ÇANAKKALE böyle bir şeydir...

Başlatan Mahi, 04 Mart 2008, 02:35:32

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mahi

ŞUNU KESİVER KUMANDANIM!

Çanakkale mi? O, tarihin belki de eşine rastlayamayacağı kahramanlıklarla dolu bir büyük olaydır. Bir milletin, hatta tüm tarihini şerefle yüceltmeye yetecek bir destan...

Çanakkale'de kuvvetler arasında nispet diye bir şey yoktur. Orası, zaman zaman bir manganın bir taburla, adî ateşli hafif ve demode birkaç topun en güçlü harp gemileriyle savaştığı yerdir. Orası, tüm imkânsızlıkları hiçe sayarak yurdunu, istiklâlini korumak için şahlanan bir milletin inançla, kanla kazandığı kutsal bir zaferin alanı ve tümüyle bir şeref anıtıdır.

Anlatacağım olay, Çanakkale Savaşlarının her safhasında nice benzerlerinin yer aldığı sayısız olaydan biridir:

O sabah yine bütün şiddetiyle başlamış olan boğazlaşma, akşama doğru birliklerimizin üstünlüğüyle devam ediyordu. Gözetleme yerinde, gelişen süngü hücumlarını heyecanla izlemekteydim. Kükremiş arslanlar gibi düşman siperlerine atılan Mehmetçiklerin "Allah! Allah!" nidaları ufku sarmış, vahşî bir uygarlığın gücünü temsil eden düşman zırhlılarının top seslerini bile bastırır olmuştu.

Arkamda duyduğum ayak sesleri üzerine başımı çevirince, karşımda Ali Çavuş'u buldum. Sararmış yüzü derin bir acının belirli izleriyle çizgiliydi. Daha "Neyin var?" diye sormama meydan kalmadan, o müthiş gerçeği anlamama yetecek bir hareketle, kolunu uzatmıştı. Dehşetle sarsıldım. Çavuşun sol kolu, bileğinin dört beş parmak kadar yukarısında parçalanmış, kanlar içinde idi. Elinin yere düşmemesini ancak zayıf bir bağlantı önlüyordu.

Ali Çavuş, avuçlarını sıkarak acısını önlemeye çalışırken, cebinden çıkardığı bir çakıyı bana uzatmış ve "Şunu kesiver kumandanım!" ricasıyla yardım istemekteydi.

Bu üç kelimelik sözde, öyle dehşet verici bir istek ve öylesine kesin bir zorunluluk vardı ki, birkaç saniye içinde, tüylerimi ürperten o işlemi yapmaktan uzak kalamadım.

Bir teselli sözü söylemiş olmak için de "Üzülme Çavuş, Allah vücuduna sağlık versin" diyebildim.

Ali Çavuş, yere düşen eline, elsiz kalan koluna ve akmakta olan kanına bir süre sessizce baktıktan sonra, gözlerini ateş ve duman içindeki ufka doğru çevirdi, "Feda olsun, vatan sağolsun!" dedi.

ÜÇ RAPOR

25 Nisan 1915 sabahı Seddülbahir bölgesinde karaya çıkan düşmanın sekiz taburluk birinci dalga kuvveti, ilk safhada elverişli araziyi kazanabilmek için hızla ilerlemek istiyordu. Harekâtı destekleyen harp gemileri, bu birliklerin önündeki her engeli yok edebilecek korkunç bir ateş silindiriyle, bölgeye yüklenmişlerdi. Cephenin bu kesimi sadece 57. Alayımızın iki taburu tarafından korunuyordu.

Sayı, silâh ve malzeme üstünlüğüne ve çok güçlü donanmasının ezici ateş desteğine rağmen sekiz taburluk bu düşman kuvveti, 57. Alay'ın kahramanca direnişi karşısında kıyıda çakılıp kalmış, bir türlü ilerleme imkânı bulamadan akşamı etmişti.

26 Nisan sabahı yeni birliklerin çıkışıyla bölgedeki kuvvetini iki misline yükseltmiş olan düşman, adet bakımından nispetsiz bir durumdaki kıtalarımıza daha hırslı ve şiddetli bir taarruza başlamış oldu.

Bu çarpışmada 57. Alay'ın verdiği görkemli mücadele, başlı başına bir kitap olacak büyük olaylarla ve Türkün yurt savunması anlayışını tüm açıklığıyla ortaya koyan kahramanlıklarla doludur.

Eski Hisarlık mevkiinde görevli olan Teğmen Abdurrahim komutasındaki bir piyade takımından o gün geriye gönderilmiş bulunan şu üç rapor, yüzlerce sayfaya sığmayacak bir destanın da en anlamlı bir özeti olarak değerlendirilecek niteliktedir:

Teğmen Abdurrahim'den Bir Numaralı Rapor:

“Bölgemize bir bölük kadar düşman çıktı. Savunuyoruz. "

İki Numaralı Rapor:

"Karşımızdaki düşman kuvveti yeni çıkan birlikleriyle bir tabur oldu. Savunuyoruz."

Üç Numaralı Rapor:

"Düşman bir alay kuvvetiyle takımımıza taarruza geçti. Savunmaya devam ediyoruz."

Bu, onların son sözü, son raporları olmuştur. Bu rapordan sonra artık kimse onlardan bir ses duyamayacak, o takımdan bir tek eri göremeyecek ve düşman ancak takımın tüm mensuplarının mübarek cesetleri üzerinden o mevzii geçip ilerleyebilecekti.

