Gönderen Konu: Akıncı ruhu uyumaz  (Okunma sayısı 62056 defa)

0 Üye ve 2 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Akıncı ruhu uyumaz
« : 29 Kasım 2009, 02:46:54 »

“Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştasın!”

Büyüklerin “artık sen de adam ol, silkelen, tut, yakala, zapt et” mesajlı bu şairane iğneleme fena dokunur insana... “Yahu onun babası koskoca padişahtı, bizimki 657’ye tabi memur” kıvırması da, Viyana kapılarına tekrar dayanıp “çıkışa geeel!” tarzı cinnet naraları atmak da insanı rahatlatmaz...
Fetih geni

Türk evladııı, uykuda rahatlar! O sebeptendir ki deli yatar. Ancak maalesef ‘deli uyurlar’ hep dışlanır. Hem yataktan hem toplumdan... İtiraz ediyorum hâkim bey! Bu, bir özür değil bilakis genlerimizin bize bahşettiği bir hediye! Niye?.. Gel hele bi soluklan yiğenim anlatayım. Şimdi, siz hiç uyurken etrafı sandalye ve köşe yastıklarıyla çevrelenmiş bir ecnebi çocuğu gördünüz mü?

Göremezsiniz, çünkü onlar çamura sevdalı malak gibi uyurlar. Oysaki bizim bebeler, uykuda bile genlerindeki ‘akıncı şevkiyle’ yerleşik düzene inatla kafa tutar ve göçer. E haliyle, kütdenek yere düşmemesi için fetih alanını genişleten o tesisat şart!

Sıkılır Türk evladı. Kendinizden pay biçin, hiç tam uykuya dalacakken “ufff, biraz da şu şekil yatayım” demediniz mi? Asırlar boyu göç etmiş, fetih kupalarını saksı gibi dizmiş ataların evladı, öyle beton çivisi gibi dümdüz uyuyamaz! Kol bir yerde bacak bir yerde, yatılan zeminin her santimetrekaresine sefer düzenler.

Uyurken tek hareketle yüz seksen derece dönebilen tek ırkız biz! Onun için duvarın ne tarafta olduğunu unutmamak gerek. Dengesiz ve hızlı dönüşlerde kafayı duvara sürtme sıkça yaşanan kazalardan. Abartıp kıvılcım çıkartanlar bile olabiliyor.

“E, insaf Selami! Ayaklarının yastık kılıfının içinde ne işi var?”
 
Akıncı, beklenmedik zamanlarda sefere çıkar! Fısır tısır uyurken genler gürler; “bre oğul kalk hadi uyku zamanı değüldür! Devir fethetme devrüdür!” Allah, ondan sonra artık ne yorgan kalır ne yastık, çarşaf zaten kayıp aranıyor...

Deli uyurlar yorganı çekip yanındakini ayazda bırakabilir, komodine kafa atabilir, yastığın bilumum fırfır benzeri gereksiz atraksiyonlarını yolup atabilir, yanındakini tekmeleyip “padişahım çok yaşa!” deyu bağırabilir, taş düşebülü, ayı çıkabülüü...

Deli uyurlar, benzeri hareketleri uyku esnasında şuursuzca yapmaktadırlar. Dolayısıyla, “Büyüğe kalkan el, kol, bacak taş olur” korkutmaları yersiz ve gereksizdir. Tamam mı anne?..

Ni­nem diyor ki:
Davetsiz gelen döşeksiz oturur...


Halime <gürbüz
« Son Düzenleme: 30 Kasım 2009, 11:32:03 Gönderen: kefir »
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Armut
« Yanıtla #1 : 30 Kasım 2009, 22:23:03 »

Seksenlerde çocuk olmak keyifliydi. Ve fakat travmatikti. Bu yazı, geçmişi yad etmekten ziyade 80’lerde yaşananların yıllar sonra bir travma sebebi olduğunun farkına varılması ve şimdilerde erken 30’larını sürdürmekte olan bir jenerasyonun neden bu kadar saçma sapan bir düşünce ve hareket tarzına sahip olduğunun anlaşılması adınadır...

Travma-1:

Eve alınan ilk televizyon; 80’lerin çocukları eve televizyon alınan günü hayal meyal hatırlar. O gün, bütün hayatımızın değiştiği ve geleceğimizin belki de bambaşka bir biçimde şekillendiği gündür. Evde artık yeni bir varlık yaşamaktadır; saat 12’de karşısına geçip selam durduğumuz ve ailece İstiklal Marşı söylediğimiz bir yaratık...

Sonuç:

Eve alınan her pahalı ürünün yüce niteliğe sahip olduğunun sanılması. Özel köşe hazırlanması. Bir süre melül melül seyredilmesi. Zarar verici hareketlerden kaçınılması, zarar verenlerin dövülmesi. Üstüne dantel örtü hazırlanması ve serilmesi.

Travma -2.

