Hattat Necmeddin Okyay

Başlatan Tuğra, 26 Nisan 2009, 01:19:50

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Tuğra

Ocak 1883 günü, Mehmed Necmeddin  Okyay doğar.

Küçük Necmeddin, yaşı dört sene, dört ay, dört güne eriştiğinde -Osmanlı teamülüne göre- ibtidaî tahsili için evlerinin yakınındaki Karagazi (Karakadı) mahalle mektebine başladı  ve üç yıl hitamında buradan mezun olduktan sonra Kasabzade Mehmed Efendi'den Kur'an-ı Kerim hıfzını ilerletti.

Müteakiben Ahmediye-Çavuşderesi semtleri arasındaki Ravza-i Terakki isimli (bugünkü adı: Halil Rüşdü İlköğretim Okulu) hususi mektebin, önce ibtidaî kısmını üçüncü sınıftan başlayarak o yıl bitirdi; aynı yerde orta tahsilini sürdürdü.

Bu esnada rik'a, dîvanî ve celi divanî yazılarını rüşdiye (orta mekteb) seviyesine göre meşk edip icazetini aldı; yine o sıralarda hafızlık eğitimini de, Kasabzade'nin vefatı sebebiyle mektebin hocası Hafız Şükrü Efendi'den tamamladı. Ravza'nın hat muallimi Hasan Tal'at Bey, genç Necmeddin'deki istidadı görünce, kendisini Nuruosmaniye Medresesi'ndeki yazı odasına 1902 yılında götürerek, oranın hocası olan Filibeli Hacı Arif Efendi'ye (1836-1909) devamını sağladı. Arif Efendi, Bakkal lakabıyla tanınan bir hat üstadıydı ve medreseye gelen birçok meraklıya sülüs-nesih yazlarını meşk ediyordu.

Genç Necmeddin'in birincilikle mezun olduğu Ravza-i Terakki, devrinin en kudretli öğretim müesseselerindendi. Nitekim, aynı senelerde buradan feyz alan şu üç arkadaş, seksenli yaşlarında mesleklerinin pîri unvanını almışlardır:

1- Necmeddin Okyay (1883-1976): Şeyhü'l-hattatîn
2- Hafız Ali Üsküdarlı (1885-1977): Reisü'î-kurra
3- Burhan Felek (1889-1982): Şeyhü'l-muharrirîn

Rüşdiye tahsilini bitirdikten sonra lise eğitimi için Üsküdar idadîsi'ne giren Necmeddin, buraya bir yıl devam etti. Ancak salı günleri hat meşki almak üzere Nuruosmaniye'ye gitmesine müsaade edilmeyince tahsilini bırakmağa karar verdi; zaten devlet memuru olmak gibi bir niyeti de yoktu. Bu arada eline geçen bir ebru (ebrî) kağıdı, öğrenmek iştiyakında olan bu gencin fevkalade ilgisini çekdi. Bu san'atı yegane bilenin Üsküdar Özbekler Dergahı Şeyhi Hezarfen Edhem Efendi (1829-1904) olduğunu da düyunca, kendisinden ebruculuğu tahsil etmek üzere Sultantepesi'ndeki Dergah'a çıkmayı iş edindi.

Ebrunun yanı sıra, ahar denilen kağıt cilalama usullerini ve biraz da ince marangozluğu öğrenmişken, Edhem Efendi fani ömrünü tamamlayıverdi. Ancak hocasından kazandığı birikimleri genç Necmeddin istîdadıyla geliştirdi. Bilhassa, ebru kağıdındaki renklerin imtizacı konusunda, o vakitler Toygartepesi'nde oturan Üsküdarlı ressam Hoca Ali Rıza Bey'den (1858-1930) çok faydalandı.

Hafızlıktaki derecesini ilerletmek için Kaptanpaşa Camii imamı meşhur Hafız Nazif Efendi'den (1861-1931) aşere ve takrîb, ayrıca Çinili Camii imamı Nuri Efendi'nin cami derslerine devamla ilmiye icazetnamelerini alan Necmeddin, bunu alanların kullandığı "efendi" unvanına da hak kazanmış oldu. Bu arada Konyalı Vehbi Efendi'den is mürekkebi îmalini öğrendi.

