Ebü'l-Hasan El-Harakânî
Tasavvuf, bir ölçüde beşerî sıfatlardan sıyrılarak, melekî vasıflar
ve ilâhî ahlâka bürünerek, mârifet, muhabbet ve zevk-i rûhânî
yörüngeli yaşamaktır
Tarih sayfalarına isimleri altın harflerle yazılan şahsiyetler vardır. Bu şahsiyetlerin, Peygamberler ve onların yol arkadaşlarından sonra en önde gelenleri, engin bir ibadet, tefekkür, irşad ve mücahede/mücadele hayatı yaşamış mânâ erleridir. Yetiştirdikleri mürid ve talebeleri, bizzat kaleme aldıkları veya konuşmalarından talebeleri tarafından derlenen yol gösterici eserleri ve yaşadıkları hayatları ile bu şahsiyetler, asırlar geçse de hep hayırla yâd edilmiş, örnek alınmış, bazı vefakârlarca hemen her duada hatırlanmış ve duaların kabulüne vesile edilmişlerdir. Bazı gaybî işaretlerden ve yaşanan tecrübelerden hareketle, bu şahsiyetlerin bir kısmının vefatlarından sonra bile mânevî tasarruflarına inanılmıştır. İşte yazımıza konu edindiğimiz Ebü’l-Hasan Harakânî de bu mânâ erlerinden birisidir.
Horasan ve Tasavvuf
Harakânî’nin yaşadığı dönem ve coğrafya, tasavvuf tarihinde yüzyıllar boyu insanlığa rehberlik eden büyük mutasavvıfların yetiştiği önemli bir dönem ve bölgedir. Horasan bölgesi bugün İran, Afganistan ve Türkmenistan devletlerince paylaşılan geniş bir coğrafyanın adıdır. Genelde İslâm kültürü ve medeniyetinin mayalandığı en bereketli topraklardan olan Horasan, Tasavvuf tarihi açısından da önemli bir merkezdir. Tasavvuftan söz edildiğinde akla hemen Horasan erenlerinin gelmesi, bunu bariz bir şekilde göstermektedir.
Sözkonusu dönem değişik millet ve kabilelerin birbirleriyle tanışıp kaynaştığı, dolayısıyla muhtelif kültürlerin buluştuğu bir dönemdir. Bâtınîlik ve Karmatîlik gibi bâtıl cereyanlar, Ehl-i Sünnet kelâm mezhepleriyle amelî mezhepler ve ardından felsefî cereyanlar hep bu dönemlerde sistemleşmiş ve yaygınlık kazanmışlardır denilebilir. Şi’a’nın da o bölgede ve dönemde belli ölçüde teşkilâtlandığı hesaba katılmalıdır.
Bu dönemde tasavvuf da fıkıh, kelâm, hadîs ve tefsir ilimleri gibi ayrı bir disiplin hâlinde inkişaf etti. Hakîm Tirmizî’nin (320/932) Hatmu’l-Velâyesi, Ebû Nasr Serrac’ın (378/988) el-Luma’ı, Kelâbâzî’nin (380/990) Taarruf’u, Ebû Talip Mekkî’nin (386/996) Kûtu’l-Kulûbu, Kuşeyrî’nin (465/1072) er-Risalesi, Hucvirî’nin (470/1077) Keşfu’l-Mahcub’u gibi ilk klâsik tasavvufî eserler bu dönemde kaleme alındı. Zühd döneminde pek kullanılmayan veya henüz ortaya çıkmayan ilk tasavvufî kavramlar da bu dönemin mahsulüdür. Bu dönemde mutasavvıflar insanın kalb, vicdan ve nefis gibi mekanizmalarını tahlil etmekte, onlarla ilgili hâlleri beyan ederek insan ruhunun geçeceği makamlardan bahsetmekte, kalb tasfiyesi ve nefis tezkiyesi gibi konuları daha derinlikli bir şekilde gündeme getirmekteydi.
