Baba Bak Ben Büyüdüm..
Bugün kırk yaşını bitiriyorum… Bugün ömür defterinde yolun yarısından da ilerdeyim… Şu anda, seninle yaşadığım ve hayal meyal bile izleri kalmayan beş yılımı ve senden sonra yaşadığım otuz beş mevsimi kağıda döküyorum baba!
Zaman insana her şeyi öğretiyor biliyor musun baba? Yaşam, insana her şeyin nedenini ve sonucunu açıklıyor; ama zamanın gücü bile bir şeyleri açıklamaya yetmiyor!
Çok küçüktüm be baba, daha yolun başında bile değildim… Bir dev gibi dolandığını anımsıyorum evin içinde; motosikletinle işe gidişini, işten dönüşünü; sıcaktan korunmak için başına doladığın bir mendille inşaatta çalışmanı…
Seninle ilgili anımsadığım bazı şeyler daha var ama bunları ben mi anımsıyorum; yoksa anlatılanları yaşamış gibi mi duyumsuyorum bilemiyorum… İnsan beyni, anlatılanları bir süre sonra yaşanmış gibi düşündürüyor insana…
Ama baba, boğazımda otuz beş yıldır yutkunamadığım bir yumruk oldun sen… İşte bunu beynimin oyunu ile değil yüreğimin en kavurucu yangını ile söylüyorum.
İki olay var ki bunu seninle paylaşmayı çok istiyorum baba,
Seni hastaneden getirdikler gün, sen gelmeden önce annem salonda bir yatak hazırlamış, tertemiz çarşaf ve yorganla donatmıştı… Sonra evimizin önüne o araba yanaştı, hani beyaz boyalı ve üzerinde ay dede resmi olan araba… Sen dayımın kucağındaydın… O evin içinde dolanan dev değildin ama… Sararıp solmuştun, bir deri bir kemik kalmıştın… Hani gözlerin de olmasa seni neredeyse tanıyamayacaktım!
Seni yatağa yatırdıklarında kendinden geçmek üzereydin ve annem için için ağlıyordu… Sonra beni omuzlarımdan tutup senin başucuna getirdi ve:
“Bey,” dedi “bak Murat, ona bir şey demeyecek misin?”
İşte sen o anda, bugün bile içimi yakan bir hareket yaptın… Başını hafifçe bana doğru döndürüp sağ elini havada birkaç kez salladın ve elini indirip başını tekrar çevirdin… O an ben yalnızca bakıyordum ve hiçbir şey anlamıyordum… daha doğrusu kapımızın eşiğine kadar gelmiş kıyametin farkında değildim!
Sonra beni dışarıya çıkardılar ve bir süre sonra annemin o yürek yaralayan tiz çığ yükseldi evimizden… Mahalleden bir arkadaşım koşarak bana geldi.Hem koşuyor hem de bağırıyordu: “Murat’ın babası ölmüş! Murat’ın babası ölmüşşşşşşşşş!”
Ölmek neydi baba, ölüm neden bu kadar gürültülü ve acılıydı…
Mezarlığı anımsıyorum sonra, seni yıkadılar, beyaz bir beze sardılar ve toprağa yerleştirdiler. Annem sürekli ağlıyor, benimle ilgilenmiyordu ve ben o an seni, yalnızca senin kucağını istiyordum…
Mezarlıktan dönerken Mahmut Amca aldı beni yanına, arabanın önüne yerleşti ve beni kucağına aldı… Ben başımı Mahmut Amca’nın göğsüne yasladım, o da başımı okşadı… İşte orada beni çeken bir şey vardı baba… Orada beni sana yaklaştıran bir şey vardı… Neydi biliyor musun? Kokun… Mahmut Amca da senin sürdüğün kokuyu sürmüştü baba…
İşte onun için eve kadar başımı Mahmut Amca’nın göğsünden hiç ayırmadım…
Sevgili Babacığım, bugün, yani senden ayrıldıktan otuz beş yıl sonra, başucunda sana içimi döküyorum… Neden mi? Belki biliyorsun, belki biliyorsun diyorum; çünkü annem: “O gitmedi, gökyüzünden bizi izliyor.” derdi. Evet izlediysen bizi, biliyorsundur mutlaka, ben de artık bir babayım… Sana doyasıya söyleyemediğim o sihirli sözcüğü, çocuklarıma doya doya söylüyorum: “Babam” diyorum onlara “Babam benim”….
Sana anlatacağım, bir olay daha var baba, canımı yakan, beni benden alan bir olay…
Senden sonra, annem üzerimize titredi… Bizi üzmemek için, senin yokluğunu belli etmemek için, uğraştı, didindi, durdu. İlkokula başladığım gün, senin yerine, annemin elini tutup melül mahzun gittim okula ve oturdum sıraya… Herkes, “baba” diye ağlıyordu… Bense susuyordum… Boğazımda bir yumruk vardı, yutkunamıyordum… Annem, gözü yaşlı bana bakıyordu, ben yutkunamıyordum…
Sonra, zaman bir su gibi akıp geçti ve üçüncü sınıfı bitirdiğimde, sünnet olmamıza karar verildi… O sünnet günü var ya baba! Herkes, etrafımızda ve herkes bize kırılacak bir cammışız gibi davranıyordu… Sünnet elbiseleri ile dolaşırken arkadaşlarım etrafımı çevirdi ve çocukça konuşmalar başladı…
Biri diyordu ki:
-“ Murat’ın babası var ya, şimdi buradadır ha!” eliyle evin önünü gösteriyordu…
Diğeri:
-“Deli misin oğlum!” diyordu, “ölüler bir daha dünyaya gelemez ki!”