Sultan tepesi'nde oturan Sultan Aziz'in okçubaşısı Seyfeddin Bey'le tanışarak onunla kemankeşlik çalışmalarına katıldı. Okmeydanı'ndaki hedef okçuluğu denemelerinde ancak 680 gez (1 gez- 66 santimetre) uzaklığa atabildi. Halbuki kabza (okçuluk icazeti) alabilmek için en az 800 gez atmak gerekiyordu. Bununla beraber, Necmeddin Efendi biri 1920'de, diğeri 1940'da olmak üzere Okmeydanı'nın Vakıflar idaresince satışını iki kere önlemek, Cumhuriyet devrinde yeniden Okspor isimli kulübü kurmak ve 1934'de çıkarılan soyadı kanunu uyarınca kendisine Okyay'ı seçmekle bu tarihî spordan hiçbir zaman kopmadığını gösterdi. 

Ancak Okmeydanı'nın 1950'den sonra devletçe "yokmeydanı" haline getirilişinin ve tarihî Türk okçuluğunu bilen yegane kişi olarak kalmanın elemiyle ömrünü sürdürdü. O yaşlı halinde bile, meraklılara "Ya Hakkk!" nidasiyle ok atışı gösterirken, sanki yirmisindeki delikanlılığına avdet ederdi.

Bizim yine eski yıllara dönmemiz gerekiyor; çünkü Necmeddin Efendi'nin öğrenecekleri henüz bitmedi! Bakkal Arif Efendi'ye devamı sırasında eline bir ta'lîk yazı geçen genç Necmeddin, bu hat nev'inden çok hoşlandı ve bunu hemen öğrenmek arzusuna kapıldı; ta'lîk hattının o yıllardaki en büyük ismi Sami Efendi'ye (1838-1912) mülakî oluşunu kendisi şöyle anlatırdı: "Biz ta'lîk yazmak istediğimiz sırada kendilerinin biricik kızı vefat etmiş, üzüntüsünden yazı göstermiyordu.

Mermer üstüne hâkkolunmuş hayli mezar kitabesi ve Çenberlitaş'daki Piyer Loti evinin kitabesi (1920) de Necmeddin Efendi'nin kaleminin eseridir.

Şurası mutlaktır ki, hat san'atı İslam’ın kitabı Kur'an-ı Kerîm'in en güzel şekilde yazılması gayretinden doğmuş, lakin kısa zamanda sahasını genişletmiştir. Rönesans devri sanatlarındaki dînî ağırlık düşünülürse, hüsn-i hattın oluşmasındaki bu temayül tabiî sayılır. Osmanlı devrinde de hatla uğraşanların çoğu önce bir dînî tahsil almışlar, hatta ömürleri boyunca dînî hizmetlerde bulunmuşlardır, Necmeddin Okyay'a da, doğduğu Üsküdar'daki son klasik mimarî örneği olan Yeni Valide Camii'nin ikinci imameti -babasının 1907'deki vefatıyla- intikal etmiş. Onun daha sonra birinci imam ve hatip olarak 40 yıl sürdürdüğü bu hizmeti sırasında daha neler, nelerle uğraşacağını birazdan anlatacağım.

1908 yılına gelindiğinde, 25 yaşındaki Necmeddin, Üsküdar Yeni Valide Camii'nin ikinci imamı, muhtelif yazı çeşitlerinden icazet sahibi genç bir hattat, ebru san'atkarı, kağıt terbiyesinde ve mürekkep imalinde usta, okçulukta mahir bir sporcu ve ayrıca eski hattatların eserlerini toplamağa ve onları inceleyerek hattın inceliklerini kavramağa çalışan zekî ve dikkatli şahsiyetiyle karşımıza çıkıyor.

