İlahiyatçılar Resm-i Geçidi

Başlatan Mücteba, 10 Haziran 2013, 12:40:48

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

İlahiyatçılar Resm-i Geçidi

Bazı mâlum ilâhiyatçılar öyle çamlar deviriyorlar ki o devirdikleri çamların hepsini anlatmak mümkün değil.

Bitirmek mümkün olmasa da birazını anlatmak isteriz. Bu düşünceyle, sevgili ilâhiyatçılarımıza şöyle bir resmi geçit yaptıralım dedik...

Yakın geçmişte, 3 Mayıs 2004'te, İslâmî İlimler Araştırma Vakfı (İSAV) Topkapı Eresin Otel'de Ehl-i Sünnet ile alâkalı bir toplantı yaptı. Toplantıdaki konuşmacılardan biri de İlâhiyât Profesörü İlyas Çelebi idi...
Mâlumunuz, her şeyi en iyi ilâhiyatçılarımız bilir.
Eski âlimler ise kusurlarla doludur.

Onun için, bu kusurlarla dolu eskiler şiddetle tenkit edilmelidir.
Her şeyi en iyi bilen ilâhiyatçılarımız, tenkidi de iyi bilirler.
Öyleyse, kusurlarla dolu olan eski âlimleri tenkit hakkı, bu işi en iyi bilen ilâhiyatçılara düşer.

İşte bu hakkını kullanan Sayın Prof. İlyas Çelebi o toplantıda, "Bir kimse ben seni Allah'tan çok seviyorum derse kafir olur" dediği için Ahmet Ziyâüddin Gümüşhânevî Hazretleri'ni tenkit ediyor ve "Gümüşhânevî'nin yaptığı bir daraltmadır" diyordu.

Demek ki ona göre İslam dâiresi daha geniş tutulmalıymış. İlyas Bey, "İslamın çerçevesini bu kadar daraltmayıp daha geniş tutmalı. Bir insanı Allah'tan daha çok seven varsın sevsin. Onu suçlamaya ne lüzum var?" demeye getiriyordu.
Amma velâkin, bizim zihnimiz de kendisine şu soruyu soruyordu:
Peki, şu hadiseye ne demeli?

Bir gün Hazreti Ömer radıyallâhü anh, "Yâ ResûlAllah! Seni nefsim hâriç her şeyden daha çok seviyorum" demişti de Peygamberimiz "Yâ Ömer! Beni nefsin dâhil her şeyden daha çok sevmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsın" buyurmuştu.

O zaman Hazreti Ömer, "Yâ ResûlAllah! Şu anda seni nefsim dâhil her şeyden daha çok seviyorum" demiş, Peygamberimiz de "Ya Ömer! Şimdi imanın kemâle erdi" buyurmuştu.

Buna ne demeli?

Evet! Zihnen biz de kendilerine bu soruyu soruyoruz. Soruyoruz ama sorduğumuzla kalıyoruz. Çünkü bu anlı şanlı profesörlerimiz böyle gerçeklere bir türlü cevap bulamıyorlar.

Ama olsun canım. Bu kadarcık kusur kadı kızında da olur değil mi?
Değerli okuyucu!

Ahmet Ziyâüddin Gümüşhânevî Hazretleri'nin yaptığı daraltmaysa, buyursun genişletme işini de kendileri üslensinler. Ama bu genişletmenin ucu nereye kadar varacak?

Kimlerin ne kadar sevileceğinin sınırı sevgili ilâhiyatçılarımıza bırakılacak olsa, acaba bu sevgiyi nereye kadar götürürler?

PEYGAMBERLERE HÜRMET İFADESİ KULLANMAMAKTA İSRAR...

