Gönderen Konu: İmami Azam Hazretleri Hakinda Malumat Topluyoruz  (Okunma sayısı 77015 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #75 : 10 Mart 2008, 01:13:38 »

66-Çağlar Arasındaki Münasebet Ve Benzeyiş
 

Ebû Hanîfe'nin yaşadığı devri teşkil eden: Emevî devri ile Ab­basîler devrinin başı olan bu iki devir arasında, ilim ruhu ve bil­hassa dînî ruh bakımından büyük bir fark yoktur. Abbasî devri­nin başlan, Emevî devrinin sonunun devamı demektir. Önce baş-hyanların neticesinden, eskiden gelen yolun devamından ibarettir. Asırların ve devirlerin ilmî ve içtimaî ruh bakımından birbirine ben­zemesi, yekdiğerine karışan nehirleri andırır. Coşarak akan sulan, renk ve tat bakımından bir fark yapmaz. Ancak geçtikleri toprak­lardan aldıklan şeyle hafif bir fark olabilir, Asırlar da böyledir. Milletler akar gider. Devletin tütumu've siyasî rengi hafif bir fark yapar. Esas kök yerinden kopmaz, o sabittir; ümmetlerin ni-hu değişmez. Devletin hızlandırılmasına veya kısmasına göre ya ağır veya sür'atle yürür. Er veya geç yine de gayeye ulaşır. Emevî devletinde hakim olan ilmî ve içtimaî ruh devletin değil, kitlenin eseri idi, onu topluluk yarattı. O ilmi, Sahâbe'nin bıraktığı ilim servetinden ilim alan mübarek cemaat meydana getirdi. O ilim onların elinde çiçek açtı, en olgun meyvelerini verdi.

Diğer taraftan, ekseri îslâmiyeti kabul eden fakat eski medeni­yetlerine ve ilimlerine sahib olanlar bu ilimlerin bir kısmiyle Arap-çayı da besliyorlardı. Ya fikirlerini beyan etmek veyahut Farsça-dan ve diğer dillerden yaptıkları tercümelerle yeni yeni ilimlere ka­pı açmışlardı. Başka dillerden Arapçaya tercüme işi Emevî devrin­de başladı. Kelile ve Dimme'yi tercüme eden Abdullah b. Mukaffa' daha çok Emevî devrinde yaşadı. Din ilimleri Abbasîler devrinde daha da gelişti, tercüme eserleri çoğaldı ve yayıldı. Bu, kemiyef bakımından böyledir, fakat keyfiyet bakımından böyle değildir. Ter­cüme işi Emevî devrinde başlamış, Abbasîler devrinde genişlemiş ve ilerlemiştir.

 

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #76 : 10 Mart 2008, 01:14:44 »
67-Her İkî Devrîn Hususiyetleri
 

Ebû Hanîfe her iki devirde yaşadığına göre, gerek Emf.vî ve gerekse Abbasîler devrindeki siyasî hayattan kısaca bahsetmemiz icabediyor. Ondan sonra da içtimaî ve ilmî hayata göz atarak Ab-bâsîîerin ilk devirlerinden nasıl geliştiğini belirteceğiz. O devirde îslâm âleminin fikrini meşgul eden mes'elelere temasla akide, si­yaset, fıkıh ile olan münasebetlerini açıklacağız.

 
 Sîyasî Durum
 

Evvelâ siyasî hayata bakalım. Bilindiği gibi Emevî devleti, Hulefayı Râşid'în devrinden sonra kuruldu. îslâmda Halife seçi-im çeşit çeşit olmuştur. Sabık Halîfenin namzet olarak gösterdiği seçkin ve mümtaz Müslümanlardan seçilirdi. Hz. Ömer'in halife seçilişi böyle oldu. Veya sabık Halîfe namzet göstermeden seçilir­di. Hz, Ebû Bekir'in ve Hz. Ali'nin seçilmesi böyle yapıldı. Veya-r hut bunların ikisi arası bir usulde Şûra yoîiyle intihab olunurdu. Hz. Osman'ın seçilmesi bir Şûra hey'eti tarafından idi. Emevî devleti kurulunca hilâfet usulü saltanat çevrildi. Emevîyye devle­tinin kurucusu olan Muâviye'yi Müslümanların büyük bir cemaatı Halîfe olarak seçti ise de ondan sonra gelenlerin, bu makama onlan Müslüman cemaatlerinin kendi hürriyet ve iradeleriyle seçtik­lerini iddia etmeye hakları yoktur. Onlar o makama kendileri konmuşlardır. Zaten kargaşalıklar bu yüzden çıkmıştır. Bu kar­gaşalıklara Emevî devrinde sık sık raslanır. Bunlar bastınlsa bile zahirde böyledir. Kalbler kinle kaynaşmaktadır. Bu halifelerin ço­ğu, Müslümanlar arasında büyük mevki ve itibar sahibi olan ze­vata, eza ve cefadan bile çekinmezlerdi. Din duygulan bile onların bu gibi işleri yapmasına mâni olamazdı. Meselâ Muâviye'nin oğlu Yezid, kendisine karşı gelen Medinelilere neler yapmadı. Bunlar F.nsâr'ı Kiram oğullarıdır, demedi. Medîne-i Münevvere'yi ordusu­na mubah kıldı. Dinin yasak ettiği şeyleri sanki helâl imiş gibi iş­lediler. Hz. Peygamber'in torunu Hz. Hüseyin, islâm'da müesses hükümet nizamına ve esaslarına uymadığı için Yezid'i tanımıyor ve ona karşı. çıkıyor. Yezid'in adamları onu en feci şekilde şehit ediyorlar. Hz. Peygamber'e karabetine veya din hürmetine riayet edilmeyerek mübark kanını döküyorlar! Kız kardeşleri yâni Hz. Peygamber'in kerîmesi Fatma anamızdan doğma kızlar esir gibi tutuluyor ve esir muamelesi yapılarak Ye2id'e götürülüyor. Eme-viyye devletinin sonralarına doğru Hz. Ali ile Hz. Fatma'nın evlât­larının ve sülâlesinin hükümete karşı ayaklanmaları birbirini ta­kip ediyor. Onlara da kılıç atılıyor, katil faciası devam ediyor. Zeyd b. Ali öldürülüyor. Oğlu Yahya ve Yahya'nın oğlu Abdullah öldürülüyor. Ehl-i Beytin sevgililerine karşı Emevîlerin yaptıkla­rı yalnız bunlardan ibaret değildir. Minberler üzerinde Hz. Ali'ye lanet okumak bir sünnetmiş gibi zarurî bir emir hâline gelmişti. .Bu bid'atı Ebû Süfyân'm oğlu Muâviye ortaya çıkarmıştır. Müslü-. manlar bunu fena gördüler, hiç beğenmediler. Hattâ Hz. Peygam­ber'in zevcelerinden Ümmü'l-mü'mînin Ummü Seleme Muaviye'ye bir mektup göndererek Müslümanların hissiyatına tercüman ol­muş ve şöyle demiştir: «Siz minberleriniz üzerinde Allah ve Resu­lüne lanet okuyorsunuz demektir. Çünkü Hz. Ali'ye ve onu seven­lere lanet okuyorsunuz. Ben şahitlik ederim ki, muhakkak Allah da, Resulü de onu sevdiler.» Bu minberlerde lanet okuma bid'atı sürüp gitti, nihayet Emevîlerin âdil halifesi Ömer b. Abdülaziz onu yasak etti.

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #77 : 10 Mart 2008, 01:15:48 »
68-Emevîlerde Araplık Temayülü
 

Emevîlerde kuvvetli bir Araplık temayülü vardı. Bunun tesi­riyle İslâm öncesi Arap medeniyet ve hayatına ait çok şeyleri di­rilttiler. Bu medeniyet mirası içinde hoşa gidip öğülecek bâzı ci-hitler yok değildi. Fakat Emevîler bu milliyetçilikte çok aşırı gittiler, Arap obniyan unsurlara karşı milliyetçilik işini taassup de­recesine vardırdılar. Onların haklarını çiğnediler. Halbuki onlar âa şeriat nazarında diğer Müslüman kardeşleriyle müsavi idiler. Zira İslârnda bütün insanlar müsavidir. Arabın Arap olmayına bir üstünlüğü yoktun Üstünlük takva iledir. Fakat Emev'ler mevâli olanlara çok zulüm yaptılar. Hâttâ orduyla gazaya gittiklerinde ganimetten hisse almak hakkından onları mahrum bıraktılar. Böylelikle Allah'ın ganimet hususundaki hükmüne karşı geldiler. Bunun için mevâlî, Emevİere karşı ayaklananların safında yer aî-dılar, Emevlerin idarelerini tanımadılar.

îslâm ülkeleri, bu gibi sebepler yüzünden fitneler içinde çal­kalanıyor, fesat içinde yüzüyordu. Ara sıra sükûnet bulsa da bu zahirî idi, külün altında ateş sönmüyordu. Zaman oluyordu, ayak­lanmalar yatışıyordu, fakat fitne gizli gizli devam ediyordu. Erae-vî devletini bir daha belini doğrultamayacak şekilde yıkmak için gjzli çalışmalar hiç durmuyordu. Hilâfetin Abbâsîlere geçmesi için daima propaganda yapılıyordu. Sessizce yapılan bu çalışmalar ni­hayet muvaffak oldu: Emevî devletini temelinden uçurdu yerine Abbasî devleti kuruldu.