Horasan’da Ahmed b. Harb (234/848), Hatem-i Esamm (237/851), Ahmed b. Hadraveyh (240/854), Ebû Talip Nahşebî (245/859) gibi mânâ erleri tevekkül ve fütüvvet ağırlıklı olan Horasan tasavvuf mektebinin ilk temsilcilerini oluşturmaktadırlar. Horasanda bu dönemde gelişen fütüvvet genellikle şecaat, mürüvvet, sahavet ve kerem mânâlarını taşımakla beraber, îsar, kendini hizmete feda, başkalarına eziyet vermeme, iyiliği yayma, sızlanmayı bırakma, makam tutkusundan uzaklaşma ve nefisle mücadele gibi anlamlar kazanmıştır.1
İşte Harakânî, mânevî üstadı Bayezid-i Bistamî’den yaklaşık doksan sene sonra bu bölgede ve bu yoğunluktaki bir tasavvuf ortamında dünyaya gözlerini açtı.
Kısaca Hayatı
Ebü’l-Hasan Ali b. Ahmed el-Harakânî, Horasan bölgesinin batısındaki Bistâm’a bağlı Harakân’da2 dünya¬ya geldi. Hicrî 352’de (963) doğduğu kabul edilir. Kaynaklarda ümmî ol¬duğu ve Bâyezîd-i Bistâmî’nin (234/848) mânevî bir işareti üzerine Kur’ân oku¬maya başladığı kaydedilmektedir. Harakân’dan Bistâm’a gidip Bâyezîd’in türbesini ziyaret eden Harakânî’¬nin Bâyezîd-i Bistâmî’nin ruhaniyetiyle terbiye edildiği yani üveysî olduğu ve şeyhi¬nin Bâyezîd olduğu kabul edilir. Nakledilen bir men¬kıbeye göre Bâyezîd Hazretleri Harakân’dan büyük bir velî çıkacağını önceden haber vermiş¬ti. Bistamî her yıl bir kere Dehistân’da şehit mezarlarının bulunduğu kumluk tepeyi ziyarete giderdi. Harakân’dan geçerken durur ve derin nefes alırdı. Müritleri, “Biz farklı bir koku almıyoruz.” dediklerinde onlara şu cevabı verirdi: “Ben bu köyden bir erin kokusunu almaktayım. Bir er gelecek, adı Ali, künyesi Ebü’l-Hasan, benden üç derece önde olacak, aile sıkıntısı çekecek, çiftçilik yapacak ve ağaç dikecek.”3
Bazı kaynaklar ise Harakânî’nin Ebü’l-Abbas el-Kassâb’ın müridi olduğu¬nu, Kassâb’ın onun hakkında; “Benden sonra ziyaretçilerim ona yönelecekler.” de¬diğini kaydeder.4
Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’ın Harakânî’yi zi¬yarete gittiğinde meclisinde susmayı ter¬cih ettiği, “Neden konuşmuyorsun?” so¬rusuna, “Bir hususta iki tercümana ge¬rek yok.” diye cevap ver¬diği nakledilir. Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’ı bast, kendini kabz ehli olarak nitelendiren Ha¬rakânî’nin Ebû Saîd’in büyük önem ver¬diği semâ ve rakstan hoşlanmaması ara¬larında meşrep farkı bulunduğunu gös¬terir.
Eserinde Harakânî’ye geniş yer ayıran Attâr, Abdülkerîm el-Kuşeyrî’nin, “Harakân’a gittiğimde Ebü’l-Hasan’ın heybeti ve haşmeti bana o kadar tesir etti ki, di¬lim tutuldu.” dediğini nakleder. Kuşeyrî’nin er-Risâle’sinde bir sözü dışında Harakânî’ye yer vermemesi Harakânî’nin şatahât5 türü sözler sarf etmesine hamledilebilir. Nitekim Harakânî’nin vaaz ve nasihatlerini, bazı sözlerini, münâcât ve menkıbelerini ihtiva eden Nûrü’l-’Ulûm’u ile Attâr’ın Tez¬kiretü’l-Evliyâ’ adlı eserinde onun bir¬çok müteşabih ifadeleri nakledilir.
