Gönderen Konu: Enes Bin Nadr  (Okunma sayısı 4228 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı MalcolmY

  • okur
  • *
  • İleti: 63
Enes Bin Nadr
« : 18 Mayıs 2004, 20:47:46 »

Bedire pek çoğu gitmişti ama nasıl gitmişlerdi. Bir cephe teşekkül edince herkes o cepheye koşuyordu. “cephe ne zaman teşekkül ederse, herkes o cepheye koşacak.”. Vatanımilleti kurtarma, mukaddesatını kurtarma, milli bütünlüğünü kurtarma, bu vatanın birliğini kurtarma cephesi ne zaman teşekkül ederse millet yardıma koşacak; hususu ile Kur’anın elmas bûrhanları ve düsturlarıyla; yani medeni saydığı insanları ikna etmekle, yani kalplerini ve kafalarını doyurmakla, yani imansızlıktan meydana gelen açlığı ve susuzluğu gidermekle, neslinin imdadına koşacak.

Bedir bir cepheydi ve herkes bu cepheye koşuyordu. İbni Ömer’i almadılar o gün. Ama emsalinde oraya giden kimseler vardı. Bunlardan bir taneside Sa’ad İbni Ebi Vakkas’ın küçük kardeşi Umeyr İbni Ebi Vakkas’tı. Medinede müslüman olmuş bir çocuktu. Rasul-i Ekrem (SAV)in Bedir’e çıkacağı duyulunca o da abisinin yanına koştu. Müslüman olmuş anasının yanına koştu, “hele sen şu kılıcı belime kuşasana, Resul-i Ekrem Bedir’e gidiyor ben de gideceğim!” dedi. Halbuki Aleyhissalatu Vesselam rüştü şart koşmuştu. Rüştüne ermiş olanları Bedir’e alacak, olmayanları almayacaktı. Bir parmak çocuklar, ordunun içinde Bedir’e iştirak etmek istiyorlardı. Bizde gidelim, bizde vazife yapalım diyorlardı. Annesi kılıcını kuşayınca beline, belinden kılıcın ucu yeri alıyordu; eliyle tutmak suretiyle ancak yürüyebiliyordu. Ve bu minnacık çocuk Rasul-i Ekrem’in yanına geldi; arkalarda duruyordu, dik dik yerlere tırmanıyor, parmaklarının üzerine dikiliyordu. Zira Rasul-i Ekrem parmağıyla işaret ediyordu, kimin boyu tutmuyorsa “Sen çık” diyordu, olmazsın. Ve Umeyr İbni Ebi Vakkas limiti tutturmuş gitmişti. İbni Ömer, o da 10-12 yaşlarında bir çocuktu. Şöyle diyor kendisi “çok yalvardım yakardım, ne olur? dedim, babama yalvardım, amcama yalvardım bende bulunayım dedim. Allah’a yemin ederim, hayatımda Bedire iştirak edemediğim günün gecesi çektiğim ızdırabı bidaha çekmedim. Ne günahım vardı ki beni almadılar!?. Umeyr İbni Ebi Vakkas gitti, arkadaşımdı. Ve gitti bir daha dönmedi !”.

Bedirde üç tane şehide rastlarsınız, birinin minnacık bir kabri vardır. Kılıcını sürüye sürüye oraya kadar giden ve orada Rasul-i Ekrem’in yanında düşmana karşı saldıran birinin...

Cephe o hale gelmişti. Kur’an’ı neşrettikleri devrede cephe başka türlüydü ve hasımları karşısına çıkanca cephe başka türlü olmuştu. Kadınıyla, çocuğuyla, erkeğiyle, rüşte ermemişiyle, ermişiyle cepheye koşuyorlardı ve vazife yapıyorlardı. Sa’ad İbni Ebi Vakkas birkaç kılıç darbesiyle yaralanıp yere yıkılınca, kimbilir küçük kardeşinin kendinden evvel Allah’a kavuşması karşısında ne kadar ızdırap çekmişti?.. belki de “Ah benim Umeyr’im, sen Rabbine vasıl oldunda ben hala omuzlarımda şu cesedi bir ağırlık olarak taşıyorum, Rabbime vasıl olamadım...” demişti. Cephe bu olunca öyle oluyor. Bedire böyle koşuldu. Bedir adeta o günün neslini melekler seviyesine yükseltti.

