Gönderen Konu: Efendimize ''Hazret'' dememekte niçin israr ediyorlar?  (Okunma sayısı 4008 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Mücteba

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 9214
  • "En büyük keramet, istikâmet üzere olmaktır..."

Efendimize ''Hazret'' dememekte niçin israr ediyorlar?

Daha kapağını bile açmadan, Müslümanların ismini görür görmez yadırgayacağı bir kitaptan bahsetmek istiyoruz:

ÜÇ MUHAMMED...

Evet… Bu kitabın ismi Hazreti Muhammed değil, Muhammed Aleyhisselam değil, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) değil. Hazret kelimesi kullanılmadan, yalın olarak verilen bir isim: ÜÇ MUHAMMED…

Kitabın yazarı, Mustafa İslamoğlu. “Muhammed” ismiyle kastettiği şahıs da tabii ki, sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed Mustafa sallallâhü aleyhi ve sellem Efendimiz’dir…

Aytunç Aldındal’ın da Üç İsa isminde bir kitabı var. Ama onun İsa Aleyhisselam’ın ismini “Hazret”siz ve “Aleyhisselam”sız kullanmasından bize ne! Biz, sadece Peygamberimiz Aleyhisselam değil hangi peygamber olursa olsun, hepsini hürmet ifadesiyle anmalıyız. Ama İslamoğlu sanki “Ben Aytunç Altındal kadar olamaz mıyım! Onun kitabının ismine benzer bir kitap yazamaz mıyım!” dercesine, bir kitap yazmış ve onun kitabına verdiği ismin bir benzerini de o kendi kitabına vermiş. Aytunç Altındal Üç İsa demiş, İslamoğlu da Üç Muhammed demiş.

Ama nedense, Peygamberimiz’in isminin yanında “Hazret” gibi “Aleyhisselam” gibi “Sallallâhü aleyhi ve sellem” gibi hürmet ifade eden bir kelime koymadığı gibi, mensûbiyet/benimseme mânâsı taşıyan bir kelime de yok. Yani “Peygamberimiz” de dememiş.

Değerli okuyucu!

İster genç işter yaşlı olun, şimdiye kadar Hazret demeksizin, Aleyhisselam demeksizin, Peygamberimiz’i sadece “Muhammed” diye anan bir müslümana rastladınız mı?

Kaç yaşında olursanız olun, Peygamberimiz’i anarken kendiniz de hiç “Muhammed” dediniz mi?

Eminim ki ne siz böyle söylemiştinizdir, ne de böyle söyleyen bir müslümana rastlamışsınızdır. Çünkü bütün Müslümanlar, bunu bir hürmetsizlik kabul ederler ve Peygamberimiz’den “Muhammed” diye bahsetmekten hayâ ederler.
Müslümanları bırakın, bu ülkenin komünistleri bile Peygamberimiz’den bahsederken “Hazreti Muhammed” diyorlar.

Onun için, Mustafa İslamoğlu’nun yazmış olduğu kitaba “ÜÇ MUHMMED” ismini vermesini son derece mahzurlu bulduğumuzu ifade etmek istiyoruz. Ama yazarın kendisi kitabına böyle bir isim vermekte hiç mahzur görmüyor ve bu isimdeki bir kitapla müslümanlara Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında nizâmât vermeye çalışıyor.

Nizâmât demiyelim de Müslümanlara şekil, daha doğrusu yeni bir şekil vermeye çalışıyor diyelim…

Aşağıda da okuyacağınız gibi, İslamoğlu, Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte yalnız değil. Onunla aynı düşüncede olanların hepsi de aynı. Onlar da Allah dostlarını hürmetle anmıyorlar. Peygamberimiz onların dilinde “Hazret”siz, “Aleyhisselam”sız “Sallallâhü aleyhi ve sellem”siz, sadece Muhammed…

Bunlar, sadece Peygamberimiz hakkında değil bütün peygamberler (salevâtüllâhi aleyhim ecmâîn) hakkında da böyledirler. Onlara göre Hazreti Âdem, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa yok. Âdem aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam, İsa aleyhisselam, Musa aleyhisselam da yok. Âdem, İbrahim, İsa, Musa var.
Peygamberler onların sanki ya asker arkadaşı veya çelik çomak oynadıkları oyun arkadaşı...
Onlar peygamberlerden böyle bahsededursun, bu memleketin solcuları bile meselâ Doğu Perinçek bile Peygamberimiz’den bahsederken, “Hazreti Muhammed” diyor. ibretlik değil mi?