Bir alaya karşı bir takımın savunması!

Bu, sadece savaş kurallarını değil, insan aklını alt üst eden görkemli bir gerçekti...

TEĞMEN MUCİP’İN HATIRATI

...Yüzbaşım, Topçular Sırtı üzerinde iki yerinden yaralandı. Ayrılırken bölüğün emir ve komutasını bana bıraktı. O dakikadan itibaren 27. Alay 2. Bölük kumandanı oldum.

...Artık ölmek ve öldürmek elle tutulacak kadar yakın... Erlerimiz pervasız ve kıvrak atılışlarla sırtın en elverişli yerine çabucak yerleştiler. Yüz altmış silâhla düşmana anî bir baskın yapmayı başarmıştık. Onlar karşı koymaya imkân bulamadan yere yuvarlanmaya başlamışlardı. Kaçmak isteyenler de bu akıbetten kurtulamıyorlardı. Mevzi alabilmiş olanların şaşkınca yaptıkları atışlar ise, maneviyatımızı daha fazla güçlendiriyordu. Bir eğitimin vaat ettiği kazancı elde etmekte idik.

...Düşman saflarında bozgunluk zamanlarına mahsus kahramanlar da belirmeye başlamıştı. Birkaç subay ve er, ölümü hiçe sayarak durumu düzeltmeye çalışıyordu. Çok geçmeden birbiri ardınca meydana çıkan yeni kuvvetlerle cephesini düzelten düşman, şiddetli atışlarla hatlarımıza zarar vermeye de başlamıştı.

Sağımızdan solumuzdan yükselen iniltiler, tüfek sesleri arasında boğuluyor, şehit olan erlerimizin metanetle ve ibadet edercesine hayattan ayrılışları çevrelerine saygı ve intikam telkin ediyordu. Cephanelerini vakurane bir tavırla arkadaşlarına teslim eden yaralılar, geriye doğru giderken gözyaşlarını tutamamaktaydılar.

Dakikalar ilerledikçe mücadele bütün manasıyla dehşet ve ehemmiyet kazanıyordu.

...Tabur kumandanımın gittikçe sararan yüzünden, kuvveti kaybolan bakışlarından bir mana çıkarmak istiyordum. Fazla düşünmeme hacet kalmadı. Sol kolunun hâkî kumaşı yavaş yavaş kızıllaşmaya ve parmaklarının ucuna doğru kan damlaları birikmeye başlamıştı.

"Yaralandınız Binbaşım!' dedim.

"Yeni değil; bölüğe gelirken yolda oldu" diye cevap verdi.

"Sıhhiye! Sıhhiye!" diye seslendim. Tabur kumandanı hemen elini dudaklarına götürdü: "Sus," dedi, "asker duymamalı!"

...Tabur kumandanı her an biraz daha halsiz, dermansız düşmekteydi. Nihayet sargı yerine götürülmesi zarurî olduğunda, hiç unutmayacağım şu emri verdi:

"Size mümkün olduğu kadar süratle takviye göndermeye çalışacağım. Fakat hiçbir takviye almasanız da, bulunduğunuz yerden katiyen geri çekilmeyeceksiniz. Geriye ancak bir haberci gönderebilirsiniz, o da hepinizin burada şerefle savaşarak şehit olduğunu bildirmek için!"
...Saat öğleden sonra üçe yaklaşıyor...

Tabur kumandanından aldığımız emri tam olarak yerine getirmeye çalışıyoruz. Avcı hatlarımız çok seyreldi. 160 tüfekten ateş eden ancak 50 kadar kaldı.
Öyle sanıyorum ki, hepimizin son nefese kadar savaştığını bildirecek o haberciyi de geriye göndermemize imkân olmayacak. Çünkü o habercinin de burada yapacağı iş var. Burada bir tek er, bir mangadan daha değerli şimdi...

...Üzerinde saatlerdir boğuştuğumuz geniş sırtı aşarken, bu çetin çarpışmanın kanlı bilânçosunu bütün fecaatiyle görüyordum. Yüzlerce düşman askeri, göz koydukları topraklarımız üstünde, bir daha gözlerini açmamak üzere yatıyordu. Kanlı elbiseler içinde matruş yüzler bize hem intikam hem de merhamet hissi telkin ediyordu.

...Gece de durmak bilmeyen atışlarla geçti. Sabahın alacakaranlığında alayımıza katılmak üzere emir aldık.
Zabit namzeti Medeni, bölüğü Kesikdere'nin yatağında topladı. Ben borazan erle açıkta duruyordum.

Emir verildi:
"Eş tut!" Ve bunu yorgun, isteksiz bir kumanda izledi:
"Sağdan say!"
Zayıf, tok sesler duyuyordum:
"Bir... İki... Üç ve nihayet on sekiz tek!.."
Hiç unutmayacağım; evet, sadece on sekiz tek...

Bölük derin bir sessizliğe gömüldü. Gözlerimden dökülen yaşları göstermemek için geriye döndüm. Bölük kumandanı olarak tabura yazacağım ilkyazının, bir muharebe raporu olması mukaddermiş. Bu yazımın zayiatla ilgili maddesi ise aynen şöyle idi:

"Madde 4:
"Bölükten dünkü muharebeye katılan 164 erden bugün mevcut olan 35'tir. Şehit ve yaralıların miktarını tespit etmek mümkün olmamıştır


HÜSEYİN SELÇUKOĞLU

Tuğra

〰〰〰〰🐠