Onlar, tartışıyorlardı, ben evin önüne bakıyor, seni arıyordum…
Şimdi kırk yaşını bitiren bir adam olarak soruyorum sana:
-“Sen, o gün orada mıydın baba?”
Beş yıl önce, kendi çocuklarımı sünnet ettirdim… Ben onların yanındayım; ama hep ağladım. Neden biliyor musun baba? Sünnet elbiseleri içinde, babasını arayan Murat’ı düşündüm hep de ondan baba!
Bugün, kırk yaşını bitiriyorum… Otuz beş kış, sensiz döndü bahara… Otuz beş yaz, sensiz kucakladı sonbaharı…Ve tam otuz beş yıldır boğazım düğüm düğüm baba! Boğazımda bir yumruk var… Yutkunmak ne mümkün!… Ağlamak ne mümkün!…
Bugün, kırk yaşını bitiriyorum… Bugün, ben sana söylemediğim o sihirli sözcüğü, çocuklarım söylesin diye, ağızlarını doldura doldura “baba” desinler diye, inadına direniyorum… İnadına yaşıyorum…
Bugüne kadar hep çocuk gözüyle baktım acılara, “babam olsaydı” dedim, “babam ölmeseydi” dedim… Ama bugün, kırk mevsimi geride bırakırken şimdi senin gözünle bakıyorum acılara… Dönüşü olmayan bir yolda, çocuklarına bakıp neler duyumsadığını düşündükçe içim yanıyor baba, yüreğim kor ateşlerde kavruluyor… “Nereden bileceksin” deme baba… ben de artık bir babayım… Annem, beni senin yanına getirdiğinde niçin el salladığını, benden niçin gözlerini kaçırdığını, anlıyorum baba… Anladıkça daha bir kahroluyorum…
Çocuklarıma bakıyorum baba… Onların büyüdüğünü görmek istiyorum… Gençlik çağlarında onların yanında olmak istiyorum… Erkek erkeğe onlarla sohbet etmek, onlara arkadaş olup yol göstermek, arkalarında durup güç vermek istiyorum… Sen de isterdin mutlaka… Ve ben şimdi diyorum ki: “sen okula başladığımda da, sünnet olduğumda da, evlendiğimde de, çocuklarım olduğunda da benim yanımdaydın… Bir yerlerden beni hep izledin…” Bunları, bir ‘baba yüreği’ ile söylüyorum…
Bir yanda baba özlemi taşıyan minicik yürekler, öte yanda çocuklarından zamansız ayrılan bir baba…
Ben yıllarca baba özlemi ile yaşadım; ama baba olduktan sonra senin neler düşündüğünü, neler duyumsadığını anlayarak yaşıyorum… Hangisi mi daha zor? Acının ölçüsü, mutlaka vardır; ama ikisi de çok zor be baba!...
Hani demiştim ya, “yaşam, zaman içinde her şeyin nedenini ve sonucunu insana açıklıyor,” diye, evet her şeyin bir açıklaması var, her şeyin bir nedeni ve sonucu var… Evet, yaşadıklarımdan tam bir sonuç çıkarayım diye düşünürken, yaşam bir başka açıdan baktırıyor, dünyaya… Ve insan kaç yaşında olursa olsun, yeniden başlıyor, yaşamı tanımaya… Bütün ezberler bozuluyor… Bütün tanımlar değişiyor… Bütün yaşanmışlıklardan geriye, nasırlaşmış bir yürek kalıyor…
Seni tanımaya fırsatım olmadı baba, doyasıya sarılamadım sana, işte bu benim babam diyemedim… Seni hep başkalarından dinledim… Hep yaptığın iyilikler anlatıldı, hep doğruluğun, dürüstlüğün ortaya kondu… Bir çocuk için bundan daha büyük bir miras var mıdır? Bir insan için bundan daha büyük bir değer var mıdır? Yanımızda yoktun belki, ama seni sevenler hep yanımızdaydı… Yaptığın iyilikleri unutmayanlar hep bizimleydi…
Eğer sana yakışan bir evlat olmuşsam ne mutlu bana baba!… Eğer çocuklarıma seninki gibi miras bırakabilirsem ne mutlu bana baba!...
Sensiz otuz beş yıl geçti ve ben artık büyüdüm baba! Baba, ben de artık bir babayım biliyorsun değil mi? Yokluğunun açtığı yaralara, çocuklarımın sevgisini ilaç yaptım… En önemlisi baba, ne zaman yaşam denen bu kavgada yorulacak olsam, ne zaman yaşam canıma tak dese, babasız Murat’ı düşünüp, çocuklarımı babasız bırakmamak için ayağa kalkıyorum, direniyorum…
Bugün kırk yaşını bitiriyorum baba, sensiz daha kaç mevsim geçecek, bilinmez; ama bildiğim tek şey, sana olan özlemim, gerisi laf ü güzaf....