ORTAK YÖNLERİ…

Yukarıda, “Bu hususta İslamoğlu yalnız değil” demiştik ya, o konuya geleyim. Meselâ İslamoğlu’nun sevdiği, beğendiği ve okuyucularına zaman zaman model olarak sunduğu birisi var:
Ali Şeriatî…

Peygamberimiz hakkında Ali Şeriatî’nin de bir kitabı var. Enteresandır, onun kitabının ismi de şöyle: Muhammed Kimdir.
Bakın! İslamoğlu gibi o da “Hazret” demiyor.

Hazret demediğine göre onun yerine hürmet ifadesi olarak başka bir ifade kullansa bari. Meselâ aleyhisselam diyor mu? Ne gezer!...

Hatta “Hazret” dememesi şöyle dursun, Peygamberimiz’e HAKARET EDİYOR!
Şaşırdınız değil mi değerli okuyucular? Evet evet, Ali Şeriatî Peygamberimiz’e basbayağı hakaret ediyor. Bu hakaretin nasıl bir hakaret olduğunu aşağıda okuyacaksınız.

Gelin görün ki Mustafa İslamoğlu da bazı ilâhiyat profesörleri de Ali Şeriatî’yi örnek bir şahsiyet olarak gösteriyorlar. Onların örnek şahsiyet olarak gösterdiği kişi işte böyle birisi.

Mustafa İslamoğlu da Ali Şeriatî de Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte ortak. Birinin yazdığı kitabın ismi ÜÇ MUHAMMED diğerinin kitabının ismi

MUHAMMED KİMDİR?

Değerli okuyucu!
Bu makaleyi aslında Mustafa İslamoğlu’nu tanıtmak için kaleme almıştık. Ama söz onun hayran olduğu Ali Şeriatî’den açıldığı için konu ona kaydı. Olsun, mühim de değil. Çünkü ikisinden birini anlatınca zaten diğerini de anlatmış oluruz. Nitekim, “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” demezler mi? İslamoğlu ile Şeriatî de birbirlerinin fikir arkadaşı zaten. Üstelik İslamoğlu böyle bir arkadaşlıktan şeref de duyar...

EN BAŞTAN TAKİYYE…

Birkaç sene önceydi. Beyazıt Kütüphanesi Müdürü Merhum Şerafettin Kocaman’a uğramıştım. Şerafettin Bey konuşma sırasında, “Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını okumak istedim. Fakat ancak yarısına kadar okuyabildim. Daha fazla tahammül edemeyip bıraktım” demişti. Onun üzerine merak ettim, ne pahasına olursa olsun bu kitabı okumalıyım deyip başladım. Daha ilk sahifelerde gerçekten bu kitaba tahammülün zor olduğunu anladım ama tahammülsüzlük kelimesini unutup kitabı bitirdim. Ve gördüm ki meğer Merhum Şerafettin Kocaman yerden göğe kadar haklıymış.
Neyse, biz İslamoğlu’nun sitayişle bahsettiği ve öve öve bitiremediği Ali Şeriatî’nin MUMAMMED KİMDİR kitabına bakalım ve “İnsanın eseri o insanın kendisidir” fehvasınca, Şeriatî’yi kendi eserinden tanıyalım.

Ali Şeriatî’nin elimizdeki bu eseri, 1988 Ankara baskılı. Basan Fecr Yayınevi.
Şeraitî, İranlı bir şiî. Bizde İranlılara acem derler. Dilimizdeki “Acem yalanı” sözünün sebebi de şu:
Malum, Şiîlikte takiyye diye bir şey var. Takiyye, gerçek inancını gizleyip, inancına ters şekilde konuşmak. Bizim dilimize bu, “Acem yalanı” olarak yerleşmiş. Onun için, çok yalan söyleyen birinin sözüne inanılmaması icap ettiğini anlatmak için memleketimizde, “Boşver canım. Onunkisi düpedüz acem yalanı” derler.

Ali Şeraîtî, MUMAMMED KİMDİR isimli kitabında sözde Peygamberimiz’in hayatını anlatacak ya, daha kitabın önsözünde, “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyerek okuyucuya baştan takiyye yapıyor yani yalan söylüyor. Diğer bir ifadeyle acem yalanına baş vuruyor. Çünkü, kitap başından sonuna kadar, söylediğinin tam tersi yazılarla dolu. Yani mezhebî îtikad yani Şiîlik açısı üzerine yazılmış. Aşağıdaki satırları okudukça bunu sizler de göreceksiniz.

