Ayasofya’yı müze yapma fikri İngilizlerden gelmiş

Başlatan Mücteba, 02 Temmuz 2013, 11:17:44

« önceki - sonraki »

0 Üyeler ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Mücteba

Ayasofya'yı müze yapma fikri İngilizlerden gelmiş


Cuma gününün şu dakikalarında 27 Mayıs'tan sonra müze yapılmış olan Trabzon Ayasofya Camii yeniden ibadete açıldı. Ne diyelim, darısı İstanbul'daki Ayasofya'nın başına.

Ancak İstanbul'daki Ayasofya'nın açılması öbürlerinkine benzemez. Geçen yıl Ayasofya Müzesi Müdürü'yken Haluk Dursun isim vermeden Batılı devlet adamlarının (İngiltere Kraliçesi II. Elizabeth ve ABD Başkanı Obama da içlerinde olmalı) Ayasofya'yı ziyaretlerinde ne zaman yeniden kilise olacağını sorduklarını ifade etmişti.

Peki neden bu kadar merak ediyorlardı Ayasofya'nın kilise yapılmasını?

Birazdan vereceğim örnekler karşısında İngiltere devleti ve kamuoyunun İstanbul'un işgali başlar başlamaz Ayasofya'nın rehinden kurtarılması (the redemption of St. Sophia) kampanyaları başlattığını ve bunu 1922 yılında İstanbul yeniden Milli Güçlerin eline geçene kadar devam ettirdiklerini bilmemiz gerekir.

Mütareke yıllarında İngiltere'de Ayasofya'nın rehinden kurtarılması için hususi komiteler kurulduğunu biliyor muydunuz?

Başbakan Lloyd George'un "İstanbul'dan Sultan gidecek ve Müslüman nüfus da ardından şehri boşaltacak, böylece Ayasofya doğal olarak Hıristiyan olacak, Haç yeniden Ayasofya'nın kubbesine konulacak. Bu olunca yeni bir çağ başlayacak." dediğini duymuş muydunuz?

Lozan'da yeniden karşımıza çıkacak olan Lord Curzon'un 1919 tarihli ünlü memorandumunda şöyle dediğini hafızamızdan hiç çıkarmayalım: "Bu şartlarda Jüstinyen'in muhteşem mabedi Ayasofya -ki 900 yıl Hıristiyanlığa hizmet etmiştir, Müslümanlığa hizmet ettiği süre ise bunun yarısından biraz fazladır- doğal olarak asli Hıristiyan mabedi haline dönecektir. Öte yandan İstanbul'un selatin camileri Müslümanlara fazlasıyla yeter de artar bile."

Sonradan tarihçiliğe girecek olan ama o tarihte Dışişleri Bakanlığında istihdam edilen Arnold Toynbee, 6 Mart 1919'da şaşırtıcı bir teklifte bulunuyordu. Konuşan Toynbee değil de sanki Atatürk'tür. Şöyle der: "Ayasofya'da dinî statüko terk edilmeden ona arkeolojik bakış açısından 'uluslararası abide' statüsü vermek mümkün olamayacaktır."

Kilise yapmak mı müze yapmak mı?

Ayasofya için iki seçenek vardır İngilizlerin kafasında: 1) Yeniden kilise yapmak, 2) Dinî statüsünü ortadan kaldırarak uluslararası bir anıt, yani müze yapmak. Thomas Hohler yıllar sonra Atatürk'ün uygulayacağı formülü bulmuştur bile. Hohler'e göre bina mimari bir anıt olmalı ve din sorunu da ortadan kaldırılmalıdır.

Ayasofya'yı rehinden kurtarmaya yeminli komite deyince bunun ayak takımından oluştuğunu sanmak hata olur. Komitenin iki üyesi, sonraki yıllarda Dışişleri Bakanlığı yapacak, diğerleri de hatırı sayılır makamlara gelecektir.

Velhasıl Ayasofya'nın kimliği Hıristiyan dünyasının lideri olarak İngilizler için çok önemlidir ve bu, İslam dünyasının kalbini teşkil eden Osmanlı'nın tasfiyesinden sonra onun başkenti dahil, hilafeti dahil, Ayasofya'sı dahil tasfiyesi düşüncesinin bir parçasıdır.

Hedefler şunlardı:
1) Halife Bursa'ya veya Konya'ya gönderilecek,
2) Halk onun peşinden gideceği için İstanbul'da Müslüman neredeyse kalmayacak ve şehir yeniden Konstantinopolis olacak,
3) Ayasofya Camii kilise yapılarak tepesine haç dikilecektir.


Zira İngiltere, Lloyd George'un dediği gibi "Belki de dünyadaki en büyük Müslüman devletti." Bu İngiltere'nin Halifeyi ve Halifeliği elinde bulunduran bir devleti önemsememesi düşünülemezdi.