Birkaç sene önce İstanbul Çemberlitaş'taki Fırat Kültür Merkezi'nde bir toplantıda ilâhiyatçılarımızı dinliyoruz. Rabbimiz Teâyâ'dan bahsederken Allah demiyor tanrı diyorlar, peygamberlerden bahsederlerken de bahsettikleri peygamberler onların asker arkadaşları imiş gibi, "İbrahim, İsa, Musa" diye isimleriyle bahsediyorlar. Yani "Hazret" veya "Aleyhisselam" demiyorlar.
Nihayet, bir konuşmacı çıktı. Samsun'dan İstanbul'a yeni gelmiş. Tasavvuf doçentiymiş, profesör olmak üzereymiş. Tasavvufî eserlere göz atan biri olarak o da peygamberleri yalın olarak sadece isimleriyle anınca, sabrım tükendi. Konuşması bitince yanına gittim ve "Peygamberlerden, hazret kelimesi kullanmadan veya Aleyhisselam demeden niçin hürmetsizce bahsediyorsunuz?" dediğimde şu cevabı verdi:

"Hazret veya Aleyhisselam dersek vakit alıyor."

Nasıl? Beğendiniz mi cevabı değerli okuyucu!

Denemek için lütfen birer defa hazret ve aleyhisselam der misiniz?
Dediniz değil mi? Kaç saniyenizi aldı?

Bu ilâhiyat profesörleri, işte bu 3-4 saniyeyi harcayıp da peygamberleri hürmetle anmıyorlar.

O tasavvuf doçenti, "Hazret veya Aleyhisselam dersek vakit alıyor" deyip meseleyi kapatmak istediyse de yanındaki arkadaşı hazret veya aleyhisselam demenin gereksizliğinde israr ediyordu. O zaman İstanbul'a yakın bir vilâyetimizdeki bir ilâhiyat fakültemizin dekanı iken, daha sonra Diyanet'te iyi bir mevkiye getirilen benimle adaş olan arkadaşı, bana itiraz sadedinde dedi ki:

"Peki ashab Peygamberimiz'le konuşurken Yâ Hazreti Muhammed mi diyordu?"

Cevap verdim:

"Hayır! Öyle demiyorlardı. Ama "Anam babam sana fedâ olsun Yâ ResûlAllah" diyorlardı. Bu, Hazret demekten daha ileridir. Çünkü böyle söylemekle her şeylerini Resûlüllah'ın yolunda fedâ ettiklerini söylüyorlardı" dedim.
Sustu... Sustu ama hakkı teslim etti mi? Hayır!

İSLÂMî İLİMLER ARAŞTIRMA VAKFI (İSAV)...

Mâlum ilâhiyat profesörleri ile ilâhiyatçı olmayan Mustafa İslamoğlu gibi kimseler, kadîm ehl-i sünnet fıkhına ve ehl-i sünnet itikadına uymayan ne varsa, var güçleriyile onu söylüyor onu yazıyorlar.

Bu kimselerin çalışmalarına bakınca, insanın aklına ister istemez "Acaba bunların tek ve değişmez vazifeleri ehl-i sünneti ortadan kaldırmak mıdır?" sorusu geliyor...

Şu unutulmamalı ki onlar hakkında böyle söylerken asla kendi düşüncemize göre bol keseden atmıyoruz; aşağıda da devam edeceğimiz gibi yaşadığımız bazı gerçeklere dayanıyoruz.
Öyleyse yaşadığımız, şahit olduğumuz bazı gerçekleri anlatmaya devam edelim ki herkes okusun, duysun, bilsin ve bizim ortada bir şey olmadığı halde bazılarını suçladığımızı zannetmesinler...

Prof. Mahmut Kaya

Başlayalım...

Merkezi İstanbul/Fatih'te olan İslâmî İlimler Araştırma Vakfı var. Kısa adı İSAV.
İSAV bünyesinde, ismini şu anda hatırladığım-hatırlamadığım değerli dostlar var. Meselâ bunlardan birisi Prof. Mahmut Kaya Hocamız. Mahmut Hocam, Kaside-i Bürde'yi tercüme etmiş. Her sahifenin tercümesini ayrıca muvaffak bir şekilde şiirleştirmiş. Çok da güzel bir eser olmuş. Okuyucularımıza Kaside-i Bürde'yi Türkçe Söyleyiş isimli bu eseri tavsiye ediyorum.