1914 yılında Cagaloğlu semtinde açılan "Medresetü'l-Hattatîn" isimli öğretim müessesesine -artık yazdığı hat levhaları sağda solda görülmeğe başlayan- genç Necmeddin'i hoca olması için, müdür Arif Hikmet Bey (vefatı:1918) davet etmiş. Fakat, gittiğinde kendisine sormadan, yanlışlıkla talebe olarak kaydetmişler. O, buna "Demek ki daha öğreneceklerim varmış" diyerek itirazda bulunmamış ve sülüs hattını Kamil Efendi'den (1861-1941) ders alarak ileriye götürmüş, Tuğrakeş Hakkı Bey'den (1873-1946) de celi sülüs ve tuğra öğrenmiş.

Lakin diplomasını 1918'de almazdan iki yıl evvel, 1916'da ebru ve Ahar muallimi olarak Medresetü'l-Hattatîn'e tayin edilip öğrenci yetiştirmeğe başlamış, işte o sıralarda, Medrese'ye gelerek kendisinden çiçekli ebru yapmasını isteyen tanımadığı birinin arzusunu gerçekleştirmek için uğraşırken, bunda da muvaffak olmuş. Bu tarz ebrûya daha sonra Necmeddin Ebrusu adı verilmiştir. 

O yıllarda, camideki vazifesi icabı, henüz sarık-cübbe kıyafetiyle dolaşmak hakkına sahip bulunan Necmeddin Efendi'nin sür'atli yürüyüşünü, talebesinden Süheyl Ünver (1898-1986) hocamız: "Cübbesi, yolda giderken Necmeddin Efendi'nin arkasından yetişemezdi!" cümlesiyle anlatırdı. Medresetü'i-Hattatîn'deki "Hat ve Hattatlar Tarihi" dersinin muallimi olan şair Hüseyin Haşim Bey (1861-1920) de felekiyat (astronomi) tabirlerini kullanarak yazdığı şu kıt'asında Necmeddin Efendi'yi, bakınız ne kadar ihatalı tanıtıyor:

Yine o yıllarda Süleymaniye'deki Kanunî Sultan Süleyman Mektebi'yle Bostancı ve Erenköy mekteblerinde hat muallimliğine başlayan Necmeddin Efendi, hattatlığının da verdiği imkanla zer-endûd levhalar hazırlamağa ve yazılı ebru denemelerine ağırlık verir; lakin, bu ikincisi için önceleri, çok zahmetli bir usulle çalışmıştır:

Kağıda yazdığı yazının etrafını oyarak, çıkardığı harfleri bir başka kağıda arapzamkıyla yapıştırıyor, kuruduktan sonra ebru teknesine attığında, yapışık harflerin altındaki kısım suyun sathındaki boyaları almıyor ve ıslanan harfler yapıştıkları yerden ayrılınca, yazılı kısımlar kağıdın renginde kalıyor.

Fakat, çok zaman alan bu usulü Necmeddin Hoca dikkati sayesinde kolaylaştırmıştır. Harfleri yapıştırmakta kullandığı arapzamkı mahlülünün kazara dışa taştığı yerlerde de kağıdın boya kabul etmediğini bu arada gözden kaçırmadığı için, yazılan bir defa da, kağıdın üstüne doğrudan arapzamkı mahlülüyle yazmayı tecrübe ederek çok mükemmel neticeler alıyor.

Hat koleksiyonu da sür'atle büyüyen Necmeddin Hoca'nın eline 1925 yılında bir mücellidin terekesinden klasik cilt yapımında kullanılan şemse kalıpları geçer. Birdenbire eski tarzdaki mücellidliğe karşı içinde heves uyanır. Kendi gayreti ve biraz da mücellid Bahaddin Efendi'nin (1866-1939) yardımıyla kısa zamanda bu işi de başarır,  çünkü hayat lügatinde "boş durmak" yoktur, "daima çalışmak" vardır.