Perma, kelebek toka, vatka; vatkalı ceketin iç açılar toplamını hesap ededurduğumuz tüm dünyanın zevksizlik etrafında dönüp durduğu zaman dilimi; estetik karşıtı bir dönem...

Sonuç:

Rengârenk kelebek tokaların hafızanızda kol kola dans ettiği, kabus dolu bir geçmiş. Ve o geçmiş asla yakanızı bırakmaz. Her an bir yarasakol tarafından esir alınacağınız korkusuyla hoyratça savrulursunuz ordan oraya.

Travma- 3.

Travmatik çocuk kitapları; okumayı yeni söken çocuğa kaşağı, kibritçi kız, Ant, Kemalettin Tuğcu hikayelerinin okutulması sebebiyle sabinin manyaklaşması şeklinde tezahür etmiştir.

Sonuç:

Ebeveyn ve kardeşlerin ölümünden histerik biçimde korkmak. Ölümlerini göz önüne getirerek ağlayabilmek. Diğer bütün korkuların da giderek keskinleşmesi ve obsesyona doğru kendinden emin adımlar.

Travma -4.

Yerli Malları Haftası’nda meyve olmak; zamane çocuklarına şaka gibi gelebilir. Bilakis, biz elma, şeftali, muz, kestane ve hatta karpuz olmuş bir nesiliz. Bu meyveleri içselleştirmiş, bu meyveler için şapka yapmış ve başına takmış, yine bu meyveler için maniler şiirler ezberlemiş ve hatta bu becerilerimizi bir ton yetişkinin önünde sergilemek zorunda kalmış bir nesiliz. Armut olduğumuz için alkış toplamış bir nesil...

Sonuç:

Olunan meyveye karşı anlamsız bir antipati beslemek. Anamur muzunun iyi, diğer muzların kötü olduğuna inanmak. Yerli Malları Haftası kutlamayan genç nesillere gıcık olmak... Armut olduğumuz için alkışlanmayı üzerimizden atamamak...
 
Halime Gürbüz
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Tatlı rüyalar, gerçek kâbuslar
« Yanıtla #2 : 04 Aralık 2009, 00:52:51 »

Kimi kadınlar vardır ki, tatlı bir rüyaya çevirirler hayatınızı. İçinde çeşit çeşit hayaller dolu bir sırt çantasıyla çalarlar kapınızı. Yapacak başka bir şey bulamayıp pazarlamacı olan zavallı birisi zannedersiniz ilk görüşte.

Kendinden bir şeyleri size bırakıp karşılığında kazanç elde etmeye çalışıyor zannedersiniz.

Çünkü tüm hayatınızı karşılıklı alışverişlerle geçirmeye, her şey için bir bedel ödemeye alışmışsınızdır. O size farklı hayaller bıraktıkça hesabı düşünmeye başlar, çekinir hale gelirsiniz.

Tüm bu birikenleri nasıl ödeyeceğiniz düşüncesiyle agresifleşir, beklentileri olabileceğini göz ardı edersiniz.

Beklentiler evet, o ayakta durmak değil girip hayatınızda biraz oturmak ister muhtemelen. Belediye otobüsü bekler gibi tetikte ve rahatsız değil, kendi yazlığının bahçesindeki çardakta oturur gibi, huzurla, düşünce ve endişeden uzak oturmak ister...

Sırtındaki torbadan çıkardığı hayallerini size teslim edince en azından birkaç tanesinin gerçekleşmesini umar, bekler ve belki hak eder...

Lakin anlamazsınız ya da anlayamazsınız... Beklemezsiniz çünkü. İnsanlardan beklenebilecek bir şey değildir sizin için; içten olmak, gerçek olmak, sıcak olmak, hayalleri sadece istediği için sırtında taşıyıp kapıyı çalmak...
 
Kısa sürecektir gerçeği fark ediş anı. Çünkü gerçek, o giderken çarpar suratınıza. Hayallerini kapınızın arkasına bırakıp giderken... İçinde yıllarca biriktirip paketlere doldurduğu tüm hayallerini usulca bırakıp çeker gider büyük bir sevgiyi hak etmeye.

Siz ise, tüccar gibi davrandığınızla, pazarlamacı gibi baktığınızla kalırsınız ortada. Yaptıklarınız nedeniyle ömür boyu sürecek acının habercisi bir çuval hayalle yalnız kalırsınız.

Birkaç çıkış görürsünüz o anda; ya bu çuval dolusu yükü sırtlanıp kapı kapı, sokak sokak, şehir şehir dolaşıp o kadını bulmak... ya oturup yıllarca geri dönmesini beklemek umutsuzca...ya da çıkıp onun yaptığını yapmak; insanlara hayallerinizi anlatmak, paylaşmaya çalışmak, benzer bir tepki ile karşılaştığınızda ise çuvalı bırakıp kaybolmak, yitmek...

Kimi kadınlar bir rüyaya çevirirler hayatınızı. Zaman mefhumundan uzak kısadır kalışları. Gittiklerindeyse; hayat başlar kapkara kâbuslar doğurmaya. Teselli ise; kâbus da bir rüyadır sonuçta...