Tabakât kitapları İbn Sina ve Gazneli Mahmud gibi zâtların Harakânî’yi ziyaret etmek için Harakân’a geldiklerini kayde¬derler. Hattâ Mevlâna’nın Mesnevî’sinde daha detaylı olmak üzere, birçok tabakat kitabında İbn Sina’nın ziyareti sırasında cereyan eden şöyle bir hâdise de anlatılır: İbn Sina birkaç arkadaşıyla Harakânî’yi ziyarete gelir. Ancak evde olmadığını söyleyen hanımı sözlerine bir de “Eğer onun için geldiyseniz ziyaretiniz boşuna gitmiştir, o sır sahibi olduğunu iddia eden bir delidir.” şeklinde incitici cümleler de ekler. “Geri dönelim, onu en iyi bilen hanımıdır.” diyen arkadaşlarını ikna ederek orman tarafına yönelen İbn Sina ve beraberindekiler, karşıdan odunları bir hayvana yükleyip gelen Harakânî’yi görürler. Yaklaştığında bineğin bir aslan olduğunu anlar ve hanımından duyduklarıyla tezat teşkil eden bu durumu sorarlar. O da: “Evdeki kurdun sıkıntısını çekmeyene dağdaki aslan hizmet etmez.” cevabını verir.
Gazneli Mahmud’un, Harakânî’yi ziyareti sırasında da cereyan eden bazı konuşma ve hâdiseler, farklı unsurlar katılarak ama özü değiştirilmeden birçok kaynakta zikredilmiştir. Detaya girmeden şu şekilde özetlemek mümkündür: Şeyh Harakânî’nin şöhretini duyan Gazneli Mahmud, adamlarıyla birlikte, biraz da onu imtihan maksadıyla Harakân’a gelir. Sultan, yanına geldiğinde Şeyh Harakânî, ona özel bir ilgi göstermediği gibi, ayağa da kalkmaz. Sultan bazı sorular sorar ve şeyhi sınar. Aldığı tatminkâr cevaplar ve şeyhin mehabeti karşısında irkilir, endişesi sevgi ve saygıya dönüşür. Şeyhe bir kese altın ihsanda bulunmak isterse de, Harakânî bunu reddeder. Bu sefer, ‘ondan bir hatıra olsun diye’ herhangi bir eşyasını ister. Harakânî de sultana bir gömleğini verir. Görüşme tamamlandıktan sonra sultan, veda ederken Şeyh Harakânî onu ayakta uğurlar. Sultan, şeyhin kendisini yolcu ederken ayağa kalktığını görünce sorar:
— Efendim, geldiğimizde ayağa kalkmadınız; ama yolcu ederken ayaktasınız. Sebebini öğrenebilir miyim?
— İlk gelişinizde padişahlık gururu ve bizi imtihan niyetiyle geldiniz. Ama şimdi tevazu hâliyle ayrılıyorsunuz. Tevazu hâline saygı gerekir.
“Bana nasihatte bulun.” demesi üzerine Harakânî: Dört şeye dikkat et; takva, cemaatle namaz, cömertlik ve halka şefkat, cevabını verir.6
Nakşibendiyye silsilesinde önemli bir yer verilerek altın zincirin7 bir halkası sayılan ve üveysîliği üzerinde özellikle durulan Harakânî, Aynülkudât el-Hemedânî, Necmeddîn-i Dâye, Attâr, Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî gibi büyük mutasav¬vıfları derinden etkilemiş; Ebû Abdullah Dastanî (417/1026), Ebû Abdullah El-Ensarî el-Herevî (481/1089), Kuşeyrî (465/1072), Ebû Said Ebü’l-Hayr (440/1049) gibi meşhur zâtlara üstatlık veya yakın arkadaşlık yapmıştır. Harakânî’nin 10 Muharrem 425 (5 Aralık 1033) tarihinde vuku bu¬lan ölümünden sonra da tesiri uzun sü¬re devam etmiştir. Hattâ o, tasarrufu8 devam eden sayılı zâtlar arasında sayılmıştır.
