21. Asırda Osmanlı olmak

Başlatan Tuğra, 19 Nisan 2011, 02:01:46

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Tuğra

Osmanlı adasının önce zihinlerimizdeki zincirlerinden kurtarılması gerek. Kabul edelim ki, bize sığmayan, fazla gelen, ateşteki tencere gibi kenarından taşan bir tarafı var bu adanın. Çapını 777 bin kilometrekare içerisinden algılamaya çalışmak, cüssesini Anadolu platosuna sıkıştırarak anlatmaya kalkmak, sırtına modern şablonlar giydirmek, efsanedeki zalim Prokrust gibi o görkemli tabloyu kırpıp fakir dolaplarımıza tıkmak anlamına gelir. Prokrust da, tıpkı bizim gibi, standart ebatlardaki yatağına, uzun gelenlerin bacaklarını kırarak, kısa gelenlerin de gövdelerini de uzatarak yatırmıyor muydu?

O engin ve zengin coğrafyanın bir paftasında yaşıyoruz. Yunanistandan Cezayire, Yemenden Moldovaya, Mısırdan Gürcistana kadar onlarca devlet ve millet onun harita parçaları üzerinde ikamet etmesine rağmen beyinler, tasavvur kabiliyetleri, algı eşikleri, atlasın bütününü kavramaktan aciz hale getirilmiş. Bu yüzden o bütünü her anlama çabamızda ister istemez kendimize benzettiğimiz bir karikatür fırlıyor masamıza.

Osmanlı mucizesi denilince, Macaristandaki sarıklı kadıdan tutun da Somalideki esmer fellaha, Cezayirdeki ak sakallı deniz gazisine, Adriyatikteki tecrübeli Raguzalı tüccara, Selanikteki bıyıkları yeni terlemiş Mevlevi müridine, Süleymaniyede çalışan Kayserili taşçı ustasına ve mahyacı Abdüllatif Efendiye kadar yatay ve dikey dilimler halindeki milyonlarca isim ve resim ile onlarca neslin terlerinden dikilen muazzam bir elbiseyi kastediyoruz.

Bu engin coğrafyada yaşayan rengarenk halklar hangi maharetle idare ediliyor, bu denli farklı soydan insan ve cemaat ne tür bir sihirli tutkalla tutturuluyor, hangi sırlı kazanda karıştırılıp onlardan bugün hayran kaldığımız ürünler çıkarılıyordu?

Osmanlı, kendisini bir iddia ile kabul ettirdi. Neydi bu iddia? Osmanlı kendisini bir projeyle kabul ettirdi. Neydi bu proje? Osmanlı çağında tam da yapılması bekleneni yaptığı için başarılı oldu. Neydi o yapılması beklenen?

Osmanlının iddiası, Braudelin Balkan fütuhatı için söylediği gibi, mevcut düzenden daha insanî, daha akılcı, daha gerçekçi olanı getirmekte yatıyordu. Mevcut çelişkilere önerdiği daha elverişli çözümdür Osmanlıyı başarılı kılan.

Çözümünün alternatiflerinden iyi olduğunu, kabulündeki coşkudan anlayabiliriz: Timur kuvvetleri Ankara Savaşında Osmanlı ordusunu yenince toprakları eski sahiplerine dağıtmıştı.

Bir yerde sayaç sıfırlanmış, yüz yıl öncesine dönülmüş oldu. Diğer beyliklere bir şans daha verilmişti. Ama Fetret Devrinden birkaç yıl sonra görüldü ki, çözüm yine Osmanlılardadır. Diğerleri yine başarısız oldu, Osmanlı önerisi yine kabul gördü.

Bu da bize, Osmanlıların gayet planlı, programlı, uzun vadeli bir strateji izlediklerini gösteriyor. Bunun için Gazi Evrenos Beyin adımlarını takip etmek yeterlidir. Kuzey Yunanistanı adım adım fethederken, arkasında çil çil hanlar, hamamlar, camiler, vakıflar bırakıyordu bu akıncı gazimiz. Böylece şimşek hızıyla yayılmanın sırrını da açıklamış oluyordu. Velhasıl, yalnız kılıçla değil, hayır eserleriyle de fethetmiştik Rumeliyi.