Ni­nem diyor ki:

Göle su gelene kadar kurbağanın gözü bozarır.

Halime Gürbüz
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Âdâb-ı muâşeret
« Yanıtla #3 : 07 Aralık 2009, 00:59:53 »
Efendim, her kim cemiyet içinde yer etmek arzusunda ise, “telefon” telaffuz edilen asrı zaman keşfinin âdâb-ı muâşeretini bilmesi, uygulaması ve bittabi emsal teşkil edecek tele-hasbihaller yapması zaruridir! Şart! İş bu fikriyatın cazibesinden mütevellit, biz de bu okurlarımız için “hatmetmekte” olduğunuz bu tefrikayı kaleme almayı münasip gördük...

Telefon çaldığı vakit, dü lü lü lüüü (ağzımla icra ediyorum) şahsiyet-i cinnet-ül manyak gibi höykürmeyiniz. ‘Kimsiiğn, neeeağ, ne var?’ ile açmayınız. Ümüğü “hıhım” suretiyle temizleyip “alo” yahut “buyurun efendim” deyiniz.

Velev ki, arayan siz iseniz evvela zatınızı takdim edip hal hatır sorunuz. “Falancayı versene, tanımadın mı len? Mıstafaaa, sen misiiin?” muadili lakırdılar etmeyiniz.

Numaraları tane tane, kudretle tuşlamak ve son rakama daha uzunca bir müddette basmak evladır. Ninelerimizden öyle gördük... Bu, kusurlu aramalara, şahsınızın telefon sapığı zannına mani olacaktır. (Hususiyetle seyyar telefonlarda) Aksi halde, “Hayatımcım, nerde kaldın canım yaauvv?” sualinize “Oo gardaş, bura gırşehir” cevabı muhtemeldir.

Beriki cenah sizi görmüyor olsa dahi, muhabbet esnasında duvardaki fosil-ü sivrisinek tırnakla kazınmaz, göbeği kaşımak yakışık almaz. Telefon kordonuyla tesbih çekebilir, zülüflerinizle oynayabilir, tavanı seyre dalabilirsiniz.

Çiçek, kalp, daire, kare muadili mutat motifler çiziktirmek âdetten olmakla beraber, asabiyet halinde motiflerin koyulaşması, kapatmayı müteakip telefonun duvara patlatılması usuldendir...

Refikasıyla, yavuklusuyla hoşbeş eden er kişiye yandan musallat olmak, “yalan söylüyor yengeaa he he” minvalinde tıynet-ül musibetlik yapmak sıklıkla vuku bulan bir münasebetsizliktir.

Telefon nihayetinde bir muhabere aracıdır, “daha nasıl randıman alırım?” deyu beyhude zihin yormayınız! Havadisi aldıktan, meramınızı anlattıktan sonra, sıhhat huzur temennili veda kelamlarını takiben artık telefonu kapatınız.

“Hadi çok kontör girdi”, “su yakmıyor bu” demeye katiyen tevessül etmeyiniz!..

Bahis konusu kaidelere riayet etmek cemiyetin sıhhat ve intizamına binaen elzemdir. Riayet etmeyenler için, “tiz urun kellelerini!” deeermişim, bütün hanedanı gerermişim...

Ninem diyor ki:

Hakkın sillesinin sedası yok. Bir vurursa devası yok...

Halime Gürbüz
 
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Fiskos
« Yanıtla #4 : 11 Aralık 2009, 02:07:54 »

Gazetede vardı; Şili’de yapılan bir araştırmaya göre kadınlar, kendilerine verilen bir sırrı en fazla 47 saat 15 dakika tutabiliyorlarmış. Yalan! Aleni yalan. O kadar uzun sürmez!

- yine tutamadın değil mi?

- evet yine kaçırdım... : (

Ne zannediyordunuz milleti, işkencelere direnen ser verip sır vermeyen yiğit mi? Sır nedir? Kendimiz tutamayıp, tutması için başkasına verdiğimiz şey değil mi? Siz saklayamazken o da bir başkasına verdi diye kınayamazsınız ki...

Şimdi bir kere “Aramızda kalsın”la başlayan her cümle merak dalgası, her “hadi anlat”tan sonrası da şişkinlik yapar!.. Yine aramızda kalıyor ama ara açılıyor birazcık. Bir düğünde bir hamamda bir de meydanda söylenmesine ramak kalacak kadar...

Atalarımızın ‘söyleme sırrını dostuna, o da söyler dostuna’ diye dinlenmesi gereken süper bir sözü var. “... sonra saman doldururlar postuna” diye de devam eder ama oralara girmeyelim şimdilik... Neyse... Üç merhaba, dört canım, beş cicim’den sonra insanları dost belleyip anlatırsanız, o da gider ‘iyi niyetle’ dostuna anlatır...