  Abbasilerden Gördükleri
 

İşte Emevilerin hüküm sürdükleri müddetçe yaptıklarının kı­saca bir levhası. Bunlar arasında halk kitlelerini galeyana getire­cek yerler yok değil. Seyyiat ve hasenâtiyle o levha meydanda, herkesin gözünün önünde. Ebû Hanîfe bu dünyaya gözlerini açtı­ğı zaman Emevî hükümetinin en şiddetli ve en zalim idaresini gör­dü. Emevî hükümetinin en şiddetli ve en zalim idaresini gördü. Emevî zorbalarından Haccâc b. Yûsuf Sekafî idaresinde yaşadı, Haccâc öldüğü zaman Ebû Hanîfe onbeş yaşında idi. Bu yaştaki genç, çok şeyleri anlar. Haccâc'm sert ve şiddetli idaresini gördü. Bunlar, Arap soyundan olmıyan bu genç üzerinde derin tesirler bı­raktı. Emevî devleti hakkında hükmünü vermesinde bunların tesiri oldu. Yaşı ilerledikçe bu hükmü de kuvvetlendi, çünkü Emevîlerin Ehl-i Beyte karşı yaptıkları cinayetleri gözüyle gördü. Hâttâ Eme­vîlerin zulmüne kendisi de uğradı. Onu tazyik ettiler, hapse attılar onların elinden Mekke'ye kaçarak Beytullah'a sığınmak suıetiyle kurtulabildi.

Abbasî devleti işte böyle korkunç bir devirden sonra emniyet ve hürriyet getirmek va'diyle iktidara gelmişti. Ebû Hanîfe'nin ümîdi büyüktü. Onların şefkatli ve merhametli bir idare kuracaklarını umuyordu. Onlar birçok felâketlere uğradıktan sonra bu mevkie gelmişler, zulmün acısını tatmışlardı. Halka merhamet elini uzatmaları beklenirdi. Onun için Ebû Hanîfe, bu ümitle Ebu'l-Ab-bas Seffâh'a seve seve elini uzatarak gönül rizasiyle ona bîat etmiş­ti. Hayatını anlatırken kaydettiğimiz gibi fukahânın arzularına ter­cüman oimuş, arkadaşları adına tatlı ve güzel konuşmuştu. Fakat Ebû Cafer Mansur'un devri gelince iş değişti. Devlet nüfuzunu tak­viye için rıfk ve mülâyimet tanımayan bir şiddet ve sertlik göster­meye başladı. Ehî-i Beyte eza ve cefa yaptı. Onların ileri gelenle­rini zindanlara tıkü. Hz. Ali taraftarlarının kanları hesapsız akıtılır c)du. Ebû Hanîfe baktı ki, Mansur'un idaresi, Emevîierin idaresinin devamından başka bir şey değil, değişen şey yalnız kuru bir isim­dir. Dış değişmiş, iç aynıdır. Yukarıda uzun boylu anlattığı üzere devletle arası bu yüzden açıldı, Ebû Hanîfe'ye eza ve cefâ yapılma­ğa başlandı ve ölümü de bu yüzden oîdu.

Ebû Hanîfe Irak'da yaşadı. Doğup yetişmesi orada oldu. Ders halkasını orada kurdu. Emevîler devrinin sonunda ve Abbasiler devimin başında Irak şehirleri halkı çeşitli unsurlardan müreşek-kiîdi. Araplarla beraber İranlı, Rum, Hindli ve saire gibi muhfeîi& milletlerle dolu idi. Bu şekilde topluluklarda içtimaî hadiselerin de çok karışık olacağı şüphesizdir. Çünkü muhtelif unsurların muhte­lif tezahürleri vardır. Hâdiseler hüküm ister. îslâm şeriatına göre bir hâdise ya mubahtır ona cevaz verilir veyahut da haramdır, men-olunur. Bu gibi çeşitli hâdiseleri inelemeck fakîhin fikir ufkunu ge­nişletir. Onun zihnini açarak mes'ejeler hakkında hüküm verr.îeğe hazırlar. Faraziyeler yürütmeğe alıştırır. Ayrı ayrı mes'eleleri umu­mî bir kaide altında toplayacak kıyaslar bulmağa sevkeder.

 
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #78 : 10 Mart 2008, 01:17:49 »
69-Çeşît Çeşit Fırkaların Ve Taifelerin Merkezi
 

Irak muhiti saydığımız bu içtimaî belirtilerden başka bir hu­susiyeti daha hâizdir ki o da -muhtelif dînî fırkaların yatağı olması­dır. Gulât-ı Şîa ve mu'tedilleri oradadır. Mu'teziler oradadır. Ceh-niiyye, Kaderiyye, Mürcie ve saire hep oradan çıkmıştır. Bu iti­barla orası canlı bir fikir hareketi kaynağı halinde idi. Zaten Irak'­ın eski zamandan beri türlü fikir cereyanlarının çarpıştığı bir yer olduğu anlaşılıyor. Onun için tbn-i Ebû'l-Hadîd, Nehc'ül-Belâga şehrinde çeşitli Şîa- fırkalarını Irak'da türeme sebeplerini araştırır­ken şöyle diyor:.

«Râfızâlerle Hz. Peygamber'in devrinde yaşayanlar arasındaki fırkalardan biri de şudur: Râfizîler hep Irak'da, Küfe sakinlerinden çıkıyor. Irak toprağı her zaman hevâ ve hevesine uyan acaib inanç sahipleri, türlü mezheb erbabı yetiştirir. Bu iklimin insanları her şeyi incelemek isteyen görüş sahibi olurlar. İnançların ve düşünce­lerin aslını araştırırlar. Mezheplere karşı gelirler. Kısralar zama-mnda Mani, Disan, Mazdek vesaire hep burada çıktı. Halbuki Hi­caz'ın toprağı böyle bir toprak değildir. Hicaz halkının zihinleri de onların zihnine benzemez.»

Bundan da anlaşılıyor ki, Irak hem eskiden ve hem de İslâmi­yet devrinde akideler ve inançlar hakkında muhtelif re'ylerin ve gö­rüşlerin kaynaştığı bir yer olmuştur. Bu da şundan ileri gelmekte­dir: Orada gayet eski zamanlardan beri türlü din salikleri, çeşitli cemaatler yaşamaktadır. Eskiden orada türeyen mezhebler birbiri­ne karışan çeşitli akîdlerin ve halitası gibidir. Dîsaniye ve Manilik, Putperestlik ve Senevliğin Hıristiyanlık prensipleriyle karışmasın­dan ibarettir. Orada çıkan dînî fırkaların çoğunda bu hal görülür, îki akidenin mezcinden başka bir akide meydana çıkarmak ko­laydır.

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #79 : 10 Mart 2008, 01:19:08 »
70-Gayrî Müslimlerin Yıkıcı Fikîrlerî Neşirleri
 

Ebû Hanîfe'nin yaşadığı Irak işte böyledir. Emevîler devrinde ve Abbâsîlerin ilk çağlarında burası çeşitli fikir ve mezheplerin kaynaştığı yerdi. Bunlar Müslümanların akidelerini bozmak, din işlerinde onları şaşırtmak için gizlice aralarına sokulurlardı. Müs­lümanlığın kolay ve açık cihetlerini bile akıl Önünde güçleştirmek veya kurcalamak isterlerdi. Kaza ve kader bahisleri, irade mes'e-lesi gibi ince mes'eleleri ortaya çıkardılar, insan, iradesinde acaba hür müdür ki, kendisine teklif ve emirler vermek ma'kul olsun ve yaptıklarına bir ceza terettüp etsin. Yok, insan iradesinde hür de-ğilde o zaman teklifin hikmeti nedir?[1]

Bu mücadeleler, Müslümanlar arasında gizli bir tertip ile kur-calamrdı. Maksat Müslümanların dîni sarsılsın, islâm düşmanları dîne hücum edecek gedik bulabilsin. Aynı zamanda başka dinlerde olanlar îslâmiyete meyil ederek Müslüman olmasınlar diye   araya bir set çekmek istiyorlardı.

Bu gizli gizli sokulan tertipler Müslümanları şüpheye düşür­mek, onların görüşlerini parçalamak, aralarında fikir ayrılıkları uyandırmak için yapılıyordu. Bu garip fikirlerin Müslümanlar ara­sında niza ve çatışmalar uyandırmak için ortaya atıldığında hiç şüp­he yoktur. Abbasî devri muharrirleri arasında bu gizli ellere işaret edenler olduğunu görüyoruz. Câhız bazı risalelerinde, Hıristiyan­lığı korumak için Müslümanlar arasında ne gibi fikirler uyandır­mak lâzım geldiği hususunda Hıristiyanların kendi aralarında, ka­rarlaştırdıkları şeyleri bize sayıp dökmektedir.

Bâzı Hıristiyan tarihlerinde de böyle şeyler görüyoruz. Meselâ Hişam b. Abdülmelik zamanına kadar Emevîlerde devlet hizmetin­de bulunmuş olan Şamlı Yuhanna din hususunda Müslümanlarla nasıl mücadele yapacaklarını Hiristiyanlara öğretmiş.

Türâs-ı İslâm eserinin kaydettiğine göre, o şöyle diyormuş:

Eğer Müslüman sana: Mesih hakkında ne dersin? diye so­rarsa :

—  O, Kelimet'ullahtır, de. Sonra Müslümana:

—  Kur'ân'da Mesih nasıl zikrolunmuştur? diye sor. Ve Müslü­man ona cevap verinceye kadar hiçbir şey söyleme. Çünkü Müslü­man ister istemez şu cevabı verecektir: «îsa b. Meryem   Allah'ın Resulüdür, Meryem'e ilkaettiği kelimesidir. Ondan bir ruhtur.»