Osmanlı bugün bir çıkış yolu olabilir mi? Bu soru Hangi Osmanlı? konusunu gündeme getirir. Eğer Osmanlıyı bitmiş bir hadise olarak telakki ediyorsanız, evet tarihe karışmıştır. Ondan ancak müzecilik anlamında yararlanabilirsiniz.

Oysa benim gibi Osmanlının bitmediğine inanıyorsanız, durum tamamen değişir. Osmanlı, insanlığın şafağından bugüne kadar uzanan sonsuzluk kervanının görkemli duraklarından biriydi.

Bir mücadeleyi devraldı ve bayrağı, atom çağına kadar iyisiyle kötüsüyle getirmeyi başardı. Daha da önemlisi, sancağı ellerimize devretti ve gitti. Gitti mi gerçekten de? Aslında hayır, bir yere gitmedi. Aramıza karıştı. Osmanlı ruhu bizde yaşamaya devam ediyor.

İnsanlığın Son Adasına böyle bakarsanız, sular altında kaldığı için bir kıtayken bir adaya, Anadoluya büzülmüş görünen ve bu yüzden de gönül kasları bir yay gibi gerilmiş olan bizlere çok iş düşüyor.

Suların çekileceği ve hatta kuruyacağı bir zaman mutlaka gelecektir. Kitabımız, zulüm ebediyen payidar olamayacaktır, demiyor mu? Dünyada zulüm devam ettikçe bir Osmanlıya her zaman ihtiyaç duyulacaktır. Buna inanıyorsak, bir zindana çevrilmiş bulunan beyinlerimizi temizlemek ve fıkrada Temelin başını zindanın duvarlarına vurarak Hatırla oni! diye ağlaması örneğinden yola çıkarak, ne olduğumuzu hatırlama çabasına girmemiz gerekir.

Bu muharref, bu felç edici, bu kötürüm bırakıcı tarihin zincirlerinden kurtulduktan sonradır ki, kurtuluş umudumuz yeniden filizlenecektir. Yani kurtuluş umudumuz aslında tarihte değil; bizde. Biz tarihte değil, tarih bizde kurtulacaktır.

300 yıldır gerileyen bir tarihin evlatları olduğumuz öğretildi bize. Bir başka gözlükle bakınca görüyoruz ki, bu 300 yıl, yükseliş dönemine parmak ısırtacak başarılarla, inceliklerle, adam gibi adam resimleriyle örülü.

Karlofça bize bir utanç sayfası olarak okutuldu. Oysa şimdi anlıyoruz ki, Rami Mehmed Paşamız, Kutsal İttifak karşısında hiç de yenik bir devletin diplomatı gibi diz çökmemiş, Osmanlılık şeref ve namusunu sonuna kadar korumuştu. Öte yandan Lozanın zafer olduğundan övgüyle söz edilir.

Oysa Yunanlılardan Anadoluda zulümlerinin, yaktıkları kasaba ve şehirlerin tazminatını dahi almamış, böylece en azından onları tarihin gözünde suçlu bırakacak en değerli kozu elimizden kaçırmışızdır.

Yenik düşmüş bir tarihin vârislerinin kalp ve beyinlerinin özgür ve kendine güveni tam olarak yetişmesini bekleyebilir misiniz? Umut, kendimizdedir dostlar. Tarihi yeniden ve farklı bir gözle okumak, karanlık sayfalarında şimşekler çaktırmak bunun için önemli.

Onu bir masal kitabı gibi esneyerek okumanın faydası yok. Öğrensek ne olacak o tarihi? Hatta öğrenmesek daha iyi belki de. Önemli olan, bizi geçmişe değil, bugünün kördüğümlerinin üzerine, geleceğin ufuklarına itecek bir tarih okumak ve okutmak.

Velhasıl, umudumuz tarihte değil. Aksine, tarihin umudu bizde. Baksanıza, tarih, gövdesindeki donmuş enerjiyi boşaltacak yer arıyor ve ayçiçeğinin yüzünü güneşe dönmesi gibi, bize her fırsatta göz kırpıyor.

Muhalif Yahudi yazar İsrael Şamirin başlıkta alıntıladığım çağrısını bunun için önemsiyorum: Geri gel ey Osmanlı! Asırların yirmi birincisi de senin gür sesini hasretle bekliyor.