Sadece eline geçen cilt kalıplarıyla yetinmez; dostlarından Hacı Vesim Paşazade Lutfi-i Mevlevi Bey'in yardımları ve Darbhane'ye devamı sonunda öğrendiği "galvanoplasti" usulüyle eski kalıplardan yenilerini elde etmeyi başarır ve ortanca oğlu Sami (1911-1933) ile beraber mükemmel eserler vücuda getirirler. Cilt kalıplarından yazı çerçevesi yapmak da bu devrinin mahsulüdür.

1910'da Medresetü'l-Hattatîn kadrosunda başlayan hocalığını, buranın kapatılmasıyla, 1925'de Hattat Mektebi, 1929'da Şark Tezyini San'atlar Mektebi adını alarak sürdüren yeni müesseselerde; nihayet 1936'dan itibaren Devlet Güzel San'atlar Akademisi'nin Türk Tezyini San'atları şubesinde sürdüren Necmeddin Okyay, 1948'de yaş haddinden emekliye ayrılmakla beraber, evi meraklı talebeye her zaman açıktı.

Aslında, tarihimiz boyunca eski üstadların hepsi, hususi hat öğretimlerini maddî karşılık beklemeden gerçekleştirmeğe özen göstermişlerdir.

Necmeddin Hoca'nın imzasız Osmanlı hat eserlerinin ekserisinin kime ait olduğunu, hatta yazılış senesini, müşahede ve müktesebatıyla tespit edebilmesi büyük bir hayranlık uyandırırdı ve bu veçhesiyle adeta bir "sanat velisi" hüviyeti taşırdı. Hayatı boyunca "bilen bir hattat şuuruyla" kendi topladığı emsalsiz hat eserlerinin pek çoğu 1960 yılında Topkapı Sarayı Müzesi'ne intikal etmiştir. Bu koleksiyonda hüsn-i hattın yanı-sıra, tezhip sanatının da fevkalade örnekleri mevcuttu.

Necmeddin Hoca, tezhip sanatıyla fiilen uğraşmamakla beraber, Devlet Güzel San'atlar Akademisi'nin hocaları Rikkat Kunt (1903-1986) ve Muhsin Demironat'ın (1907-1983) klasik tezhip yolunu bulmalarına rehberlik etmiş; ayrıca, kitap sanatlarına dair tabir ve ıstılahları da dikkatle toplayarak zamanımıza eriştirmiştir.

Zira, yaşlılığında bile, bu sanatlara faydalı olmak gayesini bir an olsun kaybetmemişti. Üstadın kendi yazdığı hat eserleri de en ziyade Mimar Sinan Üniversitesi'nde olmak üzere, Topkapı Sarayı ve Türk-İslam Eserleri müzelerinde, bazı hususi koleksiyonlarda bulunmaktadır. Ne yazık ki, Mimar Sinan Üniversitesi'nde saklanan yazılarından azımsanmayacak bir bölümü, üç yıl kadar önce dolabıyla birlikte kaybolmuştur.

Müstesna yaradılışıyla, Necmeddin Okyay birçok hüneri nefsinde topladığı için "hezarfen" (bin sanat sahibi) lakabıyla anılmıştır. Onun ebru hocası Edhem Efendi de aynı lakapla yad edilir. Necmeddin Efendi, ebced hesabıyla tarih düşürmekte de pek mahirdi. Aruz öğrenmediği halde, yazdıklarının vezni yerinde olur, bu da çevresindeki aruz bilenleri şaşırtırdı. Düşürdüğü tarihlerden Sami Efendi için olanını naklederek bu bahsi de kapayalım:

Nihayet 5 Ocak 1976 pazartesi sabahı fani ömrü tükenen hocamızı, ertesi gün, yıllarca hizmet ettiği Üsküdar Yeni Valide Camii'nden öğle vakti kaldırıp Karacaahmed Sultan'da oğlu Sami ve dokuz yıl önce kaybettiği refîkası Seniye Hanım'ın yanına sırladık.

M.Uğur Derman (Prof., Mimar Sinan Üniversitesi)

〰〰〰〰🐠

Tuğra

#1


Necmeddin Hoca'nın ebrulu bir yazıs



NECMEDDİN Okyay'ın talik yazılarından biri.







〰〰〰〰🐠