Bu cevabı aldıktan sonra ona şunu sor:

—  Kelimetu'llah ve ruh mahlûk mudur, yoksa gayri'mahlûk mudur?

Eğer mahlûktur, derse ona de ki:

—  Ezelden Allah vardı fakat ne kelimesi ve ne ruh vardı.

Bunu söylersen Müslüman-., susup kalacaktır. Çünkü bu ka-naatta olan kimse Müslümanların nazarında zındıktır.»

Açıkça görülüyor ki, Yuhanna kendilerine delil olacak şeyleri hazırlıyor, Müslümanları nasıl izlam edeceğini araştırıyor, sonra kendi dâvasını müdafaa için Allah Kelâmının kadim olduğu mes'e-lesini bu işe karıştırıyor. Halbuki bu mes'elenin bu dâvada hiç ye­ri yoktur ve ona asla faydası olamaz. Çünkü kelime'nin Allah'a iza­fet ve nisbeti, ruhun Allah'tan olması bu ikisinin kadîm olduğuna delâlet etmez. Zira Cenâb-ı Hakk'ın yaratmış olduğu kelime, kadîm değildir. Onun yarattığı ruh da böyledir. Hz. İsâ'ya Kelimetu'lîah denildi. Çünkü o Allah'ın mücerred «Ol!» demesiyle oluverdi. Ara­ya baba vasıtası girmeksizin bir «Ol» kelimesiyle oldu. Onun için Kelimetu'lîah denildi. Ona ruh denilmesine, gelince, onun olması, umumî tabiat kanunlarına göre canlılar için ilk madde olan me­niden değildi. Şahıslar en bariz haliyle vasıflanırlar.

Bundan sonra Yuhanna îslâm prensiplerini tenkîd edici fikir­leri onlara şöyle aşılıyor: Taahhüdü zevcâttan, talâktan, hülleden bahsediyor. Sonra Peygamberimiz hakkında yalan ve iftiralar baş­layarak şüpheler uvandırmniia gayret ediyor; Hz. Peygamber'in Zeyneb binti Çahş ile aşk hikâyesini uyduruyor. Sonra Hacer-i Esver'i takdis etmek Haçı takdîs etmek gibidir, diyor.

O yalnız bu kadarla da iktifa etmiyor. Belki de münakaşacıla-nna Müslümanları kader, insan iradesi,[2] iradenin hürriyeti mes'elelerine dalmağa sürüklemelerini öğretiyor. Böylece Müslü-manın zihnini karıştırıyor, onun aklım bir sürü tartışma ve müna­kaşa çöllerine atıyor. Onların1 arasında bir sürü karışık fikirler uyandırıyor. Maksat Müslümanları şaşırtmak, aralarına tefrika sokmak, sapık düşünceler ve kanaatler ileri sürerek onları ayrı ayn fırkalara bölmek; fikir ayrılıkları yaratmaktır. Ne yazık ki, bunları yapan da Emevî hükümdarlarının kendisine kucak açtığı, hem kendisini ve hem de babasını saraylarında besleyip yetiştir­dikleri bir adamdır!

 
Fîkîr Çarpışmaları Ve Tercüme İşleri
 

Bu fikir çarpışmaları yanısıra diğer bir fikir hareketi daha var­dır ki, o da Emevîlerin zamanında başlamış, Abbasîler devrinde meyvesini vermiştir. Bu da Yunan devrinde başladı. İbn-i Hallikân diyor ki: Hâlid b. Yezîd b. Muâviye Kureyş içinde çeşitli ilimleri en iyi bilen idi. Onun kimya-tib hakkında sözleri vardır. Bunları iyi bildiğini gösterir risaleleri vardır. Bu ilimleri Meryânüs Rumi naramdaki bir keşişten öğrendi. Onun bu konuda üç risalesi mev­cuttur. Birisi mezkûr Meryânüsle aralarında cereyan edenleri, on­dan öğrendiği ve gösterdiği rumuzları ihtiva eder.

Abbasîler devrinde tercüme hareketlerinin canlanmasiyle baş­ka milletlerin fikir ve felsefesiyle'yaRTndan temas imkânı genişle­di. Böylelikle Yunan, Iran ve Hind tefekkür ve görüşleri    Müslümanlar tarafından bilinmiş ve îslâm düşüncesi üzerinde bunların tesiri olmuştur. Bu tesir çeşitli yönlerden olmuştur ve bu, felsefey­le meşgul olanın aklının ve dîninin kuvvet derecesine göre değişir. Aklı doğru, îmanı sâdık olan kimse, karşısına çıkan felsefe düşün­celerine akıl kuvveti ve îman ihlâsiyle hâkim olur, onların tesiri altında kalmaz. Onları hazmeder körü körüne onlara uymaz, on­ları kendine uydurmak fikrini, idrakini genişletir, aklını parlatır. Aklı hafif olanlar ise o fikirleri kaldırmaz, onların karşısında ezi­lir, eski ile yeni arasında şaşırır kalır. Fikir anarşisi içinde boca­lar durur. Kararsızlıktan bir türlü kurtulamaz. Onun için bakıyo­ruz ki, bâzısı şair, bazısı muharrir, bazısı ilim adamı olmak üzere bir takım kimseler o nevi fikirlerle karşı karşıya gelince onîara dayanamamışlar, onları hazmedememişler, dimağları bu yabancı fikirlerin istilâsına uğramış şaşırıp kalmışlar!

Bu saydıklarımızın yanı sıra diğer bir zümre daha vardır ki, onlar da zındıklardır. Bunlar İslâm cemaatını fesada uğratacak düşünceleri ilân edip yayarlar, îslârm yıkacak şeyleri ortaya sür­mekten çekinmezlerdi. îslâmı sarsmak, Müslümanları küçültmek için her hiyleye başvururlardı. Bunların içinde bazıları îsîâm ha­kimiyetini kaldırarak, yerine eski Iran hâkimiyetini diriltmek is­terlerdi. Nasıl ki Mehdi devrinde Abbasî devletine karşı ayaklanan Mukanna Horasanı bunu yapmak istemişti.

 
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #80 : 10 Mart 2008, 01:20:16 »
71-Bu Hercümerc Îçlnde Ebû Hanîfe
 

işte bu saydığımız şeylerin cümlesi, Irak'da fikir münazara­ları çıkmasına, birbirine zıd ve aykırı görüşler ve kanaatler ara­sında boğuşmalara sebep olmuştur. îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe iş­te böyle bir asırda yaşamıştır. Bu fikir boğuşmalarının asıl mer­kezi Irak'tı. Hiç şüphesiz ki, îmâm-ı A'zam bunlara karışacak, bu bahislere o da dalacaktı. Fakat o bunlara, dînini tamamiyle an­layan, îmanı kuvvetli bir Müslüman sıfatiyle daldı. Sapık fırkalara, çeşitli mezheplere karşı vukufla ve şerefle îslâmı müdafaa etti. Türlü dînî fırkalarla mücadelede onun sağlam bir görüşü, şeref­li bir mevkii haiz olduğu şüphesizdir. Ondan bu hususta naklolu-nanlar onun akîdeye dair görüşlerini teşkil eder.

 
Tedvinîn Başlaması Ve Dîn Îlîmlerî
 

İşte o devirdeki felsefe ve fikir temayülleri ve bunların o bü­yük fakîh Ebû Hanîfe üzerindeki tesirleri böyledir. Şimdi de bu asırdan, biraz da din ilimleri bakımından bahsedelim :Sadr-ı îslâmda ilim şifahî idi, yâni başkalarından dinlemek suretiyle alınırdı. Fakat sonraları ilim sahası genişleyip bazı kim­seler muhtelif ilimleri öğrenmeye başlayınca, Emevî devrinin son­larında ulemâ ilmi tedvin etmeğe yâni yazı ile tesbit etmeğe baş­ladılar. Dînî ilimler ve Ulûm-ı Arabiyye birbirinden ayrıldı. Her ik­limde, kendilerini o ilme veren ihtisas sahipleri yetişmeğe başla­dı. Her ilmin esasını ve kaidelerini tesbit edenler çıktı. Emevî dev­ri sonlarında fukaha, fıkıh ilmini, muhaddisler Hadîs ilmîni tedvi­ne başladılar. Hicaz fukahası : Abdulîah b. Ömer'in Âişe'nin, İbn-i Abbas'ın fetvâlariyle onlardan sonra gelen Medine'deki kibâr-i Tabiînin fetvalarını topluyorlardı. .Onları inceliyorlar,, onlardan hüküm çıkarıyorlardı. Irak fukahası ise Abdullah b. Mcsud'un fet­vâlariyle Hz, Ali'nin hüküm ve fetvalarını, Kadı Surayh ve diğer Küfe kadılarının verdikleri mahkeme kararlarını topluyorlar, onlardan hüküm çıkarıyorlar ,yeni hüküm verme yollarını bulu­yorlardı. Abbasîler devri gelince Hadîsler de fıkıh bablan üzere tertiplenerek tedvin işi gayet genişledi.