Ali Şerîatî, Önsözde kitabını hangi ölçüyle yazdığını şöyle izah ediyor:
“…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”

Önyargıdan ne kadar uzak olduğunu da yine aşağıda göreceksizin.
Önsözde yazdığına göre, Peygamberimiz’i kitabında şöyle anlatıyormuş:
“…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…”
İşte bu doğru…

Peygamberimiz’i, gerçekten “bir Müslüman olarak” anlatmamış. Zaten Müslüman olarak anlatacak olsa, “Muhammed’in görüntüsü” demezdi. Ya “Hazret” ya “Aleyhisselam” veya “Peygamberimiz” derdi. Çünkü, Müslümanlık Peygamberimiz’i hürmetsiz anmaya engeldir.

Şeriatî’nin, Peygamberimiz’in hayatı hakkında kullandığı ifade de şu: Muhammed’in Siyeri.

MÜSLÜMANLARA VE PEYGAMBERİMİZ’E HAKARETLERİ…

Şimdi, Ali Şeriatî’nin kitabının ileriki sahifelerinde yazdıklarını madde madde ele alalım:

1- Hazreti Ömer zamanında İslam’ın İran’a girmesini içine sindiremiyor. Onun için, buna bir türlü fetih diyemiyor. “Arapların saldırısı” diyor. Peygamberimiz’e “Hazret” demeyip “Muhammed” diyen birisi Hazreti Ömer’e “Hazret” diyecek değil ya, tabii ki demiyor, “Ömer’in İran’a saldırı kararı” diyor. (s.13, 14)

2- Müslümanların İran’ı fethetmeleri içine öyle oturmuş ki, bu fethi hem sıradan bir savaş gibi gösteriyor hem de Müslümanları vahşî kabileler olarak anlatıyor.

Şeriatî’ye göre, Müslümanlar İran ve Doğu Roma’yı yense de vahşî bir toplum, o zamanki imansız İran ile Hıristiyan Doğu Roma ise ileri bir toplumdur. Yine ona göre İran’ın fethi kudsî bir gayeye dayanmayan bir hegemonyadır. İşte Ali Şerîatî’nin sözleri:

“Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması tarihte tekerrür eden bir olaydır.” (s: 15)

3- Şeriatî’ye göre Peygamberimiz Bedir Harbi’ni Allah rızası için değil de, “Başarı kazanamazsam yahudi ve münafıklar bana ne derler” telaşıyla yapmış. Şeraitî, Peygamberimiz sanki sıradan bir insanmış gibi, Bedir’den önceki düşüncesini kendine göre şöyle aktarıyor:
“Nasıl olur da eli boş Medine’ye dönebilirdi. Yahudi ve münafıklar ne derlerdi.” (s: 29)
Bedir Harbi’ne katılan, Bedrin aslanları olan ashabı kiram hakkındaki değerlendirmesi ise şöyle:

“…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…”

Yani, ona göre ashabı kiram Bedir’de Allah için, din için cihad etmemiş, Allah rızasından uzak olarak ve sadece yağma için yola çıkmış.

4- Şeriatî, Bedir harbine iştirak eden ashabı kötülemeye şöyle devam ediyor:
“Muhammed’in ordusunda (İfadedeki hürmetsizliğe dikkat!) bir grup, cedelleşmeye ve münakaşaya başladı. Onlar şöyle diyordu: “Biz savaş için değil ganimet için yola çıktık. Nasıl olur da 313 kişi hem de böyle sınırlı bir techizat ile, savaşa hazır, kılıç kuşanmış bin kadar savaşçıya karşı, mutsuz ve ümitsiz bir harbe girilebilir diyordu.” (s: 32)

Bedir ordusundaki asbabı kiramı, ayrıca içten içe kaynayan, ihanet etmek için fırsat kollayan kimseler olarak anlatıyor:
“Muhammed… (Hazret demiyor) öyle güzel koordine etti ki, kimseye bir an bile olsun, ihaneti düşünme fırsatı vermedi.” (s: 32)

5- Ashabı kiramın büyüklerini bile değişik tevhid anlayışı taşıyan, ayrı ayrı inanca sahip olan kimseler olarak gösteriyor:
“Ebûbekir’in tevhid anlayışı…

Bilal’in tevhid anlayışı..