İSAV'da bir de muhterem Ahmet Yıldız Hoca var. Ve diğer muhterem zevat...
İSAV mensubu bu muhterem zevata bir diyeceğim yok. Ama vakıf başkanına var...

İslâmî İlimler Araştırma Vakfı'nın (İSAV) başkanı, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi olan Ali Özek.

İSAV her sene ilmî toplantılar yapar. Ekseriyetle iki gün devam eden bu toplantılarda bir konu ele alınır ve o konu yerli-yabancı akademisyenler tarafından enine boyuna konuşulur. Sonra bu konuşmalar kitaplaştırılır. Konuşmacılar arasında yanlış konuşmalar yapanlar da oluyorsa da onların tanınması/bilinmesi bakımından bu toplantılar faydalı da oluyor.
Buraya kadar iyi. Anlatmak istediğim bundan sonrası.

ABDESTTE AYAĞI YIKAMAYIP MESHETMEK...

İSAV'ın, Topkapı'daki Eresin Otel'de yaptığı (2005 olabilir) bir toplantıda, Akâid-i Nesefî'nin tercümesi olan 16 sahifeden ibâret bir kitapçık dağıtıldı.
Akaid-i Nesefî, Ömer-i Nesefî'ye ait ehl-i sünnet akâidinin özü olan küçük bir eser. Dağıtılan bu tercümeyi İSAV Başkanı Sayın Ali Özek yapmış. Eserde mesh meselesi de geçiyor. Sayın Ali Özek, mesh meselesini "Seferde ve hazarda mesh üzerine mesh yapmayı câiz görürüz" diye doğru olarak tercüme etmiş. Fakat, bu doğruya parantez içinde "Çoraba da mesh edileceğine dair" bir ilâve yaparak bu doğruyu yanlışa çevirmiş...

Çünkü, günümüzde giydiğimiz ince çoraplara fıkhen mesh yapılamaz. Mesh edilebilmesi için çorabın adeta mesh gibi olması lâzımdır. Yani çorap asla su geçirmeyecek şekilde olmalı, yere konulduğu zaman dik durabilmeli ve üç mil yürünecek kadar dayanıklı ve sağlam olmalıdır.

(Geniş bilgi için: İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi, cilt: 10, sahife: 492, 493)

Dolayısıyla, Sayın Ali Özek'in parantez içinde verdiği kendine ait olan bu kanaat ehl-i sünnet fıkhına uymuyor.

Bunu kendisiyle konuştumsa da kabule yanaşmadı. Çoraba meshedilemeyeceğini söyledimse de "Hadiste çoraba mesh var" diyerek reddetti. Evet var ama ancak yukarıda saydığımız şartları taşıyan çoraplara meshedilebilir. Sayın profesöre "Çoraba meshedilebilmesi için bazı şartların bulunması lâzım" diyerek fıkhî meseleleri hatırlattımsa da "Çorap çoraptır" diyerek bir çırpıda reddetti. Hem şart falan tanımıyor hem de "O şartları zaten âlimler uydurmuş" diyerek âlimleri de suçluyordu.

Bunun üzerine kendi ayağındaki ince çorapları göstererek, "Hocam siz bu ayağınızdaki çoraplara meshediyor musunuz?" dediğimde "Tabii ediyorum" diye cevap verdi. Ve ilave etti: "Şimdi burada ayakları yıkamak kolay mı?"
"Ayakları yıkamak kolay mı" dediği yer, kaloriferlerin yandığı ve bizim sıcaktan ceketlerimizi bile çıkardığımız Eresin oteliydi. Musluklarından da sıcak su akıyordu.