Bir bakarsın ki; normalde yemek tarifi bile vermeyeceğiniz insanlar en mahrem meselelerinizi masaya yatırmış tartışıyorlar.
‘Derdini anlatmaya derman bulamaz’ düsturunu benimseyerek kaygısızca paylaştığınız sır, nihayetinde ikincinin içinde patlayacak, laf bohçalanıp üçüncüye iletilecektir.

Çoook nadir kişiler emanet edilen sırları biriktirir. Şüpheci bir yaklaşımla derim ki; kim bilir belki de bu, sırf “Konuşursam yer yerinden oynar” diyebilmek içindir.

Sırrı saçacak kişi daha on metreden belli olur. Dikkat edin bakın, paylaşmayı dedikoduya dönüştüren hatunlarda SAS komandosu ciğeri gelişilmiştir. Cümleleri o kadar aralıksız ve seridir ki, insanın “bi nefes al be kadın!” diyesi gelir.

İlaveten bunlarda aşırı “dedi” tüketimi gözlenir. Girdikleri diyalogları anlatmak için sürekli ve gereksiz yere “dedi” kullanırlar.

Örnek “ben dedi, evlenince dedi, kaynanamla oturmam dedi. Ayrı ev açtıracakmış. Düğün bi olsun dedi, bak gör dedi, neler olacak dedi...” Bakınız, altı det kullanıldı ve inanılmaz bir dedi israfı yapıldı... Hem ahlaki hem edebi açıdan kınıyoruz ve tekraren uyarıyoruz;

iki kişinin bildiği sır değildir! Hatta kimi durumlarda üç kişinin bildiği ‘suç duyurusu’ olabilir. “Kimseye söyleme!” denmesi gereken ise bizzat ‘kendimiz’dir.

Unutmayın ki; dedikodu yapmak için, illa panceresinden sarkacağınız bir ev, meraklı bir komşu yahut mahalle tiplemesi gerekmemekte. Sır, bazıları için hayatta var olma, bazıları için yok olma sebebidir.Zira kendinize saklamadığınız sürece, sır yoktur...

Halime Gürbüz
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı setre

  • Moderatör
  • aktif yazar
  • *****
  • İleti: 1146
  • Hâzâ Tezülü
Ynt: Fiskos
« Yanıtla #5 : 12 Aralık 2009, 00:25:46 »
Alıntı
Bir bakarsın ki; normalde yemek tarifi bile vermeyeceğiniz insanlar en mahrem meselelerinizi masaya yatırmış tartışıyorlar.
‘Derdini anlatmaya derman bulamaz’ düsturunu benimseyerek kaygısızca paylaştığınız sır, nihayetinde ikincinin içinde patlayacak, laf bohçalanıp üçüncüye iletilecektir.

İnsanların hakkında ileri geri konuşması için sır vermeye bile gerek kalmıyor artık öyyle bir dünya olmuş ki.... Ne buyurmuş efendimiz s.a.v;

Çok konuşanın hatası çok olur
Hatası çok olanın yalanı çok olur
Yalanı çok olanın günahıda çok
Günahı çok olan kimseyede ateş yakışır
Hep ertelediğim zaman,bir türlü varamadığım diyardı...

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Durup dururken
« Yanıtla #6 : 21 Aralık 2009, 12:31:32 »

Son dönemin moda kalıbı ‘hayata karşı duruşu’ nasıl olursa olsun, ‘arızalı beyler’ ayakta duruşundan bellidir.

İtalik duruş: Kafa hafif yana eğik. “Hayatın ağırlığı üzerimde abi” der gibi... tek kaş yukarı, alın kırışık, bakışlar içli... Hem kırılgan hem de atılgan oluşun simgesi hani yani... Birazdan ceketinin düğmesini (olan ya da hayali) tek eliyle kapatacakmış gibi durur tek eli. Hani sanki “abi bir emrin var mı?” dermişçesine... Sıkıştığı noktada “Çok acılar çektim ben” tribi yapar... Merhametten maraz doğar. Dengesiz bir özgüven gelir. ‘Çook büyüdük ama bir o kadar da hasmımız oldu’ havalarında dolanması an meselesidir!

Artizz duruşu: Ibızıttın Ocakbaşı restoranının duvarında asılı Zeki Müren posteri gibi; işaret parmağı çenenin altında zarifçe salınıyor bööyle, saçlar harika... Özel günlerde fırfırlı gömleği favorisidir, böylesi duruşa sahip kişi zaten üzeri kalınca çizilesidir.

Entel duruşu: Gözler buğulu ufka bakar vaziyette, hayatı sorgulayan, arayan duruştur. Derin anlamlar içerir... Elde tuğla boyutlu kitap ağızda sakız misali ikircikli laflar demagoji sularında kulaç atar. Kültür fışkıran bu bünye, sıkıyı gördü mü kaçar. “Faturaları ödemedin mi, ne olacak bu çocuğun hali, ev sahibi evden çıkın dedi” gibi durumlarda “bu ataerkil toplumun baskıcı olguları, dayatmanın katakullilerdir!” tarzı kıvırmalar... Biz buna; ‘hiç dayak yememiş entel’ duruşu diyoruz. Vee çaktık mı dağıtıyoruz! Öyle sonu ‘-ist’ ve ‘-ji’ ile biten kelimeleri ezberlemekle olmuyor!