îş yalnız bu saydıklarımıza münhasır değildi. Şiâ fukahâsı da kendi re'y ve görüşlerini toplayıp tedvin ediyorlardı. Milano'da bazı îslâm eserleri bulundu. 122 hicrî yılında şehid edilen imâm Zeyd b. Ali'ye mensup fıkha dair yazma bir eser bunlar arasında­dır. Elde mevcut ve matbu olan Kitab-ul Mecmû'çla bu imâma nis-bet olunmaktadır. Bu nisbet sahih olsun olmasın, muhakkak olan bir cihet varsa o da îmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe zamanında Şia'nın Zeydiye konulan maruf ve belli görüşleri ve re'yleri vardı. Ebû Hanîfe bunlardan haberdardı. Tercüme-î hâlinden biliyoruz ki, onun Zeyd b. Ali ile daima münasebeti vardı. Cafer Sâdık'la, Mu-hemmed Bâkır'la ilmî münasebet bağları mevcuttu. O, îmâmiyye-nin oniki imâm ve îsmâiliyye imamlarının fıkhını biliyordu.

 
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #81 : 10 Mart 2008, 01:21:40 »
72-Çeşîtlî Münazaralar

O asır, münazaralar, mübahaseîer asrı idi. Muhtelif dînî fır­kalar arasında, Şîa ve Ehl-i Sünnet arasında. Haricîlerle başkaları orasında bu gürültülü münazaralar durmadan devam ediyordu. Sa­pık fırkalar diğerleriyle boğuşuyor Mu'tezile Ehl-i Sünnete çatı­yor, Ehl-i Sünnet ulemâsı doğru ve sağlam İslâm akidelerini mü­dafaaya çalışıyorlardı. Ulemâ bu münazaralar için bir yerden baş­ka yere giderlerdi. Yukarıda geçtiği üzere birçok sapık fırkalarla mücadele yapmak için Ebû Hanîfe Basra'ya 22 defa gitmiştir. Ba­zı Basra ulemâsı da münazaralar yapmak için Kûfe'ye gelirlerdi.

Hac mevsimi, ulemâ bir araya toplanınca fıkıh münazarası mevsimi halini alırdı. Bakarsın Ebû Hanîfe Evzâî ile münazara ya­pıyor, îmâm Mâİik'İe mübahase ve müzakerelerde bulunuyor. Fukahârın mübahase ve münakaşaları, sapık fırkalarla yapılan mü­nazaralardan çok daha hayırlı ve yararlı oluyordu.                     , .

Bu münazara ve münakaşalara bazan memleket taraftarlığı, hemşehrilik,gayret ve taassubu da karıştığı olurdu. Basra ve Küfe uleması iki cepheye bölünmüştü. Birbiriyle münakaşa yaparlardı. Herkes memleket gayreti güderdi. Kendi memleketi kazanırsa pğü-nür, yenilirse yerinirdi. Hattâ bu halin bazan seçkin, ve halis ule­mâ arasına bile sokulduğu olurdu. Bu kabilden bir olayı nakle­delim :

Yusuf b. Hâlid es-Semtî'nin[3] Ebû Hanîfe ile ilk defa görüş­mesine dair olan o hâdiseyi îbn-i Bezzazı Menâkıb'ından dinleye­lim : «Hilâl b. Yahya er-Re'y diyor ki: Yusuf b. Hâlid es-Semtî an­latırken dinledim; şöyle dedi: Ben Osman el-Bettî'nin dersine de­vam ederdim. OA Hasan Mutezilî ve îbn-i Şîrîn mezhebine kayardı. Onların mezheplerini öğrendim. Bu hususta münazaralarda bulun­dum. Küfe ulemâsını da görüp onların mezheplerini de öğrenmek istediğimden Kûfe'ye gitmek üzere kendisinden müsaade istedim. Ve Küfe'ye gittim. Bana Süleyman A'meş'i tavsiye ettiler. Çünkü .Hadîsde en kıdemli âlim o idi. Hadîsde soracak bazı mes'elelerim vardı. Onları muhaddislere sormuştum. Fakat hiç birisi bileme­mişti. A'meş'in halkasına oturdum. Ve bunları ona açtım:

— Getir göreyim, dedi. Yanına vardım. Bana:

—  İhtimal ki sen de Basrahlar, Kûfelilerden daha bilgili der­sin. Hayır, hayır, Kûfe'nin sahibi aşkına bu böyle değildir. Basra ancak hikayeci, veya rüya tabircişi veya ağlayan yaşcı çıkarır. Val-Iah şu Kûfe'de, Arablarmdan değil, Mevâlîsinden olan o tek adam yok-mu, işte o hepsine yeter, öyle mes'eîeler bilir ki, onları ne Ha­san, ne İbn-i Şîrîn, ne Katâde, ne Osman el-Bettî bilir, ne de baş­kaları.                             

A'meş konuşurken öyle kızmıştı ki, asâsiyle bana vuracak di­ye korktum. Sonra yammdakilerdcn birine dedi ki:

—  Bunu Nu'mân'ın (Ebû Hanîfe'nin) meclisine götür, vAllah onun en küçük talebesini görse, mahşer halkının    hepsine cevap yetiştirmeğe kadir olduğunu anlar.

İçime öyle bir korku girdi ki, derecesini Allah bilir. Adam kalktı. Ben de arkasından yürüdüm. Mescidden çıktıktan sonra:

— Nu'mân, Benî Haram mahallesinde bulunur. Orada sor, c bu mes'eîeleri en iyi bilendir. Benim işim var oraya kadar gidemi yeceğim, sen yürü dedi.

Ben de sora sora aramağa başladım. En sonunda Benî Ha ram mahallesine geldim. İkindi vakti olmuştu. Baktım Öteden bi: adam geliyor, güzel yüzlü, temiz elbiseli. Arkasından da O'na ben zer bir oğlan var. Yaklaşınca selâm verdi. Sonra minareye çıktı Güze! bîr ezan okudu. Anladım ki, Nu'mân bu zat olacak. Minare den inince iki rek'at namaz kıldı. Namaz kılışı Hasan ve îbn-i Sî rî'nin namazlarına çok benziyordu. Etrafında talebeleri topland; öne geçti. Onlara namaz kıldırdı, tıpkı Basrahlann namazı gib Namaz tamam olup selâm verince arkasını mihraba dayadı, yi zünü cemaata döndü. Onları selâmladı. Sonra yanmdakilerde her birine hal-hatır sordu. Sıra bana gelince:

—  Sen yabancısın galiba, Basrah mısın? dedi.

—  Evet, dedim.

— İsmin nedir? diye sordu.

Ben de ismimi, nesebimi söyledim.    Sonra   künyemi   sord Künyemi söyleyince:

—  Osman el-Betti'nin dersine devam edenlerden misin? dec

—  Evet, dedim.

—  Eğer o bana yetişseydi, kavillerinin çoğundan vaz geçeri

Sonra bana:

—  Soracağın mes'eleîeri sor bakalım,    dedi.    Arkadaşlard: önce sen başla. Çünkü sen garîbsin. Senin gibi fıkıh meraklıların hak-ı takaddümü vardır. Yeni gelen yabancı, dehşet verir; her ( lenin de bir haceti vardır.

O gün mes'eleîeri ben sordum, o cevap verdi. A'meş'le aram dakî geçeni de ona anlattım. Allah selâmet versin ona, memleke nin ismini başkasiyle yükseltmek istiyor...

Hasan-ı Basri ve lbn-i Şîrîn, bu iki faziletli zat, A'meş'in dediklerini doğru çıkarır şekilde birbirlerine atıp tuttukları olur* Ibn4 Sîrin, Hasan-ı Basrî'ye tariz yapar: Sultandan atiye ve ihs kabul ediyor, muhal şeyleri rivayet eyliyor, arzusuna göre söylüy Tsadere kail, sanki yerin sahibi o, iş onun elindeymiş gibi konuşuyor. îbn-i Şîrîn söylediği için bir gün Hâlid el-Hazzâ, meclisini bi­le terketti...»

Hasan da tbn-i Şîrîn'e ta'riz yapardı: Bir tulum suyla abdest alır, sabahleyin ise üç tulum suyla oğuna oğuna yıkanır. Kendine azap veriyor. Peygamberin sünnetinin hilafını yapıyor, rüya tabir ediyor sanki Yâkub Aleyhi's-Selâmın âlinden. Bırak onu sen lâ­zım olanı öğren. Milletler sizden önce birleşmemişler ve birleşe-mezlcr. Allah'u Teâlâ buyurur ki: «İhtilâf üzere devam ediyor­lar, ancak Rabb'ının acıdıkları müstesnadır.» Onları bunun için yarattı. Eğer böyle olmasaydı, takdirât cereyan etmezdi. Tabiatîer türlü türlüdür. Herkes kendi yolunca işliyor. Kimin daha doğru yolda olduğunu Rabbımiz en iyi bilendir, dedi ve sonra sükût etti.