Kazvînî (682/1283), Harakânî’nin kabrinin Bistâm yakınlarındaki Harakân’da bulunduğunu, onu ziyaret edeni şiddetli bir kabz hâlinin istilâ ettiğini söyler. Bistâm’ı ziyaret eden İbn Batûta şehre ge¬lince Bâyezîd-i Bistâmî’nin zaviyesinde kaldığını, Ebu’l-Hasan el-Harakânî’nin kabrinin de bu şehirde olduğunu bildirir.
Evliya Çelebi ise Kars Kalesi’nin 3. Murad devrinde Lala Mustafa Paşa tarafından tamir edildiğini anlatırken bir askerin paşaya aktardığı rüyasını nakleder. Buna göre asker, paşaya rüyasında gördüğü yaşlı bir zâtın kendisinin Ebu’l-Hasan el-Harakânî olduğunu ve makamının9 burada bulunduğunu söylediğini, kendisinden ayağını bastığı yeri kazmasını istediğini anlatmış, bunun üzerine 100 işçi yeri kazmaya başlamış ve üzerinde, “Menem şehîd ü saîd Harakânî” ibaresi yazılı dört köşe bir somaki mermer bulunmuştur. Gaziler, mermeri tekbir ve tevhidle kaldırınca kabir ortaya çıkmıştır. Ya¬ralı pazusuna sarılı makrame ile sırtındaki hırkasının bile henüz çürümediği görülmüş; vücudunun sağ tarafındaki yarası ise hâlâ kanamakta imiş. Gaziler yine tekbirle kabri kapatmışlar. Kalenin içine ilk olarak Lala Mustafa Paşa tarafından Ebü’l-Hasan el-Harakânî adına bir tekke ile bir cami inşa ettirilmiştir. Evliya Çelebi’nin anlattığı bu olay, Kars ve çevresinde Harakânî’nin Kars’ın fethine katıldığı ve burada şehid olduğu şeklinde bir inancın doğmasına yol açmıştır.10 Ancak birçok kaynağa müracaat ederek Harakânî üzerine geniş bir araştırma yapan Hasan Çiftçi, Harakânî’nin Kars’ta vefat ettiği şeklindeki inancın sadece yukarıda aktarılan rüyaya dayanmadığını, bunu destekleyen başka belge ve tarihî rivayetlerin de olduğunu aktararak, bu bilginin gerçek olabileceğini belirtmektedir.11
Harakanî’ye, bazı tasavvufî konulardaki görüşlerini ve veciz sözlerini ihtiva eden Nûru’l-Ulûm adlı bir eser izafe edilmektedir. Ancak ne basılı hâli ne de elyazması elde mevcut olan bu eserin, ismi bilinmeyen bir müridi veya müritleri tarafından vefatından sonra kaleme alındığı şüphesiz gibidir. Zîrâ ümmî olduğu ifade edilen Harakânî’nin eser yazdığına dair hiçbir işaret bulunmamaktadır. Nûru’l-Ulûm’dan Seçmeler adında yazarı bilinmeyen bir çalışma ise değişik dillerde mevcuttur. Öyle anlaşılıyor ki Harakânî’ye ait bilgi ve fikirlerin kaynağı, bu eser yanında, halk arasında sözlü olarak aktarılan malumat veya menkıbeler ve diğer çağdaşı âlimlerin eserlerine aldığı kısa anekdotlardan oluşmaktadır.
Harakânî’den Vecizeler
Ebü’l-Hasan Harakânî’den insanı düşünceye sevk eden, ders veren ve ikaz eden birçok veciz söz nakledilmiştir. Elbette bu vecizeler onun dünya ile münasebetini, takvasını, zühdünü ve Rabb’ine yaptığı kulluğu da bize bir nebze anlatmaktadır. Bunlardan birkaçını zikretmek istiyoruz:
Kimin kapısında bir yıl beklersen, neticede bir gün, gel bakalım, niçin orada duruyorsun der. Allah’ın kapısında elli yıl bekle, sana ben kefil olurum.