Mustafa ARMAĞAN
〰〰〰〰🐠

Tuğra

#1
Kimi İslam ülkelerindeki hareketlilikler uzmanların dilini sonunda çözmüş görünüyor. Yerlisi yabancısı aynı şeyi vurguluyor: Bu olaylar, Osmanlının arkasında bıraktığı büyük boşluğun hâlâ doldurulamadığını gösteriyor.

Peki Osmanlı Devleti 90 küsur yıl önce tarih sahnesine veda etmemiş miydi? 21. yüzyılda hâlâ Osmanlının tasfiyesinden nasıl söz edilebilir? Yoksa bir hayalet midir karşımıza ikide bir çıkan?

Çağdaş Fransız filozofu Jacques Derridanın sözünü ettiği türden bir hayalet belki. Filmlerden biliyoruz: Cenazesi kurallara uygun defnedilmemişse ölünün ruhu vârislerine musallat olur. Ta ki usulüne uygun olarak defnedilinceye ve rahatsızlık duyduğu unsur ortadan kaldırılıncaya kadar.

Osmanlının hayaleti de benzer bir sıkıntı içerisinde olmalı ki, terk ettiği evin çeşitli odalarında sık sık karşımıza çıkmakta.

En iyisi, siz İslamda hayalet var mı? sorusunu sormadan ben asıl konuma geçeyim. Size anlatacağım, Osmanlıya ihanet etmiş bir ailenin, son kalıntısı Ürdünde yaşayan Haşimîlerin başında esen lanet fırtınası.



1916 yılında Arap isyanını, yakınlarda Suudiler tarafından yıktırılan Ecyad Kalesine ilk kurşunu sıkarak başlatan Mekke Şerifi Hüseyinin oğlu Kral Abdullahın hatıratında Sultan II. Abdülhamidi şu çarpıcı satırlarla anması ilginç olmanın ötesinde çarpıcıdır:

Bence Abdülhamidin tahttan indirilmesinden sonra meydana gelen olaylar, Kufe ve Mısırlıların Hz. Osmana yaptıklarından sonra meydana gelenlere benzer. Hz. Osman nasıl fitneyle Müslümanlar arasındaki sınır idiyse, Abdülhamid de bu çağda insanlarla fitne arasındaki perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya çıktı. (Çeviren: Halit Özkan, Klasik: 2006, s. 19).

Sultan Abdülhamidin tarih karşısında acımasız bir şekilde haklı çıkmasındaki inceliğe bir başka yazımızda değiniriz. Biz şimdi Osmanlının yıkılmasından sonraki 30 yılda Haşimî sülalesinin başında esen lanet fırtınasına gelelim.

Abdülhamidin gözünün tutmadığı adamlardan biriydi Şerif Hüseyin. Onu ailesiyle birlikte İstanbula getirip Boğazda bir yalıda gözaltına aldırır. İttihatçılar ise Abdülhamidin ak dediğine kara demeyi marifet bildiklerinden onu serbest bırakırlar. Hüseyin de Hicaza döner ve İngilizlerle anlaşarak Arap isyanının pimini çeker.

İngilizler onu sözde Büyük Arap Krallığının başına geçireceklerdir. Casus Lawrence de danışmanı olacaktır. Güya artık Arap dünyasında Osmanlının değil, Arapların ve tabii Haşimîlerin sözü geçecektir. Siz öyle sanın. İngiliz oyununun kaç perde sürdüğünü bilmeyen Şerif Hüseyin, sadece Hicaz bölgesine Kral yapılır ama tahtı garantide değildir. İngilizler onu çoktan gözden çıkarıp Suud ailesiyle anlaşmışlardır. Nitekim Eylül 1924′te Abdülaziz b. Suudun develerle hücumu üzerine krallığını oğlu Aliye devretmek zorunda kalacaktır. (1958′de parçalanarak öldürülecek olan Alinin oğlu Abdülilah bu defa Irakta karşımıza çıkacaktır) Alinin krallığı da ancak bir yıl sürecek, sonra Hicaz-Necid bölgesi Suudîlere teslim edilecektir.