O gün o cepheye iştirak edemeyenlerde vardı. Bir kısım mazeretlerle Rasul-i Ekremle bulunamamışlar vardı. “ Nasıl olur Rasul-i Ekrem bir dava için cemaatini toplar giderde biz şurada burada pinekleyip dururuz. Nasıl olurda Rasul-i Ekrem bir yerde kavga verir de biz burada bulunuruz. Nasıl olur Allah Rasulu felaketleri göğüsler, kandan irinden deryaların içine girer de biz burada bulunuruz.” diyenler vardı.

Muzaffer ordu Medine’ye ganimetle dönünce, Allah kendi ordusuna nusret (yardım, Allah’ın yardımı, Allahın izniyle zafer kazanmak) vermişti, Allah kendi ordusuna Bedir'den Çanakkale'ye kadar nusret verdi. Bedir’de melekleri indirdiği gibi, ingiliz tarihçisi Hamilton’ın ifadesiyle Çanakkale savaşında dahi melekleri indirdi ve Hamilton şöyle diyor : “İngiliz toplarına karşı o gün yeşil sarıklı ve fesli insanlar savaşıyordu. Yoksa barutu dahi biten bir milletin, korkunç ve musallat ingiliz donanmasına karşı savaşması mümkün değildi. Barutu dahi bitmişti sadece süngüyle mukabele ediyordu.” Yarım milyon şuhedâ orada dökülürken, mukaddes Anadolu topraklarını kurtarıyordu. Bedir’de inenler yeniden yere inmişlerdi, Rasul-i Ekrem Anadolu karakolunu teslim etmiyordu. Burası kalsın! diyordu Ya Rabbî, gelecekte burada Kur’anı omuzlayacak bir nesil yetişecek diyordu. Ve bu vatan, bu karakol kurtulmuş oldu. Meleğin teyidiyle, semanın teyidiyle, feleğe ve semaya, arza hükmü geçen Allah’ın teyidiyle. Siz Allah’ın teyidi altında, düşen fırsatları değerlendirecek ve yeni fırsatların yeni kapı ve imkanların açılmasını bin can ile intizar (gözlemek, ümitle beklemek) edeceksiniz.

Minel mu’minune ricâlun sadaku mâ ahadullahi aleyh. Fe min hummen gada nehbeh. Ve min hum men yentezir. Ve mâ beddelû tendîl (Ahzab Sûresi 23. Ayet) Mü’minlerden öyleleri vardır ki Allah’a verdikleri sözde sadık çıkmışlardır. Bir kısmıda kendilerine ne zaman nasib olacak onu bekliyorlardı (Ahzab Sûresi 23. Ayet) Küçük Enes(r.a.) der ki : “Ben öyle zannediyorum ki bu ayet Amcam gibiler hakkında nazil oldu.” Yiğit mi yiğit, gözü pek mi pek; Enes bin Nadr! Bedir’e iştirak edememişti ama içi yanmıştı. “Rasul-i Ekrem’in ilk harbinde bulunamadım, bu nasıl kalleşçe söz verme, böylede Kur’ana sahip çıkma olurmu? Ben Kur’ana sahip çıkayım da peygamberim bir yere gitsin ben burda durayım, Kur’an biryerde kalsın ben burda durayım, bir yerde yıkım olsun çöküntü olsun da ben burda durayım, böyle kalleşlik olamaz!” diyordu adeta içinden, kükrüyor, kendine kızıyor öfkeleniyor ve kabına sığmıyordu. Ve dudaklarından şu sözler dökülüyor “Allah bir daha onlarla beni karşılaştırırsa, Alim Allah benden görecekleri vardır onların!” şiddetle arzu ediyordu.