Profesörümüz, işte böyle bir yerde abdest alırken ayakların yıkanmasının zor olduğunu söylüyordu.

Öyleyse; sıcakta-soğukta, bağda-bahçede çalışan köylü-çiftçi Müslümanlar, abdest alırken ayaklarını hiç yıkamayıp hep mesh etsinler. Çünkü, kaloriferli otelde ayak yıkamak zor ise açık arazide çok daha zor...
Hem de zor olan sadece ayak yıkamak değil ki! El, yüz yıkamak da zor tabii. Öyleyse?..

AYAKLARI YIKAMAK ZOR İSE...

Değerli okuyucu!

Sıcak bir bina içinde ayakları yıkamak zor ise, her türlü şartlarda tarlasında çalışan köylü, çiftçi kardeşlerimizin açık arazide ellerini, yüzlerini, kollarını yıkamaları kolay mı?

Profesörümüz onlara ne der acaba? Sizin abdest almanız iyice zor, siz hiç abdest almayın mı diyecek?

Ya başkalarının işinde, her türlü hava şartlarında, icabında rüzgârın ıslık çaldığı havalarda çalışanlar ne yapsınlar?
İşin doğrusu şu:

İslam dini tebliğ edileli 1400 seneden fazla olmuş, İslam fıkhı da asırlar öncesinden beri tam mânâsıyla yerleşmiştir. Bu günden sonra hiçbir kimsenin, kendine göre bir mantık yürüterek mevcut İslam fıkhını ve İslam itikadını değiştirmeye kalkışmaya hakkı da salâhıyeti de yoktur. Artık bundan sonra yapılacak tek şey, bilinen ve kararlaşmış olan usûlü benimseyip mevcut fıkha uymaktır.

Bu sözümüze itiraz edenler, yoksa İslâm fıkhının 1400 senedir hâlâ doğru olarak yerleşmediğini mi düşünüyorlar?

***
Gerçi zorluk diye bir şey yok ama ayakları yıkamanın zorluğundan bahsediliyor. Zor olsa bile bir müslümanın böyle bir zorluğa seve seve katlanacağı açık. Nitekim öyle de oluyor. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v.) "Amellerin en faziletlisi en zor olanıdır" buyuruyor.

Hac ve umreye gidenler bu ibâdetlere başlamadan, Peygamberimiz'in tavsiyesi üzerine "Ya Rabbi! Ben hacca/umreye niyet edim. Bana bu ibâdeti kolaylaştır ve benim bu ibâdetimi kabul buyur" diye duâ ediyorlar. Peygamberimiz kendisi de böyle dua etmiştir.

ZORLUK VAR DİYE HAC YAPILMAYACAK MI?

Hac ve umrede niçin böyle dua ediliyor?

Çünkü hac da umre de zor ibâdetlerdir. Öyle ki abdestte ayakları yıkamaktan çok çok zor.

Sayın Ali Özek, abdestte ayakları yıkamaktan daha zor olan hac ve umre hakkında da bir şey söylüyor mu acaba?
Zorluk bir ibâdeti terk etmeye bir sebepse, ibâdetlerin maddî olarak en zor olanı hactır. Haccın zorluğu ile sıcak bir otelde abdestte ayakları yıkamanın zorluğu kıyas bile edilemez.

Ne yapmalı? "Yakıcı Arabistan sıcağında hac yapmak kolay mı?" diyerek hacca da yeni bir şekil mi vermeli?

Kaloriferli sıcak bir otelde ayakları yıkamak zor ise, kalorifersiz evlerde kışın ayakları yıkamak daha zor. Böyle evlerde yaşayanlar, "Bu şartlarda ayak yıkamak kolay mı?" derlerse ne olacak? Onlara, ayaklarınızı yıkamayın, siz de mesh edin mi denilecek?

Böyle bir mantık olur mu hiç?