Muazzam Arap Krallığının başına getirildiğini zanneden Şerif Hüseyin ise uyandığında soluğu Kıbrısta almıştır. Çocukluğunda bayramlarda babasıyla birlikte Şerifi ziyaret ettiğini anlatan Rauf Denktaş, emekli kralın kendilerini görür görmez Osmanlıyı hatırladığını ve Ah ben Osmanlıya nasıl ihanet ettim? Şimdi ihanetimin cezasını çekiyorum diye iki gözü iki çeşme ağladığını anlatır. Nitekim 1931′de Ammanda ölürken bin pişmandır. (Ziyaret ettiği Yemende Osmanlı marşlarıyla karşılanmasına ise tarihin istihzası demek gerekiyor.)

Ancak Şerif Hüseyinin Osmanlıya ihanetinin laneti kendisiyle sınırlı kalmayacak, oğullarına, hatta torunlarına da bir hastalık gibi geçecektir.

Oğullarından Faysal önce Suriye Kralı yapılmıştı. Ancak Fransızlar istemeyince İngilizler tarafından mecburen Irak kralı ilan edildi. Tabii İngiliz danışmanlarla birlikte. Ne var ki, Faysalın mutluluğu da uzun sürmeyecekti. Devasız bir hastalığa tutulacak ve bir mum gibi eriyerek babasından 2 yıl sonra ölecektir.

Yerine oğlu Gaziyi kral ilan ettiler. Ancak Gazi İngilizlerin ülkesinin kaynaklarını nasıl soyduğunu görmüş ve Türk yanlısı bir politika izlemeye kalkmıştı. Tabii cezasını çok geçmeden görecek, Bağdatta bomboş bir yolda giderken otomobili bir direğe toslayacak ve hayatını kaybedecekti. (1939)

İngilizler onun yerine çocuk yaştaki oğlunu II. Faysal adıyla tahta geçirdiler. Amca oğlu Abdülilah da onun nâibi yapıldı. İkisi birlikte Irakta yapmadıkları rezalet bırakmayınca 1958′deki halk ayaklanmasında parçalanarak öldürüldüler.

Şerif Hüseyinin öbür oğlu Abdullahın nasibine ise Ürdün düşmüştü. Önce Emir, sonra kral oldu. Hatıratını yazacak kadar uzun yaşadığına bakılırsa en şanslıları sayılabilir. Ne var ki, o da İsrailin kurulmasından 3 yıl sonra bir Filistinli tarafından öldürülecektir. İşin garibi, Şerif Hüseyinin Zeyd adlı oğlu, kendisine münhal (boş) bir taht bulunamadığı için en uzun ömürlüleri olmuş ve 1970′te eceliyle ölmüştür.

Baba, tahtını kaybedip sürgüne gönderiliyor. Bir oğlu hastalıktan, diğeri suikastta ölüyor, üçüncüsü tahtını kaybedip köşesine çekiliyor. Torunlarından ikisi parçalanarak öldürülüyor, biri de sözde trafik kazasına kurban gidiyor.

Osmanlıya ihanet eden bir ailenin 30 yıl içinde ne hale geldiğinin ibretlik hikâyesi böyle.

Az kalsın casus Lawrencei unutuyorduk. O da görevini yaptıktan sonra gözden düşmüştü. Londrada unutulmuş biri olarak yaşarken 1935 yılında bir motosiklet kazasında ölmüştü.

Böylece lanet halkası tamamlanmış oluyor. Şimdilerde Başbakan David Cameronun, vaktiyle işlediği suçlardan dolayı dünyadan özür dilemek zorunda kaldığı emperyalist İngilterenin kullan, at çarkı bütün acımasızlık ve kusursuzluğuyla işlemiş görünüyor.

Öte yandan Kral Abdullahın feryadı hâlâ kulaklarda çınlamaya devam ediyor:

Eğer Arap isyanının bu şekilde sona ereceğini bilseydik hiçbir şekilde Osmanlıya isyana kalkışmazdık.

Mısırlı Dr. Fehmi Şinnavi ise o gür sesiyle şöyle haykırıyor:

Günümüz Arap zirvelerinde temel mesele, İsraile ne kadar boyun eğileceği. Eğer Osmanlıya bunun binde biri kadar boyun eğebilseydik, şimdiye kadar elimize geçenlerin milyon katını kazanırdık.

Mustafa Armağan
〰〰〰〰🐠