Ancak bir sorun çıktı. Ayasofya'nın sahibi kim olacaktı? Yunanlılar bizim diyordu, Fener Patrikhanesi de öyle, Rusya'nın öteden beri -Trubetskoy bunu 1915'te söylemişti- Ayasofya'ya haç dikme idealini kovalayan bir ülke olduğu biliniyor. Dostoyevski bile bayağı buna inanmış biriydi. Öte yandan İngilizler Hind Müslümanlarının ayaklanmasından korkuyorlardı.

İstanbul Yunanistan'ın başkenti olursa Yunan mandası mı kurulacaktı bu şehirde yoksa başka bir idare tarzı mı sürdürülecekti? Hindistan Ofisi bu çözüme karşı çıkıyor, İstanbul bir Hıristiyan şehri haline gelirse ben Hint Müslümanlarını tutamam, bilesiniz diyordu.

Bir yandan da iç kamuoylarında Yunan sevdalıları ile Türklere fazla haksızlık yapıldığını savunanlar ve İstanbul'da Türkleri hesaba katmadan bir çözüm bulunabileceğine inanmayanlar ayaktaydı. Megalo İdea İstanbul'a girerse diğer Hıristiyan ve gayri Müslim unsurlar bundan hoşnut olmayacaklardı vs.

Bütün bu müzakere sürecinden sonra İstanbul'un başka bir ülkeye bırakılamayacağı sonucuna ulaşıldı ve Sevr'de Hilafet üzerinde belli bir kontrol kurularak başkent İstanbul olarak kaldı.

Müze fikri kimin?

Crowe adlı görevli 7 Aralık 1918'de Dışişlerine yazdığı bir mektupta Türklerin İstanbul'dan kovulması çözümünden bahsedebiliyordu. Diyordu ki, Ayasofya Türklerden alınmadıkça onların Hıristiyanlık karşısındaki galebesinin sembolü orada Hıristiyanların başında bir kılıç gibi sallanmaya devam edecektir.

Şubat 1919'dan itibaren bir dizi kitap çıkar İngiltere'de. Hepsi de Ayasofya'yı geri istemektedir. Bu arada ilginç bir girişimden de bahsetmek gerekir. Dışişleri Bakanlığı, Ayasofya'nın rehinden kurtarılması girişimi bizzat Türklere yaptırılsa iyi olur diye bir fikir ortaya atar Nisan 1919'da. Ne var ki İstanbul hükümetini razı edemez.

Ancak 15 Mayıs'ta İzmir'in işgali bütün hadiseye şekil değiştirtecek ve bir yandan direnişi uyandırırken öbür yandan Ayasofya'nın korunması için bir askeri birlik camiye yerleştirilecek, eğer çan takmaya gelen olursa camiyi havaya uçuracakları tehdidinde bulunacaklardır.

Bu kadarını göze alamayan İngilizler zamanla kararlarını gözden geçirdiler. Ancak bir şeyi unutmadılar: Ayasofya cami kaldıkça Hıristiyan dünyasının, bu arada kendi kamuoyunun rahatsızlığını yenemeyecektir. Bu nedenle ısrar edecek ve önce 1924'te Hilafetin kaldırılması, ancak bundan sonra Lozan'ı onaylaması, 1930'lu yıllarda Amerikalı 'uzmanlar'ın devreye girmesiyle başlayan restorasyon çalışmaları derken Toynbee ile Hohler'in 15 yıl önce ortaya attıkları Ayasofya'yı beynelmilel (uluslararası) bir abide yapma girişimi başarıya ulaşacak ve binanın dinî statüsü ortadan kaldırılarak ne cami, ne kilise, herkes buyursun müzeye formülü uygulamaya geçirilecektir.

Ne ki, bunun ilk defa bizim aklımıza geldiğini sanıyorsanız aldanıyorsunuz. Malum o yıllarda ışık Batı'dan gelirdi. Bana hayal gördüğümü söyleyenler bu bilgileri kendisinden toparladığım tarihçi Erik Goldstein"ın "Byzantine and Modern Greek Studies" dergisindeki "Ayasofya ve İngiliz Dış Politikası" başlıklı makalesine bakabilirler (1991).

Bu arada aklıma takıldı:
İngilizlerin Başkenti İstanbul'dan Anadolu'ya gönderme politikaları sizde bir çağrışım yapmadı mı? Sanki bu da uygulanmış gibi geliyor ama neyse. Bu hafta bu kadar çatırtı yeter.



Mustafa ARMAĞAN | 30 Haziran 2013

mazhar

Bugün 24 Temmuz: Lozan unutulur mu?

Unutulamaz! Asla unutulmaması gerektiğini çevremizde olup bitenler her dakika hatırlatıp duruyor!