Bir de hakikaten entelektüelleri vardır ki, bu da kat kat bilgi üzerine psikolojik arıza demektir. Bunlardan da uzak durmak gerek neme lazım...

Yengeç duruşu: Yengeç gibi yampiri; bir omuzun diğerine göre daha aşağıda olduğu karizmatik duruş. Böyle durunca şarj mı oluyorlar bilinmez. Gözler fıldır fıldır, kulaklar tetikte, bacaklardan biri dizden kırılmış diğerinden biraz daha önde. (Elde anahtarlık, ipod, cep telefonu opsiyoneldir.) İtinayla hır gür çıkarılır sloganlı ‘bana mı dedin?!’ duruşu... Yürüyüşü de vardır bunun, pişik olmuş gibi. Evlerden ırak!

Müteahhit duruşu: Ellerin arkada birleşmesi ve göbeğin dışarıya iyice çıkarılmasıyla oluşur. Şantiyede “buralar da komple benim” havalarında gezinen müteahhit gibidir. Karşıdakine sürekli “bak otoritem tam!” mesajı verir. Egosu yüksektir, eleştiriye gelemez, bununla hayat geçmez!..

>> Ni­nem diyor ki: Akçe akıl öğretir, esvap yürüyüş...

Halime Gürbüz
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Çizmeli kedi
« Yanıtla #7 : 28 Ocak 2010, 02:39:40 »

“Moda denilen şey o kadar çirkindir ki, onu her altı ayda bir değiştirirler.” Oscar Wilde

Şu sıralar şık bayanlar arasında pek moda olan plastik çizmeleri gördünüz mü? Hani balıkçıların, avcıların giydiklerinden, dize kadar plastik. Çöpçüde var... belediye işçisinde var... köylüde ise yıllar yılı var...

Marc Jacobs ve Burberry’nin tasarımcılarının müthiş keşfi bu çizmeler. Adamlar lastiği, (köy yerinde plastik çizme denmez buna, direk ‘lastik’ denir) boyamış, beneklemiş satıyor...

Böylesi bir ‘anasının eşeğini boyayıp babasına iki katına satma’ vakası Kayseri’de bile yaşanmadı!..

Daha dün giy desen “Ayy igreeançleer” diyecek, köylünün amelenin ayağında gördüğünde pis pis bakagelen steril temiz semiz toplum insancıkları bu lastikleri canhıraş ayağına geçiriyor. Ey moda, ey moda sen nelere kadirsin!.. Bunların düzünü Kulaksızların Mehmet Emmi dama girerken, tezek kürürken giyiyor, desenlisini sosyetikler havalı diye...

Kadında ayakkabı zevktir, zarafettir anacım, giymeyin abidik gubidik! Hayır bir de dünyanın parasını ödüyorlar. Üç yüz elli tl ye kadar çıkıyor fiyatları. Kapış kapış... Havalar da bin beş yüz... Usulca birinin yanına yanaşıp sapık ve sabit bakışlarla “hişş, bak bi, o foseptik temizleyici çizmesine onca parayı ne döktün şaşkın!” diyesim var... Kardeeş, nalburdan al nalburdan. Orda çok daha ucuz. Hem para üstü çıkmazsa beş altı tane inşaat çivisi alır, batıra dele özgün desenler yaparsın çizmene!..

Şaşırıyorum, anlamlandırmaya çalışıyorum ama olmuyor... Şeheeerli bağyanların köylümüze “ben de sizden biriyim; ben de tütün dizer, buğday biçer, karık açar, bağ bostan sularım” mesajı mı ki? İşçi sınıfı ve burjuvanın kaynaşması mı ki?

Hayır, bu olsa olsa, moda adı altındaki saçmalıklar zincirinin son halkası... Tıpkı kıyafetin üstüne atleti ters giydirdikleri, kombinezonu elbise diye yutturdukları, “saçlarda karamel rengi ve ara tonları” sloganıyla kadınları tepesi paslı vida şeklinde dolaştırdıkları gibi...

Şahtınız şahbaz oldunuz desenli lastik çizmelerinizle. İnşAllah bir gün çöpçülerin yanından geçerken kaytarıyorsunuz zannederler de, yersiniz süpürgeyi! Ne kadar sinir olsam da giyiyorlar arkadaşım, ne yapayım, hepsini toptan yakamam ya! Ama sırf gıcıklık olsun diye içlerine kurt düşürebilirim...

İşteee son komplo teorim; moda, bir kısım yumuşak modacıların “kadınları çirkinleştirelim de beyler bize kalsın” düşüncesiyle tasarladığı, hatunların da ‘modaymış’ çığlıklarıyla akıllarını mağaza girişinde bırakıp şebeğe döndüğü akımlar bütünüdür...

Ni­nem diyor ki:

El ağzına bakan sel ağzına yuva yapar...