Yûsuf b. Hâlid es-Semtî diyor ki: Sonra ona :

-— îhtilâf mevzuu olan şu kader mes'elesi hakkında ne der­sin? diye sordum. Ebû Hanîfe şu cevabı verdi:

— Bilindiği gibi Basrahlar Kûfeliler kader mes'elesinde ihti­lâfa düştüler. Bu mes'eîe gayet müşkil bir iştir. Bu, insanların hal­line takat getiremiyecekleri bir meseledir ki, anahtarı kaybolmuş­tur. Eğer anahtarı bulunursa içinde ne olduğu bilinir. Bunu an­cak Allah tarafından gelen haberci açar, Allah indinde olanı o ha­ber verir. Fakat bu devir geçti. Bizim dediğimiz iki kavli arasın­da orta bir kavildir. Ne cebriyecilik, ne de büsbütün tefviz. Al­lah'u Teâlâ kullarına takat getirmiyecekleri şeyi teklif etmez. On­lardan yapamıyacaklarım istemez. İşlemedikleri bir şeyden dola­yı onlara ıkab etmez. Bilmedikleri şeyler hakkında münakaşaya dalmalarına rızası yoktur. İçinde bulunduğumuz    ahvali Allah en iyi bilendir. Doğru ve sevap olan, O'nun nezdindedir. Biz içtihad ederek doğruyu araştırıyoruz. Her müetehid isabet eder. Allah bilmiyecekleri bir şey hususunda içtihad yapmalarım asla emret­mez. Allah her niyaz edenin veiisidir. Herkes O'nun rızasını arar. Allah bizi ve sizi sevdiği ve razı olduğu şeye muvaffak buyur­sun.»[4]

 
Yûsuf Semtî'ye Verdiği Cevaptan Alınanlar
 

Yûsuf b. Hâlid Semtî'nin Ebû Hanîfe ile ilk görüşmesine dair sözler işte böyledir. Bunlar herkesin kendi memleketinde nasıl ta­raftarlık yaptığını gösterir. Basrahlar kendi ulemâsını ve onların bilgilerini öğüyorlar, Kûfeliler kendi, ilim adamlarım göklere çıka­rıyorlar. Bu hâdise bize Hicaz ulemâsı ile Irak ulemâsı arasındaki cidalin sebeplerini biraz açıklamaktadır. Hicaz ve Irak'ın iki cep­heye ayrılması yalnız görüş ve usul farkından ileri geliyor değil­di. Buna muhît ve memleket tarafgirliği de karışıyordu. Bu bize aynı zamanda ulemâ arasındaki ihtilâfları da göstermektedir. Aralarında arasira sert tenkidler oluyormuş demek. Tabiînden olan Hasan ile îbn-i Şîrîn her ikisi de değerli din âlimlerinden oldukla­rı halde, usûl ayrılığı yüzünden birbirlerini tenkid ediyorlar!

Ulemâ arasında bâzı mes'elelerde şiddetli ihtilâflar olduğunu görüyoruz. Muhaliflerini dille yaralayanlar var. Ebû Hanîfe, asrı­nın ruhunu işte böyle gayet iyi biliyor, ulemâyı ve onların ruhunu anlıyor. Kendisi fikir istiklâlini muhafaza ediyor. Aklını hakem ya­pıyor, o hadiselerin içine nüfuz eden bir araştırıcı sıfatiyle her şe­ye vâkıf bir mütefekkirdir.

Aklı onu şaşırtıp boş meydanlarda djU^tmuaz. Aklını gücü yetmiyecek bir şeye zorlamaz. însan fikrinin fcavramıyacağı şey­lere zihnini yormaz. O, kader mes'elesiin" anahtarı kaybolmuş bir mes'ele addediyor, ne doğru!

 
80- Îçtîmal Ve Fikri Cereyanlar
 

İşte Ebû Hanîfe zamanındaki fikrî ve İçtimaî yönelimlerin ana hatları bunlardır. Biz burada bu kadarla iktifa ediyoruz. Onun şahsî tefekkürâtına taallûk edenleri yeri gelince c-v a bahis konu­su yapacağız. Bunların bir kışını itikad ve kelâmaaKİ mezhebine, bir kısmı da fıkhı içtihadlarınıı taallûk eder...

Bu ihtilaflı mes'elelerin bayında re'y ve Hadîs meselesi gelir ki, o asırdaki fukahâ arasında en hararetli münakaşa mevzuu ol­muştur. Diğer bir ihtilâf mevzuu ise Sahabenin ve Tabiîn fetvaları mes 'e leşidir.

Bunlardan sonra dînî fırkalırdan siyasî cereyanlardan da bah­sedeceğiz. Çünkü Ebû Hanîle bunlarla mübahaselerde bulunmuş­tu, bu hususta da görüş sahibi biı zattır.

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #82 : 10 Mart 2008, 01:22:35 »
EHL-İ    HADİS    VEEHL-İ    RE'Y
 

73- Münakaşası Yapılan Mes'eleler: . Sünnet Ve Re'y
 

Hz. Peygamber'in âhirete irtihallerinden başlıyarak îmâm Şa­fiî'nin yaşadığı asra kadar gelip geçen fukahâ iki kısma ayrılır. Birinci kısım re'y ve kıyas fukahâsı diye anılır, diğerleri de riva­yet ve Hadîs fukahâsı namiyle meşhurdur. Ashabın fukahâsı arasın­da re'y fukahâsı diye şöhret bulanlar olduğu gibi rivayet vö Hadîs ehli olanlar da vardı. Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn de böyle idi. Sonra müctehid imamlar, Ebû Hanîfe, îmâm Mâlik ve diğer fukahânın da böyle olduklarını görüyoruz. Kimisi re'y ve kıyasla meşhur, kimisi Hadîsde şöhret sahibi olmuştur. Bunu kısaca da olsa biraz açık­layalım:

Şehristânî el-Milel ve'n-Nihal'de diyor ki: «îbâdât, muamelât vesâirede hâdiseler ve vukuat sayılmayacak kadar çoktur. Şu ci­het de malûm ki, her hâdise hakkında bir nas gelmemiştir ve buna imkân da yoktur. Naslar mahduttur. Halbuki hadisler sonsuzdur, sonsuz olan bir şey sonu olanla nasıl tahdit olunur ve bir kaide al­tına alınabilir? öyle olunca içtihad ve kıyasa olan lüzum ve zaruret kendiliğinden meydana çıkar. Hâdiselerin hükmü içtihadla beyan olunmak icabeder.» Hz. Peygamber'in âhirete intikallerinden son­ra Vahy kesilmiş olduğundan Ashab sonu kesilmeyen hâdiseler kar­şısında kaldılar. Ellerinde Allah'u Teâlâ'nın Kitabı ve Resulünün Sünneti var. O yeni hâdisenin hükmünü bulmak için evvelâ Kita­ba baktılar. Eğer sarih bir hüküm bulamadılarsa o zaman Hazret-i Resûl'ün Süneline müracaat ettiler. Hz. Peygamber'in bu gibi hâ­diselerde emsaline ne hüküm verdiğini anlamak hususunda As-hâb-ı Kirâm'ın hafızalarına baş vurdular. Eğer bu hâdise hakkında bir Hadis bulamazlarsa o zaman kıyasa gittiler, re'yleriyle içtihad yaptılar. Hâkim nasıl ki, evvelâ Kanunda sarih bir hüküm arar, kanunun metnine bağlıdır. Kanunda bir hüküm bulamazsa o za­man önündeki dâva hakkında hakkaniyet ve insaf, dairesinde ada­lete uygun gördüğünü tatbik eder.

îşte fukahânm tuttuğu yol budur. Hâdiseyi önce kitap ve sün­nete tatbik ediyorlardı. Onlarda bulamazlarsa o zaman içtihat yo-Iiyle kıyasa gidiyorlardı. Hz. Ömer, Ebû Musa el-Eş'ârî'ye yazdığı mektupta bu noktayı çok güzel anlatıyor ve diyor ki: «Kitapta ve, Sünnette bulunmayanlardan gönlüne yatışmayanları gayet iyi an­la. Benzer mes'eleleri ve misli olanları iyi tanı, ondan sonra işle­ri birbirine mukayese yap.»

 
« Son Düzenleme: 11 Mart 2008, 01:47:26 Gönderen: müteallim »
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #83 : 11 Mart 2008, 01:48:05 »
74-Ashabın Re'y Île Amelî Kabulü
 

Ashâb-ı Kiram re'y yoliyle içtihad ve kıyası kabul etmişlerdir. Yalnız onu kabul edip alma miktarı birbirine uymaz. Bir kısmı çok almıştır, diğer bir kısmı daha az almıştır. Hattâ Kitap ve Sünnet'-te bulunmıyan hususlarda re'y ve kıyasa gitmeyip tevakkuf edenler, bii- şey yapmadan duranlar da vardır.

îşin doğrusu ve açıkçası şudur: Ashab-ı Kiram Kitap ve Sün-net'e itimatta ittifak halindedirler. Eğer onlarda bulamazlarsa o zaman meşhur olan Ashabın fukahâsı içtihad ve kıyas yoluna gi­derlerdi. Ashâb'ın bir kısmı. Hadîsi Şerifi Resûl-i Ekrem'den işit­tikleri gibi belki aynen belleyememiştir diye rivayetten çekindik­leri gibi, belki yanılırım korkusiyle kendi re'y ve içtihadiyle fetva vermekten sakınanlar da olurdu. îmrân b. Husayn şöyle derdi : «Eğer istemiş olsam Resûî-i Ekrem'den hiç ara vermeksizin iki gün Hadîs rivayet edebilirim. Fakat beni bu rivayetten alıkoyan şey şudur : Ashâb'dan bir kısım zevat, ben nasıl dinledimse Resûlullah'-tan Hadîs dinlediler. Öyle Hadîsler rivayet ediyorlar ki, dedikleri gibi hiç de değil! Onların karıştırdıkları gibi ben de karıştırmak­tan endişe ediyorum.» Ebû Amr eş-Şeybânî diyor ki : îbn-i Mes*-ûd'un meclisinde oturdum. Öyle sık sık : Peygamberimiz dedi ki, demezdi. Hadîs rivayet ederek : Peygamberimiz buyurdu dedi mi; onu bir titreme alırdı. (Böyle dedi, buna benzer, buna yakın bir-şey dedi) derdi. Abdullah b. Mes'ûd, Resûlullah'ın lisanında yalan söylemektense kendi re'y ve içtihadıyla fetva verip hata etse bile o hatanın mes'uliyetini yüklenmeyi tercih ederdi. Bir mes'ele hakkın­da kendi içtihadiyîe fetva verdiği zaman : «Bu benim re'yimdir, eğer doğru ise Allah'tandır. Eğer hata ise kusur benimdir» derdi. Bir mes'ele hakkında verdiği hüküm ve fetvaya uygun bir Hadîs-i Şerifi Ashabdan biri rivayet ederse bunu duyunca sevinçten uçar­dı. Nasıl ki, mufavvaza mes'elesinde böyle idi. Mufavvaza için mehr-i misille hükmetmişti. Ashabdan bâzıları Resûî-i Ekrem'in de bu mes'elede onun hükmü gibi hüküm verdiğini söylemişlerdi. Buna çok sevinmişti.