Üç hâlden biri ortaya çıkmadan dünyadan gitme: Ya Allah’a olan muhabbetinden dolayı gözyaşların kan olmalı ya O’nun korkusuyla idrarın kana dönüşmeli veya uyanık olduğun hâlde kemiklerinin eriyerek inceldiğini görmelisin.
Kalblerin en aydını içinde mahlûkatın yer almadığı kalbdir. Amellerin en iyisi, içinde mahlûk düşüncesinin olmadığı ameldir. Nimetlerin en helâli kendi gayretinle olanıdır. Arkadaşın en iyisi Hak ile yaşayandır.
Hak Teâlâ kulların paylarını bölüştürdü, her biri kendi payını aldı. Civanmert velilerin payına da hüzün düştü. Civanmertlerin hüznü O’nu O’na yaraşır şekilde anmak isteyip de yapamamalarıdır. Eğer sana hüzünlü olanların hikâyesini anlatırsam yer ve gök kan ağlar.
Tandırdan elbisene bir ateş sıçrasa onu hemen söndürmeye çalışırsın; dinini yakan bir ateşe yani kibir, haset ve riya ateşlerinin kalbinde durmasına neden razı olursun.
Âlim sabahleyin yatağından kalkarken, ilminin artmasını, zâhid zühdünün artmasını ister. Ben ise bir kardeşinin gönlünü neşeyle doldurma ve onu mutlu etme derdindeyim.
Beş çeşit su vardır, civanmertler onların üçünü sever: Birincisi hayat suyu, ikincisi Kevser suyu (…) Dördüncüsü âriflerin hoşlandığı sudur, o muhabbet suyudur. Beşincisi ise Allah’ın sevdiği sudur ki, o da mü’min kulların, özellikle günahkâr kulların gözyaşıdır.
Her kim bu eve gelirse yemeğini yedirin ve adını (dinini) sormayın; zîrâ ruh taşıyan herkes Ebü’l-Hasan’ın sofrasında yemek yemeye layıktır.
Hıyanetsiz nasihat, nasihat ettiğin cemaatten daha üstün olduğunu ima etmek maksadıyla başını dik tutmadığın ve dünyaya karşı tamahkâr olmadan yaptığın nasihattir.
On iki sene nefsimin demircisi idim; kendi nefsimden bir ayna yapmak için onu riyazet ocağına koyuyor, mücahede ateşiyle dağlayarak kızıl hâle getiriyor, sonra onu yerme örsünün üzerine koyarak kınama çekiciyle dövüyordum. Beş sene kendi aynam idim; her çeşit ibadet ve taatle bu aynayı parlatıyordum. Sonra bir sene boyunca kendime dikkatle baktım; kendimde (belimde) gururdan, ucuptan, kibirden ve kendi amelini beğenmekten mamul bir küfür zünnarı gördüm. On iki yıl onu kesmek için çalıştım, nefsin derinliklerinde bir başka zünnar gördüm, beş yıl da onun kesilmesi için gayret sabrettim. Onu nasıl keseceğime bakıyordum, keşif vâki oldu. Halka (mahlûkata) baktım onları ölmüş gördüm ve hepsinin cenaze namazlarını kıldım. Onların cenazesinden döndüm ve yeniden İslâm’a girdim.Kendi ömrüme bakınca, yetmiş üç yıllık bütün ibadetimi bir saat kadar gördüm; günahlarıma bakınca Nuh’un (as) ömründen daha uzun gördüm.12
Alvarlı’nın Şiiri
Sözümüzü, Alvarlı Efe’nin, büyük ihtimalle Harakânî’nin türbesini ziyareti sırasında söylediği bir şiiriyle bitirmek istiyoruz.