Halime Gürbüz
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı İsra

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 7482
Ynt: Çizmeli kedi
« Yanıtla #8 : 28 Ocak 2010, 04:47:29 »
yazarında dediği gibi moda diye insanları kandırıp üstüne de para alıyorlar. Allah akıl fikir versin :)

bir de  dolce gabbana ürünlerini alanlara kızıyorum sahipleri Allah'ın lanet ettiği kavmin kişiliğine sahip.uyardığımız zaman da güzel ve kaliteli modeller çıkarıyorlar diyorlar. İnsanların bilinçlenmeye çok ihtiyacı var.

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Otobüs taksi cip biip
« Yanıtla #9 : 13 Şubat 2010, 01:04:42 »

Döner, pilaki, cacık ve hatta baklavadan sonra İzzet Altınmeşe’nin benini bile sahiplenmeye kalkan Yunanlılara karşı çıtımız çıkmıyor ama bu konuda suskun kalamayacağım! Tarihte ‘mors alfabesi’ni bulan kişi Samuel Mors olarak geçiyor olsa da filhakika hakikat başka.

Kornayla iletişim kurarak mevzuyu çoktaan ve daha evvelden kavramış yurdum şoförleridir bu alfabenin esas sahibi! İtiraz edilmeli, telif haklarımız geri alınmalıdır. Şaka değil, melodileri veriyorum lütfen not alınız; dıt dıt... ve;

Kısacık bir ‘dıt’: Tek dokunuşluk “pıhk” sesli korna, birini bir yere bıraktıktan sonra kendi yoluna giderken veya misafirlik dönüşü yolcu edilme esnasında kullanılır. Neşeli bir veda sinyalidir, “Hadi eyvAllah” demektir... Araç dışındakilerin el sallaması üzerine gururla ikiye atılır. Trafikte ise ‘teşekkürler’ anlamındadır.

Tek vuruş korna: Dat; geç kardeş... dadat; sağol birader.
Dit didi diit dıt dıdı dııt: Melodik bir ifade çıkıyorsa kutlama kornasıdır. Şampiyonuz!.. bizim takım maç kazandı, çok mutluyum... oğlan biiizim kız biiiizim... demektedir. Konvoy uzunluğu, besteler farklılık gösterebilir.

Üç vuruşlu dıt dıt dıt korna: Apartman, dükkân vb. önünde park halindeki araçtan öttürülüyorsa “aşağıda bekliyorum, inin hadi”dir. İnip zile basmaya üşenmektir. Öttürücü, amacına ulaşıncaya kadar dat-lamaya, düt-lemeye devam eder.

Havalı korna: Darili darili... Durağa yaklaşan minibüs çalıyorsa diğerine “kapama oğlum durağı!” demektedir. Şehirler arası otobüsler arasında geleneksel selamlaşma biçimidir. Aynı tonda cevap gelir. Cam kenarı yolcularında “acaba biz de diğer otobüs yolcularıyla göz temasında bulunup selamlaşmalı mıyız ki?” gibisinden gerginliklere sebeptir.

Çeşitli süre ve vuruşlu korna: Dit!-dididit; yola baksana çıkarken!.. biiiiiiip bip biip; ayol bayanım bi yol verin... diiiiit; hadii yeşil yandı!.. tam dibinden yayaya “dat”; geç kardeşim geç, on adımlık mesafede bir “dıt”; boş taksiyim anlamı taşır.

Uzun süreli korna: Sövmektir! Kornanın çalınma süresiyle doğru orantılı olarak ağırlığı artan küfürlerdir. El kornada beş saniyeden fazla tutulmuşsa, korna çalınan kişiye ve yakın çevresine baya “oturaklı” laflar gitmiş demektir. Hele ki diğer aracın dibinde abanılarak çalınan korna; “Silkeler boğar tretuvara atarım” mealindedir. Çok ayıplıyoruz...

>> Ni­nem diyor ki:
Eşekten doğan katır ne hal bilir ne hatır...

Halime Gürbüz
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı aydeniz

  • yazar
  • ****
  • İleti: 560
  • Hakka kul olmak
Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
« Yanıtla #10 : 13 Şubat 2010, 02:31:25 »
hoş bir yazı,teşekkürler


Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Cehalet baki
« Yanıtla #11 : 24 Şubat 2010, 20:59:49 »

Umursamayanlar ve pasaklılar buzdolabının içecek rafına elma, yumurta gözüne tereyağı, meyve sebze çekmecesine altılı soda yerleştirebilir. Ancak buzdolabı yerleştirmek sanattır. Hatta zeka oyunu ya da puzzle olarak da görülebilir.

Buzdolaplarını, yiyeceklerin oturduğu ve günümüz şartlarında maksimum yedi kata kadar çıkma izni olan (daha gelişmiş modeller kaçak inşaat sınıfına tabi) apartmanlar olarak düşünürsek;

Sebzeler, apartmanın kapıcısı konumundadır. Her zaman zemin katta oturur. Bunların daha üst katlardan mekan edinme gibi bir lüksü yoktur. Kalabalık nüfusludur.