Evet bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.” (s: 36)


Allahın rızasından başka bir şey düşünmeyen Bedir aslanlarını kötülemeye devam ediyor:
“Kin ve intikam ateşi daha da büyümekteydi… Peygamberin ünlü dost ve yardımcısı Ebû Huzeyfe intikam ve kin ateşi içinde yanıyordu.” (s: 40)

6- Şeraitî, kendi isteğinin tersine zaferle son bulan Bedir savaşı sonrasını da şöyle anlatıyor:

“İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak. Gurur!?.. Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir.” (s: 42)

Gördüğünüz gibi, İslam ordusunu önce gururlu olmakla suçlayıp arkasından da gururun çirkin bir şey olduğunu söylüyor. Böylece, ashabı kiramı çirkin bir huya sahip olan bir topluluk olarak gösteriyor.

7- Sıra geldi Uhud harbini anlatmaya. Burada da ashabın en öndeki üç büyüğüne dil uzatmaktan geri durmuyor:
“Osman firar etmişti. Ömer ve Ebû Bekir ortalıkta görünmüyordu.” (s: 65)

8- Uhud’dan sonraki Hamrâül Esed gazvesini anlatırken de Peygamberimiz’i insafsızca hareket etmekle suçluyor.
“Peygamber, Ümmü Mektum’u Medine’ye başkan olarak atayıp, henüz yüreği yaralı çocuk ve kadınların inilti ve ağlama sesleri duyulan evlerden, yorgun ve yaralı Müslümanları çıkarıp harekete geçirdi…” (s: 70)
Yorgun ve yaralı insanlar sefere çıkarılır mı? Bu kadar da insafsızlık olur mu demeye getiriyor.

9- Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimiz genel af ilan etmiş, ancak amansız İslam düşmanı olan birkaç kişinin, nerede bulunurlarsa öldürülmelerini emretmişti. Bunlar, işleri güçleri İslamı ve Peygamberimiz’i kötülemek olan kimselerdi. Şeriatî, Peygamberimiz’in bu emrini şöyle değerlendiriyor:
“Komutanlara emir şuydu: “Sizinle savaşmayanlarla değil, savaş açanlarla çarpışın.” Fakat bir grubu adlarıyla açıkladı. Ve şöyle dedi: “Onları Kâbe’nin perdesi (örtüsü) altında bulsanız da öldürün.” (s: 189)

Şeriatî, bu meseleyle ilgili 106 nolu dipnotta Peygamberimiz’e olan düşmanlığını açıktan açığa ortaya koyuyor. İşte Peygamberimiz hakkında kullandığı ifadeler:

“Peygamber’in sükûnet ve huzur sağlamaya, Mekke’de kan dökmeyi önlemesine karşın, öyle bir ortamda tavizsizlik göstermesi, onun ruhsal yapısının normal bir ruhi yapı olmadığını gösteriyor. Onun hayat serüveni bu örneklerle doludur.”

Gördüğünüz gibi, Peygamberimiz’i hem tavizsizlikle suçluyor hem de, “Normal bir ruhi yapısı olmadığını” söylüyor. Daha da ileri giderek “Hayatı bu örneklerle doludur” diyor.
Yukarıda, “Peygamberimiz’e “Hazret” dememesi şöyle dursun, HAKARET EDİYOR!” dediğim işte buydu değerli okuyucu.

10- Bir de Huneyn Harbi’ni anlatması var. Bu harbi nasıl anlattığına geçmeden önce bir hatırlatma yapalım. Bu harpte Müslümanlar önce gafil avlanıp Hevâzin ve Sakif kabilelerine mensup müşrikler karşısında bir sıkıntı yaşamışlarsa da sonunda toparlanmışlardı. O harpteki müşriklerin kumandanının ismi Mâlik bin Avf idi.