Re'y. ve içtihadîariyle hüküm verenleri beğenmiyen ikinci sı­nıf. Kitap ve Sünnet'ten delil olmaksızın Allah'ın dîninde hüküm yürütüyorlar diye kızıyorlardı.

Hakikaten Ashâb-ı Kiram dînî gayret ve vicdanlarından aldık­ları kuvvetle iki şeyi gözönünde tutuyorlardı.

1- Hz. Peygamber'in söylemediği bir şevi yalancılıkla söyle­miş olmak korkusundan, çok Hadîs rivayetinden    çekmiyorlardı. Dehlevî Huccetu'l lâhil'l-Bâliga kitabında şunu naklediyor:  «Hz. Ömer Ensar'dan bâzı zevatı Küfe'ye gönderiyor. Onlara dedi ki: Siz Kûfe'ye gidiyorsunuz. Onlar Kur'ân okurken sesleri etrafı tu­tan bir cemaattır. Size gelir, Hadîs sorarlarsa Hadîs rivayetini bi­raz az yapın,»

2- Ashâb-ı Kiram, Hz. Peygamber'den menkul bir eser riva­yet olunmıyan hususta re'y ile hükümden çekinirlerdi. Bunda ken­di re'yleriyle birşeyin haram veya helâl edilmiş olması endişesi vardı. Fakat hâdiselerin hükmünü beyân için yapılacak başka iş de yoktu. Onun için Ashabın bâzıları Hz. Peygamber'den Hadîs rivayet ederek esere bağlanmayı tercih ettiler. Bâzıları da Hz. Pey­gamber'den bir eser ve Hadîs rivayet olunmıyan hususlarda kendi re'y ve içtihadîariyle hüküm verme yolunu tuttular. Bununla bera­ber ^ğer re'y ile hüküm verdikten sonra bu hususta bir Hadîs bu­lunduğunu öğrenirlerse derhal o rey'den döner, Hadîsi    alırlardı. Ashâbdan birçokları böyle hâdiselerle karşılaşmışlardır. Hz. Ömer de böyle yapmıştır.

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #84 : 11 Mart 2008, 01:48:41 »
75-Tabiînin Görüşleri
 

Ashâbdan sonra onların talebeleri olan Tabiîn gelmiştir. Onla­rın devrinde de iki şey ortaya çıkmıştır :

1-  Müslümanlar birçok fırkalara ve gruplara ayrılmıştır. Aralarında şiddetli ihtilâf fırtınaları esmeğe başlamıştır. Bu ihti­lâfların tesirleri de çok şiddetli olmuş gayet ağır neticeler doğ­muştur. Taraflar karşılıklı birbirlerine küfür, fısk ve isyan dam­gasını basmışlar, birbirlerine kılıç çekmişler, kan bile dökmüşler-, dir. islâm birliği parçalanmıştır. Ümmet: Haricîler, Şia, Ehl-* Sünnet fırkalarına ayrıldı. Manzara çok hazindir. Emevî saltanatım tutanlar ve ona karşı duranlar olduğu gibi ümmetin üzerine çöken bu belâlara -sabırla fitnelere kanşmayıp bir köşede sakin sakin du­ranlar da bulunuyor. Hariciler de aralarında birçok kısımlara bö­lündüler : Ezârıka, İbâziye, Necdât ve daha bir sürü isimler aldılar. Şiâ tfa birbirine uymaz kısımlara bölündü. Hattâ bir kısmı Öy­le kanaatlere saplandılar ki, İslâmiyet dairesini aştılar. Şîâ arasın­da öyleleri vardır ki, Müslümanları ifsat etmek için dıştan İslâm görünmüşlerdir. Maksatları îslâmı esasından sarsmaktı. Böylece kendi milletlerinin eski devİeî ve hâkimiyetlerini tekrar diriltmek, hiç olmazsa en azından kendi hâkimiyetlerine son veren Müslü­manlardan öc almak istiyorlardı.

Bunların bir neticesi olarak ortaya çıkan dîn! müşkiîlerden biri de Hz. Peygamber'in lisanından yalan Hadîs rivayet etmenin çoğalmış olmasıdır. Bu iş samimî îman sahiplerini cidden düşün­dürmeğe başladı. Bu kabil uydurma Hadîsleri önlemek için çare aradılar. Ömer b. Abdüîâziz. Hadîslerin toplanıp yazılmasını dü­şündü. Sahih ve doğru Hadîsleri toplayıp tesbit etmek lâzım geli­yordu.

2-  Medine'nin ilmî üstünlüğü azalmağa yüz tutmuştur. Sa* hâbe zamanında bilhassa fıkhî içtihadlarda altın devri sayılan Hz. Ömer devrinde Medine-i Münevvere, Ashabın ulemâsının ve fuka-hâsımn yuvası idi. Medine haricine çıkanlar bile orayla ilmî bağ­lılıklarını devam ettiriyorlar, ortaya çıkan yeni bir mes'ele hak­kında Medine ile fikir müdavelesi yapıyorlar» daima yazışıyorlar­dı. Hz. Ömer'in siyaseti, Kureyş'in ekâbirinin Hicaz toprakların­dan dışarı çıkmasına müsaade etmezdi. Muhacirin ve Ensâr'm ekâ-biri ancak onun müsaadesiyle merkezden ayrılabiliyorlardı. Onla­rın daima gözönünde bulunmalarını isterdi. Hz. Ömer'in vefatın­dan sonra Ashabın ekâbiri diğer memleketlere yayıldılar. Her bi­rinin fıkıhta takip ettiği bir usûlü vardı. Her biri bir çığır açtı, bir ekol kurdu. Sonra Tabiîn devri geldi. Bunlar Medine'de kalan veya oradan ayrılan fukahânın talebeleri demektir. Bunlar bulundukla­rı şehirlerin fukahâsı oldular. Böylelikle bulundukları muhît ica­bı görüş ayrılıkları başladı. Her biri bulunduğu mahallin örf ve âdetlerini nazan itibare alırdı. Her muhitin kendine mahsus mes'e-leîeri vardı. Bundan başka Tabiîmden olan fakîh o muhîte gelen Sahabînin fıkıhtaki metodunu tâbi idi; onun rivayet ettiği Hadîsle­re uyardı. Bu gibi sebeplerle muhtelif fıkıh görüşleri ortaya çıktı. Herbiri Kur'ân-ı Kerîm'den ve Peygamber'in Sünnetinden yardım-îanıp dîne uygun fetva vererek hakkı arıyordu
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #85 : 11 Mart 2008, 01:49:19 »
76-Ashab-ı Kîrâm'ın İkî Usul Takîbî
 

Sahabe devrinden bahsederken gördük ki, onlar    fıkıhta iki çığır takip ediyordu. Bunlardan birincisinde: Re'y ve içtihad çoktur, rivayet azdır. Fakat sahih bir Hadîs bulunursa içtihaddan sonra yine rivayete dönerlerdi. Yâni rivayet olmayınca içtihada giderdi. İkincisinde : Rivayete çok yer verilir, ondan ayrılmazlar, Allah'ın dînine kendi re'yini karıştırmaktan kaçınmak için rivayet olmıyan hususta fetva vermemeyi tercih ederlerdi. Tabiîn devrine gelince bu iki usûl arasındaki aralık daha genişledi. Her iki taraf kendilerinden önceliklere nisbetle birbirlerinden çok daha uzak-' laştilar. Rivayet yolunu tercih edenler, kendi yollarına daha çok sarıldılar. Ortalığı kaplayan fitnelerden korunmayı ancak bunda gördüler, Sünnete sarılmaktan başka çare bulamadılar. Diğerleri ise baktılar ki, Hz. Peygamber'in lisanından Hadîs uyduran yalan­cılar türedi, yalan hadîsler çoğaldı. İslâm fütuhatının genişleme­siyle Müslüman olan yeni milletlerle yeni fikir temasları başladı. Yeni hâdiselerle karşılaşıldı. Burada gözden kaçmaması gereken diğer bir nokta daha var : Tabiînin ekserisi mevâîîdendi. Onlar es­ki medeniyetlerin sahihleri olan milletlerin mirasçısı idiler. Eski bir kültürleri vardı. Bunu da taşıyorlardı. Böylelikle iki yol ara­sındaki mesafe daha genişledi. Halbuki eskiden bu iki yol birbirine çok yakındı, aralarında yalnız bir çizgi vardı.