Lozan "Türkiye'nin milletlerarası kuruluş belgesi" olarak kabul ediliyor. Başka neyin belgesi? Bugün sadece bizi veya bölgeyi değil, bütün dünyayı ilgilendiren kangren olmuş çözümsüz meselelerin başlangıç noktası "Lozan"dır desek mübalağa olmaz.
Osmanlı Devleti'nin bu devleti teşkil eden halkların kararı olmaksızın masa başında yıkılması! İşin ustaca merkez ülke Türkiye'ye ihale edilmesi! 24 Temmuz 1923'ten beri ısrarla "çözümlerin çözümü budur!" denilmesine rağmen problemlerin, husumetlerin, çatışmaların, savaşların sonunun bir türlü gelmemesi...
Hadi Türkiye'nin müstakilliği, bağımsızlığı Lozan'la tanındı. Bunu bir an için doğru kabul edelim. Fazla uzağa gitmeyelim: Suriye, Irak, Filistin, Lübnan ne oldu?
Suriye Türkiye'ye Fransız kaldı, Irak ise İngiliz!
Her iki ülke bu emperyalist devletlerin "manda"sına verildi. Yani, kendilerini idare edemeyecekleri için coğrafya dışı sömürgeci devletlerin himayesi... Sonra da bağımsızlık! Ne "bağımsızlık" ama!
Lübnan Osmanlı'nın son döneminde özerk ve özel bir statüye sahipti. Hıristiyan nüfusunun hafif ağır basması yüzünden ayrı bir devlet haline getirildi. İslâm arzı olarak bilinen bir coğrafyada, Kudüs'ün burnunun dibinde Hıristiyan ağırlıklı bir ülke! Haçlı asabiyetini bunun ne kadar tatmin ettiğini tahayyül edebilirsiniz!
Gelelim, çözümsüzlüklerin ana kaynağına, asıl fitne ve fesatın başına!
Ortadoğu'da, Doğu Akdeniz'de Hıristiyan ülkeye bir de "Musevî" komşuya ne dersiniz?
Lübnan'ın güneyinde, Alevi Devleti'ni de eklerseniz, manzaranın tadından yenmeyeceğini fark edersiniz. (Tabii bu "alevî" devletinin bizdeki alevilikle kavram ve inanç olarak hiçbir alâkasının bulunmadığını da hatırlatalım.) İşte bugün çözülmezliği gittikçe pekişen Suriye meselesinin kaynağı olan bu Fransız icadı "Alevi devleti"dir. Mandacı ülke Fransa Nuseyrileri kullanarak Suriye'de böyle bir yapılandırmaya baş vurdu. Sonra yürümedi, Suriye'ye katıldı. Fakat, bu ayrıcalıklı topluluk, baba Eset'le bütün Suriye'ye hâkim oldu. Şimdi o hakimiyeti elden bırakmamanın inat savaşı sürüyor. Eğer yavru Esed, Suriye'yi kendi memleketi olarak görse idi, bu kadar şiddetle tahrip etmezdi! O güzelim dünya medeniyet mirası eserleri hunharca yıkmazdı.
Filistin'den söz edemedik... Aslında başından beri ondan söz ediyoruz! "Bütün bunlar, Filistin'de İsrail devletinin kurulması için idi" desek, yanlış olmaz!
Osmanlı Devleti yıkılmazsa, İsrail kurulamazdı! Osmanlı Devleti bütün milletlerarası hukukuyle, maddî ve manevî tesir alanlarıyla ortadan kaldırıldı. Ancak bunun üzerine, Filistin'de adım adım Yahudi yerleşmeleri genişletildi ve 2. Dünya Savaşı'ndan sonra zamanı geldiği düşünülerek İsrail kuruldu. Kuruluştan itibaren, Filistin aleyhine genişlemesini sürdürdü. Son parçaların siyonizme kazanılması için çok az kaldı!
Lozan barış getirmedi, yüzlerce yıllık barışı berhava etti! Gerçek adıyla "Yakın Şark İşleri Konferansı" batı emperyalizminin bir meydan okumasıydı. Dünya çapında sosyal mühendislik uygulamasıydı. Avrupa kendi açısından "Şark meselesi"ni çözdü, fakat bölgeyi ve dünyayı çözümsüzlüğe, kaosa sürükledi.
Peki ya Lozan'da kazandığımız ilan edilen büyük zafer?
Neyin zaferini kazandık Allah aşkına?
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranlar ve yönetenler Lozan'ı büyük bir Türk  zaferi olarak takdim ederken, 3 Ekim 1923'de açılan İngiliz İmparatorluk Kongresinde İngiliz Başvekili Stanley Baldwin şunları söylemektedir: "Bu andlaşma, İngilizlerin esaslı menfaatlerini korumakla kalmayıp aynı zamanda yakın şarkda ekseriyetle bozulan çok sayıda ırk ve din menfaatlerinin bağdaştırılmasına kaynak olacak, devamlı bir sükunet teminine ve ikdisadî vaziyetin ıslahına yardım edecektir. İngiliz itibarını korumak için takib edilecek yegâne yol budur."
İngilizler itibarlarını hakkıyla korudular, geri kalanların canı cehenneme!


D.Mehmet Doğan. Habervaktim.com