Değerli okuyucu!

Ehl-i sünnet fıkhına göre abdestte ayaklar mutlaka yıkanmalıdır. Âyet de bunu emrediyor Peygamberimiz de böyle buyuruyor. Abdesti emreden Mâide sûresi 6. âyetteki "İle'l-ka'beyn" ifadesi de Peygamberimiz'in "Vay kuru kalan o topuklara!" şeklindeki korkutması da abdestte ayakların yıkanmasının şart olduğunun delilleridir.

Biz ehl-i sünnet Müslümanlara göre, abdestte ayaklarını yıkamayanların abdesti olmaz. Abdestsiz imamın arkasında da namaz kılınmaz.

Ehl-i sünnet olmayan Şiîler ve Vehhâbîler abdestte ayakları yıkamayıp meshederler. Şîa muhibbi olan Mustafa İslamoğlu gibi olanlar ile gönlünü vehhâbîlere kaptıranların, abdestte ayakların meshedilebileceğini söylemeleri boşuna değil diye düşünübilir miyiz bu durumda?...

Hac ve umreye gidenler orada dikkat ederlerse, ayaklarını yıkamayıp mesheden Suûdîleri sık sık göreceklerdir...

ONLAR DA AYAĞA MESHEDİYORLARMIŞ...

Değerli okuyucu!

Bundan sonra anlatacaklarıma dikkatinizi istirham edeceğim.
22-24 Mayıs 2009'da, M. Ü. İlâhiyât Fakültesi ve İSAV ortaklaşa "Büyük Türk Bilgini Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik" başlıklı bir Uluslararası Sempozyum düzenledi. Açılışı Bağlarbaşı Kültür Merkezi'nde yapılan toplantının açılış konuşmasını yapanlardan biri de Prof. Ali Özek idi.

Açılış tebliği Prof. Bekir Topaloğlu tarafından yapıldı. Bekir Topaloğlu aynı zamanda İmam Mâtürîdî Hazretleri'nin Te'vîlâtü'l-Kur'ân tefsirini baskıya hazırlıyordu. Mâtürîdî Hazretleri ehl-i sünnetin itikadda iki imamından biri...
Bu durumda, Bekir Topaloğlu'nun ehl-i sünnete ters olan bazı ilâhiyatçılar gibi konuşmayacağı düşünülür. O sempozyumda konuşma yapınca ben de böyle düşünmüştüm. Bu düşünceyle, konuşmasından sonra çay molasında Bekir Topaloğlu'nun yanına vardım ve usûl-i hakîmâne ile Ali Özek'in çoraba mesh ile ilgili söylediklerini aktardım.

Zannediyordum ki, "Olmaz öyle şey! Ayaklar yıkanmadan abdest câiz olmaz!" diyecek...

Öyle yapmadı. Beklediğimin tam tersini söyledi. "Ben de çoraba meshediyorum" dedi...

Hatta Hayrettin Karaman'ın da çoraba meshettiğini söyledi.
Kendisi çoraba sadece meshettiğini söylemiyor, bunu müdafaa da ediyordu.
Ne bekliyordum, neyle karşılaştım. Tabii ki şok oldum!

Çünkü, İmam Mâtürîdî gibi bir ehli sünnet itikad imamının kitabını baskıya hazırlayan bu zat, ehli sünnet fıkhının tersini müdafaa ediyordu.
Kendisine İmam-ı Âzam Hazretleri'nden, diğer mezhep imamlarından ve mezheplerin bu konudaki hükümlerinden bahsedecek olduysam da "Mezhebler beni bağlamaz" deyip işin içinden çıktı.

"Kim bağlar?" diye sorunca, "Beni hadisler ve Resûlüllah'ın tatbikatı bağlar" diyor, Peygamberimiz'in tatbikatının da Zâdü'l-Meâd isimli eserde olduğunu söylüyordu.