Orta katlara yayılmış tencere yemekleri, orta halli memur ailesi konumundadırlar. Birkaç günlük dinlenmelerine katlanılabilir, benzer tadı verir. fazlasında ise küf olur, bakteri olur neyse ne biyologlar söylesin.

Yumurtalar her daim balkondadır, odalara girmeyi pek sevmezler. Apartmanın gürültü çıkaran elemanlarıdır.Aktivitelerinde tribün tarzı toplanırlar.

Kahvaltılıklar üst kattadır. Kapıcı çocuğu domates ile yakın arkadaşları zeytin ve peynir, kat farkından ötürü apartmanda bir araya gelemese de, dışarıda ayrılmaz üçlülerdir. Orta katta sosyetik takılan poşetli ekmeğe pek yüz vermezler ama halk çocuğu ekmek ile araları süperdir.

Dondurulmuşlar çatı katında oturur.Yazın sıcağında serin serin yatarken ses çıkarmazlar; kışınsa dışarı çıkmak, dizginlerini kopararak çözülmek isterler. Asi tiplerdir.

Mülteciler buldukları yere sığınırlar. Sıklıkla yumurta rafında saklanan yarım limonlar, biraz daha kullanılabilsin diye psikolojik baskı yapılan kalem piller, kolonya ilaçlar... Ha bir de fön makinesi. Bu da nerden çıktı demeyin, yazının ana sebebidir efendim.

Üç gün önce İstanbul’da bir hanım, buzdolabı çok buz yaptığı için servisi aramış. Tamircinin de tavsiyesi üzerine sen kalk buzları fön makinesiyle çözmeye çalış. Allahtan Zil çalar, çalışır fön makinesini buzdolabı içinde bırakıp kapıyı açmaya gider. Ve buzdolabı patlar! Tamam biz de çok yaramazdık...

Birkaç kez perde tutuşturduk, birkaç kedi köpek üzerinde acımasız deneylerimiz oldu... Ama bunları yaparken yaşımız dört sekiz aralığındaydı. Haberdeki vukuatı gerçekleştiren kişi yirmi sekiz yaşında. Olayın şokuyla “Çocuğumun öğretmeni bile buzluğu fön makinesiyle çözdüğünü anlattı. Buzdolabının içine ısıtıcı koyan dahi var.” diye konuşmuş. Bize susmak düşer...

Ni­nem diyor ki: Cahil ile sohbet etmek güçtür bilene, çünkü cahil ne gelirse söyler diline

Halime Gürbüz
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Etki tepki
« Yanıtla #12 : 02 Mart 2010, 20:02:08 »

Refleks, kişinin özgür iradesinin dışında oluşan, dışarıdaki herhangi bir uyarıcıya verilen ani tepkidir. Omurilik tarafından yönetilir. Yediğiniz tokattan sonraki üç saniye içinde karşı tarafa kontratak yaparak patlattığınız şamarın bilimsel tarifidir.

Doğuştan gelen ve sonradan kazanılan olmak üzere, iki tiptir. Öksürme, göz kırpma ilkine, limon görünce ağzın sulanması ikincisine örnektir. Üçüncü tip ise yurdum insanına has, bir nedensellik içermeyen otomatikleşmiş eylemlerdir...

Hıhhımm:

Mühim bir laf etmeden önce, kurdele kesim arifesinde, nutuk başlangıcında yapılan boğaz temizleme refleksidir. Kronik farenjit mi var bizde milletçe bilemiyorum ama her mühim laf demeden önce yapılır.

Beş dakika:

Sabah okula yahut işe gitmesi için uyandırılan kişinin, “5 dakika daha yaaa...” diye uykulu cevap vermesi refleksidir. Her on kişiden yedisinde görülmektedir. Ancak o ‘5 dakika’ her daim daha uzun sürer, her daim geç kalınır.

Tık, tık, tık:

Kötü bir olay anının düşünülmesi, konuşulması durumunda kulağını çekip ‘muumuckkss’ sesini çıkarmak ve ardından sert bir yüzeye kapı çalar gibi ‘tık tık tık’ vurmak... Hatta vuracak tahta bi zemin aramak; daha da fenası ‘tahta bir şey bulamadım gel kafana vurayım’ cinsinden saçma eylemlere yönelmek.

Ayna ayna:

Özellikle bayanlarda yansıma oluşturan her nesneyi ayna olarak kullanma refleksidir. Mağaza vitrinlerini, araba cam ve aynalarını,restorandaki bıçağı, hiç olmadı karşıdan gelen insancığın güneş gözlüğündeki yansımasını dahi acaba bu ‘nano saniye içerisinde nasıl görünüyorum?’ düşüncesiyle kullanmaktır.

ÖSYM refleksleri:

Konuşurken bile cümledeki anlatım bozukluğunu bulma, soru sorulunca şıkları istemek, bahsi geçen üniversitenin puanını söyleme gibi... Kalem cambazı haline gelip kalemlerle her türlü numarayı yapabilmek olmazsa olmazımız pek tabiî ki...