Medine’yi ihata ettiklerinde, uhudun çevresine kadar geldiklerinde, tarihe Uhud Savaşı diye kaydedilecek savaş tahakkuk ediyordu. “Oh buldum diyordu ben bunu”,”Şimdi ben onlara gösteririm” diyordu.”Rasul-i Ekrem’e karşı çıkmak ne demektir.” Bir aralık müslüman saflarında çatlamalar olunca, kimisi Uhud’a, kimisi bir kısım vadilere tahassul etme (bir araya birikip, sabit olma) o şekilde Rasul-i Ekremi koruma sevdasına tutuluyorlardı. Hatta Hz. Ömer (r.a.) bile bir vadiye doğru çekilip, biraz korunma lüzumunu duyunca, diyor ki Hz. Ömer : “Yanımdan Enes Bin Nadr yıldırım gibi geçiyordu. Bana dedi ki Ya Ömer! Nereye gidiyorsun? dedim biraz evvel bir ses duyuldu Rasul-i Ekrem’i şehid etmişler, başımızın çaresine bakalım. Öylesine öfkelendi ve kükredi ki, Onun vefat ettiği yerde siz niye yaşıyorsunuz!! dedi. Niçin öldüğü dava uğruna ölmüyosunuz!! dedi. Ve düşmanların arasına daldı. O düşmana dalınca bende arkadan ve arkadan daha başka koşanlarda oldu. Öylesine kıyasıya savaşıyordu ki..., koştuğu kovaladığı, yakalamak istediği şahadet vardı, onu içmek istiyor, doymak istiyordu. Kâfire Medine’yi çiğnetmemek istiyordu.” Ve biraz sonra savaş yine dönüyor kısmen müslümanların lehine tecelli ediyordu.

Uhud meydanında geziyorlardı, teker teker şuhedayı arıyorlardı. Buldukları herkese bakıyorlardı, tanıyabilirlerse bu şudur, bu şudur diyorlardı. Bir yerde Enes’i buldular. Bütün elbisesi doğranmış, kütüğe girmiş çıkmış gibi bin tane satır yemiş hüviyette. Kimse onu tanıyamadı. Demekki o hale gelinceye kadar ayakta durmuş, demekki o hale gelinceye kadar Rasul-i Ekrem’in önünde bir fırtına gibi kükremiş. Bir tufan gibi sağa sola esmiş, esmiş durmuş ve Rasul-i Ekrem’i ve Kur’an’ı korumuş. Kız kardeşini getirdiklerinde tırnaklarının ucundan tanıdı, dedi “Ya RasulAllah, Enes’in tırnağında şu vardır. Bu Enes’in tırnağına benziyor”...

Minel mu’minune ricâlun sadaku mâ ahadullahi aleyh. Fe min hummen gada nehbeh. Ve min hum men yentezir. Ve mâ beddelû tendîl (Ahzab Sûresi 23. Ayet) Mü’minlerden öyleleri vardır ki Allah’a verdikleri sözde sadık çıkmışlardır. Bir kısmıda kendilerine ne zaman nasib olacak onu bekliyorlardı (Ahzab Sûresi 23. Ayet). Mü’minlerden öyleleri vardır ki Allah’a verdikleri sözde sadık çıkmışlardır. Lâ ilahe illAllah, muhammedun RasulAllah demişlerdir. Ne demek bu? Allah’tan başka mabudu mutlak maksudu bil istihkak yok, Allah’tan başka gönül verecek bağlanacak dilbeste olacak yok, Allah’tan başka maksud yok, Allah’tan başka mâşuk yok, Allah’tan başka sözü yerine getirilecek yok, varsa Allah var! Ve bunun için Uhud’a katılıyorlardı, sözlerine sonuna kadar sadakat içindeydiler. Minel mu’minune ricâlun sadaku mâ ahadullahi aleyh. Allah’a verdikleri sözü harfiyyen yerine getirdiler. Fe min hummen gada nehbeh. Bir kısmı bunlardan sözlerini yerine getirdi arzuladıkları şeylere vasıl ve nail oldular. Allah’ın rızasını kazanmak, Rasulullah’ın uğrunda şehid olmak ve aziz olarak Allah’ın huzuruna gitmek. Onlar ona nail oldular. Bir kısmıda kendilerine ne zaman nasib olacak onu bekliyorlardı. Giden gidiyordu geriye kalanlarda ızdırab içinde onu bekliyorlardı. Salim onu bekliyordu, Ebu Akil onu bekliyordu, Ömer onu bekliyordu, Zeyd ibni Hattab onu bekliyordu, Mus’ab’ın mezarının başına dikilip, İbni Cahş’ın mezarının başına dikilip, yakın arkadaşları biraz evvel destanını size intikal ettirdiğim Enes bin Nadr’ın başına dikilip, Ne mutlu size Allah’a vasıl oldunuz! Bakalım bu büyük şeref bize ne zaman nasib olacak? inkisarı içinde onlar da vazifelerini yapacakları anı intizar ediyorlardı.