İhtilâfın esası Sürmeli delil olarak kabul etme işi değildir. Çünkü onda müttefiktirler. Asıl ihtilâf re'y ve kıyası kabul edip ona göre hüküm verip vermeme hususundadır. Ehl-i Hadîs re'y ve kıyası ancak bir zaruret halinde, rauztar kaldıkları zaman alı­yorlardı. Keza vuku bulmayan hâdiseler hakkında peşin hüküm vermiyorlardı. Anvak vuku bulan hâdiseler için hüküm ve fetva veriyorlardı. Vâki olan mes'eleîeri atlayıp farazi mes'elelere geç­miyorlardı. Ehî-i re'ye gelince mademki Önlerindeki mevzu hak­kında bir hadîs bulamıyorlar, öyleyse önlerine getirilen ve hal bek-

-leyen bu mes'eîe hakkında re'y ve içtihadyoliyîe hüküm vermek lâzımdır. Onlar, hem de yalnız vâki olan mes'eleler hakkında hü­küm çıkarmakla iktifa etmiyorlar, vâki olmamış mes'eîeleri de farz ederek vukuu muhtemel mes'eleler için re'y ve kıyas voliyle peşin hükümler hazırlıyorlardı. Dikkat edilirse görülür ki, Ehl-i Hadîsin ekseri Hicaz'da idi. Çünkü orası Ashâb-ı Kirâm'ın vatanı ve vahiy diyarıdır. Oralarda sakin olup onlarla görüşen tabiîn, çok kıyas ve re'y taraftan olmıyan Ashâbdan ders aldılar. Çok re'y kullanan Sahâbînin talebesi olan da onun re'ylerini rivayet etmek­le iktifa etti, daha ileri geçemedi. Re'y ve kıyascıların çoğu Irak'da yetişti. Çünkü onîar Abdullah îbn-i Mes'ûd'dan ders aldılar. O ise, belki yanılırım endişesiyle, Hz. Peygamber'den Hadîs rivayet et­mekten biraz çekinirdi. Halbuki kendi re'yiyle içtihaddan çekinmezdi. Şayet içtihad yaptığı mevzuda sahih bir Hadîs duyarsa der­hal içtihadından dönüp Hadîsi delil olarak alırdı.

Hadîs râvîlerinin ekserisi Hicaz'da idi. Irak ise felsefe ve es­ki ilimler yatağı idi. Eskİdenberi birçok mektepler kurulmuştu. Bu gibi şeylere alışık olanlar re'y ile içtihad yolunu tutarlar. Bil­hassa orada Hadîs rivayeti için lâzım gelen şartlar da azdı. Bu gi­bi sebeplerle Irak'da rey ve kıyas aldı yürüdü.

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #86 : 11 Mart 2008, 01:49:57 »
77-Tabiin Devrinde İhtilâfın Artması
 

Tabiîn devrinde rev ve ictihaîn fukahâ ile muhaddis fukafıâ arasında ihtilâf boşluğu genişledi. Tebe-i Tabiîn ve mezheb sahibi olan müctehitler devri gelince aradaki mesafe daha da arttı. Mez­heb sahipleri olan müctehitler devrinin başlarında bu ihtilâflar son derece şiddetli idi. Fakat iki taraf birbiriyle görüşüp mübaha-selere girişince birbirine yaklaşmağa başladılar, karşılıklı fikir teatîsi yaptılar. Hadîs ehli tevakkuf mevkiinden çıkıp bâzı haller­de re'y kıyası almak zorunda kaldılar. Re'y ve ictihadcılar da, Ha­dîslerin tedvîn olduğunu, sıhhat derecelerinin incelenip tesbite başlandığını görünce Hadîse yaklaştılar, re'ylerini Hadîsle teyide başladılar. Fetva verdikleri zaman bilmedikleri bir Hadîsi sonradan duyunca hemen re'y ve içtihadlanndan dönerek Hadîsi kabul et­tiler.

Bu konuyu biraz daha izah edelim. Çünkü bu devir, fıkhın ge­liştiği, islâm hukukunun işlendiği mühim bir devirdir.

Bu asırda Hz. Peygamber namına mevzu Hadîsler uydurma işi durmuş değildi. Çeşitli fırkaların kendi görüşlerini sözle müda­faa etmek için harekete geçmeleri, bu fırkaların kendi görüşlerine göre uydurdukları Hadîslerin şuyûuna, herkesçe duyulmasına, Müslümanlar arasında yayılmasına sebep oldu. Kadı Iyâz bu ya­lancıların bâzısının ismini yererek Peygamber'în lisanından yalan söylemeleri sebeplerini şöyle anlatıyor: «Onlar birkaç türlüdür. Bir kısmı Peygamber'in asla söylemediği sözü uydurur, bunu ya zındıkların yaptığı gibi istihfaf ve dîni küçültmek için yapanlar olduğu gibi, dîne hizmet ve sevap kasdiyle yapanlar da olmuştur. Bâzı cahillerin, fazâile dair, teşvik için Hadîs uydurmaları böyle­dir. Bunu garip şeylere nam kazanmak için yapanlar da olmuştur. Bâzı fasık hadîsciler gibi. Mezheb taassup ve gayretleriyle de Ha­dîs uyduranlar vardır. Bid'atçıların, mezheb mutaassıplarının uy­durdukları hadîsler gibi. Ehl-i hevânın gözüne girmek, yaptıkları­nı doğru göstermek için Hadîs uyduranlar olmuştur. Bu sınıfların her biri Hadîs ulemâsı ve ilmi Rical erbabı nezdinde bellidir. Bun­lardan bâzıları Hadîsin metnini uydurmaz, fakat zayıf olan sened yerine sahih ve meşhur bir sened uydurur. Bâzıları senedleri ters çevirir, senede ilâveler yapar, değiştirir. Bunu başkalarını garip göstermek veya kendinden cehaleti gidermek için yapar. Bâzıları doğrudan yalan söyler. İşitmediğini işittim diye iddia eder, görüş­mediği kimse ile görüşmüş gibi söyler, onlardan Hadîs rivayet eder. Bâzıları Sahabenin sözlerini veya Arapların hikmetli sözleri­ni Arap hükemâsının vecizelerini Peygamber'e nisbet eder.»[1]

Mezheblerin kurulduğu ve içtihad devirlerinde bu yalan dal­gasının kabarması iki şeye sebep olmuştur :

1- Sahih Hadîsleri çürüklerinden ayırmak için muhaddis-ler, Hadîsleri inceleyip doğru rivayetleri ayırmağa koyuldular. Bu­nun için Hadîs rivayetlerini incelemeğe,  râvîlerin ahvâlini yakın­dan öğrenip tanımağa başladılar. Doğruyu, doğru olmıyandan se­çip ayırdılar. Doğru olan râvîleri de doğruluk derecelerine göre sı­raladılar,  sadâkat mertebelerine ayırdılar. Hadîsleri  incelediler. Yalnız senedleri değil, metin tenkidi de yaptılar. Onları dînen biz-zarura maruf olan şeylerle, doğruluğundan şüphe edilmeyen meş­hur Hadîslerle ve Kur'ân-ı  Kerîmle mukayese edip karşılaştırdı­lar. Onlara muvafık olanları kabul ettiler. Uyrmyanlan bir   yana bıraktılar. Sonra büyük imamlar sahih Hadîsleri toplayıp yazmağa başladılar. îmâm Mâlik Muvaîta'ı yazdı. Süfyân b. Uyeyne el-Ce-vâmi' fi's-Sünen ve l'-Âdâb'mı topladı. Süfyân-ı Sevrî fıkıh ve Ha­dîse dair el-Câmiü'1-Kebîr'ini telif etti.

2- Ehl-i re'y rukahâsı, mevzu Hadîslerin çokluğundan yala­na düşmek korkusuyla re'y ve kıyas yoluyla fetva vermeyi çoğal­tılar. Kıyasçılık çoğaldı.

 
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #87 : 11 Mart 2008, 01:50:30 »
78-Irak Re'y Yatağıdır
 

Irak, geçen asırlarda olduğu gibi hâlâ re'y ve kıyas merkezi olmakta devam ediyordu. Çünkü orada yetişen fukahâ, re'y ve iç-tihadla meşgul olan Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn fukahâsmdan ders al­mışlardı. Şâh VeliyyuIIah Dehlevî, Huccetu'l-Lahi'l-Bâliga kitabında Ehl-i Hadîsi zikrettikten sonra diyor ki:

«imam Mâlik ve Süfyân-ı Sevrî zamanında onların yanısıra diğer bir zümre vardı ki, mes'ele   hallinden   korkmuyorlar, fetva vermekten çekinmiyorlardı. Onlar, din binası fıkıh üzerine kurul­muştur, fıkhı neşretmek lâzımdır, derlerdi. Hz. Peygamber'in Ha­dîslerini rivayetten ise çekinirlerdi, bir yanlışlığa düşmekten endi­şe ederlerdi. Hattâ Şa'bî şöyle demiştir: «Peygamber'den gayrisi­ne sözü isnad etmek bize daha kolay!» İbrahim Nahaî de şöyle de­di: «Abdullah şöyle dedi, Alkame böyle dedi demeği biz daha se­veriz.» Hadîs ehlinin seçtiği usul üzerine fıkıh mes'eleleri çıkarmak için onların ellerinde Hadîsler yoktu. Diğer yerlerdeki ulemânın ak-vâline bakmağa, onları toplayıp incelemeğe gönülleri yatışmıyor­du, kendilerini bundan müstağni görüyorlardı. Kendi imamları tahkîkin en yüksek derecesinde bulunduğuna inançları vardı. Kalbleri kendi adamlarına çok bağlıydı. Alkame bunu şu sözlerle ifade eder: «Onlarda Abdullah b. Mes'ud'dan daha sağlam bir su­rette araştıran birisi var mıdır?» Ebû Hanîfe de şöyle demiştir: «Jtbrahim, Sâlim'den daha fakîhtir. Eğer Sahâbelîk fazileti olma­sa Alkame, Ibn-i Ömer'den daha fakîhtir bile derdim.» Onlar, hâ­iz nMukîarı fetânet, hads ve zihnin sür'at-ı intikali sayesinde arka­daşlarının kavilleri ve usulleri üzerine mes'elelerin cevabını çı­karmağa kadir oluyorlardı. Herkes yaratılış kabiliyetine göre ko­layca iş görür. Her taife kendi nezdinde olanla ferahlanır. Onlar da tahric kaidelerine göre fıkhı hazırladılar.»