Hay ben... :

Yürürken sendeleyince ortaya çıkan reflekstir. Tökezlemeye yol açan şeye dönüp bakma refleksidir. Vücut dilinde “hay ben...” isimli bakışa tekabül eden reflekstir. Ben bilmem ki tökezledikten sonra kişi dönüp arkasına bakmasın, onunla yüzleşmesin, insanın doğa karşısındaki çaresizliğini bir kez daha kabul etmesin...

“Hayır” anlamında “cık” sesi çıkarmak... “kim oo?” sorusuna “beeen” diye cevap vermek... överken, yererken, korku anında, beklenmedik durumlarda, parmağını sıkıştırdığında refleks olarak küfür etmek...

Polis çevirdiğinde “sen benim kim olduğumu biliyor musun” demek... Daha sarı ışık yanarken öndeki arabaya ‘geç geç’ kornası çalmak... Ama bence en enteresanı; kazara birinin ayağına bastığınızda, bilinçsizce ağzını açması! Deneyin bak, ben her denediğimde öyle tepki veriyorlar...


Ni­nem diyor ki:

Boş küp çok inler...

Halime Gürbüz
〰〰〰〰🐠

Çevrimdışı aydeniz

  • yazar
  • ****
  • İleti: 560
  • Hakka kul olmak
Ynt: Akıncı ruhu uyumaz
« Yanıtla #13 : 03 Mart 2010, 10:03:10 »
 &) bir tanede ben ilave edeyim,düşünce veya düşen birine gülmek :hihi

Çevrimdışı Tuğra

  • popüler yazar
  • ******
  • İleti: 6599
Gazete
« Yanıtla #14 : 07 Mart 2010, 02:07:14 »

Nakışlılar, dantelliler çeyizlerde bekleyedursun en sık kullanılan masa örtüsü gazete kâğıdıdır... Şantiyede kalıp peynir ve domates eşliğinde, öğrenci evinde, piknikte, ötede, beride, her yerde seriliverir. Pratiktir; kir tutmaz, etraf batmaz.

Okuma aşkını kabartır;

üzerine haşır huşur karpuz suları akıtılırken gözler istem dışı gazeteye ilişir. Yazılara engel olan kırıntılar kenara çekilir, sofra partneri soğanı çatadanak okuma zevkinizin ortasına yerleştirir, usulca kaldırılıp devam edilir, altında makale varsa ekmeğin mevkisi değiştirilir.

Taa ki noktalama işaretleri de dâhil sayfadaki tüm haberler, reklâmlar, ilanlar okunana dek... Görüldüğü üzere gazete kâğıdı fonksiyoneldir.

Pratiktir;

cam ayna silerken çok iyi sonuç verir. Külahındaki can eriğiyle, kestaneyle baharın kışın habercisidir...

Kızartmanın fazla yağını alır, raflara serilir, pilav demlenir...

En ele gelir çaydanlık-tencere altı nihalesidir... Taşınırken tabak çanak sarılabilir.

Köşesinden bir tutam yırtıp dürersin, al sana korniş stoperi...

Ekonomiktir;

evsizin battaniyesidir. Üzerine abanılarak okunan taze bir gazeteyle, kolda beleş dövmeniz olabilir. Gazete izi olduğu anlaşılmadığı sürece, karizma katar bünyeye... Oyuncaklar, uçurtmalar yaparsın kendine.

Çocukken hemen ilk su birikintisinde, büyüyünce de zihinde, kâğıttan kayıklar yüzdürülebilinir...

Kamuflajdır;

ortasından delik açılıp etraf röntgenlenir, dedektifçilik oynanır. “Zaten telefonlarım da dinleniyor” paranoyasına sahip bünyelerce sakıncalı içerikli kitapları kaplamada kullanılır, bakkal çıkışı görünmesi istenmeyenler sardırılır...

Sağlıklıdır;

yaşa taşa basmaktan korur... Parkta kırda kuyrukta yastık, nevresim minder niyetinedir... Sıcaklarda yelpazedir... Rulo yapılır, haşere öldürmekte kullanılır... Bigudi yokluğunda saçlar sarılır. Sayfayı katla katla sar, saç tellerini kırmaz, uyurken de acıtmaz, mis gibi...

Çoğunlukla önemsenmeyen bu neşriyat-ı umumiye ile pek çok şey yapılmaktadır. Okumak hariç... Yetmiş milyonun bizi izlediği memlekette ancak beş milyon adet satılan şey, satıldığı halde alınmayan şey ‘gazete’.

“Tiz abone oluna!” buyurur, olmayan olmasın ama “Bak, sonra yakalarsam daha fena döverim!” diye belirtirim. Böyle de hoşgörülüyüm...

Ni­nem diyor ki:

Okumayı sevmeyene dokuz hoca az.

Halime Gürbüz
〰〰〰〰🐠