Fakat ne var ki, "Hocam! Beni mezhepler bağlamaz, hadisler bağlar diyorsunuz. İmam-ı Âzamlar hadisleri bizim kadar bilemiyor muydu?" sorum karşısında susuyordu.

Bahsettiği Zâdü'l-Meâd, Vehhâbîliğin fikir babası olan İbni Teymiyye'nin talebesinin eseridir.
İmam-ı Âzamlara itibar etmeyen Topaloğlu, İbni Teymiyye'nin tilmizine itibar ve itimat ediyordu.

DEVAMI DA İBRETLİK...

Bu sempozyum, ikinci gün M. Ü. İlâhiyât Fakültesi Konferans Salonu'nda devam edecekti. Bekir Topaloğlu'nun sözleriyle yaşadığım şokun tesiri henüz üzerimdeydi. İkinci gün Prof. İsmail Karaçam'ı gördüm. Kendisini, Kur'an-ı Kerim'in Faziletleri ve Okuma Kâideleri isimli eserinden ve 10 Mayıs 2009'da Çemberlitaş'taki Fırat Kültür Merkezi'nde Kur'an'ın Mûcizevî Korunması Sempozyumu'nda yaptığı bir konuşmadan tanıyordum. Orada çok tatlı bir konuşma yapmış tatlı esprileriyle takdir toplamıştı.

Bekir Topaloğlu'nun beklemediğim sözleriyle meydana gelen şokun tesirinden kurtulmak ve biraz rahatlamak düşüncesiyle İsmail Karaçam'a yaklaştım. Hal hatır sorduktan sonra sırasıyla önce Ali Özek'in söylediklerini, sonra Bekir Topaloğlu'ndan duyduklarımı anlattım ve "Hocam ne dersiniz buna" dedim?
Zannediyordum ki, onların sözlerine tepki gösterecek ve "Nasıl böyle söylerler" diyecek.

Onun da bana ikinci bir şok yaşatacağını nereden bilebilirdim?
"Ben de çoraba meshediyorum" demesin mi!
Devam etti:

"Hayrettin Bey de meshediyor."

Hayrettin Bey dediği Hayrettin Karaman.

(Bu arada şunu öğrendim. Hayrettin Karaman, "Biz bizeyken ayaklarımıza meshedelim ama dışarıda yıkayalım" diyormuş.)

Hayrettin Karaman'ı zaten tanıyordum. O neyse de ben hüsn-i zannımdan dolayı Karaçam'dan bunu beklemiyordum.
Ama o söyleyeceğini söyledi. Ben de, hiç beklemediği bir söz işiten kimse nasıl olursa aynen öyle oldum...

Sonra kendimi toparlayıp sordum:

"Peki hocam, neye göre çoraba meshediyorsunuz?"
Cevap verdi:

"Kanaatime göre. Benim kanaatım böyle."

"Hocam?" dedim. "Fıkıhta, ibâdetle ilgili bir meselede kanaat olmaz. İnsan ya müctehiddir veya mukallid. Siz hangisisiniz? Çoraba meshettiğinize göre müctehid misiniz?"

"Müctehidim" diyemedi, mukallidlik de ona göre pek aşağı bir mertebe olmalı ki mukallid olduğunu da söyleyemedi. İsrarım karşısında da dayanamayıp tekrar "Kanaatım böyle" deyip yanımdan uzaklaştı...

Değerli okuyucu!

Bendeniz ilk önce bir tek Ali Özek'in çoraba meshettiğini zannettiğim için, hayret ettiğim bu durumu diğer ilâhiyatçılara söylemeden edememiştim. Ne kadar yanılmışım meğer. Ne bir kişisi! Fıkrada olduğu gibi hangisine sorduysam hepsi de kendisinin de çoraba meshettiğini söylüyordu. Hani Temel arabasıyla otobanda ters yöne girmiş. Bunun üzerine, "Dikkat dikkat! Bir araba ters yönde ilerlemektedir. Bütün sürücülerin dikkatine!" diye anons yapılmaya başlamış. Bunu duyan Temel, "Ne bir arabası? Hepisi hepisi" demiş.
Bizim mâlum ilâiyatçılar bana işte bu fıkrayı hatırlattı...