İş başa düşünce, vapur karaya oturunca, alev saçağı sarınca, nesil canavarlaşıp sokağı alınca, teker teker her ferd Enes bin Nadr olacak, Mus’ab bin Umeyr olacak, Abdullah bin Cahş olacak. Tarihin o dönemini onlar şereflendirdikleri gibi, tarihin bu kısmında yeni destanlar yazmak, yeni tablolara mevzu olmak şerefi ve payesi de sizin başınızda dolaşmaktadır. Başınızda devlet kuşu dolaşmaktadır. Şerefle hizmet ederseniz bu devlet kuşu sizin başınıza konacaktır. Yer yüzünde insanlığa ve milletlere muvazeneyi siz getireceksiniz. Gerçek huzuru siz temin edecek, tesis edeceksiniz. Ve Rabbin huzuruna gittiğiniz zaman, umarım Rabbimden Rasul-i Ekrem (SAV), “ilk defa ben ümmetimin başını ve sonrada sonunu almak istiyorum Ya Rabbi! müsade buyurur musun” diyecek, Ebu Bekir’lerin, Ömer’ lerin, Osman’ ların, Ali’ lerin, (Allah’ın binlerce rıza ve rıdvanı üzerlerine olsun) elinden tutarken 20. asırda vazife yapma şuuru içinde gemle zaptedilemeyen atlar gibi küheylanlar gibi bana ne vazife terettüb ediyor söyleyinde yapayım diyen delikanlının, Türkün yağız delikanlısının elinden tutacak, “müsade edersen bir elimle de bunlardan tutmak istiyorum diyecektir” zira bir yüz ki Allah için yere sürülürse, bir yüz ki başını yere korsa, bir yüz ki bir haysiyet ki Kur’an için ve bu millet için ayaklar altında payimar olursa mahkeme-i kûbrada, badereyi ulya da Allah o yüzü yerde bırakmayacaktır. Ona dayanarak arz ediyorum. Lâ ecma'u beyn'el-emneyn ve Lâ ecma'u beyn'el-havfeyn. Bu onun sözüdür ve ne tatlıdır bu söz, “iki emniyeti bir arada vermem, iki rahatsızlık ve tedirginliğide bir arada vermem” diyor Rabbimiz. Ey dünyada ızdırap çekenler! Din için sancı çekenler! Evler açanlar, yurtlar açanlar, bu iş için koşup duranlar. Çocuğunun elinden tutanlar mektebe götürenler ve elini bırakmayanlar. Sabah sancı çekenler, akşam sancı çekenler.

Ah yurdum, vatanım! Seni bize teslim edenler şerefle teslim ettiler, senin yüzünde kendi evladının kanı kiri yoktu. Halbuki şimdi başkaları o vatanı başkaları hesabına kirlettiler, Ah benim güzel vatanım, senin sancını çekiyorum, ah benim şakaklarım zonkluyor her gün. Neden zonkluyor? Mektebe gidip gelirken, dıştan atılan ağlarla avlanan evladım karşısında zonkluyor, dış mihrakların oynatmasıyla burada filim oynayan evladımın ızdırabından dolayı zonkluyor. Burada ızdırabı çekersen Allah orada sana ızdırap çektirmeyecektir. Şu korkunç yangın karşısında, bu felaket karşısında, memleketlerin peşi peşine korkunç canavarlar tarafından yutulması karşısında sen hala sağda solda, şahsi evrad ve ezkarınla (dua ve zikirlerin), şahsi cüz-i ve küçük işlerinle kendini kurtaracağını zannediyorsan aldanıyorsun, vazifeni bilmiyorsun, tehlike karşısında nasıl davranılacağını bilmiyorsun.