da Medine kadısı tayin et­miştir. Cebel oğlu Maaz ile Ebu Musa El'eş'ariyi Yemen kadı­lıklarına gönderdiği zaman ikisine de; ne ile hükmedeceksiniz diye sormuştur. Her ikisi de cevap olarak Kur'an ve sünnetle orada bulamazsak kıyâsla cevabını vermişler. Resul Ekrem de bu cevaptan memnun kalmışlardır.

B ütün bunlardan anlaşılıyor ki islâmm büyük Peygamberi, kurduğu devlet ve medeniyet de hükümet ile halk arasındaki münasebetleri en ince teferruatına kadar takip ederlerdi.

Bundan mada Resul Ekrem halk ın işlerini tedvir için daire müdürleri demek olan kâtipler tayin ve istihdam ederdi. Hazreti Ali anlaşmalar ve uzlaşmalar kâtibi idi. Elhâris mühürdar idi. Ebu Fatma oğlu da ganimetler kâtibi idi. Bunlardan başka Hicaz meyvelerinin tadadı ve diğer vergilerin tahsili, alacak ve verecekler, ticaret anlaşmaları ve kırallarla muhabere için kâ­tipler tayin eder ve onlarla meşvereden hoşlanırdı. Kendisinin, doğru görüşlü, ferasetli insanlardan on dört müşaviri vardı. Bunlardan yedisi ensardan, yedisi muhacirlerdendi. Haraza, Ebubekir, Cafer, Ömer, Ali, Ibni Mes'ud, Süleyman, îmâr. Huzeyfe. Ebuzer. Mikdat, Bilâl belli başlı müşavirlerdendi. Bu müşavirlerden başkalarına da danıştıkları olurdu. Peygamber tarlalara, meyvelere ve hayvanlara vergiler koymuştur. Bunlarda zekât, aşar ve harb kazançları vergileriyle gayri müslimlerin, arazi, haraç ve cizye vergileri idi. Zekât. Kur'anda göste­rilen sekiz türlü kimselere dağıtılır, bu vergiden başkalarına bir şey verilmezdi. Zekâttan devlet masraflarına da sarfedilmezdi. Savaş ganimetleri ve gayri müslimlerden alınan arazi ve şahsi vergiler devletin idaresine ve ordu masraflarına kâfi gelirdi. Devlet kendisini fazla mala muhtaç göremiyordu. işte Peygamberimiz devlet cihazını bu suretle kurmuş ve hayatı müddet ince bu teşkilâtı ikmal ve itmam etmişti. O suretle ki islâm devletinin reisi, muavinleri, valileri, kadısı, ordusu, daire müdürleri ve müşavere meclisi vardı.

Peygamberimizin kurdu ğu bu hükümet şekil ve vazife iti­bariyle bütün müslümanlar için bir örnek teşkil eder. Peygam­berimiz Medinede hayatının sonuna kadar islâm devlet ve hü­kümet reisi olarak vazife görmüştür. Hazreti Ebubekir ile Hazreti Ömer kendilerinin yardımcıları idi.