PEYGAMBERİMİZ (S.A.V.) HIRİSTİYAN VE YAHUDİLERİ ASHABA EMANET Mİ ETTİ?

İlâhiyatçılar resm-i geçidinde bir başka ilahiyatçıdan bahsetmek istiyorum:
Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nden Prof. Davut Aydüz. Bu zatın Tarih Boyunca Dinlerarası Diyalog isimli bir kitabı var. Kitabın Önsöz'ünde, "Vefatının hemen öncesinde Peygamberimiz'in, "Size kitap ehlini yani Hıristiyanları ve Yahudileri emanet ediyorum" vasiyetinde bulunduğunu" yazıyor.

Yanlış bir bilgi. Çünkü Peygamberimiz'in, haklarının korunmasını emrettiği kitap ehli, (yahudi ve hıristiyanlar) sadece İslam devletine vergi veren yani İslam devletinin vatandaşı olan kitap ehli idi. Yoksa bütün Hıristiyan ve Yahudiler değildi. Peygamberimiz (s.a.v.) vefatına yakın, Müslüman da olmayan vergi de vermek istemeyen kitap ehlini, aksine Arabistan yarımadasından çıkarılmalarını emretmiş aynen öyle de yapılmıştır.
Nitekim Müslüman olmayan milletler, Hazreti Ömer'in halifeliği zamanında Hicaz toprağından çıkarılmışlardır. ( Mahmud Es'ad, Tarih-i Din-i İslam, Marifet Yayınları, 1983, sa: 747)

Bu meseleyle ilgili hadis-i şerifler de şöyledir:

"Arabistan Yarımadası'nda katiyen iki din kalmamalı."
"Yahudileri Arabistan Yarımadası'ndan çıkarın." (İbrahim Canan, Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi 16/264)

"Resûl-i Ekrem, Cezîretül Arab'da iki dinin bir arada bekası mümkün olmadığını haber vermişti." (Tecrid-i Sarih, 8/142)

Bendeniz, ne yapsam da Sayın Davut Aydüz'le konuşup kitabındaki bu yanlışı düzeltmesine vesile olsam diye düşünüyordum. Bir müddet sonra İstanbul Çemberlitaş FKM'de Kur'an'ın Mûcizevî Korunması başlıklı bir sempozyumda (9-10 Mayıs 2009) kendisiyle karşılaştık. Kitabındaki bu yanlışı hatırlattım. "Haklarının korunması bahsedilen kitap ehli, İslam devletine vergi veren, zimmet ehli olah kitap ehlidir" deyip yukarıda okuduğunuz hadis-i şerifleri hatırlattım. Ehl-i kitab olanlardan diğerleri zaten Peygamberimiz'in emri üzere Arabistan Yarımadası'ndan çıkarılmıştı. Bunu anlattım.

Davut Bey kabul etmeyip aksini iddia ederek, "Zimmet ehli de müslüman değil diğerleri de; ha onlar ha onlar" dediyse de gerçek öyle değildi. Bu durumda ona yazdığının kaynağını sormak icap ediyordu. Sordum. Söyleyemedi ama o da benden kendi söylediğimin belgesini sordu. O andai ben de hatırlayamadım. Bunun üzerine ayrıldık.