Merhaba ey hâmil-i envâr-ı iman merhaba
Merhaba ey hâmil-i envâ-i esrâr merhaba
Merhaba ey muttaki kul bende-i Peygamberi
Merhaba ey mazruf-u ihsan-i Bârî merhaba
Merhaba nûş eyleyen şehd ü şehadet şerbeti
Merhaba ey ferd-i devransın kamuya merhaba
Merhaba ey ol tasarruf menbaının mahremi
Merhaba ey nezd-i Hak’tan ehl-i himmet merhaba
Merhaba ey gayba mâil ol ricalin kişveri
Merhaba ey dâhil-i dergâh-ı izzet merhaba
Merhaba ey kutb-u âlem yâ Cenâb-ı Bu’l-Hasan
Merhaba ey Gavs-ı A’zam Şah-ı Hûbân merhaba
Merhaba ey Kars’a Hakk’ın en büyük ihsanısın
Merhaba ey kıldı zatın burda mihman merhaba
Bu geda vasfından âciz bir nazardır pâyesi
Merhaba ey sâyedâr-ı ehl-i ümmet merhaba13
Prof. Dr. Abdulhakim Yüce
YYÜ İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Yeniumit dergisi
Dipnotlar
1. Hasan Kamil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, 116 vd. İst. 1994. (Bazı ekleme ve tasarruflarla)
2. Bu gün Harakân İran’ın başkenti Tahran’ın kuzeyindeki bölgede yer alan Simnân vilayetinin Şahrûd ilçesine bağlı bir kasabadır.
3. Attar, Tezkiretu’l-Evliya, II, 201.
4. Tahsin Yazıcı, Ebû Said-i Ebü’l-Hayr, DİA, X, 220.
5. Şath, sarsılma, hareket etme, yürüme, titreme veya gevezelik etme anlamına gelir. Edebiyatta, “hezeliyyât” ve buna bağlı olarak “latife, şaka, eğlence, maskaralık etme” gibi anlamlarda da kullanılmıştır. Tasavvufî bir terim olarak şu şekilde tarif edilir: “Bazı mutasavvıfların vecd ve istiğrak hâlinde kendi irâdeleri dışında, mânâsını düşünmeden söyledikleri, içinde bir iddia ve akla aykırı bir taraf bulunan ve zâhiren şeriata muhalif gibi görünen söz.
6. Attar, Tezkiretü’l-Evliya, II, 209.
7. Tasavvufta, özellikle Nakşibendiyye tarikatında içinde Ehl-i Beytten bir zatın olduğu silsileye altın silsile denir. Bkz: H. Kâmil Yılmaz, Altın Silsile, Erkam Yayınları, İst. 1994.
8. Tasarruf konusunda geniş bilgi için Bkz: Abdulhakim Yüce, Kozmik Yetki: Tasarruf, Tasavvuf (İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi), 2005, s. 15, ss. 37–49.
9. Genellikle vefat eden kişinin gerçekten gömüldüğü yere türbe; ancak gerçekte orada gömülü olmadığı halde bazı sebeplerden ötürü meşhur bir zata ait olduğu söylenen türbeye ise makam denilir. Şu sebeplerden ötürü oraya makam denilmektedir: Bir süre orada yaşaması; hayatında birileri tarafından orada görülmesi; birileri tarafından mezarının orada olduğunun rüyada görülmesi ve kazı neticesinde gösterilen yerde bir cesedin bulunması; o zata olan saygının yüksek olması; bulunduğu yerin İslâm toprakları olduğunun pekiştirilmesi; orada o isimle başka bir zatın yatıyor olması ve meşhur zata yanlışlıkla ithaf edilmesi…
10. Daha geniş bilgi ve kaynaklar için Bkz: Süleyman Uludağ, Harakanî, DİA, XVI, 93.
11. Hasan Çiftçi (Doç. Dr.), Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakanî I (Hayatı, Esrleri), 58-73, Ank. 2004.
12. Bu ve buna benzer daha birçok söz için bkz: Hasan Çiftçi (Doç. Dr.), Şeyh Ebu’l-Hasan-i Harakanî I (Hayatı, Eserleri), ss. 216-320.
13. Alvarlı’nın bu şiiri de adı geçen eserin arka kapağında yer almaktadır.