Çevrimdışı ihvan23@hotmail.com

  • aktif okur
  • **
  • İleti: 214
Ynt: Tarih Boyunca İslam Hakimiyeti ve Uğradığı Suikastlar
« Yanıtla #29 : 18 Kasım 2024, 17:53:07 »
Islam Devletine Karsi Yahudiler
Yahudilerin Peyagmberimizin kar şısındaki vaziyetleri o kadar mühim değildi. Mühim olan şey umumiyetle Urban ve hususi olarak Kureyşlilerdi. Bu sebeple Yahudilerin dairei itaata alınmaları ve bunlardan kafa tutanların uzak tutulmaları için muahedeler yapılmıştır. Fakat islâm devleti büyüyüp, hü­kümranlığı genişledikçe Yahudilerin fitne ve fesatları da art­mağa başladı. Bedir harbinde müslümanların galebesini gören Yahudiler bunu kendileri için tehlike sayarak müslümanları kötülemeğe ve Peygambere yapılacak fenalıklar hakkında ara­larında görüşmeğe başladılar. Bunları Peygamberimiz haber almakta idi. Yahudilerin bu mel'un tasavvurlarını müslüman­lar haber alınca onlara karşı kin ve nefret artmakta ve her iki taraf yekdiğerine karşı fırsat gözetmekte idi. Yahudilerin edebsizlikleri artmıstı. Avf oğlu kabilesinden Ebu Af Peygamberi­mizi ve müslümanları tahkir ve tezyif eden şiirler gönderiyor ve Mervan kızı Asma'da islâmiyeti kotülüyor ve Resul Ekremi rencide ediyor, ortalığı kışkırtıyordu. Eşref oğlu Kaab müslüman kadınları aleyhinde şiirler ve hicviyeler düşüp Mekkeye gelip bunları orada okuyor, Hazreti Muhammed aleyhine halkı teşvik ediyordu. Müslümanlar bu hallere tahammül edemeyip bazı yahudileri katletmiş ve gözlerini korkutmuş ise de onların fenal ıklarının önüne geçilememiştir. Peygamberimiz, bunlarla akdettiği sözleşmelere hürmet ederek birdenbire harekete geç­memiş ise de bu halin devamı takdirinde Kureyşlilerin uğradık­ları kötü akıbete kendilerinin de uğrayacaklarım bildirmiş ise de bu Peygamberane ihtar yahudiler nezdinde müessir olma­mış, bilâkis bunu alaya alarak şu küstah ve necabetsiz muka­belede bulunmuşlardır:

«Ey Muhammed! Harb bilgileri olmayan insanlarla kargılaşıp zafer kazanmak seni aldatmasın. Allaha kasem ederiz ki biz, seninle harb edecek olursak bizim nasıl insanlar olduğumu­zu göreceksin!» demişlerdir. Bu vaziyet karşısında bu küstah ve edepsizce meydan okuma karşısında kuvvete baş vurmaktan başka çare kalmadı. Müslümanlar harekete geçip Kinka' oğul­larım muhasara ettiler. Onbeş gün bunlardan hiç kimse evin­den dışarı çıkmadığı gibi kimse de kendilerine yiyecek ve su götürmedi. Artık Resul Ekreme teslim olmaktan başka çarele­ri kalmamıştı. Hazreti Peygamber, Medineden defolup gitme­lerine müsaade ettiğinden çekile çekile Vadükuraya kadar gelmişler, bir müddet orada konakladıktan sonra, yüklerini alarak Şam hududundaki Ezrea mevkiine varmışlardır. Bunların uzak­laştırılmaları zail olmuş ve müslümanlara karşı hürmetle mua­meleye kendilerini mecbur görmüşlerdir. Hiç şüphesiz onların bu hali. tepelenmek ve yok olmak korkusundan ileri geliyordu. Yukarıda okuduğumuz gibi yahudilerin riyakâr maskesi, Uhud mağlubiyetinden sonra ve bilhassa Hendek gazasında yüzlerin­den düşmüştür. Ondan sonra seneler boyu yahudi kabileleriyle müminler arasındaki mücadele sürüp gitmiş ve sonu yahudile­rin Hicaz kıt'asından koğulmalariyle gelmiştir.

îslâm tarihinin birinci safhası ve islâm dininin intişar gün­leri daima yahudi fitne ve hiyanetinin büyük dâvayı gölgele­diği günlerdir. Bunun için Cenabı Hak Mâide suresinin 78 inci âyftiyle:

«îsrail oğullarından olup da küfredenlere Davud'un da, Meryem oğlu isa'nın da diliyle lâ'net olunmuştur. Bunun se­bebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi.»

Buyurmaktadır. Yine Allahu Teala kitabın aynı suresinin 82 nc ı ayeti kerimesinde şöyle buyurmaktadır:

«insanların, müminlere düşmanlık bakımından en şiddet­lisi, and olsun ki yahudilerle Allaha şirk koşanları bulacaksın. Onların, iman sahiplerine sevgisi bakımından, daha yakınını da and olsun, «biz Nasrânileriz» diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde kesişler, rahibler vardır. Şüphe yok ki onlar büyüklenmek istemezler.»

Mübarek kitabımız, islâmın rehberi ve ümid-i necatı Kur'-anı Kerimde Cenabı Hak kendi lisaniyle Beni İsrail hakkındaki hükmünü vermiştir ki, bugün aradan 1378 sene geçmiş olması­na rağmen hâlâ hükmi tabtaze ve canlı olarak bakidir ve kıyamete kadar da öyle kalacaktır.