İki sene sonra 14-15 Mayıs 2011'de FKM'de Kur'an ve İlmî Hakikatler sempozyumu olmuştu. Davut Aydüz'le orada yine karşılaştık.
Peygamberimiz'in, "Size kitap ehlini yani Hıristiyanları ve Yahudileri emanet ediyorum" buyurduğuna dair kaynağını tekrar sordum. "Kaynağını buldum, size göndereceğim" dedi. Ben, "Yalnız, o bulduğunuz kaynak zimmî haklarıyla ilgili olmasın sakın. Çünkü onlar vergi veren gayr-i müslimler olduğu için onların haklarının korunması icap ettiğinde zaten ihtilaf yok. Peygamberimiz'in, "Size kitap ehlini yani Hıristiyanları ve Yahudileri emanet ediyorum" sözünün, zimmî olsun olmasın bütün kitap ehliyle ilgili olduğuna dair belge olması lâzım" dedim. "Tamam ona dair" dedi. Öyleyse mesele yoktu.

O da bana, "Siz de kendi belgelerinizi gönderin" dedi. Ben, "Göndermeyeceğim, çünkü zaten getirdim" dedim ve yukarıdaki hadis-i şerifleri kaynaklarıyla beraber çıkarıp verdim.
Samimi bir havada sohbet ettik, ayrıldık.

MESELENİN DEVAMINA GELİNCE...

Sıra onun bana kendi belgelerini göntermesine gelmişti. Bana göndere göndere internetle ne gönderdi biliyor musunuz?
Biri El-Kâmil'den, biri Muhammed Hamidullah'ın İslam Peygamberi isimli kitabından, biri de Buhârî'den olmak üzere üç belge(!) gönderdi. Okudum ve hayret ettim.

Sizlerin de görüp hak vermeniz için yazıyorum. Gönderdiği o üç belge sırasıyla şöyle:

1- El-Kâmil fî duafâ'ir-ricâl, 3/226
2- Prof. Hamidullah, İslam Peygamberi, Ankara 2003, 2/895
3- Buhârî, Cizye 3

Fakat bu üç belgenin üçü de zimmîlerle ilgili idi! Hani böyle olmayacaktı!..
İyi de ben daha önce kendisine "Yalnız, o göndereceğiniz kaynaklar/belgeler zimmî haklarından bahsediyor olmasın sakın" demiştim. O da halbuki "Yok öyle olmacak" demişti.

Şimdi ne oldu?

Az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, gide gide bir arpa boyu yol gitmemiş olduk.

Derken, 12 gün sonra Kur'an-ı Kerim'in 1400. Yılı Münasebetiyle Türk Dili'nde Kur'an Edebiyatı sempozyumunda Marmara İlahiyat Konferans Salonunda tekrar karşılaşmayalım mı!

Eh... Soracağımı orada dilden sorabilirdim. Kendisine, "Değerli hocam, gönderdiğiniz yazılar zimmî haklarıyla ilgili. O hususta zaten mesele yok" dedim. Davut Bey, "Siz demagoji yapıyorsunuz" demez mi!. Ben de "Sayın Hocam, niçin demagoji yapayım, ben sadece soruyorum" dedimse de o efendi tavırlı Davut Bey birden değişti ve beni adete azarlarcasına sert bir tavırla "Kardeşim ben konuşma dinleyeceğim" deyip yanımdan ayrıldı...
Sadede gelelim.

Esas olan, muhatabımızın tavrı değil, Resûlüllah Efendimiz'in kitap ehli hakkında o sözü söyleyip söylemediğidir. Onun için, Davut Bey'in "Ben öyle demedim şöyle dedim" şeklinde müdafaalara girmesine lüzum yok. Ona lüzum yoksa da Peygamberimiz'e atfen yazdığı cümlenin belgesini/kaynağını ortaya koymasına şiddetle lüzum var...

Sevgili okuyucu!

Bu makalemizde birkaç ilâhiyatçının ibretli resm-i geçidini görmüş oldunuz...
Onlar maalesef böyle. Ama biz sözümüzü, hem onlara hem kendimize hidâyet-i kâmile duâsıyla bitirelim...


Ali EREN | 10.06.2013 10:28 | www.haberkita.com