Lütfen bundan sonraki satırları, Hevâzin ve Sakif kelimelerinin müşrik, kumandanlarının da Mâlik bin Avf olduğunu unutmadan okuyunuz. Bakın Ali Şeriatî Huneyn Harbi’ni nasıl anlatıyor:

“Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu.” (s: 213)

Gördüğünüz gibi, müşriklere fedâkâr diyor. Anlatmaya devam ediyor:
“Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu…. Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu.” (s: 216)

Müşrik Hevâzin kuvvetlerinin bayraktarını yürekli diye övüyor. İfadelerinden, Müslümanları vurup düşürmesinden ise büyük zevk aldığı anlaşılıyor. Aşağıda gördüğünüz gibi, müşriklere fedakâr demekte israr ediyor:

“Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı.” (s: 217)

Evet, müşriklerin gitgide ümitsizleşip sonunda belalarını buldukları doğru. Ne var ki, Ali Şeriatî buna kahroluyor. Ama müşrik kuvvetlerinin kumandanını son ana kadar kahraman olarak anmakta da direniyor. Bakın:
“Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf…” (s: 221)

Müşrikleri bu kadar öven yazarın İslam askerleri hakkında ne dediğini merak ediyorsanız buyurun:
“…büyük ve dengesiz bir ordu…” (s: 229)

11- Yukarıda da temas etmiştik. Şeriatî, kitabının önsözünde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyordu. Kendi düşüncesinin de şöyle olduğunu söylüyordu: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”

Bu nasıl önyargı ve taraf tutmaktan uzaklık ise? Nasıl meshebî itikadlar açısından bakmamak ise?

Şiîliği depreştiği için, ashabtan baba oğul olan iki mümtüz sîma hakkında şöyle diyor:
“Yarımadada Ebû Süfyanlar, Muâviyeler, münafıklar pusuya yatıp, fırsat kollamaktaydı..” (s: 314)

Eğer kitabının önsözünde dediği gibi konuya mezhebî açıdan bakmamış olsaydı, Hazreti Ebû Süfyan ve Hazreti Muâviye radıyallâhü anhümâ hazretlerini münafıklarla beraber pusuya yatanlar olarak anmazdı.

Maamâfîh, yukarıdan beri yazdıklarımızdan, pusuya yatanların o iki mümtaz sahâbî mi yoksa Ali Şeriâtî’nin kendisi mi olduğu okuyucularımız tarafından gayet açık anlaşılmıştır.

Yukarıdan beri Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e ve onun mümtaz ashabına nasıl hakaret ettiğini anlattık, ama onu öven ve örnek şahsiyet olarak sunan Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazacağımız şeyleri yazamadık.

Zaten Şeriatî hakkında söyleyeceklerimiz de bitmiş değil. Nasipse önümüzdeti sahifelerede bunların hepsini teker teker işleyeceğiz. Tâ ki Müslümanlara zemzem diye zehir içirilmesin…


Ali EREN | 19.03.2013 15:38 | www.haberkita.com


Çevrimdışı son yolcu

  • okur
  • *
  • İleti: 84
  • TİTREDİM EFENDİM (SAV) , SENİ ANDIM DÜN GECE...
Ynt: Efendimize ''Hazret'' dememekte niçin israr ediyorlar?
« Yanıtla #1 : 20 Mart 2013, 17:00:53 »
Ali şeriatinin ebuzer adlı bir kitabını okumuştum, zamanında cahilliğime gelmiş kim olduğunu bilmeden almışım kitabı ancak yarısına kadar okuyabildim , öyle hakaretler ediyor ki utanmadan sıkılmadan o mübarek sahabelere hele attığı iftiraları hiç demiyicem ,

bide en az onun kadar karaktersiz olan ömer öngüt diye bir adam vardı, iş yerlerimize kadar gelip bedavadan dağıtmışlardı kitaplarını kalın kalın ilmihaller, siyerler tabi o zaman anlamamıştık saf müslüman aklı işte hayır için yapıyolar sanmıştık ta ki adamın iç yüzü ortaya çıkana kadar...

Mustafa islamoğlunu hele hiç demicem, acayip hayranıydım, zamanında çok değerli büyük bir hocamız vardı bilfiil bu adamın konuşmalarından anlattıklarından sohbetler yapardı bize, kendi hayran olduğu gibi bizide hayran bırakmıştı, sonra internette cübbeli ahmet hocanın bir iki reddiyesine rastlayınca önceleri kabul etmek istemedim çok zoruma gitmişti sonra artık araştırınca biraz, elhamdülillah taasupta olmadığımız için gördüm gerçekleri..

o hoca hala mustafa islamoğlundan dersler yapıyor aynı hararetli konuşmaları hala anlatıyor, ve ben etrafındakilere ne kadar söylemeye çalıştıysamda sen  bizim hocamızdan daha mı iyi bileceksin ukala dediler...

bende artık tek bir cümle söylüyorum, söylemek benden hidayet Allahtan,,,



VE AŞKKKKKKKK İNSANIN ALNINA DOKUNDU... SÜBHANE RABBİYEL ALA ...