Vakıf eseri amel defterini açık tutar!

Başlatan İsra, 12 Mayıs 2010, 16:20:05

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

İsra

Bu hafta Vakıflar Haftası. Hafta boyunca, vakfın önemi geçmişteki hizmetleri ile ilgili konuşmalar yapılacak, seminerler verilecek.

Vakıf anlayışı insanlık tarihi boyunca var olmuştur. Ancak vakıf müesseseleri, İslamiyetten sonra yeni kuralları ile çok daha önemli bir konuma gelmiştir. Bu düzenlemede, Müslümanları hayra, yardıma ve iyilik yapmaya teşvik eden âyet-i kerîmeler, vakıfla alâkalı hadîs-i şerîfler, icmâ-i ümmet ve Sahâbe-i kirâmın tatbikâtı esas alınmıştır.

İslâmiyette ilk vakıf, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm tarafından hicretin üçüncü senesinde Medîne-i münevverede kuruldu. Peygamber efendimiz kendi mülkü olan yedi hurmalığı Müslümanlığı koruma maksadıyla vakfetti.


İNSANLARIN EN HAYIRLISI

İslam tarihi boyunca, Orta Asya’dan Atlas Okyanusuna kadar her tarafta câmiler, kervansaraylar, medreseler, tekkeler, mektepler, köprüler, yollar, hastaneler, imâretler gibi pekçok hayırlar yapılarak vakfedildi.

Müslümanlar, “Bir kimse ölünce, ameli kesilir, amel defteri kapanır. Yalnız şu üç kimsenin amel defteri kapanmaz: Sadaka-i câriyesi, ilmî bir eseri, kendisine duâ eden hayırlı bir evlâdı olan” meâlindeki hadîs-i şerîfte haber verilen bir sadaka-i câriye, yani kendilerinden sonra sevap getiren eserler bırakabilmek için âdetâ birbirleriyle yarış ettiler.

Vakıflar, en büyük gelişmeyi Osmanlılar zamânında gösterdi. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır” hadîs-i şerîfini rehber edinen Osmanlılar, her sâhada olduğu gibi, bu sâhada da muazzam ve kalıcı eserler meydana getirdiler.

Vakıf yoluyla tesis edilen bu sayısız eserler, muazzam Osmanlı ülkesini bir baştan diğer başa ağ gibi ördü. Akla hayale gelmeyecek konularda hizmet vakıfları kurdu Osmanlılar...

Yukarıda saydıklarımıza ilave olarak; namazgâh, kütüphâne, ok ve güreş meydanları, esir ve köle âzâd etmek, fakirlere yakacak temin etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kâse ve kapların yerine yenilerini almak, gâzilere at yetiştirmek, ağaç dikmek, borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak, borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara, yetimlere ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları yuvaları, mektep çocuklarına gıdâ ve yiyecek yardımı, fakirlerin ve kimsesizlerin cenâzesini kaldırmak, bayramlarda çocukları ve kimsesizleri sevindirmek, kalelere, istihkâmlara veya donanmaya yardımda bulunmak, kış aylarında kuşların beslenmesi, hasta ve garîb leyleklerin bakımı ve tedâvisi gibi pekçok maksatla çeşitli vakıflar kurulmuştur.


PARASIZ DÜNYA TURU İMKÂNI

Evliya Çelebi, Osmanlılar zamanındaki vakıflardan bahsederken, bir yolcunun, imparatorluğun bir ucundan diğer ucuna hiç para harcamadan Kervansaraylar üzerinden dolaşabileceğini bildirir: “Bu vakıf kervansarayların kapıları akşama kadar açık durur, ortalık karardıktan sonra kapılar kapanır, vakıf sahibinin vazifelendirdiği kapıcılar, kapının arkasında yatarlardı. Gece bir yolcu geldiğinde, kapıları açıp kim olduğuna bakılmadan yolcuyu içeri alırlar; vakıftan, hayvan sahibinin hayvanına yem, kendilerine de yemek çıkarırlardı. Fakat gece içeri gireni bir daha dışarı bırakmazlardı.

Sabah olduğu zaman dualarla kapılar açılır, yolcular hazırlanırdı. Bu sırada kervansarayın misafirleri arasında dolaşan bir görevli bağırırdı:

“Ey Ümmet-i Muhammed! Maldan, candan, elbiseden eksiği olanlar var mı?”

Bu soruya, kervansarayda misafir olan yolcular; “Hiçbir eksiğimiz yoktur. Her şeyimiz tamamdır. Allah vakıf sahibinin hayrını kabul etsin. Hayatta ise kendisine selamet, vefat etmişse rahmet eylesin” derler, kapılar açılır görevliler, “Öyleyse, Allah, giden ümmet-i Muhammed’e selametler, kalanlara ise rahatlıklar versin “ derlerdi.

Daha sonra kapıdan yolcuları uğurlayan kervansaray bekçileri, “Ey din kardeşlerimiz! Yolunuzda durmayın, sizi namazınızdan alıkoyanlarla arkadaşlık etmeyin! Her yüzünüze güleni dost sanıp da, ibadetinizden kalmayın! Haydin Hak yardımcınız olsun, güle güle uğurla gidin” derlerdi...