Görülüyor ki. Şah Velivyullah Dehlevî'ye göre ehl-i re'y ve iç­tihadın Irak halkı arasında yetişmesine sebep, onların fetvanın lü­zumuna kail olarak mes'elelerden ve cevaplarından yılmamalan-dır. Keza ilm-i fıkıh, dînin binası olduğuna inanıyorlar. Resûlullah'-tan Hadîs rivayetinden korkuyorlar, diğer yerler ulemâsının ak-vâlini almıyorlar, kendi üstadlanna şiddetle taraftar olup bağla­nıyorlar ve onlann kavillerine göre mes'eîeleri hallediyorlar.

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #88 : 11 Mart 2008, 01:51:11 »
79-Bîrleştiklerî Ve Ayrıldıkları Nokta
 

Iraklıların daha fazla re'ye. Hicazlıların ve Şamlıların daha fazla Hadîse bağlanmalarına sebep ne olursa olsun, biz yukarıda işaret ettiğimiz veçhile, burada tekrar söyliyelim ki: Ehl-i re'y ile Ehl-i Hadîs Kitap ve sahih Sünneti alma hususunda ittifak üzere­dirler. Bundan sonra ayrıldıkları cihet şudur: Ehl-i Hadîs re'y ve kıyastan çekinirler, Resulûllah'tan rivayetten çekinmezler. Hak­kında Hadîs olmıyan bir hususta re'yi kabule mecbur olurlar. Ehi-i re'y ise ekseriyetle Hadîs rivayetinden çekinirler, fetva vermekten çekinmezler, onun mes'uliyetini üzerlerine alırlar. Fetva verdikten sonra o hususta sahîh bir Hadîs bulurlarsa re'yîerinden dönerler, Hadîsi alırlar. Buna dair haberler pek çoktur.

Yine usûl farkından olarak ehl-i re'y zayıf Hadîsleri kabul et­mezler. Ehl-i Hadîs ise mevzu olduğuna delil bulunmadıkça, onla­rı kabul ederler. Bu devirde ehl-i Hadîsin imamı olan îmam Mâ­lik Munkati', Mürsel, mevkuf olan Hadîsleri ve Medine halkının amelini delil olarak kabul ederdi. Ancak bunlardan biri bulunmazsa sa o zaman re'y ve kıyasa giderdi.[2]

Ibnü'I-Kayyim, Î'lâm'ul-Muvakkiîn'de diyor ki, îmam Mâlik Mürsel, Munkat'ı Hadîsleri ve belagatı (bana ulaştı diye rivayet olu­nanları) ve Sahabe kavillerini kıyasa tercih eder.»[3]

Bu bahis için bak: Muhammed Hudarî, Tarihu, Teşrîi'I İslâmi, S. 82.
  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik

Çevrimdışı müteallim

  • Moderatör
  • popüler yazar
  • *****
  • İleti: 4785
  • gizli mahzenlerde kalan tarihin yeni adresi
    • www.Libv- kamp-lintfort.de
Ynt: Imami azam hazretleri hakinda malumat topluyoruz
« Yanıtla #89 : 11 Mart 2008, 01:53:49 »
80-Hadîsi Delîl Tutmıyanlar
 

Çeşitli fikirlerin çalkalandığı bu asırda Hadislerin «ıbulü etra­fında kurcalanan mes'eleler böyle İdi. Bu hususta birbirleriyle çar­pışan görüşler vardı. Bir taife Hadîsi delil olarak alnii; ordu. Çünkü onun Peygamber'e nisbetinden şüphesi vardı. Bir kısmı ise Kur'ân'ı anlamak hususunda Hadîsten faydalanıyor, fakat onu ahkâmda iti­bar etmiyorlar, hüküm hususunda delil tutmuyorlardı. Bu iki taife de târih sah ifeler in den silinmiştir. Diğer iki taife İse devam etmiş­tir. Bunlardan biri re'y ve kıyası çok kullanıyor ve ancak zayıf olmıyan Hadîsleri kabul ediyor, senedinde şüphe etmiyor. Ehl-i Hadîs ise her nevi Hadîsi kabul ediyor. İmam Şâî'ye gelinceye kadar bu iki bölük arasındaki boşluk çok derindi.

 
Ebü Hanîfe Devrinde Sünnet Ve Re'yin Yaklaşması
 

Ebû Hanîfe'nin asrında bu iki zümre birbirine yaklaşmağa baş­lamıştı. Çünkü iki taraf ders almak, müzakere yapmak, münakaşa ve münazarada bulunmak için bir arada toplanmağa, bir yere gel­meğe başlamışlardı. Birbiriyle görüşmeler ve buluşmalar onları yekdiğerine yaklaştırıyordu. Zaten bunların ekserisi din şulesini parlatmak emelinde idi. Bu arzularında samimî idiler. İlimlerin ted­vini başlayınca her iki taraf da birbirlerinin eserlerini okumağa başladılar. Birbirlerinin görüşlerini yakından tanıdılar. Ardı arasş kesilmeyen hâdiselerin çokluğu, Hadis ehlinin re'y ve kıyası kabul etmek zorunda bıraktı. Sahih Hadîslerin toplanıp seçilmesi, onları tanıma işinin kolaylaşması, re'y ve kıyascılarm Ashabın Hz. Pey-gamber'den rivayet ettikleri Hadîslerin ekserisine kolayca muttali olmak imkânını bulması, muhtelif diyarlardaki halkın rivayet ettik­leri Hadîsleri öğrenme hususundaki kolaylıklar. Bütün bunlar saye­sinde ehl-i re'y denen kıyascıîarın elinde büyük miktarda Hadîs top­landı. Bu sebeple onlar da Hadîsleri tanıyınca Hadîs ehline yaklaş-

Ebû Hanîfe'nin talebelerinden ve ehl-i re'y fukahâsmdan olan îmam Ebû Yûsuf Hadîs Öğrenmeğe koyuluyor, Hadîs ezberliyor, re'y ve içtihadlarına Hadîsten şahit getiriyor, önce kail olduğu bir re'y ve içtihadı Hadîse mugayir çıkarsa ondan dönüyor, Hadîse uy­gun bir görüş ortaya atıyordu. îbn-i Cerîr Taberi onun hakkında diyor ki: «O, Hadîs ezberlemekle mâruftu. Muhaddisin dersine ge­lir, elli, altmış Hadîs ezberler, sonra kalkar, onları halka ezberin­den yazdırırdı.» Ebû Hanîfe'nin ikinci şakirdi ve arkadaşı olan îmam Muhammed Hadîs öğrenmeye başlıyor. Sevri'den Hadîs öğ­reniyor sonra üç sene İmam Mâlik'in dersine devam ediyor ye on­dan Hadîs alıyor. Böylece ehl-i re'y ile ehl-i Hadîs arasındaki açık­lığın daraldığını, birbirlerine yaklaştığını görüyoruz.

Bundan sonra İmam Şafiî devri gelince, o ehl-i re'y ile ehl-i Hadîs arasında birleşme halkasını teşkil eder. Ehl-i Hadîs mesle­ğini aynen almadı ve onların yalan olduğuna delil getirmedikçe her Hadîsi kabul etmelerini benimsedi. Ehl-i re'yin mesleğini de aynen almadı. Re'y ve kıyas dairesini onlar gibi çok geniş tutmadı. İçtihad kaidelerini bir kayd ve usûl altına aîdi. Yolunu biraz daralttı; aynı zamanda içtihadı kolaylaştırdı, herkesin boğazın­dan geçecek bir hâle getirdi. Şah Velîyyullah Dehlevî, Huccetu'lla-hi' Bâliga'da İmam Şafiî hakkında şöyle diyor:

«Şafiî, Hanefî ve Mâliki mezheblerinin kuruluşlarının başla­rında yetişti. Her iki mezhebin usûl ve füruunun tertibi ile teşek­külünü gördü. Kendinden öncekilerin yaptıklarına şöyle bir bak­tı. Öyle bâzı şeyler gördü ki, işte bunlar onu, onların yolunda koş­maktan dizginlemiştir, o yolda yürümekten alıkoymuştur.»

îmanı Şafiî'nin nelere bağlandığını, onu nelerin dizginlediğini izah etmenin yeri, onun fıkhından bahseden eserdir.

  Kuslar gibi ucmasini baliklar gibi yüzmesini ögrendik amma kardesce yasamasini ögrenemedik