Mehmet Oruç

İsra

Dün, İslam tarihi boyunca, İslam ülkelerinin bir uçtan diğer uca vakıf eserleri ile donatıldığından bahsetmiştik. Türkiye’de, Cumhuriyet öncesinde 41 bin 720, medeni kanun hükümlerine göre ise 4 bin 509 vakıf kurulmuştur...

Osmanlıda, bugün devletin gördüğü kamu hizmetlerinin büyük çoğunluğunu vakıflar görmekteydi. Dolayısıyla devletin kasasından buralara para çıkmıyordu.

Bunun için Osmanlıda devlet bütçesinden geçinen, maaş alan insan sayısı çok azdı. Camilerde görevli, imamlar, vaizler, müezzin ve kayyumlar; medreselerde müderrisler, tekke ve zaviyelerde çalışanlar, mahkemelerde görev yapan kadılar ve diğer görevliler, hastane doktorları ve diğer görevlileri... devletten maaş almazlardı. Bunun için Osmanlı “Vakıf Devleti“ olarak anılagelmiştir.

CAMİ YERİNDE MEYHANE!

1530-1540 seneleri arasında yapılan vakıflarla ilgili tahrirlere, kayıtlara göre; yalnız Anadolu eyâletinde vakıf yoluyla 45 imâret, 342 câmi, 1055 mescit, 110 medrese, 154 muallimhâne, 1 kalenderhâne, 1 mevlevîhâne, 2 dârülhuffâz, 75 büyük han ve kervansaray kuruldu. Bu müesseselerde vazîfe yapan 121 müderris, 3756 hatîb, imâm ve müezzinle 3229 şeyh, kayyım, talebe veya mütevellînin iâşe giderleri ve maaşları vakıf gelirlerinden karşılandı.

Peki, ecdadımızdan kalan bu kadar vakıf eserinin ne kadarını koruyabildik? Ne koruması, onlar yapmaya doyamadılar biz ise yıkmaya!.. Yıllarca yıkılsınlar diye kendi hallerine bırakıldı, yıkılmayanlar ve yıkılanların arsaları da satıldı. Satın alanlar da vakıf inancından, hassasiyetinden uzak, fırsatçı insanlardı.

Vakıf malının satılamayacağını, satın alınamayacağını bilen dinî hassasiyeti olan Müslümanlar bu satışlara katılmadı. Bunun için fırsatçılar, yüzlerce ibadethaneyi yok pahasına satın alarak mülkiyetlerine geçirdiler. Vakıflar kanunu çıkarıldıktan sonra, ülke genelinde mevcut camilerin yüzde ellisi “ihtiyaç fazlası”na çıkartıldı. Hayrat Kütük Defteri incelendiğinde 494 cami arsası, 722 mescit arsası, 598 cami ve 995 mescidin satıldığı görülür. Bu satışların en az olduğu şehir bir mescit ile Yozgat, en fazla olduğu şehir ise 386 eserle İstanbul. İhtiyaç fazlası statüsüne sokulan 914 camiden 81’inin satıldığı İstanbul’u, 209 satışla Bursa ve 208 satışla Aydın izliyor.

Satın alanlar genellikle inançsız veya zayıf inançlı kimseler olduğundan bu vakıf cami, medrese binalarında ve arsaları üzerinde, bar, pavyon, meyhane işletti. Mesela, Taksim’de bir cami, 11 Ağustos 1941 tarihinde 4 bin 10 lira bedel karşılığı bir şahsa satılmış. Daha sonra, yıkılarak yerine önce meyhane yapılmış, sonra pavyona çevrilmiştir.

Sadece bu değil, nice camiler ve arsaları bu şekilde kullanılmaktadır. Az da olsa kurtarılanlar olmuş. Örneğin, İstanbul Sirkeci Garının sağ tarafında bulunan Merzifonlu Mustafa Paşa Camii. Uzun yıllar sazevi olarak kullanıldıktan sonra, 1985 yılında, o günün Vakıflar Baş Müdürü Mustafa Altan Arabacıoğlu tarafından boşatılarak ibadete uygun bir hale getirilmek üzere ihya çalışmalarına başlanmıştır ve cami olarak tekrar faaliyete geçirilmiştir. Sayın Arabacıoğlu İstanbul’da daha pek çok ibadethaneyi kurtarmıştı.

BÜYÜK LANET

Dinimiz ve vakıf kurucuları, kurdukları vakıfların maksatları haricinde kullanılmasını lanetlemiştir. Vakıf malını değiştirene, nakledene, eksiltene ve başka bir hale getirene yönelik bedduaların en ağırı Kanuni Sultan Süleyman‘ın vakfiyesinde geçmektedir: “Böylece günahkârlar, alınlarından tutularak cezalandırıldıkları gün Allah onların hesabını görsün. Malik onların isteklisi, zebaniler denetçisi ve cehennem nasibi olsun. Zira Allah’ın hesabı hızlıdır. Kim bunu işittikten sonra, onu değiştirirse onun günahı, değiştirenler üzerinedir...”
Fatih Sultan Mehmed Han’nınki de bundan aşağı değildir: “...

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse; Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir...”

Mehmet Oruç